Şiir, Sadece: Yeryüzünde Üçüncü Konaklama
Yeryüzünde Üçüncü Konaklama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yeryüzünde Üçüncü Konaklama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2014 Pazartesi

Lanet

Ey kırışmış yurdum, yemin ediyorum: külünde
doğacaksın bir çiçek gibi sonsuz sudan,
yemin ediyorum: senin kuruyan ağzından fışkıracak
ekmeğin taçyaprağı ve israf olmuş,
kutsanmış başak. Lanet olsun,
lanet, lanet olsun toprak arenasına gelen
balta ve yılan sahiplerine, lanet olsun onlara
Mağripli ve haydut için meskeninin kapılarını
ta bugüne kadar açanlara:
neler yapmıştınız? Gel, gel lambayla,
bak o ıslanmış toprağa, bak o küçük kara kemiğe
ateşlerin tükettiği, İspanya’nın giysisi
mermilerle delik deşik.


Pablo Neruda
"Yürekteki İspanya", "Yeryüzünde Üçüncü Konaklama"dan

4 Ocak 2014 Cumartesi

Madrid

Yalnız ve ağırbaşlı Madrid, Temmuz yoksul bal peteği
sevincinde bastırdı seni apansız: ışıklıydı cadden,
ışıklıydı düşün.
Generallerden siyah bir geğirti,
hiddetli papaz cüppelerinden bir dalga
boşalttı dizlerinin arasında
kendi çamurlu suyunu, tükürükten ırmaklarını.

Gözlerin yaralıydı hâlâ uykudan,
tüfeklerle ve taşlarla, yenilerde yaralanmış Madrid,
savundun kendini. Koştun
caddeler boyunca
bırakarak kanının kutsal çizgilerini,
topladın kendini ve haykırdın okyanus gibi bir sesle,
kanın ışığına sonsuzca dönüşmüş
bir yüzle, öç alan bir
dağ gibi, bıçaklardan oluşan
vınlayan yıldız gibi.

Alazlı kılıcın daldığında içe
o loş kışlalara, o ihanetin papaz odasına,
geriye yalnızca şafağın sessizliği kaldı, sadece
dalgalanan bayrakların,
ve bir damla onurlu kan senin gülüşünde.


Pablo Neruda
"Yürekteki İspanya", "Yeryüzünde Üçüncü Konaklama"dan
1936

Madrid

Bu zamanda anımsarım her şeyi ve herkesi,
bütün liflerimle bu
derin bölgede – ses ve tüy – gibi
yavaşça vurarak bulunur uzağında bu toprağın,
fakat gene de toprakta. Yeni bir kış
başlıyor bugün.
Sevdiğim her şeyi barındıran
bu kentte, ne ekmek var
ne de ışık: bir buz kristali düşüyor
kurumuş sardunyalar üzerine. Geceleri el bombaları
koparıyor siyah düşleri kanlı öküzler gibi:
tahkimatta kimse yok şafakta,
yalnızca paramparça bir kağnı: şimdi yosun,
şimdi zamanın sessizliği, kırlangıçlar yerine, kanayan
ve bomboş, göğe doğru esneyen kapılarıyla yanmış evlerde:
şimdi başlıyor pazarda sergilemeye sefil zümrütlerini
ve portakallarını ve balıklarını,
her gün getirilmiş buraya kanın arasından,
satmak istiyor bacının ve dulun ellerine.
Yasın kenti, altı oyulmuş, kanla
ve parçalanmış camla dolu, gecesiz kent, yalnızca gece
ve sessizlik ve patlamalar ve kahramanlar,
ve şimdi yeni bir kış, daha çıplak ve daha yalnız,
unsuz, adımsız, senin asker ayınla.
Her şeye ve herkese!
Yoksul güneş, yitirdiğimiz
kan, ürperen ve ağlayan
korkunç yürek. Ağır mermiler gibi düştü
gözyaşları karanlık toprağa bir sesle
düşen güvercinler gibi, eziyor bir el ölümü
sürekli, her günden kan ve her geceden
ve her haftadan ve her aydan. Sizler hakkında
konuşmaksızın, uyuyan ve uyumayan kahramanlar,
suyu ve toprağı yüce kararlığınızla titreten
sizler hakkında konuşma yapmaksızın,
duyuyorum bu zamanda bir caddede,
birinin benimle konuştuğunu, kış
geliyor yeniden
kaldığım otellere,
duyduğum her şey kent ve mesafedir,
engereğin köpüğü gibi
ateşle çevrilmiş, uğramış saldırısına
iblissi suyun.
Bir yıldan fazladır tebdili kıyafet gezenler
kımıldadılar şimdi senin insan kıyılarında
ve elektrikli kanının dokunuşuyla öldüler:
Mağriplilerin çuvalları, hainlerin çuvalları
yuvarlandılar taştan ayakların önünde: ne duman
ne de ölüm fethetti senin yanan duvarlarını.
Pekâlâ,
ne var o halde? Evet, imha ediciler var,
yırtıcı hayvanlar var: bakıp dururlar sana, beyaz kent,
bulanık alınlı piskopos, o dışkılık ve feodal genç efendiler,
elinde otuz gümüş para çınlayan general: duvarların etrafında
oluşturuyorlar yağmurlu duacılardan bir kuşağı,
çürümüş elçilerden bir filoyu,
ve askerî köpeklerin hüzünlü bir ipini.
Bir methiye senin için, bulutta bir methiye, ışında,
sağlıkta, kılıçta,
ölümcül yaralanmış taşta kendini seyreden
kanlı ipi kanayan alnının,
ölüp giden sert şirinlik,
şimşekle silâhlanmış ışıklı beşikler,
korunmuş madde, arıların doğduğu
kanlı hava.
Bugün sensin yaşayan, Juan,
bugün sensin gören, Pedro, düşünce üreten, uyuyan, yiyen:
bugün gecede ışıksız, uykusuz ve dinlencesiz nöbette,
yalnızsın çimentoda, derisi yüzülmüş toprakta,
güneyin üzünç dolu iplerinden, ortada, senin etrafında,
göksüz, gizsiz,
savunuyor adamlar halattan bir kolye gibi
alevlerin sardığı kenti: yıldızların mermileriyle
ateşin hiddetiyle berkitilmiş Madrid:
toprak ve gece nöbeti utkunun
yüce sessizliğinde: sarsılmış
ezik bir gül gibi: sonsuz
defneyle sarmalanmış.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama"nın "Yürekteki İspanya"dan
1937

3 Aralık 2013 Salı

Mola Cehennemde

O budala katır Mola durmaksızın
sürüklenir uçurumdan uçuruma
ve enkaz gibi yuvarlanır dalgadan dalgaya,
kükürtle ve büğlüyle mahvolmuş,
pişirilmiş kireçte ve safrada ve hilede,
önceden bekleniyordu cehennemde,
gidiyor cehennemsi melez, katır Mola,
sonsuza dek budala ve yumuşak,
tutuşmuş kuyruğu ve kıçıyla.


Pablo Neruda
"Üçüncü Konaklama"nın "Yürekteki İspanya" adlı bölümünden


Not: General Emilio Mola (1887-1937) Nasyonalist Kuzey Cephe’nin başkomutanıydı. Bir uçak kazasında ölmüştür.

25 Ekim 2013 Cuma

Ormanlarda Doğmuş

Pirinç kendi un tanelerini
geri alırken topraktan, pekiştirirken buğday
kendi küçük kalçalarını ve kaldırırken
yüzünü binlerce elle,
aceleyle seğirtirim erkekle kadının
birbirlerini kucakladığı o yaprak barakaya,
dokunmak için sürmekte olandan
sayısız denize.

Sedefin saldırıldığı bir beşikte gibi
gelgitin kendiyle getirdiği
o alet edevatın biraderi değilim ben:
çöpün ölümle savaştığı yerde titremiyorum,
uyanmıyorum karanlığın kavgasında,
ani çanların boğuk sesli dilinden korkmuş,
ben olamam, yolcu değilim ben
rüzgârın en son siperi titrer ayakları altında
ve zamanın katı dalgaları ölmek için döner geri.

Elde tutuyorum tohuma yaslanarak uyuyan güvercini,
ve onun kireçten ve kandan yoğun mayasında
yaşıyor Ağustos,
yaşıyor doğrulmuş ay kendi derin kadehinden:
kapıyorum elimle büyüyen kanadın yeni gölgelerini:
kök ve tüy biçimlendirecek sabahın içeriğini.

Damlanın muazzam kabarışı ya da gözkapağının açık durma
isteği azalmıyor hiç, ne demir elli balkondan yukarıya
ne de terk edilmiş kışta deniz kenarında, ya da
benim yavaş adımlarımda:
varolmak için doğdum ben çünkü, yaklaşan ne varsa
onlarla çevirmek için adımlarımı, göğsüme çarpan
ne varsa onlarla yeni ve titreyen bir yürek gibi.

Elbisemin yanında paralel güvercinler gibi duran hayat
ya da benim kendi oluşumda ve şaşkın sesimde dolan,
tekrar varolmak için, kavramak için yaprağın çıplak
havasını ve toprağın ıslak doğumunu çelenkte:
ne kadar daha
geri döneceğiz ve varolacağız, ne kadar daha
en derinde gömülmüş çiçeğin kokusu, en ince
toza dönmüş dalgalar o yalçın kayalıklarda,
saklayacak anayurtlarını bende
tekrar öfkede ve rayihada yer almak için?

Ne kadar daha ormanın yağmurdaki eli
gelecek bana bütün iğneleriyle
dokumak için yaprakların yüksek öpüşlerini?
Bir kez daha işitiyorum
taçyapraklarla dolu ışığın gelişini
dumanda ateş gibi ve topraksı külden filizler,
ve değil mi ki ayırıyorum toprağı
başaktan bir ırmakta erişiyor güneş ağzıma
tekrar mısır tohumu olacak
gömülmüş eski bir gözyaşı gibi.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama"dan

23 Ekim 2013 Çarşamba

Öfkeler ve Üzüntüler

Yüreğimde öfkeler ve üzüntüler var... Quevedo 


Yüreklerimizin derininde birlikteyiz,
kaplanlardan bir yazın arasında
dolanıp dururuz yüreğin sazlığında,
bir metre serin deriye bakınarak,
erişilmez dış deriden bir bukete bakınarak,
ter ve yeşil damarları dalgalandıran ağızlarla
karşılaşırız birbirimizle
öpüşleri düşüren o nemli gölgede.

Sen, ey onca ezilmiş düşten oluşan düşmanım
camdan bitkiler gibi iğneleyen, ağır tehditler altında
mahvolmuş çanlar gibi, siyah sarmaşığın
rayiha içindeki fışkını gibi,
geniş kalçalı düşmanım dokundu saçlarıma
kısık sesli bir çiyle, sudan bir dille
dişlerin dilsiz soğuğu ve gözlerin nefretine rağmen,
ve unutuşu tımarlayan ölen hayvanlardaki savaşım,
birlikteyiz şu ya da bu yerinde yazın,
susuzluğun işgal ettiği dudaklarla bakınarak.
Fosfor çemberle bir duvarı
delip geçen bir şey varsa
ve bazı uzuvların tatlı içini yaralayan
ve ısırırsa her bir yaprağı bir ormanda çığlıklarda,
o halde su geçirmez ve dizlerle sıradan ipekle kazanılmış
boğazların arasından geçebilen
kanlı ateş sineği gözlerim vardır benim de.

Toplantılarda rastlantıydı külün,
içeceklerin, o koyu havanın varoluşu,
fakat gözlerin av kokar orada
bağırları delik deşik eden yeşil ışıltınla,
kanın damladığı elmaları açan dişlerin,
iniltiyle güneşe yapışan bacakların,
ve sedeften memelerin ve gelincik ayakların,
gölgeyi arayan dişli huniler gibi,
kırbaçtan ve rayihadan güller gibi, ve dahası var,
dahası, dahası, göz kapaklarının arkasında bile,
göğün arkasında bile,
elbisenin ve yolculukların arkasında bile,
insanların işediği sokaklarda, duyumsarsın bedenleri,
çökmek üzere olan o ekşi kiliselerde,
denizin oyunundaki kamaralarda, bakınırsın
her şeye rağmen çiçeklenen dudaklarınla,
kesersin kendini ağacın ve gümüşün arasından,
ve büyük ürkünç damarların şişer:
kavkı yok hiç, mesafe ya da demir yok,
eller dokunur ellere,
ve düşersin ve gıcırdatırsın siyah çiçekleri.

Duyumsarsın bedenleri!
Fermanların altında kalmış bir böcek gibi
duyumsarsın kanın belini ve kollarsın
şafak kızıllığını geciktiren kasları,
ve titremelerin üzerine düşersin,
yıldırım ışıltısının ve kafaların, ve sana
yol gösteren dinlenen bacaklarını hissedersin.

Ey özel okların yol açtığı yaralar!

Nemin kokusunu alır mısın gecenin ortasında?

Ya da yanan güllerle apansız bir vazonun?

Çıplak geldiğin pis evlerde elbisenin, anahtarların,
bozuk paraların düştüğünü duyar mısın?

Sana o sessiz yolu gösteren yalnız bir eldir
benim nefretim, birinin kendini
uykuya fırlattığı çarşaflardır: gelirsin ve döşemeye
baş aşağı düşersin, pençe yemişsin ve ısırılmışsın,
ve tohumun eski kokusu doldurur ağzını unla
kül grisi bir boru çiçeği gibi.

Ah, hafif çılgın kupalar ve kirpikler,
acılı bir ırmak yatağındaki yalnız bir güvercin gibi
yarı açık bir ırmağı taşıran hava,
asi suyun bir vasfı gibi,
ah, maddeler, aromalar, hızlı kanatlı göz kapakları
ve bir titreyiş, uysal ve korkunç bir çiçekle,
ah, yüzler gibi ciddi ağır memeler,
ah, yeşil balla dolu dolgun baldırlar,
ve topuklar ve ayakların gölgesi ve yitik nefes
ve solgun taşın yüzeyleri,
ve ölüme karşı deride yükselen sert dalgalar,
göksel, kanla ıpıslak unla dolu.
Akar mı bu ırmak böyle
ikimizin arasında, ve ısırır mısın ağızları
bir kıyıda?

Böylelikle gerçekten ben, gerçekten çok uzakta mıyım,
ki yanan sulardan bir ırmak karanlıkta akıp gitmekte?
Ah, nefret ne kadar sık anmaz ki adını,
ne derindir karanlıkta, tanrı bilir hangi
tozlaşmış gübre yığının altında
heykelin yiyip bitirir yüreğimdeki yoncayı.
Elbiseni ve kızıl alnını
döven bir çekiçtir nefret,
ve dışlanmış kanın bulanık baykuşları gibi
düşer yüreğin günleri kulaklarına,
ve kolyeler oluşur göz yaşlarından damla damla
boğazında çelenk olur ve buzla yakar sesini.

Böyledir bu, ki asla, asla
konuşmayasın diye, bir kırlangıç asla, asla
dilinin yuvasını terk etmesin diye,
ve dikenler mahvetsin diye boynunu
ve sert bir gemi rüzgârı mesken kursun diye sende.

Nerede soyunursun?
Kızıl saçlı bir Perulu için bir vagonda mı
ya da bir hasat adamı için çıplak toprakta mı,
buğdayın şiddetli ışığında mı?
Yoksa koşar mısın korkunç bakışlı avukatların arasında,
çırılçıplak, gece suyunun genişliklerinde?

Bakıp durursun, ama görmezsin ayı ya da sümbülü,
ya da sıvıdan damlayan karanlığı,
ya da çamurdan treni, ya da yarılmış fildişini:
oksijen gibi ince belleri görürsün,
bekleyen ve dolgunlaşan memeleri,
ve ayla solgun açgözlülüğün safiri gibi
titrersin şirin göbekten güllere doğru.

Niçin? Ve niçin olmasın? O çıplak günler
getirir durmaksızın ezilen kızıl kumu,
günün açılışını yapan pak pervaneler gibi,
ve bir ay geçip gider kaplumbağa kabuğunda,
kısır bir gün geçip gider,
bir öküz, bir ölü,
Rosalía adında bir kadın geçip gider,
ve ağızda yalnızca saçın bir tadı kalır geriye,
ve altın dilin susuzlukla beslenen bir tadı.
Yalnızca yaşayan varlıkların bu kitlesi,
yalnızca köklerle bu kap.

Avlarım mahvolmuş bir tünelde gibi,
başka bir aşırılıkta gibi, haksız yere
unutacağım et ve öpüş, ve yitik sularda,
aynalar uçurumları yaşar kıldığında, yorgunluk,
o sıradan saatler vurduğunda banliyö otellerinin kapılarını,
ve o renkli kağıt çiçek düştüğünde,
ve sıçanlar kirlettiğinde kadifeyi
ve o sefil çiftin yüzlerce kez kullandığı yatağı,
anlattığında her şey beni, bir gün bitmektedir,
birlikte olmuşuzdur, sen ve ben,
fırlatmışızdır bedenlerimizi baş aşağı,
kurmuşuzdur ne yaşayan ne de ölen bir binayı,
biz, sen ve ben, birlikte aynı ırmakta sürüklenmişizdir
tuzla ve kanla dolu zincirli ağızlarla,
biz, sen ve ben, almışızdır yeşil ışığı tekrar titremek için,
ve yeniden arzulamışızdır o büyük külü.

Belki bizim için asla belirlenmemiş
yalnızca bir günü anımsarım,
durdurulmayan bir gündü,
başlangıcı olmayan. Perşembe.
Bir adamdım, rasgele bir kadınla
birlikteydim şans eseri karşılaştığım, soyunduk
ölmek ya da yüzmek ya da yaşlanmak için sanki
ve birbirimizin içine işledik,
etrafımda bir delik gibi kapandı,
bir çanı çalan kimse gibi
ezdim onu,
çünkü beni yaralayan sesti o
ve o sert kubbe titremeye yazgılı.
Kıllarla ve deliklerle utandırıcı bir ilişkiydi,
ve ilikle şirinliğin kenarlarını çiğneyerek
ve taşlarla itaatkar devinimlerin arasında
ulaştık üreme organlarının o büyük taçlarına.

Limanlar hakkında bir anlatıdır bu
kişinin rasgele ulaştığı, ve birçok şey oluverir
tırmandığında insan yücelere.

Ey düşman, düşmanım,
acaba sevda batmış mıdır tozda,
sadece et ve kemikler mi kalmıştır aceleyle tapınılan,
yiyip bitirirken ateş kendisini
ve kızıl giyimli atlar dörtnal giderken cehenneme?

Yulafı isterim ve yıldırımı
derimin altında,
ve öfkede yayılan o aç gözlü taçyaprağı,
ve kiraz ağacının dudak biçimli yüreği Haziran ayında,
ve amaçsızca alazlanan yavaş karınlardaki huzur,
fakat gözü yaşlı kireçli bir toprağa ihtiyacım var
ve köpüğü bekleyebileceğim bir pencereye.

Hayat böyle işte,
koş yaprağın arasından, bir siyah
sonbahar geldi, koş yapraklardan bir etekte
ve sarı metalden bir kuşakta,
mevsimin sık sisi kemirirken taşları.

Koş ayakkabılarınla, çoraplarınla,
grice paylaştırılmış, ayağının çukuruyla,
ve yaban tütün gibi tapınmak isteyen bu ellerle,
çarp ayaklarını merdiven yukarı, yırt
o siyah kağıt perdeleri kapılardan,
ve çık güneşin ortasından ve öfkeden bıçaklardan
bir günde, üzünçten ve kardan bir güvercin gibi
atılmak için üzerine bir bedenin.

Tek bir saati vardır, bir damar gibi uzun,
ve asitle hiddetli zamanın sabrı arasında
yok oluyoruz, ayırırken korkuyla
sonsuzca yok edilmiş
şefkatin hecelerini birbirinden.


Pablo Neruda
"Üçüncü Konaklama"
1935 - 1945


Not:
Şiirin başında bir dizesi alıntılanan Francisco de Quevedo y Villegas 1580-1645 yılları arasında yaşamış, İspanyol Altın Çağı’nın en önemli şairidir.



Pablo Neruda’nın Notu:
Bu şiir 1934 yılında yazıldı. O zamandan bu yana ne çok şey olmadı ki! Bu şiiri yazdığım İspanya, harabelerden bir kuşağa döndü. Ah! Keşke dünyanın gazabını bir damla şiirle ya da aşkla yumuşatabilseydik – fakat bunu ancak kavga ve kararlı bir yürek yapabilir. Değişti dünya ve değişti benim şiirim. Bu satırlara düşen, aşk gibi yok edilemez bir damla kan onlarda yaşayıp duracak. (Mart 1939)

22 Ekim 2013 Salı

Öldürülmüş Askerlerin Anaları İçin Şarkı

Ölü değil onlar! Duruyorlar
yanan fitiller gibi
barutun ortasında.
Temiz gölgeleri birleşti
bakır yeşili çayırlarda
zırhlı rüzgârdan bir perde gibi,
öfkenin renginden bir barikat gibi,
görünmez bir göğsün bizzat kendisi gibi.

Analar! Onlar buğdaydalar,
derin öğle saatleri gibi yüceler,
o büyük ovalara hükmediyorlar!
Öldürülmüş çelik gövdelerinde
utkuyu bildiren
siyah sesli çanların çalışıdır onlar.
Düşmüş toz gibi
bacılar, çatlamış
yürekler,
kendi ölülerinize güvenin yalnızca!
Kanla lekelenmiş taşın altında
kökler değildir onlar sadece,
toprakta her zaman işleyen
çözülmüş zavallı kemikleri değil yalnızca,
fakat ağızları da kemiriyor kuru barutu
ve saldırıyor demirden okyanuslar gibi,
ve kaldırılmış yumrukları reddediyor ölümü.

Çünkü onca bedenden yükseliyor
görünmez bir hayat. Analar, bayraklar, oğullar!
Yalnız bir beden, hayat gibi yaşayan:
çatlamış gözlerle bir yüz koruyor karanlığı
dünyasal umutla dolu bir kılıçla!

Fırlat
yas giysilerini uzağa, birleştirin
bütün göz yaşlarınızı metal olana dek:
çünkü orada vuracağız gündüz ve gece,
orada tekme atacağız gündüz ve gece,
orada tüküreceğiz gündüz ve gece,
nefretin kapıları düşene dek!

Unutmuyorum sizlerin bahtsızlığınızı,
tanıyorum oğullarınızı,
ve ölümlerinden kıvanç duyduğum gibi
kıvanç duyuyorum hayatlarıyla da.
Gülüşleri
suskun atölyelerde çaktı yıldırımı,
adımları metroda duyulur hemen yanımda her gün,
ve arasında Levanten’den gelen portakalların,
Güney’in balık ağları ve basımevlerinin
mürekkebi arasında, mimarlığın çimentosu üzerinde
gördüm yüreklerinin alazlandığını ateşle ve kudretle.

Ve tıpkı yüreklerinizde olduğu gibi, analar,
gülüşlerinizi öldüren kanla ıpıslak,
bir ormana benzeyen
yüreğimde de var onca üzünç ve onca ölüm
ve uykusuzluğun çılgın sisi dalıyor yüreğe
günün şaşkın yalnızlığıyla birlikte.

Fakat
ilençten daha fazla şey bu susamış sırtlanlar,
o hayvansı hırıltı, Afrika’dan
uluyuş gibi kendi pis hakları için,
öfkeden daha fazla şey ve hor görme ve ağlayış,
ey analar, kaygıyla ve ölümle delik deşik edilmiş
yüreğinizde göreceksiniz doğacak o soylu günü,
ve bileceksiniz ölülerinizin topraktan güldüğünü
ve kaldırdıklarını yumruklarını buğdayın üzerinde.


Pablo Neruda
"Üçüncü Konaklama"nın "Yürekteki İspanya"dan

23 Ağustos 2013 Cuma

Sanjurjo Cehennemde

Zincirli, dumanlı, kendisinin
ihanet makinesine, ihanetlerine bağlanmış,
gidiyor ihanet edilmiş hain ateşlere.

Fosfor gibi ışıldıyor böbrekleri
ve bulanık, inançsız asker ağzı
eriyor sövgülerde ve küfürlerde,

getirilmiş sonsuz alevlerin arasından,
sürüklenmiş yerinden ve uçaklarla yanık,
yanık ihanetten ihanete.


Pablo Neruda
"Üçüncü Konaklama"nın "Yürekteki İspanya"dan


Not: General José Sanjurjo (1872-1936) , İspanya Cumhuriyeti’ne karşı isyan etmiş ilk generallerdendir. Sevilla Garnizonu komutanıydı. Yakalandı ve ölüm cezasına mahkum edildi. İspanya Cumhurbaşkanı tarafından cezası ömür boyu hapse çevrilince, Portekiz’e kaçtı. Cumhuriyet’e karşı ikinci bir ayaklanma başlayınca, ayaklanmanın başına geçmek amacıyla, uçakla İspanya’ya gelirken, bindiği uçağın düşmesiyle yanarak öldü. Böylelikle ayaklanmanın başına Franco geçti.

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Stalingrad’a Şarkı

Geceleri uyur çiftçi, uyanır ve batırır
elini karanlığa ve sorar şafağa: anlatın bana,
ey seher, ey sabah güneşi, ey gelen gün ışığı
insanın pak elleri savunur mu hâlâ
onurun kalesini, söyle bana ey şafak,
çatlamak üzere mi alnındaki çelik,
yerli yerinde mi insan, yerli yerinde mi şimşek,
söyleyin bana der çiftçi, o kanlı kahramanların kanı
topraksı gecenin sonsuzluğuna düşer de
işitmez mi dünya, söyle bana,
gökyüzü ağacın üzerinde mi asılı hâlâ
söyle bana, şakır mı barut hâlâ Stalingrad’da?

Ve korkunç denizde dolanır denizci,
nemli yıldızların çalkantısında arar
birini, yanan kentin kızıl yıldızını,
ve bulur yüreğinde bu yanan yıldızı,
ve mağrurluğun yıldızı ellerinde dokunmayı özler,
gözlerinin oluşturduğu o ağlayışın yıldızı.

Ey kent, kızıl yıldız der deniz ve insan,
ey kent, kapat ışınlarını, kapat sert kapılarını,
kapat ışıltılı ve kanlı defnelerini ey kent,
ve kılıçtan bir gezegenin arkasında
bırak titresin gece gözlerinin karanlık ışıltısıyla.

Ve İspanyol anımsar Madrid’i ve der: diren
bacım, sen onurun başkentisin, diren:
topraktan fışkırır İspanya’nın döktüğü kan,
ve İspanya için ayağa kalkar yeniden,
ve yüzünü duvara çevirmiş İspanyol
Stalingrad yaşıyor mu diye sorar:
ve adınla duvarları delik deşik eden
kara gözlerden bir zincir vardır hapiste,
ve İspanya’da silkelenir kanın ve ölülerin,
çünkü sen ruhunu ödünç vermiştin ey Stalingrad
kahramanların gibi kahramanlar doğarken İspanya’da.
İspanya senin bugün bildiğin gibi
biliyor yalnızlığı ey Stalingrad,
tırnaklarıyla yardı toprağı İspanya
her zamankinden daha alımlıyken Paris.
İspanya döktü kandan o muazzam ağacını
Londra, Pedro Garfias’ın anlattığı gibi,
bakım yaparken çimenliklerine ve kuğu göllerine.

Bugün artık kendin biliyorsun, ey güçlü bakire.
Bugün tanıyorsun soğuğu ve yalnızlığı, ey Rusya.
Yararken binlerce el bombası yüreğini,
zehirleri ve suçlarıyla akrepler yaklaşıp
bağırsaklarını ısırmak için yaklaşırken sana, ey Stalingrad,
dans ediyor New York, düşünüp duruyor Londra,
ve sana “ısır” diyorum, çünkü artık dayanmıyor yüreğim
ve yüreklerimiz
artık dayanmıyor, artık dayanmıyor
kahramanlarının yalnız öldüğü bir dünyada.

Yalnız mı bırakacaksınız onları? Sıra size de gelecek sonra!
Yalnız mı bırakacaksınız onları?
Hayat mezara mı girsin, ve insan gülüşleri boğulsun mu
lağımlarda ve acı dolu hikayelerde?
Gökyüzüne değene dek istiflenecek daha çok
ölü mü istiyorsunuz Doğu Cephesi’nde?
Fakat o zaman da sadece cehennem kalacak geriye.
Madagaskar’da generallerin ellibeş tane maymunu
kahramanca öldürmesi gibi
çocuksu işlerden bıktı artık dünya.

Bir şemsiyenin yönettiği
sonbahar toplantılarından usandı dünya.
Ey kent, ey Stalingrad, dokunamıyoruz
duvarlarına, uzaklardayız.
Biz Meksikalıyız, Araukanyalıyız,
Patagonyalıyız, Guaranyalıyız,
Uruguaylıyız, Şililiyiz,
milyonlarca insanız.

Tesadüfen ailede akrabalarımız var hâlâ,
fakat henüz seni savunmaya gelemedik, anne.
Ey kent, sen ateşin kentisin, diren geleceğimiz
güne kadar, kazazede yerliler yetişmeyi umut eden
oğullarının öpüşleriyle dokunana dek duvarlarına.

İkinci Cephe yok daha Stalingrad,
fakat düşmeyeceksin sen, gece ve gündüz
kemirse de seni demir ve ateş.
Ölsen bile, ölmeyeceksin!

Değil mi ki biliyor şimdi insanlar ölmemeyi,
fakat zafer senin ellerine geçene dek
sürdürüyorlar dövüşmeyi düştükleri yerde,
ne kadar yorgun, delik deşik ve ölü olsalar bile.
Değil mi ki, ellerin düşerken ekecek diğer kızıl eller
kahramanlarının kemiklerini toprağa
ki doldursun diye tohumun bütün dünyayı.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama'dan"



Not: Neruda'nın "Stalingrad'a Şarkı" adlı şiiri Sociedad de Amigos de la USSR (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin Dostları Derneği) tarafından plaket olarak çok sayıda bastırılıp, Mexico City'nin duvarlarına asılmıştır.

Stalingrad’a Yeni Sevda Şarkısı

Zaman ve su hakkında yazdım,
üzünç ve onun mor metali hakkında yazdım,
gökyüzü ve elma hakkında yazdım,
şimdi Stalingrad hakkında yazıyorum.

Önceleri mendilinde saklamıştı sevgilim
sarmalanmış şimşeğini aşkımın,
şimdi dünyadadır yüreğim,
Stalingrad’daki dumanda ve ışıkta.

Biliyorum ki, ciltlenmiş bir kuğu gibi
o eski uçarı şeyler yazan delikanlı
çözüyor bildik acısını
Stalingrad’a sevda şarkımda.

Savuruyorum yüreğimi nereye istersem.
Mürekkeple ve hokkayla harmanlanmış
yorgun kağıtla beslenmiyorum ben.
Stalingrad’a şarkı söylemek için doğmuşum.

Duvarların önünde ezilmiş
o büyük ölülerin arasında
öldüğünü görürken, bir çan
ve rüzgâr gibiydi sesim, ey Stalingrad.

Şimdi öldürüyorlar çöldeki yılanı
beyaz ve siyah Amerikan askerleri
el bombaları gibi.
Yalnız değilsin artık, Stalingrad.

Yeni kurumuş gözyaşları üzerinde
dalgalanan öfke bayraklarıyla
geri dönüyor eski barikatlara Fransa.
Yalnız değilsin artık, Stalingrad.

Bugün, sınanmış dağlarının altında
yalnız değil artık gömülmüşlerin:
alnına dokunmuş ölülerin etleri
titreyerek yatıyor, ey Stalingrad.

Parçalanmış saldırganların elleri,
ezilmiş askerin gözleri,
kapılarından giren çizmeler
kanla dolu, ey Stalingrad.

Mavi çeliğin mağrurluktan yapılı,
taçlı gezegenlerden saçın,
paylaşılan ekmekten mendireğin
ve kasvetli sınırın, ey Stalingrad.

Çekiçlerden ve defnelerden Vatan’ın,
kar beyazı ışıltındaki kan,
Stalin’in kardaki bakışı
birleşmiş kanınla, ey Stalingrad.

Ölülerinin toprağa eklediği
onur nişanları delip geçti göğüsleri
ve ölümün ve hayatın titreyişlerini,
ey Stalingrad.

Kaygı duymuş insanın yüreğine
kızıl kaptanların dallarıyla
yeniden getirdiğin o derin tuz
kanından doğmuştur, ey Stalingrad.

Bahçelerde filizlenen umut
beklemiş ağacın çiçeği gibi,
tüfeklerle belirlenmiş kitap sayfası,
ışığın harfleri, Stalingrad.

Yüceliklerde yansıttığın kule,
taşın kanlı sunakları,
olgun çağının savunucuları,
teninin oğulları, Stalingrad.

Taş yığınlarının alazlı kartalları,
ruhunla emzirilmiş metaller,
muazzam gözyaşlarının vedası,
ve sevginin dalgaları, Stalingrad.

Ölümcül yaralanmış canilerin kemikleri,
kapanmış gözkapaklarıyla saldırganlar,
ve yıldırım ışıltının ardında
kaçışta fatihler, Stalingrad.

L’arc de Triomphe’u küçük düşürenler,
ve Seine’in sularını delik deşik edenler
kölenin kabullenişiyle,
durduruldular Stalingrad’da.

Gözyaşlarıyla kaçışanlar güzelim Prag’a
ihanet ettiler ona ve sessizlikle vurdular,
ve ayaklarıyla çiğnediler gözyaşlarını,
işte onlar öldü Stalingrad’da.

Yunanistan’ın mağarasına tükürenler
kristal berrağı damlataşını kıranlar,
ve klasik mavisini seyreltenler,
söyle Stalingrad, neredeler şimdi?

İspanya’yı yakanlar ve mahvedenler
ve bu annenin yüreğini zincirleyenler,
askerlerin ve meşenin annesinin yüreğini,
ayaklarının dibinde çürüyor onlar, ey Stalingrad.

Hollanda’da laleleri ve suyu
kanlı çamurda kirletenler
ve kırbaç ve kılıçla hükmedenler
şimdi yatıyorlar Stalingrad’da.

Norveç’in beyaz gecesinde
donmuş ilkbaharı yakanlar
çakalın çılgın ulumasıyla,
lal oldular Stalingrad’da.

Havanın getirdiği neyse onundur onur,
dünün ve yarının şarkılarının,
annelerinin ve oğullarınındır
ve torunlarınındır onur, ey Stalingrad.

Siste savaşanındır onur,
askerindir ve komiserindir,
senin ayının arkasındaki göğündür,
Stalingrad’daki güneşindir onur.

Şiddetli bir köpük sakla benim için,
bir tüfek ve bir pulluk sakla benim için,
ve memleketinin bir başağıyla birlikte
mezarıma koy onları,
ki sana olan sevgimden ötürü öldüğümden ve senin de
beni sevdiğinden kuşku duyanlar böylelikle bilsin ki,
yanı başında dövüşmediysem bile
bu kara el bombasını bırakıyorum şerefine,
Stalingrad için bu sevda şarkısını.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama" kitabının 5. bölümünden


Not: Neruda bu şiiri Meksikalı genç entelektüellerin siyasî şiir yazılmasına yönelik itirazlarına yanıt vermek amacıyla yazmıştır.

28 Mayıs 2013 Salı

Terk Edilmiş

Aramadı mı şu ya da öbür gün seni, şafağın dişleriyle
filizlenmiş bir gün, ölümün tıkırtısından doğmuş,
seçilmiş üzümlerden bir gün aramadı mı
zırhını, tenini, anakaranı,
yıkamak için ayaklarını, sağlığını, tamamlanmışlığını?

Sadece senin için doğmamış mıydı,
erkek ya da kadın, kendine yakışan
ilkbahar mavisi dolaşımıyla saat,
dünya çığlığının o muazzam sesi, geminin
sessizliği gecede, yaşayan her şey göz kapaklarıyla örtülmüş
ölmek için ve akıp gitmek için?

Soruyorum sana:
hiç kimse, sen, o sensin, senin duvarın, ve rüzgâr,
ırmağın sularında gördüğün gibi şarkıdan
cömert bir gülü ve berraklık getiriyor sana,
ya da sen insan tellerinin ilk titreyişiyle
saldırılmış o israf edilmiş ilkbaharda mısın,
askerler şakırken yaban kiraz ağaçlarının
gölgesinde sel olup şavkıyan ay ışığı altında,
o zaman görmedin mi senin için ayırtılmış gitarı,
ve seni öpmek isteyen o kör kalçayı?

Bilmiyorum, acı çekiyorum kim olduğunu bilmemekten,
geri almaktan ağzının hecesini,
en yüksek günleri tutup ve gömmek onları
ormanda, o kaba, ıslak yaprakların altında,
ve ara sıra, siklonun altında güvenlikte, sallanmış
o en korkmuş ağaçlarla, o derin
toprağın delik deşik eden memesi, felç olmuş
kuzey rüzgârının en son çivisiyle, devinimdeyim ben,
insan gözlerinin ötesinde, kaplanın pençesinin ötesinde,
benim kollarıma yetişeni kazmak,
dağıtmak için buz gibi günlerin ötesinde.

Seni arıyorum, o gri göğün oluşturduğu ve sonra
terk ettiği madalyalar arasında senin resmini,
kim olduğunu bilmiyorum, fakat çok şey borçluyum sana
ki toprak dolu benim acı hazinemle.
Hangi tuz, hangi coğrafya, hangi taş dikmiyor ki
kendi gizli bayrağını o korunmuş olanda?
Hangi düşen yaprak benim için uzun bir kitap değildi ki
gönderilmiş ve biri tarafından sevilmiş sözcüklerden?
Hangi kasvetli mobilyanın altında saklamadım ki ben
o en tatlı gömülmüş nefesi, kimseye ait olmayan
işareti ve heceleri arayan?

Sensin, sensin belki, erkek ya da kadın
ya da kimsenin göremediği şefkat.
Ya da belki ezmedin sen o karanlık
insansı gök kubbeyi, o titreyen yıldızı, belki
bilmiyordun yolunda giderken, ki seni arayan
adımlardan o alazlı gün, çağıldıyor o kör topraktan.
Fakat bulacağız kendi kendimizi silahsız ve yığılmış olarak,
toprağın en son dilsiz armağanları arasında.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama"dan

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Tina Modotti Öldü

Tina Modotti, bacım, uyumuyorsun, hayır, uyumuyorsun,
belki duyuyor yüreğin dünkü gülün büyüdüğünü,
önceki günün son gülünü, o yeni gülü.
Bacım, rahat uyu.

O yeni gül senindir, o yeni toprak senin:
o derin mısır tohumundan yeni bir giysi giydin
ve uysal bakışın dolar köklerle.
Bacım, boşuna değil artık uyuyuşun.

Paktır şirin adın, kırılgan hayatın pak.
Gölgelerden, deniz köpüğünden, sessizlikten,
arıdan ve ateşten ve kardan, çiçek tozundan,
çizgiden ve çelikten oluştu demir gibi sert narin biçimin.

Uyuyan bedeninin mücevherinde uyuyan çakal
gösteriyor hâlâ tüyü ve kanlı ruhunu,
sanki sen, bacım, balçıktan ayağa kalkıp
gülümseyecekmişsin gibi.

Sana dokunmamaları için, ülkeme götüreceğim seni,
kardan ülkeme, ki katil çakal
ya da kiralık uşağı dokunamasın diye paklığına:
huzur bulacaksın orada.

Bir çok adım arasında bir adım işitiyor musun,
bozkırdan büyük bir şey, Don’dan, soğuktan?
İşitiyor musun kararlı bir asker haykırışını karda?
Bacım, senin adımlarındır bunlar.

Bir gün geçecekler küçük mezarının yanından,
solmadan önce dünün gülü,
yarının adımları geçecek yanından
görmek için sessizliğin yandığı yeri.

Bir dünya yürüyor, bacım, gittiğin yere doğru.
Her gün şarkın ulaşıyor
sevdiğin ışıltılı halkın ağzında.
Yüreğin cesurdu senin.

Ülkenin eski mutfaklarında, o tozlu yollarında
söylenir insandan insana bir şeyler,
ışıltılı halkın alazlarına geri döner bir şey,
uyanan ve şarkı söyleyen bir şey.

Bacım, senin halklarındır bunlar, adını her gün ananlar,
her yerden gelen bizler, sudan ve topraktan,
ele vermeyiz adını ve başka adlar söyleriz.
Ateş ölmesin diye.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama"dan


Tina Modotti: İspanya İç Savaşı’na da katılmış İtalyalı devrimci bir fotoğrafçıydı. Neruda, Modotti’yle İspanya İç Savaşı yıllarında tanışmıştı. 1941 yılında Mexico City’de, Modotti ölüm döşeğinde yatarken, Neruda yanı başındaydı.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Utku

Bayramsıdır halkın utkusu,
büyük zafer ilerlediğinde
ışıldar kör patates ve göksel
üzüm toprakta.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama"dan "Yürekteki İspanya"

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Vals

Gündelik bir meme gibi dokunuyorum nefrete,
durmaksızın geliyorum elbiseden elbiseye,
çok uzakta uykularda.

Ben değilim, hiçbir işe yaramam, kimseyi tanımıyorum,
denizden ya da ağaçtan bir silahım yok,
bu evde yaşamıyorum.

Ağzım geceyle ve suyla dolu.
Kalıcı ay karar veriyor
neye sahip olmadığıma.

Sahip olduklarım ortasında dalganın.
Bir ışın su, benim için bir gün:
demir serti bir dip.

Karşı akıntı yok, kalkan yok, elbise yok,
özellikle esrarlı bir çözüm yok,
yok yoldan çıkmış göz kapağı.

Yaşıyorum tam olarak ve göçüyorum yeniden.
Dokunuyorum birden bir yüze ve öldürüyor bu beni.
Zamanım yok.

Aramayın bu yüzden beni sizler
çekerken o her zamanki yabanıl ipi ya da
o kanlı boru çiçeğini.

Çağırmayın beni: bu benim hayatım.
Sormayın bana adımı ve medeni halimi.
Bırakın olayım kendime değgin ayın ortasında,
yaralı bir avuç toprağımda.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama"dan