Şiir, Sadece

16 Haziran 2018 Cumartesi

Dağılan Gül

Ne söylersen söyle bu aşk ikimizindi
ikimizindi bir zamanlar aynı gökyüzü
bir samanın tutuşması gibi olan şey
biraz erzurumdu biraz rize biraz mardin
geniş, dingin, sürekli bir yurt gibi.

ne söylersen söyle rüzgardır duyan
düşleri çağıran iri siyah gözleriyle
ve yanıbaşımızda mutlu kalan ne var ki
belki bir kuş akşamın ölü ağzındaki
sadece güldür dağılmış ayaklanmaya.

ne söylersen söyle ruhum bağırıyor
acı içinde bağırıyor giden her şeye
uzak kapıların ses verip çağırmadığı
mutsuzluk değil mi biraz da şarkıdır
üzgün, kırık, iri bir gül gibi kanayan

ne söylersen söyle bir gün yiteceğiz
çam seli halinde kalabalık bir orman
alıp götürecek bizi kuytu ölümlere
yaşamanın anlamını sorsam da söyleme
konuştukça bir gemi açılıyor kıyıdan.


İnci Asena
Eylül

15 Haziran 2018 Cuma

İlliyin

Sen suların Fida'smda bulunmuş kemik yığını
sürgünler açtı ve toprak nasıl kürekleniyordu
gördün düşünde o çıplak kayayı
ayaklanan suyu, ölmüş bir pers için
bir değişim ses ya da labirent
bilirsin aynalar çok aldatır, kıştır üstelik
ah söylemez ki tatlı ağzın böyle şeyler
incili sözcük şimdi divan durduğun
hiç kimse yok artık hiç kimse
büyük bir boşluk, giderek büyüyen yaldızsız gecede
rüzgarın deli ruhu
sürüklerdi anları
çıplak mağrasına
tek bir kitapsı sözcük söylemeden
bile
ezgiler gemisi geçerek yaralı göğsünden
iz bırakırdı yeni bir gövdede
ki oradan uyuşuk bir zembille
soyunuyor ruhun bu uygarlığın
kaygan gediğine

harap yaban yaşam bu
arasıra ölü göz
kemiklerin acırdı sonsuz bir sevda için
doyulmamış gün için balrengi ölü göz için
kimbilir nasıl olacaktı, olacaktı ki
ben yeni kavradım yaşamayı bilisiz çocuk, kör böylesine
sevinemiyor, koşamıyor, korkuyordum
görülüyordu herşey kentin büyük aynasından
ki orada yıldız gemiler, kemik kentler, ışığı aklın
İşaretler, surlar bilmecesi
şimdi yoklar saatine dönüştü
(Ey cansız sen)
bıkkınlık şimdi selvilere geçiyor, derindeki kömüre
geride yalnızca saçların
bu yapışık bu bileklerimden bağlayan beni
soyuyorlar bizi yaşam içre donmuş
binlerce ve binlerce iz yürür senin kayanda
senin altında durursan atlar
sızlar kaya
sızlar ten
bir sürgün yeri oldun hep
pınarları duru sularla kıvılcım kaynayan
ve sürgünlerine yenilir sevda
böyle yanık
böyle taze
kıvraklığına taptık güneşin
ifrite tapanlara, ki arada sırada
mavi gözleri gözükürdü Leviathan'ın
pembe ifrit
gece ağacı
doruklarında ölü yüz
kararır kitaplar, kömürdür artık kalem, saçların lale
sapıdır
dökülürdü yine de enseme saçlar, gel dokun diye
koklarsın diye bir gün, günlerden ayçiçekleri hantal ağır
limanımın kuşları
havalanın ve götürün artık saçlarımı
kumral eda, kıvamsız yaşam, ölümüz bizim
laleler ve lale canını ver bize.


Gülseli İnal
Letoon

Kanlı Zambak

onu vurdular, gözümle gördüm onu
ak bir zambağa binmiş gidiyordu
gidiyordu

zambak dur, sana da bulaştı kan.

bir damla gözyaşından
doğurmuştu anası onu

bir avuç sevinçle
büyüttü

bir avuç hüzünle
nice zorluklar

nice ayrılıklar
ve saçlarına beyazlar
düşürerek.

onsekizindeydi
bir sevgilisi vardı

aynı mahalleden
eyüpten

henüz öpememisti bile

konfeksiyonda
çalışırdı.
onu vurdular
gözümle gördüm onu

bir güvercin havalandı.

eyüpte, o basma
perdeli evde

kurudu saksıdaki sardunya

birdenbire

çatladı
bir fotoğrafın camı

tel çerçeveli

düştü
radyonun üzerinden

yere.

dağıldı kitapları

dağıldı şiirler
ve roma hukuku

güvercin
konamadı.

onu vurdular, gözümle gördüm onu
ak bir zambağa binmiş
gidiyordu

zambak dur, sana da bulaştı kan.


Behçet Aysan
Sesler ve Küller

Latinlere Şiirler'den

III.

Senin koynunda Mekenas
Ilık, dingin bir koyunda yüzer gibiyim Ege'nin
Küçük öpüşlerin tepeden tırnağa titretiyor.

Ama o Luperkus yok mu, çılgın Luperkus
Dokununca bedenime
Bir su altı akıntısından kurtulup
Dev bir dalgaya kapılıyorum
Çağlayanlarından düşüyorum Akdeniz'in.

Yorulunca Akdeniz'in gücünden
Ege'nin küçük bir koyuna sığınıyorum.


İnci Asena
Tutamadığım Sözler

14 Haziran 2018 Perşembe

Çömlekçi'li Çıraklara Türkü

çömlekçi denilen yerde
hey benim öksüz yüreğim
çıraklar işe gidiyor
oy benim öksüz yüreğim
bozuk motorlar altında
körpe gençlikler gidiyor

motoryağı benzin mazot
karalanmış urbaları
yerlerde yata uğraşa
limelenmiş urbaları
nasıra banmış nasıra
ondört onbeşli elleri
hey benim öksüz yüreğim

ter yaş olur gözlerine
oy benim öksüz yüreğim
kara düzen tezgahının
kısılmış mengenesine
her gün yeniden yeniden
ağda balık kafeste kuş
çırpınır da yürekleri
çarpar acının teline

çömlekçi denilen yerde
hey benim öksüz yüreğim
anadan doğdu doğalı
zor yaşayanlar gidiyor
oy benim öksüz yüreğim
sömürü testeresinde
kerte kerte can gidiyor


Yaşar Miraç
Trabzonlu Delikanlı

Bekçi Kâzım Türküsü

daracık sokakları
dolaşır yorgun yorgun
saat birlerde üçlerde
çömlekçi'li bekçi kâzım

kuş olur kanat çırpar
zifir gecede düdüğü
dokuz can eline bakar
döne döne düşündüğü

cırlak gülüşmeler gelir
oyma saçak konaklardan
kız oğlan sesleri çınlar
sürgit eğlencelerden

saat birlerde üçlerde
çömlekçi'li bekçi kâzım
önce kalaylayıverir
sonra der ki neme lâzım


Yaşar Miraç
Trabzonlu Delikanlı

Akar Yakamoz

akar yakamoz ter akar
fındıktan çaydan tütünden
süt mısırın püskülünden
karayemişin dalından
tarlayı eker biçerken
toplar budarken dalları
yaprak kırarken dizerken
ter nasıl da ışık akar

oy uşaklar gelin kızlar
enişteler can baldızlar
fındıkta çayda tütünde
mısırde kayan yıldızlar

söyleşin emek canları
oy yoksul canlar söyleşin
harmanda tütün damında
dere ırmak akan terin
ne kalır karşılığında
tarlasında süt mısırın
ne kalır çay sepetinde
dalında bakır fındığın
ne kalır çorba tasında
yoksul canlar sofrasında
kırk gözeden akan terin
emeğin karşılığında

uğraşıp dur yorul didin
kıvran yokluktan acıdan
bu ters çarkı kırmak için
söyleşin canlar söyleşin


Yaşar Miraç
Trabzonlu Delikanlı

13 Haziran 2018 Çarşamba

Sıcak Kan

Sizin için kalktım geldim
ve her tarafınızdan ayrı bir koku topladım.
Göğsünüzden inat,
boynunuzdan uzun sonsuz bir damar,
açılmış çiçeğinizden hercai polen.
her tarafınıza ayrı bir koku bıraktım,
genzinizde bukağı, bileğinizde
en derin kuyuya atsanız
sesi silinmeyecek huzursuz zaman,
dibimden ilk bulunduğu günkü kadar gür ateş,
kökümden nefes, sapımdan
uzun sonsuz bir okun asi ıslığı.
Kokularım kokularınız artık -
bir çingenenin kahkahasında patlayan
ansızın güneş.

Sizin için kalktım, geldim.
Belinize doladığım bu koldan biraz önce
çözdüğüm saatte akrep yelkovana kördüğüm,
içinizde hızla köpüren Dicle'de
fırdöndü bir atım:
Bu keman sizsiniz, bu hoyrat yay ben -
alnınızda birikmiş her taneye yansıyor
yüzümdeki gezgin fırtınanın topladığı iz,
iki göz sizde dimdik iki giz,
çıkıyorum doruğunu görmediğim merdivenden
iniyorum dibini görmediğim,
korkularım sizin korkularınız artık -
ya şimdi ölmeyeceksem.

Sizin için kalktım birdenbire yerimden,
sizin için konuştu şiirin nicedir
sindiği bu dil, çalıştığı bu soğumuş kas,
kilitlenmiş bu kasık,
bakışıma dadanan bu kırılgan şimşek
sizin için çıktı gecenin simsiyah yüzüne,
sizin için topladığım bulutlar
ve koptuğum sağanak,
ağzımdaki körelmez savaş
ve bu kesik çığlıktaki taşkı,
sizin için bu tutuşmuş fitil,
durmadan gönderen körük,
sizin için
tırnaklarınızı boyayan
sıcak kan.

Sizin için kalktım yerimden,
üstümde koyu kara tren hüznü,
dilimde herkesin unuttuğu
ve gizini sökmek istediği uçarı aruz,
ellerimdi ateşin ucunda kıvranan,
kimsenin durduramadığı soluğumdu
dolaştığı an her yeri hemen kavuran,
taşıdığımız ortak göçmen ruhta
tuzaklarını bir bir açan ve çözen
gövdeydi - sessiz geceden akan.

Benim için açıldınız,
kartal kanatlı pencere.
Benim için uzun sonsuz saçınızdan
dolanıp karadüşlerime öldünüz,
toprakta benim için dirildiniz pupa yelken,
güldünüz, tıkandınız, kılıcıma kın
benim için delirdiniz, içiniz deniz.

Sizin için kalktım birdenbire yerimden,
sizin için geldim ağır ağır. Bu tohum,
bu karmaşık düzenli terkedilmiş bahçe,
her yeri ışıksız bu yabanıl orman sıkışıklığı
yılları delerek büyümüştü içimde.
Beklememiştim ki sizin için
benim için beklemediğiniz dönemeçte:
Çıkagelmiştiniz, çıktım geldim,
sönmez artık bu uzun sonsuz yangın, .
kokular ve korkular,
bir duruş, biriki tokadı andıran kelime,
bu sokaklar, bu midye gibi
kendi üstüne kapanan loş şehir
izlerimizi silmez.


Enis Batur
Adam 1993 Şiir Yıllığı

Çıkarayak

Düne indim merdivenden: Saçlarını
toplamışsın, ensende uçuşuyor nisan.
Sahanda yumurta yapmışsın öğlen, Rue
de Venise sonra, sonra herhangi bir köprü
ve Seine: Eski bir pafta alacağız belki,
Rabelais'nin tuhaf bir basımını: Akşam
gene yekpare olacak Mouffetard'ın yüreğinde
Aragon'u dinleyeceğiz Leo'dan:Je chante
pour passer le temps.

Bugün nasıl da kekre ve gamlı bugün:
Opal, billur ve ahşap içre kurduğun
çandan görünmez kiremitler mi uçuyor
yoksa?

Merdivenin tam önüne dayamalı bu kurtlu
umağı, çekmezse iki titrek bacak.


Enis Batur
Yazılar ve Tuğralar

Eros ve Hgades

Naz için


XI.

Birden aklıma seni sevmek geliyor.
Benim evim sonra senin
gözlerin, ellerin
vardı. Onları saymak geliyor aklıma

Senin dudakların yok öyle dümdüz.
Islak ve çıplak
Ağzını söylüyorsun her dişinde. Kar
Anlıktır. Kap.

Eski bir uygarlık çağdaştır bir solu
kta. Senince. Denizlerime sırtüstü yat
ıyorsun benimle seviş
iyorsun hem hep tepemdesin ak ışık

sın. Ulaşılamazlığım. Ulaşaınazlığım.
(Sen bugün ölüm gibisin bana uza/-k
nıyorsun). Sen öyle durgun devin
en benim
Odalarımda salt gece vardır hüzüne

Karşı
çıkabilen
İp. (Sen gebem olsaydın, İnan
Modigliani çizerdi boynunU
Birden aklıma seni sevmek gel
gel
gel
gel
iyor.                                       zUN).


Enis Batur
Yazılar ve Tuğralar
Şiirler 1973 - 1987

12 Haziran 2018 Salı

Sürgün Adası Leros

Yannis Ritsos'a


Yürek, denince
kırmızı, plastik bir maketi gösteriyor öğretmen
büyükanne
yumuk yumruğunu gösteriyor küçüğün
balıkçılar bir adayı gösteriyor
derin, lacivert bir denizin ortasında.

Leros.
Nasıl da güm! güm! atıyor.
Barışa, aşka ve iyiliğe ilişkin
bütün sözcükler sürgün burada.
Boşuna arıyorlar çantasını
sakallarına karışmış
aradıkları sözler
poyrazla gelen tuzlar.
Çivit çevreli pencerelerinden
meraklı ve kırışık
yüzler bakan
tahta kapılarında
haçlar ve sarmısaklar sarkan
bu küçücük ada
yaşlı bir ana gibi şairi kucaklıyor.
Yıldızların balıkçısı, diyorlar ona.
Çünkü o her gece
ağlarını salar lacivert boşluğa
sabah olunca
ağlara takılmış
bir parça mavi bulacağını bile bile
kırık bir yıldız.

Adanın karıncığında bir karınca
sakızdan iplikler çekmeye başlamış bile.
Ant içmiş olmalı
bütün o sürgün sözcüklerden
ada ada bir oya çıkarmaya
fenerler, dalgalar ve rüzgar
tuz ve yosun
kokan balıkçılar
sonsuz bir oyun kursun
tiril tiril
tirşe bir mendil
olsun diye koca derya.
Yıllarca yuvalarını yağmalamışlar onların
yıllarca ekmeklerini almışlar ellerinden
bıkıp usanmadan onarmışlar yuvalarını
ekmeklerini taştan çıkarmayı bilmişler.
İçlerinden en çalışkan olanı
kurşuna dizmişler
elinde beyaz bir karanfille.

Ve çakıltaşları kadar bilgin o karınca
bir an yorulup durunca
sakız rakısı içiyor
Yunanlı emekçilerin geleceği için
ve her "şerefe" sözünde
bir gurbet türküsü duymuş gibi
tüyleri diken diken oluyor
seksen kilometre ötede
Milaslı rençberlerin.

Evet, yetim kalmış özgürlük!
"Kuş kanadı kalem olsa"
bu yakadan karşı yakaya
binlerce uçurulsa
birden hıçkırmaya başlayabilir
iç geçirebilir
atını yeni yitirmiş bir köylü gibi
ve durup dinlenmeden güzelim şeyler anlatır
der: hiç kimse gülmeyecek bu adada
hiç kimse ağlamayacak burada
henüz isim konulmamış
duvağına dokunulmamış
bir erinç okunacak yüzlerde.
On iki dama taşı değil
Elifin bir fincan ödünç pirinç
istediği Eleni'nin boynunda
ışıl ışıl on iki taş olduğunda on iki ada
inanın,
kırk gece değil, kırk gün
her bengi düğün
duyulacak çaldığında davullarını.
Ve
katarlamış mayayı
kolunda yağız beyi
başlayacak yavaştan
sirtakiye ferayi.
Adanın karıncığında
sakızdan iplikler çeken o karınca
yüzlerce yıllık gümbürtüyle
patladığı zaman,
"Ege Denizi kararınca."


Erdal Alova
En Son Çıkan Şarkılar

Her Şeyin Yüreği Vardır

Her şeyin yüreği vardır.

Toprağın yüreği tohumdur
acı acı çatlar.

Göklerin yüreği güneştir
ışık ışık oynar.

Aşkın yüreği susuzluktur
sevgi sevgi sızlar.

Şiirin yüreği sevinçtir
kıpır kıpır eder.

Zamanın yüreği insandır
kavga kavga yanar.

İnsanın yüreği barıştır
tıkır tıkır atar


Erdal Alova
En Son Çıkan Şarkılar

Durum

Şiir yazmamak ozanın
Boğazına yağlı ilmek
Ya mavisiz gökyüzü
Ya kançiçek

Şiir yazmak ozana
Eve çatı denize kum
Şöyle demesi: Herşeyi
Işığa banıyorum

Şiir yazmamak ozanın
Tekerinin önüne taş
Tutmayan el
Kesikbaş

Şiir yazmak beyazın
Karalara yengisi
Bahçe sussa duyar ozan
Uzaklarda kuş sesleri


Abdülkadir Budak
Şimdi Yaz

11 Haziran 2018 Pazartesi

Çiçeksiz Park Akşamı

Son ihtiyar boyası
Dökülmüş kanepeden
Kalkıverdi ayağa
Nasılsa birden

Cılıs sesi çiçeksiz
Parkı dolaştı; Hasaan
Gidelim yavrum haydi
Karanlıklar basmadan

Gerdi kanadını göğe
Karşı ağaçta son kuş
Belli ki çiçeksiz parkta
Akşam olmuş akşam olmuş

Su olsa havuzunda
Bakıra çalardı rengi
Diye geçirdi içinden
İhtiyar, az önceki.


Abdülkadir Budak
Şimdi Yaz

Mecnun

Dönmüş bugün çöllerden
Bulurum diyerek Mecnun
Leylasının düşüyle
Çatıları göğe değen
Bir kentin eteğine

Çiçeksiz balkonunda
Beş çayı içiyormuş
Şen konuklar arasında
Leyla Hanım keyifle
Koyvermiş kahkahayı
Acının nişanı Mecnun
Karşısında diz çökünce

Bir yolunu bulup sızmış
İksirin içine kan
Saç takma kirpik boyalı
Bir öpüşme boyudur aşk
Kays, Mecnun oldu olalı


Abdülkadir Budak
Şimdi Yaz

Sivaslı

Ah hangi apartmanın
Sorsam kapıcısına
Aldığım karşılık beni
Yürekler acısına
Bırakır, utanırım

Sivaslıyım gardaşım
Bir koca dağ İstanbul
Ben önünde Ferhatım
Unufak edeceğim

Diyor ama aldanma
Yaşamda dağı taşı
Sivaslı İstanbul'da
Bir Selçuklu gözyaşı


Abdülkadir Budak
Geçti İlkyaz Denemesi

9 Haziran 2018 Cumartesi

Kapalı Göl

Bir göl yanına vardım
Aynasına eğildim
Dedim: Bir yudum su ver
Dedi: Çok uykusuzum.

Küçük bir dere oldum
Dağa çıktım hız aldım
Gölün yanına vardım
Gözlerini kapattı.

Geceden yıldız çaldım
Kıyısına uzattım:
Neden verdin bunları
Benim içim tuz dolu?

Soyunup kuma yattım
Eğilip göle sordum:
Benimle ağlar mısın?
Dedi: Çok uykusuzum.


Barış Pirhasan
Tarih Kötüdür

Tarih Kötüdür

İşte gençliğimin şiirleri
İlk gençliğimin
Güzel şeyler
Deli saçmaları
Beceriksizlikler
Şehvetle titreyen parmaklarla yazmışım onları.

Bir çocuk için
En güzeli
Belki bütün yazdıklarımın en güzeli
Gövdemi ılık
Kirli
Pırıl pırıl bir havuzda düşlerdim
Göğsümde nilüferler
Su çiçekleri

Garip bir çocuk dediler bana
İçine kapalı
Güçlü
Onun koluna girerdim
Zayıflığı çekerdi beni
Acımasız pırıltısı
Geceleyin kendini sevmesi
Organları

Çocukluğumun şiirleri
Hepsinde umarsız bir çığlık
Zavallı
Traji-komik
Şanlı tarihim:
Ne zorbalar geçmiş beynimden
Ne haksız kıyımlar olmuş gövdemde
Kimler can vermiş hapishanelerde
Hangi sınıf egemen?

İlk şiirlerim
Alaycı bir göz
Kirpiklerinde tohum
Düzensiz patlamalar
Yaralı omuzlarım
Biri kavga türküsü
Acemi
Çığlık çığlığa
Yarım

Bütün bunlar şimdi geçmişte kaldı
Çocukken yazdıklarım beni yüreklendiriyor
Bir budala gibi
Yoksul bütün halklar gibi
Şaşkın bir el yazısıyla
Ayaklanmalar tasarlıyorum.


Barış Pirhasan
Tarih Kötüdür

8 Haziran 2018 Cuma

Karadeniz Şarkıları'ndan

Ansızın içimde bir deniz ürperdi,
Kuşkunun ilmiğinden geçti umut,
Ey şehir çığlıkları gerdin,
Başucunda kara bulut.

Akşamdı, kesti şarkıyı kıyı
Geçmiş yıllardan neler anlattı, neler,
Banklarda işlek bir mırıltıyı
Kışkırtıyordu yumşak gölgeler.

Dolanarak gündüz bir adak ağacına,
Dalgalar talih diler,
Gece rıhtımın, altın zincirine
Asılıdır altın gemiler.

Ama ağır sancılar taşıyor kıyımız,
Yamaçlarda kadınlar, yangınında derin ahların,
Tepelerimizde eziliyor yorgun toprağımız
Altında nükleer silahların.


Azer Yaran
Mayıs

Uçurum

Şiir uçurumdur
Ve çiçekten bir köprü
Geçer üstünden
Gerçeğin kıyısına uzanan
Düş kıyısından

Kimi ulaşır karşıya uçar gibi
Kimi ulaşamaz, düşer
Kimi de boşlukta asılı kalır
Düşerken tutunabilirse
Bir kelimeye eğer


İsmail Uyaroğlu
Şiir Kitabı

Şiirin Üç Kuralı

Hayatın bağrından
Kanayarak kopan kelimelerle
Kurulur şiir
Bir

Şiir sızlanmaz, haykırır
Ama sızlayan yanını da
Duyar insanın içindeki
İki

Ve şiir geleceği bildirir
Ve gösterir gelecek kimin elinde
Kimdedir güç
Üç


İsmail Uyaroğlu
Şiir Kitabı

7 Haziran 2018 Perşembe

Şiir Çiçeği

Kimi zaman düşlerim suluyor
Kimi zaman gerçek
Günü vakti dolunca
Bir de bakıyorum, kalemin ucunda
Açıvermiş bir çiçek


İsmail Uyaroğlu
Şiir Kitabı

Sevinç

Sarılıp birbirinize çocuğunuzla
Uyudunuz mu hiç?
Akan uyku değil sanki aranızda
Uyku hafifliğinde bir sevinç


İsmail Uyaroğlu
Hayatı Karşılayan Şiirler

Necatigil İçin, Saygıyla

Bir kayanın
Uçuruma yuvarlanırken
Çıkardığı gürültüye
Benzer her halde
İnsanın hasta yatağında
Ölümü gördüğü an
Attığı çığlık

Ama hocanın ki
İnce bir çiçeğin
Sapı kırılırken çıkardığı
Ses kadar mutlaka
Hafifti
Tıpkı şiiri gibi
Usul bir ah:
Ölüyorum eyvah!


İsmail Uyaroğlu
Hayatı Karşılayan Şiirler

6 Haziran 2018 Çarşamba

Ferhat

kara yeller ak yelleri dövende
sevdanı yüreğine kuşat
al sesimi vur kanının gümbürtüsüne
zamanıdır dağları delmenin, Ferhat

dağların başı yaslı
Ferhat'ın sevdası kan ağlar
yüreğin sağlam, bileğin güçlü Ferhat
istesen dağlar dağlar...

ateşi üfle Ferhat
körüğü iyi kullan
bu can bunca hasrete dayanır
soludukça içimde sevdan

sevdan ki bir yıkıcı kuştur yüreğimde
gümbürder zulme karşı kan gibi
ölürsem dağlar için ölürüm Ferhat
kalırsam vuruşkan şahan gibi


Arkadaş Z. Özger
Şiirler, 1974

Yağmur, Toprak, Keder

Oturdum kır kahvesine
Havada toprak kokusu

Yumuşacık yağmur yağıyor
Okulsuz çocukların düşlerine
Işığı tüketilmiş
Can kara gözlerine

Yağmurla toprakla yaralı
Bir güz kahvesinde ikindi
Küçücük bir çocuğun saflığı
Doldurdu yüreğimi

Bugün gonca alevi keder
Ufkuma inceden yağıyor
Yağmurla beraber


Ahmet Ada
Gün Doğsun Gül Üstüne

Bağevinde Ozan

Düştü ilk yaz yağmuru
toprakla söyleşen rüzgar
kokusunu verdi günbatısından
bulutsu kekremsi
öpüşleri ağulayan

Kuyu dibinde bağevinin
yüzyıllık yalnız testi
gibi susuz, kandilsiz halka
el verdin gönül verdin

Sen ki okyanusta damla
ayın altında derin mavi su
balıkçılara muştusunu dağıtan
bulutlarla sevdalı cankuşu

Ey çocukların kuşların akranı
alınterinin gümüş sesi ozan
rüzgar gülü şarkın dizildi
günü uyandıran kuşlardan
basımevi çıraklarından al haberi


Ahmet Ada
Gün Doğsun Gül Üstüne

5 Haziran 2018 Salı

Ana

Öner'in anası için


Kayıp duruyor bakışları
duvardaki resme ve kapıya
oğul mu beklediği, sevgili mi

Belli ki yaşıyorlar hala
uzun uzun yaşıyorlar belli ki
bırakıp gittikleri anılarıyla
Çıkıp gelirler bir gün belki
Üşümüştür çünkü toprağın
soğuk yalnızlığında birisi

Öteki arkasında parmaklığın


Ahmet Telli
Su Çürüdü

Göç

Göç oldu bir acıdan öbür acıya
oysa sağrısı kurumamıştı atımızın
daha dün sürüp gelmiştik buralara
bugün göründü yine yolların ucu

Devrildi kıl çadırlar seher vakti
usulca uyandırıldı çocuklar
ve kadınlar bohçası çözülmemiş
bir keder gibi düştüler yola

Turnalar gitti biz gittik.
bitmedi peşimizdeki nal sesleri
nerde konaklasak tedirgin dik
kuruyordu ırmaklar ve göller

Bir yangın gibi taşıyıp durduk
kederi ve acıyı göğsümüzde
yer gök duman içindeydi sanki
genzimizi yakıyordu ayrılıklar

Zulüm bırakmadı peşimizi hiç
biz gittik o buldu izimizi
konar göçer olduk yedi iklimde
tanığımızdır dağlar taşlar

Yalnız bir öfke ışıltısı kaldı
gözlerimizin yorgun sularında
yaşamak bir inat oldu artık
yaşamak bir direnme oldu zulme

Ve işte devrildi yine kıl çadırlar
göç başladı bir acıdan bin acıya
Geride akşamın küllenen ateşi
ve susturulmuş çocuk sevinçleri kaldı


Ahmet Telli
Su Çürüdü

Soluk Soluğa II

Büyük aşklar yolculuklarla başlar
Ye serüvenciler düşer bu yollara ancak

Onlar ki dünyanın son umudu
soyları tükenen birer çılgındırlar

Ne bir adresleri vardı onların yeryüzünde
ne de aşktan başka bir sığınakları

Ama yaşarlar dünyanın dört bir yanında
Ölümle alay ederler sanki

Nerde beklenirse ordaydılar
bir kez bile gecikmediler ömür boyu

Neydi onları ordan oraya
savurup duran şey

Onları daima yalnız kılan
neydi bu yaşam denilen gürültüde

Her dilden bir adları vardı onların
ama hiçbir ülkenin kimliğini taşımadılar

Sarışındılar belki de esmer
yani birçok yüzün bileşkesi

Ne altın arayıcısıydılar
ne de aylak bir gezgin

Vurulup düşseler de her kuşatmada
serüvencidir onlar ve hiç ölmezler

Ki onlar hep yalnızdır ve her nasılsa
Bulurlar heder olmanın bir yolunu

Onlar ki bu dünyada
kahraman olmaya mahkumdurlar

Sislenen anılar kaldı bize onlardan
renkleri bozulup duran solgun anılar

Nasıl yazılmalı ki silinip gitmesin
bulutlar gibi çekilmesin gök boşluğuna

Bileği güçlü ve gözüpek. avcılar mıydı
onları kuşatıp yeryüzü cennetinden atan

Yoksa kendini tüketen hüzünler miydi
vurulup düştükçe ışığını karartan

O serüvenlerin günlüğü tutulmadı
yazılmadı o insanların destan şiiri

Parça parça ettirilseler bir kanala
(ki sanırım böyle oldu sonları )

Fışkırır yüreklerinden
başarısız ihtilallerin yangınları


Ahmet Telli
Su Çürüdü

4 Haziran 2018 Pazartesi

Güz Gelmeden

Sırtında taşıdığın kıl heybe
dağ rüzgârı ve lor peyniri
gibi doluysa kır çiçekleriyle
sesler türkülere dönecektir
üzünçse ışıklı bir sevince

Dudaklarında özlem türküleri
ve gözlerinin menevşesinde aşk
çağıldıyorsa çavlanlar gibi
usulca gir umudun menziline
hüznü gerilerde bırak

Türküler paylaşılıyorsa eğer
dağ rüzgarları paylaşılıyorsa
sevinç de dahildir buna
ve o zaman bütün bir yaşam
paylaşılacak kadar güzeldir artık

Heybendeki kır çiçekleri
bir yangındır güze doğru
tutuşturur yüreğinde
uzak özlemlerin külünü
hiç beklemediğin bir anda

Güz gelip de yangın başlamadan
tutmalısın doğanın yelesinden
yüreğindeki sabah olmadan
gül bahçesine sevda hevengine


Ahmet Telli
Saklı Kalan

Mis!

Mis gibi şeftalinin sırasıdır şimdi
Haziran maziran derken o da çıkacak

Aldatılmış ruhum çıkacak

Adım deliye çıkacak


Mehmet Taner
Arka Oda

Ölüler Bizi Görür

otelin girişinde kurduk barikatları
kaygılardan tasalardan umutlardan
gözlerimizde düşünceler
beynimizde sözcük demetleri

yanaklarımda geziniyor
tanrının buzdan eli
parmak uçlarımda
uzak denizler karıncalanıyor

gül'dük kül olduk bir akşam üstü
el yazılarımız aktı göklere
yazılarımız ki bayrağımızdır
rengini özgürlüklerden alan

o'ydu göğsüme verdi sevincinin ateşini
merdivenlerde tırabzanların dibinde
saçlarının dağılan sarışınlığında
baş döndürücü baharlar
kapandı yüzümüze bize küstü
odalar telefonlar loş aynalar

sırma saçlarıyla öpüyor şimdi
derisi birinci derece yanık
omuzbaşlarımı
ürperiyor göz kapaklarım
sabahı çarşaf gibi serdiğimiz morgta
biraz daha sarılsa ayağa kalkacağım

dokunsam dirseklerim üşür
dokunsam dudaklarım donmuş
dokunsam isli derimin gözenekleri
gül yanaklarını kurutur
göğsüme sokulu bir bağ bıçağıdır
kubilay'dan beri ölümün mor damgası

yine de yaşıyoruz çok şükür
duvar ilanlarında kitap resimlerinde
tutanaklarında mahkemelerin
iftiralar karalamalar ince sefil
bizden ölümlerce uzak çizgiler
aykırı dursa da bedenlerimiz
yaşamın içinde yaşıyoruz şükür

gün doğdu karınca kanatlarında
uyandı sofralarda çay bardakları
çeşmelerde su tarlalarda buhar
uyandı çayır kuşları
ışık gibi dolaşıyor ruhumda kanım
her şey bir öpücüğe bakar
hadi deseler uyanacağım

biriniz öpsün beni
unutsun yakıldığımı tuzaklarda
kalp atışlarımı uyandırsın bir an için
söylesin usanmadan yarınlara yüzümü


Hidayet Karakuş
Ateş Mektupları

2 Haziran 2018 Cumartesi

Kundak

Boyun eğmiş olarak
ya da suskun, silik, uzlaşmış
çekip gitmek istemem bu karanlık alemden..
Alınmamış öcün duygusu bu,
sorulmamış hesabın,
gecesinde gündüzünde dişler durur insanı...
işte yine o duygunun
kefenden daha soğuk örtüsü altındayım..
Ölmek istemem açıkçası
O örtüyü yırtmadan ...
Yaşarken, içimdeki ateşi saçarak yaşamalıyım.

Doğduğu gün tutunduğu ışığı
kıran, çelmeleyen tuzaklar karşısında
insanı ancak kavgası yatıştırır,
sıyrılıp canında sınanmış acılardan
karanlığa karşı söndürmeden taşımak içindeki ateşi...
Korkak da yılgın gibi kirlidir benim için ...
Ne teslim ne ihanet,
ne zulüm ne kölelik ...
Başkaldırmış olanın mirascısıyım ...
Binlerce sızının bağrında bilediğim bu çığlık
tutuşmak için sabırsızlanan
yaşama sevincinin sesidir ...
Aydınlığın özlemi solumalı sesimden kendi sesini ...
İnsanı kulu kılan her şeyin kundakçısıyım ...
Öcüm var, sorulacak hesabım.

Kolu olan savursun ne bulursa üstüne,
benzin, fitil, çivilenmiş kutular,
hayatı karartanların ...
Geçtiğim her sokakta,
manşetinde aldığım her gazetenin
zorbalık ve sinişin,
talan ve yoksulluğun yankılandığı
bir dünyanın can çekişen bakışları var ..
Başka çare kalmadı,
ne bulursam üstüne bu karanlık alemin
savuracağım...
Avuçlarımda çıralar, kıvılcımlar... yüreğim,
barut, dinamit, zehir ...
Kanım böyle ısıtmalı gövdemi,
atacaksa böyle atmalı nabzım ...
Böyle direndim ayrılık günlerinde,
sevdiklerimle böyle kucaklaşmalıyım ...
Durulmayı özleyen ırmaklar için,
filizin şarkısıyla dokuduğu dallarda
yuvaları dağıtılmış sakalar,
kahır dolu bakışlar, ağıtlar için,
süzgün gözleri için yoncaları kurutulmuş tayların,
korkutulmuş gülüşler, küskün anışlar için,
sevda için, aşk için yaşamalıyım ...
Dorukların rüzgarından köz alıp, yalanın inadına,
mazluma zincirle, kırbaçla saldıranların inadına,
yavruları diyar diyar göçer olmuş analar için,
başağı yağmalanmış tarlalar,
deşilmiş, mayınlanmış çayırlar için,
kanlı pusuların, talanın inadına, yangınlar başlamalı.

Nankörün, hilekarın, arsızın kuşattığı değil,
üzülen, seven, acıyan, insanların savunduğu
bir dünyamız olmalı ..
Başka çare yok, yangınlar başlamalı ardı ardına ..
Zalim, saklanacak karanlık bulamamalı ...
Öyle ki, gökyüzü bile çıldırsın sevincinden
alev alev kanatlanan yangınlar karşısında
bir ucundan bir ucuna ufkun, sancılanıp,
yıldırımlarla dünyayı alkışlasın.

Sabahı sabah gibi solumak istiyorum,
güveni güven, merakı merak,
güzü güz, baharı bahar olarak ..
Dokunup koklamak istiyorum büyüdüğüm şehrimi,
gençlik günlerimi şarkılar söyleyerek aramak ..
Çocuğum dönüşümden kaygılı gözlerle bakmasın istiyorum
giderken arkamdan, bu beni kahrediyor ..
Babamın bir ömür boyu yüreğinde koruduğu incelik
yaralanmamalı,
aldatılsam da aldatmayacağım, ona sözüm var,
bu borcu ödemeden nasıl yaşarım?

Yoksul da olsalar, onurlu insanlar doldursun sokakları..
Aşkın da ayrılığın da içten yankılanan
sahici şarkıları duyulsun ...
Bölüşmek isteğinin tomurcuğuna uzanamasın kimse
koparmak için ..
Yanılmak korkunç olmasın,
ürkmesin birbirinden insanlar.

Yangınlar başlamalı başka çare yok ...
Düşlerimi karartacak kadar koyulaşan bu karanlık
dağılmalı ..
Durmalı ekrandaki o yılışık uluma,
o çürüyüş, o şımarık saltanat,
azdıkça yaygınlaşan kabalık, kalpazanlık,
o sahte kahkahalar ..
Kanlı dişleri tırnaklarıyla
aşımızda, düşümüzde yuvalanan
seçkinler sürüsü efendiler, çetebaşları
ve onların el pençe kapıkulları,
şen şakrak soytarıları kadar
köleliğin prangası o sessizlik de
kül olup ufalanmalı.

Kolu olan ne bulursa savurmalı üstüne
bu karanlık alemin,
mazot, moloz, ateşlenmiş paçavra,
katran, zift, cam kırıkları...
Alçaklık kimsenin yanına kar kalmamalı ..
Hırsız ki işini hüner sayacak kadar pervasız,
katil ki katlettikçe katmerleşiyor,
yağması şımartıyor yağmalayanı,
nasıl başka çare aranır?

Ey dünyanın sahibi,
onu sen buldun, söndürme elindeki ateşi,
tutuştur ufkunu karartan kara perdeyi,
kaderini değiştir!


Nihat Behram
Ağustos 1999

Bir Veda Havasında Aysız Sevinçsiz Kelimeler

Yıllarımın en acar
en uçarı
duyguları
nasıl da
yüreğimin en kırçıl
en acımsı
yaraları oldular.
Bu ne yaman
bir rüzgar?
Sanki gök
bir uçurum..
Bulutlar
kırlangıçsız
ışıksız..
Kırağı vurdu kıra..
Dal sızlanıp kurudu..
Köreldi
kökleri nanelerin.
Itır
kokusundan soğudu..
Bu ne sakar bir duygu?
Bir yanı
yangınlanır
parıldar
bir yanı
canatar solgunluğa..
Kırağı vurdu..
Söndü ateş böceği,
dağıldı ürpertisi ruhuma..

Bir kararıdır artık
en körpe tomurcuğun
en narin gözeneği..
Elveda nazlı bebek...
Elveda kelebeğim..
Yüzünü gecelerin
ıssız boşluğuna gizleyip
için için ağlayan
yanık gelin
elveda..
Yazık ki
bağrımda uğuldayan
huysuz
uykusuz kelimelerle
bu son tutuşum seni,
bu sana son bakışım..
Geçip gidiyor işte
günler
hiç durmadan..
Dilerim
tozlanmasın yeniden
özlemindeki uyum,
o hırçın inceliğin
karlanmasın birdaha..
Ne benimle acılan
ne ömrün acılansın..
Bağrımda uğuldayan
aysız
sevinçsiz kelimelerle
bu son tutuşum seni
bu sana son bakışım..
Elveda mavi çiçek
Elveda tarla kuşum.


Nihat Behram
Irmak Boylarında Turaç Seslerinde
1978

1 Haziran 2018 Cuma

Hatırlayışlar III

O aşk ki
bana yalnız narinlik
kırağı, mahmuz,
tarçın serpilmiş bir göz
o aşk ki
beni yalnız fıskiyeden damıtmış süzgecine

Ağzım - ki yaralardan
koparılmış kabuk -
parmaklarım - ki bataklıklara
saplanmış sazlardı -
ve her biri tek tek duygularımın
açılmış sonradan
titreşim ve gülümseyişle

O aşk ki
bana yalnız yabanlık
endam, benek,
başıboş azı dişleri
o aşk ki
beni yalnız
uyuşmuş dizlerimle kaçırmış
yapışıp bir atın yelesine
uçurum diplerinden
tan vaktine


Nihat Behram
Hayatımız Üstüne Şiirler

Yürüyüşler III

Güneşin ışıktan kollarını yakalıyor gök
ağır ağır çekiyor dağın sırtına
tepelerde yangınlar başlıyor
alaca bir kuş
halkalar çiziyor ilk avının üstünde

Kavaklar
gecenin gözcüleri gibi dimdik
yelin hışırtısı
saksağan sesleriyle bölünüyor dallarında
söğütler dereyle fısıldaşıyor
cevizler ilkel adamlar gibi kabasaba

Şehre doğru eserken
eksiliyor rüzgarın uğultusu
kenar semtlerde işçiler
küme küme
fabrikalara doğru akıyor
keser
ve kesik kesik
türkü sesleri geliyor inşaatlardan

Ana caddelerde perdeler örtük
bankaların
ve gıda pazarlarının vitrinleri
çelik çubuklarla örülmüş

Aydınlık
gizemli adımlarla
şehre doğru sokuluyor
ilk ışıkla birlikte
denize açılan balıkçılar
martılar topluyor uzaklara

Gemiler
boğulan bir adamın
sesiyle uyanıyor
trenler
isli bir kılıcı biliyor gökte

Üç arkadaş
güneşin eflatun bakışıyla
bir mermerin kalbine
çizerek şehrin krokisini
ayrılıyoruz

Patlasa
rahatlayacak bir uyku gibi şehir
kıvranıyor kuyusunda


Nihat Behram
Hayatımız Üstüne Şiirler

Yürüyüşler I

Mandalin bahçeleri ilkin kokuyla büyülenir
bir kuş vardır güneyde
sıçrayıp daldan dala
incirlerin olmasını bekler

Yapraklar arasından fışkıran nar çiçekleri
sanki senin avcuma düşecek gibi duran
dudaklarındır

Limon fidanları
toprağında nazlanır
portakallar
boy ölçüşemez yüksekteki çamlarla,
muzlar
duvağına düşkün
bir gelin gibidir.

Dağların denize bakan yamaçlarında
seni düşünerek dolaştıysam
ay gömleğime sürtünecekti elbet
yörük gençlerinin
boynunda gibi ışıldayan yıldızlar da

Meşelerin altında
binbir renk kuşanmış
bir sürü kuş cıvıldaşır
deniz
ıslak bir rüzgar olup
dağları sevgiyle sarar,
ıssız ormanlarda
geceleri çamlarla konuşaraktan
sevişen böcekler vardır

Daha goncadayken
üzümle anlaşan yağmur
serin yaylalarda
yeni doğmuş
kuzu seslerine yağıyor

Sanki yanımdan geçiyorsun bunları anlatırken
turuncu entarinde çırpman bir keklik kanadı
bileklerinde kıvır kıvır asma sürgünleriyle


Nihat Behram
Hayatımız Üstüne Şiirler

31 Mayıs 2018 Perşembe

Sana Dedim Allı Gelin Has Gelin

Sana dedim allı gelin has gelin
Suya gider sağ elinde tas gelin
Yedi yıldır ben sevdana düşeli
Kerem eyle şu sevdamı kes gelin

Zalim aşk elinden içmişim ağı
Senin için dolanırım bu dağı
Alam beliğine altın saç bağı
Tak saçına ince bele as gelin

Ben seni severim sen de seversen
İnsan olman el sözüne uyarsan
Çizme olam ayağına giyersen
Ökçesin de çamurlara bas gelin

Karac'oğlan der ki nic'olur halim
Yoluna dökülsün olanca malım
Giyin hint kumaş karşımda salın
Ko desinler şu yiğidin has gelin


Karacaoğlan

Sabahtan Çıktım Da Seyran Yerine

Sabahtan çıktım da seyran yerine
Ay yıldız karşımda salınıp durur
Kadir Mevlam ben günahkar kulunum
Defterim elinde dürülüp durur

On iki yıldızın ucu terazi
Karıştı ülkere, gitti birazı
O mahşer yerinde aralar bizi
Hak mizan terazi kurulup durur

İki derler bu dünyanın kapısın
Yerden göğe inmiş anın yapısı
Korkulu yollarda sırat köprüsü
Ummanın üstünde salınıp durur

Karac'oğlan der ki, nedip nederler
Hak olan işleri beyan ederler
Zemanede doğru eğri söylerler
Ay, gün, yıldız gibi durulup durur


Karacaoğlan

Yaşayan ve Ölü

her gün bir öncekinden kötü insan geçmişini özlüyor
özledikçe bir bacağım kısalıyor öteki bacağımdan
yaşayan ölü bir köprünün arkasından kötü konuşulmaz
kirliydi yıllardır yıkanmamış güzel bir şey gibi kirliydi
o bir şeyi aradım belki de hiç utanmadım kendimden
ölü ele geçirilen bir beden gibiydi galata köprüsü
aylarca sürüklediler cesedini haliç'te ordan oraya
ibret-i alem olsun diye yaşadıklarımın sürüklediler
yasayan bir ölüydü kendinden ve gemiden atılamayan
şans gişesi'nin önünde yan yana iki çocuk beşiği gibi duran
bir daha giyilemeyecek olan uzun ömer'in postallarıydı
duruşundan mıdır tarihti ve tarihinin itirazı gibiydi
eskiyen yanan yakılan bütün haliç köprüleri gibi
sonunda bağlandı balat'la hasköy arasına üstü başı
kurşunu kopmuş oltalar gibi aklımızda kaldı köprü altı

yaşayan ölü bir halkın arkasından kötü konuşulmaz
bittiği an umut en azından yaşamak için gerekliydi


Nevzat Çelik
1997

30 Mayıs 2018 Çarşamba

Ötme, Turaç, Ötme; İşin Var Senin

Ötme, turaç, ötme; işin var senin.
Şahan salıp avlanacak yer değil.
Vardım, gördüm, ağyar göçmüş yurdundan;
Vatan tutup eğlenecek yer deyil.

Güzel, senin ak saraylı yurdun var;
Divitin var, kalemin var, ördün var;
Güzel, senin türlü türlü derdin var;
Hosça sallan, karşındaki tor değil.

Bir düğme diktirem göğsün ağ ise.
Etrafı da lale, sünbül, bağ ise.
Eğer güzel bende gönlün yoğ ise,
Benim işim minnet ile zor değil.

Karac`oğlan der: Gezelim yurtları,
Söyleyelim başa gelen dertleri,
Sevmeseydim senin gibi sertleri.
Ah, n`eyleyim, aklım başa yar deyil.


Karacaoğlan

Ömrüm Uzun Eyle

Ömrüm uzun eyle Barı Hüda,
Hamd ü sena, şükür etmek isterim,
Çalısıp, kazanıp nefis taamlar
Dişlerim var iken yemek isterim.

Açıldı dehanım, söyler zebanlar.
Sana muhtaç bunca şahlar, gedalar.
Ay, yeşil hırkalar, türlü libaslar,
Böylece münasip geymek isterim.

Bir küheylan at ver, istemem eşek.
Üstü kaplan postu, tek olsun öşek.
Kuş tüyünden yastık, yumşak döşek,
Keçeler içinde yatmak isterim.

Bir güzel isterim, ahu bakışlı;
Gerdanı bir karış benli, nakışlı;
İnci dişli olsun, hem kara kaşlı;
Boynuna sarılıp yatmak isterim.

Kalk gönül, gezelim helv`alayına.
Ol helvalar da dişe kolayına.
Her akşam de pirinç pilavına,
Kahvaltıda ballı kaymak isterim.

Bamyayı severim, dolma hoş olur.
Balli börek pişer, içi boş olur.
Hele zerdali yanında hoş olur,
Yedikçe karnıma koymak isterim.

İçli köfte gerek yola gidene,
Bumbar doldurması benzer harane.
Baklavayla börek şifa bedene,
Yedikçe ellerim yumak isterim.

Sütlü ile tek helise olaydı,
Tavuk kızartması sahna dolaydı,
O tel helvası da dişe kolaydı,
Aranmaz, üşenmez emek isterdim.

Kaz, turaç olmasa, günde yüz serçe.
Ya kuzu doldurması nere kaça?
Seherden evvel de ekşili paça,
Limon bulunmaza somak isterim.

O güzel meyvalar bittiği zaman,
Toplayan, getiren cümleden heman.
Dediler lezzetli şol adı yaman,
Anında kabuğun soymak isterim.

Nerde kaldı şekerli kurabiye?
Ne demeli furun eti kebaba?
Bazılar da su mu katar şaraba?
Neme lazım, adın demek isterim.

Kocadım, ihtiyar oldum kardaşlar.
Halime rahm edin, bakın yoldaşlar.
Döküldü, ağzımda kalmadı dişler.
Yağlıca höşmerim koymak isterim.

Yedirdin, içirdin hepsi de yalan.
Ahir ömrümüzü ederler talan.
Bu sözüm dinleyip nasihat alan,
İşitip tutanı duymak isterim.

Azrail göğsüme çöktüğü zaman,
Öyle bilin, halim perişan, yaman,
Bülbülüm kafesten uçtuğu zaman,
Cesedimi kabre koymak isterim.

Karac'oğlan der ki: Böyle kalaydım,
Zahir, batın muradıma ereydim.
Ol gün dahi cemalini göreydim,
Hakk`ın dıdarını görmek isterim


Karacaoğlan

Üvercinka'nın Kızı

ben o'nun elma yiyen kızının
kızını gördüm konak'ta
bir sincabın kuyruğu gibi
en uzaktayken gördüm
iştahla annesine vapurdan
elma sallıyordu

ben İzmir'e İstanbul'dan defalarca gitmiştim
İstanbul İzmir yolunun üzerindeydi amasya
İzmir İstanbul yolunun üzerindeydi amasya
ben bazen onun kuzeylerini özlüyordum
o kalkıp anasının elmalarını yiyordu
İzmir İstanbul arasında yolunu bulup
memleketine döner dönmez amasya

elmanın bu devamlılığını görse
ölümle arasına bir espas koyardı
sevgili cemal süreya


Nevzat Çelik
Sevgili Yoldaş Kurbağalar

29 Mayıs 2018 Salı

On Birinde Bir Yar Sevdim

On birinde bir yar sevdim
Yeni açmış güle benzer
On ikide şeker şerbet
Oğul vermiş bala benzer

On üçünde gözün süzer
Zülüfün gerdana düzer
Kargı kamış gibi uzar
Boyu servi dala benzer

On dördünde pek derbeder
Dostun ikrarını güder
Nere çekersen ora gider
Boynu toklu kula benzer

On beşinde yaşar yaşın
Her örnekten bağlar başın
Tenhalarda arar eşin
Tez alışkın tele benzer

On altıda kurt bilekli
Yüreği Hakka dilekli
Sağrısı yeşil örekli
Esen poyraz yele benzer

On yedide delidolu
Hiç bilmez gittiği yolu
Hasbahçenin gonca gülü
Kız turnada tele benzer

On sekizde geçer gücü
Kız oğlana bulur suçu
Gelinin ibrişim sacı
Kızın altın tele benzer

On dokuzda olur hasta
Zülüfleri deste deste
Gelin şeker şerbet tasta
Kız petekte bala benzer

Naçar Karac'oğlan naçar
Aşkın kitabını açar
Yiğirmide vakti geçer
Geçmez akça pula benzer


Karacaoğlan

Nuh'un Gemisine Bühtan Edenler

Nuh`un gemisine bühtan edenler,
Yelken açıp yel kadrini ne bilir?
O Süleyman kuş dilini bilirdi,
Her Süleyman dil kadrini ne bilir?

Arap atlarında olur fırkalar,
Kimi sarhoş yürür, kimi ırgalar.
Zibilliğe inip konan kargalar,
Has bahçede gül kadrini ne bilir?

Dünya benim diye zenginlik satan,
Helal ekmeğine haramlar katan,
Sonradan sonraya beğliğe yeten
Zalim olur, el kadrini ne billir?

Karac'oğlan der ki: Belim büküldü,
Ağzım içinde dişim döküldü,
Nuh Nebi`nin haddesinden çekildi,
Saz çalmayan tel kadrini ne bilir?


Karacaoğlan

Suda Seken Hayat

bindokuzyüzaltmış doğumlular
yıldız kanatlı birer kuştular
doğru uçtular yanlış uçtular
bıkmadan usanmadan uçtular
bindokuzyüzaltmış doğumlular
yıldız kanatlı birer kuştular

firtınalara bindi
ateşi harlayan kanatları
en acemi
ve en usta
gözlerimize değen gözleri
kaçamadığımız yangın
karanlıkta
suda seken taş
onların hayatıdır
suda seken
yassı parlak taş
hayatımızın en dehşet anıdır
üç kere seker
beş kere seker

başı bulutlara değer

belki varamadı
karşı yakaya
varacak fakat
suda seken

hayat


Nevzat Çelik

28 Mayıs 2018 Pazartesi

Nem Kaldı

Terkeyleyim seni hey kaşı keman
Vefası olmayan yârda ne kaldı
Hiç mi yok sevdiğim göğsünde iman
Beni mecnun eden yârda nem kaldı

Felek benden beter etsin hâlini
Ben ölürsem yadlar sarsın belini
Garip bülbül güle versin meylini
Figanım arttıran yârdan nem kaldı

Akar gözüm yaşı bir dem silinmez
Ko başım sağ olsun yâr mı bulunmaz
O yârin yanında kadrim bilinmez
Kadrimi bilmeyen yârda nem kaldı

Karacaoğlan der ki severim candan
Can esirgemezdim cananım senden
İşittim sevdiğim vazgeçmiş benden
Giderim gurbete daha nem kaldı


Karacaoğlan

Kadın ve Çocuk

kadın açmadan tüketiyor yazı
çocuğun dünyası anası
ağaç son deminde mavinin

kuş göç edecek yakındır
çiçek kısa ömürlü güzel
göl bir damla gözyaşı
sazlık
çok sık

kadının elinde çocuk
ağacın dalında kuş
gölün kıyısında sazlık
az ötede çiçek

ağacın ince mavisinden
uçtu kuş
düşürdü kanadını suya
gölgesini istedi çocuk
vermek için kuşa

soyundu
giysisini yüzüğünü tokasını
yanına bıraktı çocuğun
koştu
saçları ensesinde bir kısrak yelesi
memeleri
bir karnına bir yüzüne
ayak vurup kıyıdan
dalıverdi göle
kalçalarında şavkıdı güneş

bir adam
arasında sazlığın
kaçtığı
ama özlediği kadının

çocuk babasız
yıllardır erkeksiz kadın
bir adama
bir çocuğa

baktı kanadına kuşun
usulca yüzdü sazlığa
unutkan teninde diri bir ürperti

çocuk çiçeği kopardı
kırdı mavisini dalın
başka acılara yürüdü
bir daha giyinemedi kadın


Nevzat Çelik
Şafak Türküsü

27 Mayıs 2018 Pazar

Sıcak Saklayın Gecelerimi

geçici ayrılık benimkisi
ilkyaz çiçeğine gebeyim
ağıtlar yakmayın adıma
ben ölmedim ölmeyeceğim

sıcak saklayın gecelerimi
karlar altından çıkıp geleceğim
düşlerinizin ateşinden
ılık bir rüzgar gibi eseceğim

demlice bir çay koyun üstüne
aç çocuk gibi besleyin sobayı
nasıl tütüyorsanız gözlerimde
öylece tütsün buharı

uzunca serin yatağımı
boyunca uzansın ayağım
eleman deyince gece
usulca kıvrılır yatarım

can canım canlarım
hazır mı koynunuzda yerim
gün olur gecikmiş çocuk gibi
bağıra çağıra gelirim


Nevzat Çelik
Şafalı Türküsü