Senin toprağından da göçüyorum uzağa, 
Amerika, ve kuruyorum titrek meskenimi, 
seyahat ediyorum, şarkı söylüyorum 
ve konuşuyorum her gün. 
Ve Asya’da, Sovyetler Birliği’nde, Ural’da dinleniyorum 
ve yayıyorum yalnızlık ve reçineyle yoğrulmuş ruhumu. 
Seviyorum insanların sevdada ve kavgada 
yarattığı bu geniş mekanı. 
Hâlâ kuşatıyor Ural’daki evimi 
yüksek bir sütun gibi sessizlik 
ve çam ağaçlarının hayli eski gecesi. 
Burada doğdu çelik ve buğday 
insan elinden, insan memesinden. 
Ve çekiçlerin şarkısı çeler eski ormanın aklını 
yeni mavi bir mucize gibi. 
Buradan bakıyorum insanların muhteşem bölgelerine, 
daha düne kadar yabanıl tilkilerin yaşadığı ormandaki 
şebboylar gibi ışıldayan okullara, 
fabrikalardan ve şarkılardan, aşktan, 
çocuklar ve kadınlardan oluşan bir coğrafyaya. 
Bu noktadan kapsar elim haritada 
yeşil bölgeleri, dumanını 
binlerce atölyenin, kumaşların 
kokusunu, dizginlenmiş enerji 
karşısında şaşırılmasını. 
Ve öğleden sonraları dönerim yeniden evime 
yeni yapılmış yollardan 
ve girerim lahananın piştiği 
ve yeni bir kökün 
dünyaya yayıldığı mutfaklara. 
Ve buraya gene geldi delikanlılar, 
fakat milyonlarcası da alıkonuldu, 
hapsedildi, sallandı darağaçlarında, 
özel fırınlarda yakıldı, 
yok edildi ta ki kalmayana dek anılarda 
hatırlanan adlarından başka bir şey. 
Köyleri de öldürüldü onların: 
Sovyet toprağı da öldürüldü, 
milyonlarca cam kırığı ve kemikler aktı birlikte, 
inekler ve fabrikalar, hatta savaşın yuttuğu 
İlkbahar bile kayboldu. 
Gene de geri geldi delikanlılar, 
ve onların kanlarında erimişti 
kurulmuş bu ülkeye olan sevgileri, 
ki damarlarıyla söylüyorlar Ülkem diye, 
Sovyetler Birliği diye şarkı söylüyorlar kanlarıyla. 
Prusya ve Berlin’in fatihleri 
geri döndüklerinde net konuştular, 
yeniden doğması için 
şehirlerin, hayvanların ve ilkbaharın. 
Walt Whitman, kaldır çimen sakallarını, 
bak benimle bu ormandan, 
bu rayiha dolu ihtişamdan. 
Ne görüyorsun, Walt Whitman? 
Görüyorum diye anlatıyor benim bilge biraderim 
görüyorum ölülerin hatırladıkları 
şehirdeki fabrikaların nasıl işlediğini, 
muhteşem Stalingrad’da. 
Görüyorum savaşan ovayı, 
acıdan ve yangından, 
yarının nemli sisinden bir traktörün 
geldiğini, gıcırdayarak gidiyor tarlalara. 
Ver bana sesini ve gömülmüş göğsündeki gücünü, 
Walt Whitman, ve yüzünün 
ağırbaşlı köklerini ver bana, 
bu tekrar kuruluşun şarkısını söyleyebilmem için! 
Stalingrad, senin çelik katısı sesin duyulur, 
kat kat doğuyor yeniden umut 
ortak oturulan bir ev gibi, 
ve bir titreme yeniden yürüyüşte, 
öğreterek, 
şarkı söyleyerek 
ve kurarak. 
Sudan, taştan ve demirden bir orkestra gibi 
kandan dirildi Stalingrad, 
ve ekmek yeniden çıkıyor fırınlarda, 
ilkbahar görülüyor okullarda, rüzgâr 
tırmanıyor yeni yapı iskelelerine, yeni ağaçlara, 
sallarken koca Volga demir grisi beşiğini. 
Çam ve sedir ağaçlarından yapılmış 
yeni kutulardaki 
bu kitaplar toparlandı 
ölmüş cellatların mezarları üzerinde: 
harabeler arasına kurulan bu tiyatrolar 
saklıyor işkenceyi ve direnci: 
anıtlar gibi ışıklı kitaplar: 
her bir kahraman için bir kitap 
her bir milimetresi için ölümün, 
bu değişmeyen şöhretin her bir çiçek yaprağı için. 
Sovyetler Birliği, eğer toplasaydık 
senin kavganda akan bütün kanları, 
ölmekte olan özgürlük yaşasın diye 
bir anne gibi dünyaya sunduğun şeyleri, 
o zaman yeni bir okyanus olurdu, 
her şeyden daha büyük, 
her şeyden daha derin, 
bütün ırmakların toplanması gibi canlı, 
Araukanya volkanlarının ateşi kadar etkili. 
Bu denize daldırın ellerinizi, 
dünyanın her tarafından gelen ey insanlar, 
sonra kaldırın ellerinizi 
ki bu denizde boğasınız unutanı, taciz edeni, 
yalan söyleyeni ve kirleteni, 
senin kanına tecavüz etmek için 
Batı’nın çöplüklerinden 
yüzlerce küçük köpekle işbirliği yapanları. 
Özgür insanların anası! 
Ural çamlarının muhteşem kokusundan 
görüyorum Rusya’nın kalbinde 
oluşan kütüphaneyi, 
sessizliğin çalıştığı laboratuarı, 
yeni şehirlere kereste ve şarkı götüren 
trenleri görüyorum, 
ve bu pelesenkten barış bir nabız daha büyüyor 
yeni doğmuş bir göğüs gibi: 
kızlar ve güvercinler dönüyor geri bozkıra 
ve dalgalanıyor beyazlıkla, 
portakallıklar altınla dolup taşıyor: 
bugün pazar yeri 
her bir şafakla 
yeni bir kokuya sahip, 
acıların en büyük olduğu 
yaylalardan yeni bir koku geliyor: 
mühendisler sayılarıyla titretiyor 
ovaların haritasını, 
ve borular dolanıyor uzun yılanlar gibi 
buharlı kışın yeni toprağına. 
Eski Kremlin’in üç odasında 
Josef Stalin isimli bir adam yaşıyor. 
Gece geç saatte sönüyor lambası. 
Dünya ve ülkesi rahat vermiyor ona. 
Diğer kahramanlar hayat vermişti anayurda, 
bunun dışında yaratmak için katkıda bulunuyor, 
kurmak ve korumak için anayurdu. 
Bu yüzden o muazzam ülkesi onun bir parçası 
ve ülke dinlenemediği için dinlenemiyor O da. 
Daha önce buldu kar ve barut 
onu eski haydutların karşısındayken 
orada (tıpkı şimdi olduğu gibi) diriltmek isteniyordu 
açlık ve sefalet, kölelerin kaygısı, 
milyonlarca yoksulun uyuyan acılarını. 
Batı’dan gönderilen “kültür savunucuları” 
Wrangel’e ve Denikin’e karşıydı o zaman. 
O zaman derileri yüzüldü bunların, 
cellatların savunucularının, ve Sovyetler Birliği’nin 
engin topraklarınca çalıştı Stalin gece ve gündüz. 
Fakat sonra, kurşundan bir dalgayla geldi 
Chamberlain’in beslediği Almanlar. 
Stalin karşıladı onları o muazzam sınırlar boyunca, 
bütün geri çekilişlerinde, bütün saldırılarında, 
ve ta Berlin’e kadar geldi oğulları 
halktan oluşan bir fırtına gibi 
ve getirdi Rusya’nın yayılan barışını. 
Molotov ve Voroşilov 
oradaydı, görüyorum onları 
diğer yüksek generallerle, 
kontrol edilemezlerle. 
Karla kaplı meşe ormanı gibi sağlamlar. 
Hiç birinin sarayı yok. 
Hiç birinin yok kendi özel alayları. 
Hiç biri zengin olmadı savaşta 
satarak kanı. 
Hiç biri seyahat etmiyor bir tavus kuşu gibi 
Rio de Janerio’ya ya da Bogotá’ya 
yönetmek için işkenceyle kirlenmiş satrapları: 
hiç birinin yok iki yüz takım elbisesi, 
hiç biri sahip değil silah fabrikalarının hisselerine, 
fakat hepsi hisse sahibi sevincin 
ve ölümün gecesinde ayağa kalkan 
şafağı çınlayan bu muazzam ülkenin 
dirilişinin hisse sahibi. 
Onlar “yoldaş” dediler dünyaya. 
Marangozu kral yaptılar. 
Hiç bir deve geçmiyor bu iğne deliğinden. 
Temizlediler köyleri. 
Bölüştüler toprağı. 
Yücelttiler köleyi. 
Ortadan kaldırdılar dilenciyi. 
Yok ettiler zalimi. 
Bu muazzam geceye ışık saçtılar. 
Bu yüzden sesleniyorum sana, Arkansaslı kız, ya da 
neredeyse sana, West Pointli şanslı delikanlı, ya da daha iyisi 
sana, Detroitli mekanikçi, ya da en iyisi 
sana, New Orleanslı kapıcı, hepinize 
konuşuyorum ve söylüyorum ki: sağlam adımlarla ilerleyin, 
açın kulaklarınızı bu yüce insanlığa, 
ne Dışişleri Bakanlığı’nın şık beylerindenim ben 
ne de çeliğin kanlı krallarından, 
fakat Amerika’nın en güney bölgesinden bir şairim, 
Patagonyalı bir demiryolu işçisinin oğluyum, 
And dağı havası gibi Amerikanım, 
bakır ve petrol yavaşça dönüşürken 
altına uzak krallar için 
hapis, işkence ve kaygı bugün ağır basıyor 
sürüldüğüm anayurdumdan. 
Bir elinde altını 
öbür elinde de bombayı ezen 
bir put değilsin sen. 
Sen, benim gibisin, benim daha önce olduğum şey gibi, 
savunmamız gereken şeysin, en temiz Amerika’nın 
kardeş yeraltı, sıradan insanlar 
caddelerde ve sokaklarda. 
Benim kardeşim Juan ayakkabı satıyor, 
tıpkı senin biraderin John gibi, 
bacım Juana patates soyuyor 
tıpkı kuzenin Jane gibi, 
ve benim kanım tıpkı senin kanın gibi Peter, 
maden işçilerinin ve denizcilerin kanı. 
Sen ve ben açacağız kapıları 
böylece Ural havası girecek 
mürekkepten perdeleri aşarak, 
sen ve ben anlatacağız hiddetle: 
“Sevgili beyefendi, buraya kadar, geçemezsiniz öteye”. 
Çünkü biziz sahibi dünyanın, 
ve burada işitmek istemiyoruz 
makineli tüfeklerin vızıltısını, fakat bir şarkı olabilir 
ve ondan sonra bir şarkı daha ve bir tane daha burada.
Pablo Neruda 
"Canto General"den "Que despierte el leñador"