Sayfalar

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Çankırı'da Akşam

Soluyup kesik kesik
Rengi yüklenir çöker
Kervandır çanı eksik
Çankırı'da tepeler.

Bir garipçe iş olur
Meyva dalda kuş olur
Yamalar nakış olur
Benek olur bereler.

Kaya bile şimdi tül
Diken de bir çeşit gül
Dünyaya küskün gönül
Kapısını aralar.

Işıklar ipek olur
Yapraklar çiçek olur
Çalılar petek olur
Dolar kuru dereler.

Ana evlendir bizi
Bak renk renk, dizi dizi
Dallar asmış çehizi
Tamamlanmış töreler.

Ürperen bahçelerde
Bir içkidir keder de
Gökte kanar gider de
Gönüldeki yaralar.

Evler hisar kesilir
Yabanlar yâr kesilir
Ayvalar nar kesilir
Şarap olur şıralar

Geceyle başlar akın
Ordulaşır bağ-ekin
Doğrulur Karatekin
Der: Benimdir buralar


Behçet Kemal Çağlar
Benden İçeri
Çankırı 1937

Yolculuk

Bir yaz günü odamda kaparken bavulumu
Çekecek koltuğumun parmakları kolumu
Her zamanki sesiyle bana "Otur" diyecek

Bütün kış geceleri duyduğum laflarıyla
Çıplak bir kadın gibi beyaz çarşaflarıyla
Beni uyutmak için yatağım esneyecek

Yolda, adımlarımı çağıracak geriye
Aralık duran kapım, belki dönerim diye
Penceremde buğudan bir damla yaş donacak

Yürürken sağ omzuma hafif sesle ötüşüp
- Bir evden anlaşılmaz fısıltılarla düşüp -
Bembeyaz bir el gibi bir güvercin konacak

Dudağımı gizlice çekerek dudağına
Akşam gibi düşecek vagon basamağına
Garda beyaz, dumandan bir kadının bedeni

Son kampana çalacak ve son düdük ötecek
Mesafeler bir nokta halinde küçültecek
Külrengi istasyonda mendil sallayan beni...


Sabri Esat Siyavuşgil

Akşam ve Develer

Böyle yalçın dağlarda sessiz dolaşanlar kim
Köyler, ufka dizilen tozlanmış birer resim
Yollar, köyleri saran eskimiş çerçeveler...

Sesler çıkmadan söner paslı çıngıraklarda
Yassı tabanlarını sürükler bir kenarda
Boynu kısa develer, boynu uzun develer...

Günle birlikte erir uyuklayan mor dağlar
Ekilmemiş tarlalar, çalı bitiren bağlar
Döker her kalbe kırık bir lambanın isini...

Adımlar derinleşir renklerin vedaında
Bir dua okur gibi gezdirir dudağında
Deveci türküsünü, yolcu sevgilisini...


Sabri Esat Siyavuşgil

Yedikule'de Akşam

Güneş vurdu başım bir kale kemerine!
Kuşlar yine bu akşam sulara otursunlar,
Baksınlar şu kocaman mahalle üzerine... 

Kızıl bir aydınlıkta şaşırıp kaldı bunlar: 
Ufak saksılar gibi görünüyor uzaktan 
Pencere camlarında kurutulan sabunlar... 

Madem ki aynı yükü sürüyecek her zaman; 
Ne çıkar, çevirdiği dolabın kenarında 
Şu bostan beygirinin gözünü bağlamaktan? 

Akşam, Yedikule'nin gezer sokaklarında; 
Kızıl bir şerit gibi yolların ucu yandı, 
Güneş, yardı başnıı bir kale duvarında... 

Bostan korkulukları sanki bir kahramandı, 
Kuşlara bahsederken büyük tasavvurundan! 
Sular olduğu yerde bir defa halkalandı: 

Akşam, attı kendini Yedikule surundan... 


Cevdet Kudret
Mütarekeden Sonra
1928 Meşale Dergisi

15 Temmuz 2016 Cuma

Toprağa Bağlı

ne uçmayı bilirim, ne gökten haberdarım,
bir karış bile fazla yükselemem yerimden:
toprağa basmak için yapılmış ayaklarım.

bir karış bile fazla yükselemem yerimden,
hasretle büyük, geniş semalara bakarım:
toprak beni daima çeker eteklerimden…


Cevdet Kudret
Mütarekeden Sonrakiler

Mariyya

Perguntias que significa
Saudade; voute dizer
Saudade tudo o que fica
Depois de tudo morer
Maria Barbas


Çin kadar uzaklardan
cankadar yakından
sen bir masal kızısın
dün
Çin'den gelmiştin
bugün 
Lizboa'dan
yüzünde tarçın kokusu
gözünde cîn
bir gün buradan gidersin
Mariyya
can kadar yakın
Çin kadar uzak
Lizboa boyalı haritalarda kaplanır
bir gün buradan gidersin
Mariyya
aynalarda seni ararım
bu şehirde seni ararım
bu dünyada seni ararım
Mariyya


Asaf Halet Çelebi
Om Mani Padme Hum

Korkuyorum

etli dudakların var
yiyecek beni
korkuyorum
pitekantropum
dişim
hayvanım
birbirine yakın gözlerden
uzun
ve yuvarlak
sıcak
karnından

gözlerin orman akşamlarından kalmadır
anlaşılmaz sözlerin var
gündüzleri bambaşka
geceleri büyücüsün
korkuyorum
mâra'm
şeytanım
sivri dişlerinden
uzun ayaklarından
ve simsiyah saçlarından
iyilikler dolu yüreğin var
rahmetler taşıran
seven
ve okşayan
korkuyorum
bodhisattva'm
bilinmez dünyandan
ve uyutan
kucağından


Asaf Halet Çelebi
Om Mani Padme Hum
1953

14 Temmuz 2016 Perşembe

Kunâla

vakit geldi kunâla
dünyayı göreli çok oldu
tam kırk yılda seni buldum kunâla
bu can tenden geçmeden
bu dünyadan göçmeden
bir kerecik sevmek çok değil

simsiyah saçların var kunâla
kemiklerine yapışık etlerin var
bir gün dökülecek
kunâla kuşu gibi gözlerin var
bir gün sönecek
kunâla
bu etlerin arkasında güzelliklerin var
benden başka kimse bilmeyecek

bu can içimde kuştur kunâla
seni görünce titrer
bu can gözümde muhabbettir kunâla
seni görünce yanar
bu can burnumda soluk olur kunâla
uçar gider

bu can benden geçmeden
bu dünyadan göçmeden
bir tek seni sevmek çok değil


Asaf Halet Çelebi

Mısrı Kadim

acaba ot gibi yerden mi bittim
acaba denizlerde mi şaşırdım
ve zamanı nasıl unutmaktayım

zaman unutulunca mısri kadîm yaşanabiliyor
kendimi unutunca seni yaşıyorum
yaşamak
bu ânı yaşamaktır

ammon râ' hotep
veya tafnit
kim olduğumu bilmek istemiyorum
yalnız etrafında nefes almalıyım

dut bu â'ru ünnek pahper
kama pet kama tâ
mısır metinlerinde okuduğum cümleler
seninle okuduklarımsa büsbütün başka şeylerdi

seninle bir bahçedeyiz geliyor bana
orada hem var hem yok gibiyim
daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum
insanlığımdan çıkarak
kama pet
kama tâ


Asaf Halet Çelebi

Hapishane Şarkısı V

Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın,
Aldırma gönül, aldırma

Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül, aldırma.

Görmesen bile denizi,
Yukarıya çevir gözü:
Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül, aldırma.

Dertlerin kalkınca şaha
Bir küfür yolla Allaha.
Görecek günler var daha;
Aldırma gönül, aldırma.

Kurşun ata ata biter;
Yollar gide gide biter;
Ceza yata yata biter;
Aldırma gönül, aldırma....


Sabahattin Ali
Dağlar ve Rüzgar
1933

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Gurbet

Değerli katınızadır ..
Yazan Pötürgeli Hamzadır
Alan gurbette Abdülkerim ..
Evvela mahsus selam eder
İki gözlerinden öperim.
Elhamdülillah ki sağız!
Dört nala koşuyor zaman
Günün birinde konuşacağız.
Nasılsınız?
Nasıl Ahmet?

Tütüm tütüm tüter gurbet
Siz orda biz burada
Gurbet bıçaktır yarada
İstanbulda sıkıyönetim
Örfidare Ankarada ..

Nasılsınız Sabiha Hanım,
Nasılsınız Zikri Ağabey?
Ölüm değil bir şey
Ayrılık zor!

Orada İslam mezarlığı var mı,
Yabancılar nereye gömülüyor?
Kaçınız öldü kaçınız sağ? ..
Sağ kalanlar.. hiç olmazsa
Gönderin resminizi!

Çok değiştinizse eğer
Resme yazın isminizi
Küçüktüm İtalyayı gördüm
Kayalar maviliklere uzanıyordu;
Özlem özlem yanıyordu
Deniz fenerlerinde şey ...
Nasılsınız yiğit Mehmet,
Nasılsın Zikri Ağabey?

Sonrasını hatırlamam
Nereye geçti vapur,
Nereden su içti vapur
hatırlamam ...

Simirna'da incir üzüm
Kilikya'da çeltik pamuk;
Ana avrat çoluk çocuk
Sattılar üç batmana!

Altıncı filo yoldadır.
Müslüman evlerinde
Naylon kadın külotları biçiliyor ...
Ölmek değil bir şey,
Satılmak zor!

Hatırlıyorum ki hürdük,
Tepelerde yükselen ayı görürdük,
Bakracımız bakırdandı ay gibi
Evlere taze süt götürürdük.
İskambil oynardık altı kol,
Fasulye pişirirdik elimizle;

Burnunu silerdik helal çocukların
kendi mendilimizle.

O ne yoldu göklere açılan yol!
O ne tatlı şeydi ümit!
Açıl be paslı kilit!

Bir vatan ki
Çığlık çığlık
Akardı şarkılar caddelerinde çığ gibi.
Bir vatan ki
Şimdi
Çemberi paslı
Üç kaburga kemiği kırılmış
Eski bir şarap fıçısı gibi.
Gurbetteyiz gurbet!

İşte böyle yiğit Ahmet,
İşte böyle Abdülkerim!

Tekrar selam eder
İki gözlerinden öperim.

Elhamdülillah ki sağız;
Dört nala koşuyor zaman
Yakında bulaşacağız

Dağlarda ateş yakan çobanlar
Artık atom enerjisinde ısınır
Fildişi parmaklarından akar zamanlar
Milyonca ve milyonlarca asır

Tek bir ülke ve tek bayrak,
Ne sınır, ne sınıf, ne diktatör,
Bizimdir bu deniz, bu gök, bu toprak
Duy ve düşün ve gör.

Duy ve düşün Kerim!
Sondan bir öncesidir bu,
Gözlerinden yanaklarından öperim!.


İlhami Bekir Tez

İki Laf

Poliste adımızı sordular
-Bileklerimize kelepçe vurdular-
Dedik ki biz oyuz
Dosyada künyemiz vardır
Babamız Ahmet annemiz Fatma...
Vaktimiz yoktu evlenemedik
dedik;
Nüfusta kaydımız bekârdır.
Ne avrat, ne evlât, dünür...
Yirminci asırda her şair
bizim gibi düşünür.

İçerde küf ve nem
Demir parmaklık arkasında ışıltılar!
-Geç dediler;
Aralandı kapı, yürüdük,
Eğildi üstünden atladık - duvar.
Sağanak sağanak
Yağıyordu gökten aydınlık
Yürüdük...
Yer bizimle
gökler bizimle
Sular bizimle başladı yürümeğe,
Yürüdük
Demirkapı, Ahırkapı, Adliye.
Yürüdük...
Bileklerimizde tel kelepçe
Bütün gece...

Yargıçta suçumuzu sordular
-Bileklerimizde karakol mührü vurdular-
Dedik ki çok
Dedik ki yok
Dedik ki adam öldürmedik kan içmedik
Yalnız iki lâf dedik
Dedik ki
Gün ağardı göğe bak!
Dedik ki
Güneş doğsa sırtımız ısınacak!
Dedik ki çok

Hür bir dünyada mutlu insanlar
Onlar için yemiş verir ormanlar
İnsan büyür mihnet küçülür
Ve pürüzsüz sular gibi akar zamanlar.
Yıldızlar omuzların hemen tepesinde
Keder ve hınç Kafdağı'nın ötesinde
Gök bir anneçınar gibi üstünde onların
Ve onlar oynaşırlar bu çınarın gölgesinde.

Sokakta yolumuza durdular.
Neticeyi sordular.
Dedik ki
Ya kırmızı, ya sarı!
Şahit edip deriz ki gökleri ve tarlaları
Adam öldürmedik kan içmedik!
Yalnız iki lâf dedik.


İlhami Bekir Tez

Marikula Doğur

İstemem eski rüyalardaki kadın resimlerini:
Tombul ve beyaz.
Bana bir taze dişin, yazın kumsalda kızarmış
Tüylü altın bacağın yeter
Ve tren yollarında tüten öğlelerin...
Kışın şarap içtiğimiz kahvelerdeki
Boyalı kadınlar rüyası... bitsin.

Ne su başlarında tavus tüyleri gibi çeşitli böceklerin hasreti
Ne çayır içinde gülüşen çocukların yırtık mintanları
Sen: Taze dişlerinde hıyar kokusu...
Ağzında olgun domateslerin çekirdeği,
Karpuz ve erik.

Doldursun bütün bu sahili Marikula
Çıplak dizlerinde ağları ördüğün zaman
Birdenbire sancılanarak yapacağın çocuklar.
Vapurlara seslenecekler Marikula:
- Hey, kaptan dur!
Her dokuz ay on günde ikizlerini
Sandallar boş bekliyor.
Balık yalnız tutulmuyor Marikula;

Bacakları çevik çocuklarım sendedir!
Doğur Marikula doğur!


Sait Faik Abasıyanık
Şimdi Sevişme Vakti

12 Temmuz 2016 Salı

Köprü

İnsanlar köprüden geçmediği zaman
Acaba köprü düşünür mü?

Çamaşır mandalını gözlerinde allayan meczubun geçtiğini
Üsküdar iskelesinin kanapelerinde güneş banyosu yapanı
Üsküdar kıyılarının ötesindeki
Kastamonu, Sivas, Safranbolu… Erzurumu.

Burada insanların içinde büyük dürbünler.
Güller gibi açmıştır.
Yufkacılar burada açarlar, koskocaman oklavalarla
-İçlerindeki hamurdan-
Şeffaf ve titrek memleket rüyalarını.

Alyanaklı, beyaz, kalın şekerciler;
Akide ve bergamutlarını mermer tezgâhlara
vurdukları zamanki kasvetsiz hallerini burada
kaybeder, burada şairleşirler
hışırtı ile ve kocaman bıçaklarla kesilen tahan
helvalarının kokusu ellerinde
Askerî müzedeki, balmumundan yeniçeri heykelleri gibi, güzel, büyük insanlar
Burada omuz omuza;
Kötü yağlarla yaptıkları börekten şişmanlamış, iyi insanlarla
Dalgıcı seyrederler.

Onlar ki küçük parmaklarını birbirine vermişlerdir.
Onlar ki sarı elbiselerinin içinde
Kazsız köyün sıcak gecelerini
Kırağıları ve zelzeleleri, fezeyanları ve harbleri görmüşlerdir:

Onlar ki yağsız köpüklü ayranlar içmiş, taşlı bulgur pilâvı yemişlerdir:
Küçük parmaklarını birbirine vererek…
Bazen birdenbire sarası tutup düşerek..
Nereden gelir, nereye giderler?
Küçük parmaklarını birbirine vererek…
Bunlardır köprünün sairfilmenamları.

Hepsi yirmişer, otuzar yaşında ihtiyar rüyaları görmüş;
Aşağıda, İstanbul bıçkınlarının söğüştüğü sandallarda.
Balıkçıların torik yakaladığına onlardan daha çok memnun;
Çifti altmış paraya satılan bayat simitlerden hoşlanırlar.

Onlarda her şey bir derin uykudadır
Kahramanlık, dostluk, sevgi ve müsamaha…
Bütün lüzumlar ve lâzımlar.
Şu ensesi dümdüz ustura ile alınmış
Saçları arkaya taranmış.
Bol elbiseli, altın bakışlı, sarışın, uzun bacaklı adam
Kimdir biliyor musunuz?
Onu köprüden başka, bir de eski polisler tanır:
-Ulan sen yine buralarda mısın? derler.

Omuzlarını kısar, ellerini cebinden çıkarır, atar ağzından cigarasını
- Gidiyoruz be muavin bey ağabey, der.
Bu meşhur yankesici, Yedikuleli İstavrodur
Ve hoş çocuktur.

Bir başkası gece saat ondan sonra vapurları ve ışıkları
seyreder, güler.
Ah ona bir bilet alan olsa dünyayı dolaşmak işten değil;
Onun yanındaki gitmemeyi, gitmek isteyerek düşünmekte
Yalnız bu sonuncuda her şey yalancı, hülya, ve melânkolidir.

Her kim ki bir arkadaş bulmak için dolanmakta ise
Ondan çekinmeli..
Köprüde arkadaş olunmaz;
Köprüden seyredilir.


Sait Faik Abasıyanık
Şimdi Sevişme Vakti

Bir Masa

Bize bir masa ayır Yanakimu
Aleksandra'mla benim için
Bir masa.
Üstü çiçeksiz
Örtüsü gazeteden
Şarabı aşktan
Hem hülyadan.
Aleksandra'm mızıka çalsın
Siyaha çalar parmaklarıyla
Güftesi bayağı şarkılar
Adi havalar.
Meyhane acı zeytinyağı koksun
Sen hoşnut ol Yanakimu.


Sait Faik Abasıyanık
Şimdi Sevişme Vakti

Bir Zamanlar

Bazı akşam üstleri, oturur
Hikayeler yazardım,
Deli gibi!

Ben hikaye yazarken
Kafamdaki insanlar
Balığa çıkarlardı.

Kadınlar,
Kahve cezvelerini ısıtan, mavi ışıklı ispirto lambalarını
yakarlardı
-Geceleyin, karanlıkta, bir dağ başında Bir
değirmenci;
Yüzükoyun kapanırdı uzun uykusuna.

Köylüler gelirdi
Bakraçlarıyla pazara
Yoğurt satmaya.
Çıplak bir çocuk ayakları avucumda idi
Sokakta diz boyu kar vardı
Bir köprü başında
Bıçaklardım istediğimi;
Atardım kendimi, büyük şehirlerin
Asma köprülerinden suya,
Duyardım suyu yardığımı.
Görürdüm:
Suya düşüşümün
Köprüye fışkırttığı suyu.


Sait Faik Abasıyanık
Şimdi Sevişme Vakti

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Şimdi Sevişme Vakti

Çıplak heykeller yapmalıyım,
Çırılçıplak heykeller
Nefis rüyalarınız için
Ey önünden geçen ak sakallı kasketli,
Yırtık mintanından adaleleri gözüken
Dilenci
Sana önce
Şiirlerin tadını
Aşkların tadını
Kitaplardan tattırmalıyım
Resimlerden duyurmalıyım. resimlerden...

Şu oğlan çocuğuna bak
Fırça sallıyor
Kokmuş manifaturacının ayağına
Dörtyüzbin tekliğinden
On kuruş verecek

Seni satmam çocuğum
Dörtyüzbin tekliğe,
Ne güzel kaşların var
Ne güzel bileklerin
Hele ne ellerin var, ne ellerin.

Söylemeliyim,
Yok
Yok... meydanlarda bağırmalıyım.
Bu küçük
Güllerin buram buram tüttüğü
Anadolu şehri kahvesinde
Kiraz mevsiminin
Sevişme vakti olduğunu.

Resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım
Baygınlık getiren şiirler
Kiraz mevsimi, kiraz
Küfelerle dolu pazar.
Zambaklar geçiriyor bir kadın.
Bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor
Sallıyor boyacı çocuğu fırçasını
Belediye kahvesinde hâlâ o eski, o yalancı
O biçimsiz bizans şarkısı.

Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem,
Nasıl etsem nasıl yapsam da
Meydanlarda bağırsam
Sokak başlarında sazımı çalsam
Anlatsam şu kiraz mevsiminin
Para kazanmak mevsimi değil
Sevişme vakti olduğunu...

Bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını,
Sonra oturup hüngür hüngür ağlasam
Boş geçirdiğim, bağırmadığım sustuğum günlere
Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun
Oğlu bir şiir okusa
Karacaoğlan'dan
Orhan Veli'den
Yunus'tan, Yunus'tan...


Sait Faik Abasıyanık

Bu Yağmur

Bu yağmur... bu yağmur... bu kıldan ince
Nefesten yumuşak yağan bu yağmur...
Bu yağmur... bu yağmur... bir gün dinince.
Aynalar yüzümü tanımaz olur.

Bu yağmur kanımı boğan bir iplik
Tenimde acısız yatan bir bıçak
Bu yağmur yerde taş ve bende kemik
Dayandıkça çisil çisil yağacak.

Bu yağmur delilik vehminden üstün;
Karanlık kovulmaz düşüncelerden.
Cinlerin beynimde yaptığı düğün
Sulardan, seslerden ve gecelerden.


Necip Fazıl Kısakürek
Sonsuzluk Kervanı

Heykel

Yıllar bir gözyaşı olup da kaymış
Bu eski heykelin yanaklarında.
Yapraktan saçını yerlere yaymış,
Sonbahar ağlıyor ayaklarında.

Süzüyor ufukta bir kızıl yeri
İçi karanlıkla dolu gözleri.
Alnında akşamın ince kederi,
Sessizliğin sırrı dudaklarında.

Yanan bir kağıtta nasıl bir satır
Kaybolursa, akşam onu karaltır.
Artık o silinen bir hatıradır
Bir ıssız bahçenin uzaklarında.


Necip Fazıl Kısakürek
Kaldırımlar