Sayfalar

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Zulümler Yağmur Gibi Yağmaya Başlayınca

Paydostan sonra gişeye önemli bir mektup getiren biri gibi:
Gişe çoktan kapalıdır.
Yaklaşan bir sel felaketi karşısında kenti uyarmak
isteyen biri gibi:
Ama başka bir dilde konuşan. Kimse anlamayacaktır onu.
Dört kez kendisine bir şey verilen bir kapıyı
beşinci kez çalan bir dilenci gibi:
Beşinci kez aç kalır.
Yarasından kan boşanan ve doktoru bekleyen biri gibi:
Kan durmaz, hep boşanır.

Biz de ortaya çıkıyor ve bize yapılan zulümleri haber
veriyoruz.

İlk kez arkadaşlarımızın yavaş yavaş katledildiğini
bildirdiğimizde
çığlıklar göklere ağdı.
Yüz kişiydi katledilen. Ama bin kişi katledildiğinde
ve ölümlerin sonu gelmediğinde bir sessizlik
kapladı ortalığı

Zulümler yağmur gibi yağmaya başlayınca
"dur!" diyen olmaz artık, Cinayetler üst üste yığılmaya başlayınca görülmez
oluverirler.
Çekilen acılar dayanılmaz olunca duyulmaz artık
hiçbir çığlık.
Çığlıklar da yaz yağmuru gibi yağar.


Bertolt Brecht

Yolcu

Yıllarca önce
araba kullanmasını öğrenirken
ustam sigara içirtirdi bana.
Ve yoğun trafiğe çıktığımda
ya da keskin dönemeçlere geldiğimde
sönerse cıgaram,
direksiyonu alırdı elimden.
Ben araba kullanırken fıkralar da anlatırdı
ve eğer ben arabayı sürerken kendimi işime kaptırıp da
fıkralarına gülmediysem
direksiyonu alırdı elimden.
Güvensiz hissederim kendimi, derdi. Korkutur beni,
şoförün kendini işine gereğinden fazla kaptırdığını görmek
bir yolcu olarak.

İşte ben de o zamandan beri
gereğinden fazla dalmamaya bakarım yaptığım işe.
Çevremde olup biten şeylerle de ilgilenirim.
Birileriyle konuşmak için işime ara veririm çoğu kez.
Bir cıgara içemeyecek kadar hızlı araba sürmekten
vazgeçtim.
Yolcuyu düşünüyorum artık.


Bertolt Brecht

Yıllarca Önce Ben

Yıllarca önce ben,
Şikago Buğday Borsasının çalışma yollarını incelerken,
bütün dünyanın buğdayını oradan
nasıl yönettiklerini birden kavradım ama
gene de bu işi pek anlayamamıştım
kitabı bırakırken elimden.
Ve şöyle deyiverdim:
Başım belada.

Hiçbir öfke yoktu içimde
ve adaletsizlik de değildi
beni korkutan.

Yalnız, bu iş böyle yürümez, bunların yaptığı gibi!
Düşüncesi doldurdu kafamı.

Gördüm ki, bu adamlar,
yaptıkları zararla yaşıyorlardı, yararla değil.
Gördüm ki gene:
Ancak suç işleyerek sürdürülecek bir yoldu bu,
çünkü zararınaydı çoğunluğun,
Öyle ki,
aklın her başarısı, her keşif, her buluş,
daha büyük kötülüklere yol açacaktı açsa açsa.

O sırada böyle düşündüm ben,
öfkelenmeden, oflayıp puflamadan,
Buğday pazarını ve Şikago borsasını anlatan kitabı
önüme koyarken.

Bir sürü dert bekliyor beni,
bir sürü bela.


Bertolt Brecht

Ulmlu Terzi

Piskopos, uçabilirim,
dedi terzi piskoposa.
Bir uçayım da gör!
Ve bir çift şeyle,
kanada benzer,
tırmandı kilisenin koca çatısına.

Piskopos yürüdü gitti.
Al sana bir palavra,
insan kuş değil ki,
uçamaz hiçbir vakit,
dedi piskopos bu işe.

Terzi cartayı çekti,
dedi halk piskoposa,
amma da gülünç iş ha,
kırık kanatlarla saplandı yere,
işte durur parça parça
alanın katı toprağında.

Çalsın kilisenin çanları!
dedik ya, palavra,
insan kuş değildir,
uçamaz hiçbir vakit,
dedi piskopos halka.


Bertolt Brecht

Tretiyakov'a İyileşme İçin Öğüt

Hasta bir adamın öğütlerine
gülünür ancak.

Fazladan bir yemek daha ye ve yavaş ye
düşünerek düşmanlarını,
çok uyu,
kaçsın uykuları.

Sovyetlerin çıkarları için
süt iç sabahları bir bardak,
ki bize vereceğin öğütler
hasta bir adamın öğütleri olmasın.

Gölde yüz, keyf için,
seni boğabilecek olan su
kaldırır seni yukarı,
yüzerken yardığın su
yeniden birleşir arkanda.


Bertolt Brecht

Tebeşir Haçı

Ben bir hizmetçi kızım.
S.A.dan bir adamla bir maceram oldu.
Bir gün o, gitmeden önce,
gülerek gösterdi bana
hallerinden yakınanları nasıl yakaladıklarını.
Bir tebeşir parçası çıkardı ceketinin cebinden
ve bir küçük haç çizdi avucunun içine,
ve anlattı, sivilleri giyinip
iş ve işçi kurumlarına nasıl gittiğini
avucunun içindeki bu işaretle,
işsizlerin kuyrukta ana avrat
küfrettikleri o yerlere,
ve nasıl küfrettiğini kendisinin de onlarla birlikte,
dostluk ve dayanışma gösterisi olarak da
sırtına nasıl vurduğunu küfreden herkesin,
ve böylece, sırtında beyaz haç bulunan
damgalı adamların S.A.larca nasıl yakalandığını.

Bu anlattıklarına katıldıydık gülmekten.
Onunla üç ay bir arada yaşadım.
Sonra bir gün bir de ne göreyim:
Banka cüzdanımı apartmamış mı.
Yok benim için saklayacakmış da,
yok kimin ne olacağı belli değilmiş de,
falan filan.
Ben onu suçlayınca da,
bin dereden su getirerek yeminler etti,
beni yatıştırmak için de
sırtımı okşadı şöyle.
Yılandan kaçar gibi kaçtım ondan.
Eve gelince ilk iş aynaya baktım,
sırtımda beyaz haç var mı diye.


Bertolt Brecht

Şiddet Üzerine

Şiddetli denir asi ırmağa
ama kimse şiddetli demez
Onu sıkıştıran yatağına.

Şiddetli denir
huş ağacını büken fırtınaya.
Ya yol işçilerinin belini
büken fırtınaya?


Bertolt Brecht

Soyguncu Ve Uşağı

Soyup soğana çeviriyordu Hesse bölgesini iki soyguncu.
Bir hayli köylünün boynunu kırdılar.
Bir tanesi sıskaydı aç kurt kadar,
öbürüyse papa kadar şişman.

Neydi onların gövdelerini böyle farklı yapan?
Çünkü biri efendiydi, öbürüyse uşak.
Efendi kaymağını alıyordu sütün,
uşak ekşimiş süt içiyordu bu yüzden.

Köylüler yakaladılar soyguncuları sonunda
ve astılar ikisini bir tek iple,
biri aç bir kurt kadar sıska sallandı,
öbürüyse papa kadar şişman.

Köylüler önlerinde durup ıstavroz çıkartırlarken
ve öylece seyrederlerken her ikisini de,
anladılar soyguncu olduğunu şişman adamın,
ama neden sıska adam da soyguncuydu, anlamadılar.


Bertolt Brecht

Sorular

Ne giydiğini yaz bana!
Sıcak tutuyor mu?
Nasıl uyuduğunu yaz bana!
Yatağın yumuşak mı?
Nasıl göründüğünü yaz bana!
Hep aynı mısın?
Neyi özlediğini yaz bana!
Kolumu mu?
Nasılsın, yaz bana!
Hoş tutuyorlar mı seni?
Ne bok yiyorlar, yaz bana!
Cesaretin yetiyor mu?
Ne yaptığını yaz bana!
Yaptığın şey iyi mi?
Neyi düşündüğünü yaz bana!
Beni mi?
Elbette sorulardır sana bütün verebildiğim.
Ve gelen yanıtları kabullenmeliyim, mecburum buna.
Yorgunsan, uzatamam sana elimi.
Ya da açsan, seni besleyemem.
Sanki yaşamamışım bu dünyada, hiç yokmuşum.
Unutmuşum sanki seni.


Bertolt Brecht

Son İstek

Altona'da bir gün işçi bölgelerini bastılar
ve yakaladılar bizden dört kişiyi,
yetmiş beş kişiyi de götürdüler seyretsinler diye
onların idam edilmelerini.
Gördükleri şuydu seyredenlerin:
En gençleri, boylu boslu bir delikanlı,
sorulduğunda son isteği
(adet yerini bulsun diye),
isterim, dedi tok bir sesle, gerinmek bir kez daha.
Kurtulunca bağlarından, gerindi ve tüm gücüyle
iki yumruk aşketti nazi komutanının çenesine.
O saat bağladılar onu
dar bir tahtaya, yüzü yukarı doğru,
ve uçurdular başını.


Bertolt Brecht

Sırf Artan Düzensizlik Yüzünden

Sırf artan düzensizlik yüzünden
bizim sınıf kavgası kentlerimizde
çoğumuz şu yıllarda karar verdik
daha fazla söz etmemeye
deniz kıyısındaki kentlerden, çatılardaki kardan,
kadınlardan,
mahzendeki olgun elmaların kokusundan,
etin duygularından
bir insanı insan yapan ve onu şişmanlatan tüm şeylerden.

Ama gelecekte yalnız düzensizlikten söz etmeye
ve böylece tek yanlı, kısır olmaya karar verdik,
ve politika işine adamakıllı dalmaya,
ve diyalektik ekonominin kuru ve "aşağılık" sözcüklerini
kullanmaya.
Kar tipilerinin (bu tipiler, biliyoruz, sadece soğuk değil)
sömürünün, çekici kadın etinin, sınıflı adaletin
böylesine korkunç, böylesine sıkışık, bir arada yaşamaları
bu kadar çok yönlü bir dünyanın içimizde onaylanmasını
doğurmasın diye
ve zevk alınmasın diye çelişkilerinden
böylesine kanlı bir yaşamın.
Anlıyorsunuz.


Bertolt Brecht

Savaşla Çok Şey Büyüyecek

Büyüyecek
Mülk sahiplerinin mülkleri
Ve mülksüzlerin sefaleti
Yönetenlerin söylevleri
Ve yönetilenlerin suskunluğu


Bertolt Brecht

Savaşın Başlangıcı

Almanya tepeden tırnağa silahlanırsa bir kere,
çok büyük belalar gelecek başına,
ve davulcu savaşını başlatacak.
Gene de Almanya'yı sizler savunacaksınız
tanımadığınız o yabancı ülkelerde
savaşacaksınız sizin gibi insanlarla.

Davulcu saçmasapan söz edecek kurtarıştan,
ama eşi görülmemiş olacak ülkedeki baskı.

Ve o kazanabilir her savaşı
sok savaştan gayrı.

Yitirilince davulcunun savaşı
kazanılmış olacak Almanya'nın savaşı.


Bertolt Brecht

Portakal Satın Alırken

Southampton sokağı boyunca çöken
sarı sisin içinden
birdenbire lambalı bir meyve arabası çıktı
ve kese kağıtlarını parmaklayan
yaşlı bir pasaklı.
Aradığını birdenbire bulan biri gibi
şaşıp donakaldım.

Hep portakal olsun isterdin hani!
Avuçlarıma sıcağı hohladım
ve araştırdım ceplerimi.

Tutarken elimde bozuk paraları sıkı sıkı
fiyatına baktım ve
düzensiz rakamları gördüm
bir gazete kağıdına kömürle yazılı,
bu ara hafiften ıslık çaldığımı bile farkettim,
ve bir anda baktım acı gerçek apaçık önümdeydi:
Bu kentte sen yoksun ki!


Bertolt Brecht

Öğrenen Kişi

Önce kumun üzerine kurdum, sonra kayanın.
Hiçbir şeyin üzerine kurmadım artık
çökünce kaya.
Sonra yeniden kurdum sık sık
kum ve kayanın üzerine.
Öğrenmiştim ama.

Kendilerine güvenip de mektubu verdiklerim
çöpe attılar onu.
Ama hiç önemsemediklerim
bulup geri getirdiler bana.
Öğrendim böylece.

Yapılmadı buyurduklarım.
Gelince gördüm ki
yanlışmış.
Yapılmıştı doğru olan.
Bir şey öğrendim bundan da.

Eski yaralar acır
soğuklarda.
Ben sık sık şöyle derim ama:
Yalnız mezarın hiçbir şeyi olmayacak
bana öğretecek.


Bertolt Brecht

Oyun Yazarının Türküsü

Ben bir oyun yazarıyım.
Gördüğümü gösteririm.
Nasıl alınıp satıldığını gördüm insan pazarlarında
insanların
Bunu gösteririm, ben, oyun yazarı.

Birbirlerinin odalarına ne düzenlerle girdiklerini,
nasıl coplarla ya da parayla,
sokakta nasıl durduklarını ve beklediklerin,
nasıl tuzaklar kurduklarını birbirlerine,
sözleştiklerini
umutla nasıl,
nasıl astıklarını birbirlerini,
nasıl seviştiklerini,
çapulculukla kazandıkları parayı
nasıl savunduklarını
ve nasıl yediklerini.
Bütün bunları gösteririm ben.

Birbirlerine söyledikleri sözcükleri dökerim kağıda.
Ananın oğluna neler söylediğini,
işçiye neler buyurduğunu işverenin,
nasıl yanıt verdiğini karının kocaya,
tüm yalvaran sözcükleri, tüm buyuran sözcükleri,
yaltaklanan sözcükleri, aldatan sözcükleri,
yalan söyleyen, bilmeyen,
güzel ya da yaralayan...
Bunları kağıda dökerim ben.

Yaklaşan kar fırtınalarını görürüm
ve yaklaşan depremleri,
yolu tıkayan dağları görürüm
ve yataklarından taşan nehirleri.
Ama şapkaları var kar fırtınalarının,
depremlerin cüzdanlarında paraları,
dağlar gelirler arabalarından inerek,
şahlanan nehirler denetler polisi.
Ben ışığa çıkartırım bunların hepsini.

Gösterebilmek için gördüklerimi
başka halkların, başka çağların oyunlarını okurum.
Bir iki oyun yazdım, inceleyerek
iyice o zamanın tekniğini ve
kaparak işime yarayacak olanı.
İngilizlerce nasıl sunulduklarını inceledim
büyük feodal kişilerin
inceledim zengin kişileri,
ki onlar için dünya sadece özgelişimleri içindi.
Ahlakçı İspanyolları inceledim,
o harika duyguların ustaları olan Hinlileri
ve aile kurumunu gösteren Çinlileri
ve kentlerdeki çok renkli kaderleri.

Kentlerin ve evlerin görünümü, benim zamanımda
öylesine çabuk değişiyor ki,
iki yıl ayrılıp geri geldin mi
olursun bir başka kente yolculuk gibi.
İnsanlar kalabalıklar halinde değiştirivermişler
görünümlerini
şu birkaç yıl içinde.

Fabrika kapılarından içeri giren işçiler gördüm ve kapı
yüksekti,
ama dışarı çıktıklarında bükülmüştü belleri.
O zaman şöyle dedim kendi kendime:
Her şey değişmede
ve her şey sadece kendi zamanına göre.

Ve böylece ben,
her sahneye kodum bir tanıtma işareti
ve her fabrika avlusuna ve her odaya yıl sayısını işaretledim
sığırlarını damgalayan çobanlar gibi.

Ve orada kullanılan tümcelere de
bir tanıtma işareti kodum,
unutulmasınlar diye yazılan
geçici insanların deyişleri gibi
olsunlar diye onlar da.

İşçi tulumu içindeki kadının o yıllarda
bir bildiri önünde eğilip söylediklerini,
ve şapkaları enselerinde borsacıların
katipleriyle dün nasıl konuştuklarını,
bu olayların geçtiği yılların
geçiciliği ile damgalandım.

Ama bütün bunlara bir şaşırtıcılık verdim,
bunların en bilinenlerine bile hatta.
Bir kimsenin inanmayacağı bir şey gibi döktüm kağıda.
Hiç kimsenin görmemiş olduğu bir şey gibi sundum
bir kapıcının kapıyı çarpmasını donan bir insan yüzüne.


Bertolt Brecht

Oyun Yazarı Odets'e Mektup

"Yitirilmiş Cennet" adlı oyununda
sömürücülerin ailelerini
parçalanmış gösteriyorsun, ahbap,
ne demek istiyorsun yani?

Sömürücülerin aileleri parçalanmış olabilir.
Ama ya parçalanmasalar?
Yıkıldıkları zaman sömürüyorlar mı sanki?
Yoksa, yıkılmadıkları sürece
sömürülmek daha mı kolay geliyor bize?
Hep aç mı kalsın aç bir insan
sağlıklı diye ekmeğini elinden alan?

Yoksa, bizi ezenlerin
şimdiden zayıfladıklarını mı söylemek istersin?
Elimiz kolumuz bağlı beklemeli miyiz yani?
Bizim Badanacı çizerdi böyle tablolar, ahbap,
ve biz, o yıkılan sömürücülerimizin balyozunu yedik
bir gecede.

Yoksa acımak zorunda mısın onlara?
Gözyaşlarına mı boğulalım
çekip gittiğini görünce tahtakurularının?
Sen, ahbap, bir lokma ekmeği olmayan insana
acımış olan sen,
oburluktan çatlayana mı acıyorsun şimdi de?


Bertolt Brecht

Moskovalı İşçilerin 27 Nisan 1935'te Büyük Metroya Sahip Oluşları

Duyduk ki: Seksen bin işçi
yapmış metroyu, birçoğu günlük işlerinden sonra,
çoğunlukla geceleri sabahlara dek.
O yıl boyunca hep delikanlıların ve kızların güle oynaya
tünellerden çıktıkları görülürmüş
harca batmış ter içindeki iş giysilerini göstererek gururla.
Aşılmış bütün engeller-
yeraltı suları, çok katlı yapıların basıncı,
dayanıksız büyük toprak yığınları-.
Süslemek için kaçınılmamış hiçbir çabadan,
en iyi mermer getirilmiş uzaklardan, en güzel ağaçlar
işlenmiş özene bezene.
Güzelim vagonlar adeta çıt çıkarmadan
kaymaya başlamışlar
gün gibi aydınlık tünellerde:
Titiz müşteriler için her şeyin en iyisi.

Şimdi, demiryolu en üstün planlara uyularak yapıldıktan
sonra
sahipleri geldi onu görmeye ve binmeye.
O insanlardı onlar, onu yapanlardı.
Binlercesi oradaydı, dolaşıyorlar
ve inceliyorlardı dev istasyonları.
Trenlerle büyük kalabalıklar geçiyordu bu ara,
yüzleri istasyonlara dönük-
erkekler, kadınlar, çocuklar ve kır sakallılar-
sevinçten pırıl pırıldı yüzleri, tiyatrodaymışlar gibi,
çünkü farklı yapılmıştı istasyonların hepsi,
hepsi başka taştan, başka biçimde;
ışık da her seferinde geliyordu başka kaynaktan.
Sevinçli bir itiş kakışla arkaya itiliyordu her trene binen,
çünkü istasyonlar en iyi
görülebiliyordu önceki yerlerden.
Çocuklar yukarı kaldırılıyordu her istasyonda.
Yolcular her fırsatta dışarı taşıp
sevinçli bir titizlikle inceliyorlardı bitirilen işi,
sütunları elliyorlar ve parlaklıklarına bakıyorlardı,
ayak burunlarını sürtüyorlardı taş döşemeye
anlamak için taşların düzgünce yerlerine oturup
oturmadığını

Sonra vagonlara doluşup yeniden
duvar kaplamalarını inceleyip parmaklarını sürüyorlardı
camlara.
Erkekler ve kadınlar işaret ediyorlardı durmadan-
doğru olup olmadığında biraz duraksayarak-
çalıştıkları yerleri:
Ellerinin izini taşıyordu taşlar.
Her yüz görülebiliyordu açıkça,
çünkü çok ışık vardı,
lamba çoktu, gördüğüm herhangi bir demiryolundan
çok daha fazla.
Tüneller de apaydınlıktı,
karanlıkta kalmamıştı emeğin bir karışı bile.
Ve tek bir yıl içinde yapılmıştı tüm bunlar,
ve dünyada başka hiçbir demiryolu yapımında
bu kadar çok işçi çalışmamıştı.
Ve dünyada başka hiçbir demiryolunun bu kadar çok
sahibi olmamıştı
Çünkü bu yapı harikası, bunca kentte bunca zamandır
kendinden önceki hiçbir yapının görmediği şeyi gördü:
Yapının işçileriydi yapının sahipleri.

Emeğin tüm meyvalarının emek dökenlere düştüğü
nerede görülmüştü?
Bir yapıdan, onu yapanların kovulmadıkları
nerede görülmüştü?
Onları vagonlarımıza giderken gördüğümüzde,
kendi eserleri olan vagonlarda,
hemen anımsadık:
Klasik yazarların bir vakitler hop oturup hop kalkarak
önceden gördükleri o büyük tablo buydu.


Bertolt Brecht

Laotse'nin Sürgün Yolunda Taoteking Kitabının Doğuşu Efsanesi

Bir vakitler, bizim bilge kişi
yetmişindeydi ve içi geçmişti.
Onun ihtiyacıydı artık çekilmek bir kenara,
ülkesinde iyilik azalmıştı çünkü
ve kötülük başlamıştı artmaya.
O da pabuçlarını ayağına çekti.

Ve topladı neye ihtiyaç olacaksa:
Çok değil, yolculuk için yetecek kadar,
her zaman okuduğu kitap
ve geceleri tüttürdüğü pipo gibi şeyler.
Birazcık da ekmek, şöyle göz kararı.

Bir kez daha vadisine bakıp sevindi,
sonra unuttu onu döner dönmez yüzünü dağ yoluna.
Öküz de hoşnuttu çiğnediği taze otlardan,
taşırken ihtiyarı sırtında
mutluydu yürüyüşün gevşek olmasından.

Dördüncü gün kayalıklara vardıklarında,
bir gümrük kolcusu kesti yolunu:
"Söyleyin bakalım, değerli neniz var?" - "Hiç."
Ve açıkladı öküzü yeden çocuk:
"Bu yaşlı adam öğretmendi."
Ve iş böylece kavuştu açığa.

Kolcu gülerek sordu gene:
"Bulabildin mi bir şey bari?"
Çocuk da şöyle yanıt verdi:
"Yumuşacık suyun sıza sıza
güçlü kayayı ufaladığını zamanla.
Sert olan yeniliyor yani."

Karanlıkğa kalmasın diye
çocuk o sat dürttü öküzü.
Ama tam kaybolacaklarken kara çamlığın ardında
adamın bir şey çaktı kafasında
ve bağırdı:
"Hey, bana bakın! Durun hele!

Nedir bu su işi, ihtiyar?"
Yaşlı adam durdu: "Bilmek ister misin?"
"Ben basit bir gümrük kolcusuyum, ama gene de
kim kazanır, kim yitirir, isterim bilmek,
eğer biliyorsan bana da söyle.

Yazıver şunu bana! Yazdır ya da şu çocuğa!
Götürmez insan yanında böyle bir şeyi.
İşte mürekkeple kalem size,
bir de bölüşeceğimiz bir akşam yemeği,
Bura benim evim, anlaştık mı? Gelin hadi!"

Yaşlı adam şöyle bir dönüp baktı ona.
Üst baş perişan, ayaklar çıplak.
Bütün alnı kırışık içinde.
Ah, kazanalardan değil bu, besbelli.
Ve mırıldandı: "Sen de mi?"

Kibar bir ricayı geri çevirmek için
fazla yaşlıydı o sanki, çünkü dedi ki:
"Soru soranlar yanıtını almayı hak ederler."
Sonra oğlan: "Hava da, der, soğuyor."
"Doğru. Hadi öyleyse yatağı ser."

Bilge kişi, indi öküzünden.
Yedi gün yazdılar birlikte ikisi.
Adam da yemeklerini ayaklarına getirdi
(ve tüm bu yedi gün boyunca
kaçakçılara sessizce küfretti sadece).
Ve sonunda iş tamam oldu.

Ve çocuk, bir sabah gümrük kolcusuna
seksen bir deyiş verdi.
Ve teşekkür ettiler küçük yolluğa
ve dolanıp çamlığı kayalığa çıktılar.
Kim kibar olabilirdi onlar kadar?

Yalnızca, adı kitaplara geçen
o bilge kişiyi övmemeli,
çünkü o bilge kişiden çekip alınması gerek bilgeliğin.
Bu yüzden gümrükçüye de teşekkür etmeli,
isteyen oydu yapılmasını bu işin.


Bertolt Brecht

Küçük Oğlum Soruyor

"1940" isimli şiirin altıncı bölümü

Küçük oğlum soruyor bana :
Matematiği öğreneyim mi?
Şöyle cevaplamak geliyor içimden :
Ne diye!
İki parça ekmeğin tek parçadan fazla olduğunu
Okumadan da anlayabilirsin sen.
Küçük oğlum soruyor bana :
Fransızca öğreneyim mi?
Şöyle cevaplamak geliyor içimden :
Ne diye!
Bu ülke çökmek üzere.
Sen karnını oğuştur elinle, biraz da inle
Onlar anlarlar derdini.
Küçük oğlum soruyor bana :
Tarih öğreneyim mi?
Şöyle cevaplamak geliyor içimden :
Ne diye!
Başını toprağın altına sokmayı öğren
Böylece hayatta kalırsın belki.
Ve sonra :

Evet öğren -diyorum- matematiği.
Öğren Fransızcayı, öğren tarihi!


Bertolt Brecht

Kuşkucu

Bir sorunun yanıtını bulduğumuzu
sandıysak ne zaman,
içimizden biri çözüverdi
duvardaki eski
Çin perdesinin ipini,
ve açılan perde gösterdi bize
bir sıra üzerinde oturmuş olan
kuşkucu adamı.

Ben, dedi bize o,
kuşkucuyum.
Kuşku duyarım
iyi yapıp yapmadığımızdan
günlerinizi yutan işi.
Söyledikleriniz daha kötü söylenseydi
değerli olup olmayacağından.
Kuşku duyarım
kendinizi söylediğinizin doğruluğuna bırakıp
iyi söyleyip söylemediğinizden.
Çok anlamlı olmasından kuşku duyarım;
her yanlış anlamadan siz sorumlusunuz çünkü.
Ama tek anlamlı da olabilir
ve nesnelerin çelişkisini örtebilir;
gereğinden fazla tek anlamlı mı yoksa?
Öyleyse, yararsızdır söylediğiniz şey.
Yaşam yok demektir söylediğinizin içinde.

Olayların akışı içinde misiniz gerçekten?
Gelişen her şeye eyvallah mı diyorsunuz?
Siz gelişiyor musunuz? Kimsiniz siz?
Kimdir konuştuğunuz?
Söylediklerinizden yararlanan kim?
Ha, bir de şu var:
Ayıltıcı mı? Okunabilir mi sabahları?
Bir bağlantısı var mı varolanla?
Cümlecikler kullanıldı mı, sizden önce söylenen?
Ya da çürütüldü mü en azından?
Her şey doğrulanabilir mi?
Deneyimle mi? Hangi deneyimle?
Ama hepsinden önemlisi,
her zaman, her şeyden önemlisi şu:
O nasıl davranır?
İşte hepsinden önemlisi.

Düşünerek, merakla izledik
perdenin üstündeki kuşkucu mavi adamı,
sonra birbirimize baktık ve
hadi, dedik, sil baştan.


Bertolt Brecht

Kısırlık Üzerine

Meyva vermeyen meyva ağacına
kısır derler.
Toprağı kim inceler?

Çürümüştü derler
kırılan dala.
Üzerinde hiç
kar yok muydu ama?


Bertolt Brecht

Kentin Varoşlarından Gelen Yoksul Arkadaşımız

İncecik pardesüler içindeki okul arkadaşlarımız
her vakit çok geç gelirlerdi sabah dersine,
çünkü süt ve gazete dağıtırlardı annelerinin yerine.
Öğretmenler
onları bir güzel azarlar
ve işaret korlardı kara kaplı deftere

Getirmezlerdi yanlarında yiyecek filan.
Ders aralarında yalnız
ödevlerini yaparlardı helalarda.
Ama izin verilmezdi buna.
Dinlenmek ve yemek içinmiş ders araları.

Pi'nin ondalık değerini bilemediler mi
öğretmenleri sorardı onları:
Neden kalmadınız o çıktığınız çöplükte?
Bilirdi onlar neden kalmadıklarını.

Kentin varoşlarından gelen yoksul çocuklarına
devlet kapılarında önemsiz görevler vaadedilirdi,
bu yüzden onlar, gecelerini gündüzlerine katıp ezberlerlerdi
parça parça olmuş elden düşme kitaplarında ne varsa.
Bir de öğrenirlerdi öğretmenlerinin ayaklarını yalamayı
ve hor görmeyi kendi analarını

Varoşlardan gelen yoksul okul çocuklarına vaadedilen bu
önemsiz görevler
toprağın altındaydı.
Onlara ayrılan yerlerdeki sandalyelerin yoktu
oturacak yerleri.
Olsa olsa
Kısa bitkilerin kökleriydi
onları bekleyen.
Hem ne diye öğretiliyordu bu çocuklara Yunanca dilbilgisi,
Sezar'ın seferleri, sülfürün formülü, Pi'nin değeri?
Alınlarında yazılı olan Flander'lerin kitle mezarlarında
neye ihtiyaçları olacaktı bu çocukların
biraz kireçten başka?


Bertolt Brecht

Kardeşim Bir Pilottu

Bir pilottu kardeşim.
Güzel bir günde emri geldi.
Hazır etti çantasını,
güneye doğru koyuldu yola.

Bir fatihti kardeşim.
Yerimiz yoktu yaşamaya.
Topraklar ele geçirmekti
öteden beri hayalimiz.

Kardeşimin fethettiği yer şimdi
Guadarama dağlarında.
Boyu tam bir seksen,
derinliği bir elli.


Bertolt Brecht

Karanlık Zamanlarda

Demeyecekler: Ceviz ağacı rüzgarda sallandığı sıralar.
Ama diyecekler: Badanacı işçileri ezdiği sıralar.
Demeyecekler: Çocuk yassı taşı ırmakta kaydırdığı sıralar.
Ama diyecekler: Büyük savaşlar hazırlandığı sıralar.
Demeyecekler: Kadının odaya girdiği sıralar.
Ama diyecekler: Bütün güçlerin işçilere karşı
birleştiği sıralar.
Demeyecekler: Karanlıktı o sıralar.
Ama diyecekler:
Neden şairleri sessizdiler?


Bertolt Brecht

6 Mayıs 2012 Pazar

Kaledonya Pazarı

Londra'nın ünlü bit pazarı. Bu şiir, Brecht'in bitmemiş şiirlerindendir.
1.

Yedi kent yatar Troya'nın altında.
Kazıp çıkartmışlar hepsini yeniden.
Londra'nın altında da yedi kent yatar mı?
En dipten çıkanları burada mı satarlar acaba?

Fosforlu balıkların durduğu şu tezgahın orda,
çorapların arasında işte bir de şapka.
Yedi şiline alamazsınız yenisini, saçma,
buysa yalnız iki şilin, hem kötü değil o kadar,
tek bir deliği var.

2.

Korkunç tanrı oturmuştu kalkmamacasına,
tabanları dışarı dönük,
sonra bir gün kırıldı burnu, düştü ayak parmaklarından biri
ve gözdağı veren kolu,
ama bronz bedeni ağırdı çok, yalnız el yürütülmüştü
ve geçerek bir sürü canlı ellerden düşmüştü
Kaledonya pazarına.

3.

"Köprü yoktur Doğu ile Batı arasında"
diye haykırdı ücretli ozanları.
Gözlerimle gördüm ben ama
o büyük Okyanusun sırtındaki kocaman köprüleri.
Ve doğuya taşınan koskoca silahları gördüm
ve onları şarkılarla el üstünde tutan halkı.
Bu ara, içinden kan damlayan çay geliyordu,
savaş yaralıları ve altın geliyordu, Doğu'dan Batı'ya.

Ve Winsdor dulu, karalar içinde,
parayı alır, sokar çorabına,
pohpohlamadan sırıtır,
gönderir onu Kaledonya pazarına.
Nerde hani o eski çeviklik,
bir sabah gelirler topallaya topallaya,
ve bir tahta bacak satın alırlar, elden düşme,
uysun diye tahta kafalarına.


Bertolt Brecht

İyilik Neye Yarar

1.

İyilik neye yarar,
Öldürülürse iyiler çarçabuk,
ya da iyilik görenler?

Özgürlük neye yarar,
yaşarsa bir arada
özgürlerle tutsaklar?

Akılsız olmak madem ekmek sağlar herkese,
akıl neye yarar?

2.

İyi insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
iyilik beklenmesin!

Özgür insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
kavuşsun özgürlüğe herkes,
özgürlük sevgisi geçersiz olsun!

Akıllı insan olacağınıza,
öyle bir yere götürün ki dünyayı,
akılsızlık zararlı olsun!


Bertolt Brecht

Holivut

Ekmeğimi kazanayım derim
ben her sabah,
kalkar yalan satılan pazara giderim,
girerim satıcılar yanında sıraya.
Yüreğim kabarır umutla
benim her sabah.


Bertolt Brecht

Hitler Savaşının Tarihini Taşıyan Bir Mezar Taşı

Hoş gördün, baba, askere gitmemi, anne, beni saklamadın,
kötü öğütler verdin bana, ağabey,
ablacığım, uyarmadın beni!


Bertolt Brecht