Kolorado ırmağının batısında
sevdiğim bir yer vardır. 
Koşuyorum oraya içimde titreyerek 
çalkalanan ne varsa, neyim varsa, 
ne isem ve neyi savunuyorsam. 
Bazı yüksek kızıl kayalar var, 
binlerce elli o yabanıl hava yapmış 
onların biçimini: 
uçurumdan yükseldi kör kırmızı utanç 
ve onda dönüştü bakıra, ateşe ve güce. 
Amerika, gerilmiş bizon derisi gibi, 
orada, dörtnalın hafif, berrak gecesinde 
yıldızla ışıltılı tepelere doğru 
içiyorum yeşil çiyden yapılmış kadehinden. 
Evet, bu kekre Arizona’dan ve zorlu Wisconsin’den 
Milwaukee’ye doğru rüzgâra ve kara karşı yolculuk ederek 
ya da West Palm’ın yakan bataklıklarında, 
yakınında Tacoma’nın çam ormanlarının, 
yoğun çelik kokusunda ormanının, 
dolandım ben ana toprağında senin, 
mavi yapraklar, çağlayanların taşı, 
sonsuz müzik gibi titreyen fırtınalar, 
manastırlar gibi ibadette ırmaklar, 
ördekler ve elmalar, topraklar ve sular, 
buğdayın doğduğu yerde sonsuz bir sessizlik. 
Orada, benim merkezi kayamda, uzatırdım 
gözlerimi, kulaklarımı ve ellerimi havaya doğru 
işitene dek, kitapları, lokomotifleri, karı, mücadeleleri, 
fabrikaları, mezarları, bitkileri, adımları, 
ve Manhattan’dan gemi üstündeki ayı, 
dokuma tezgahının şarkısını, 
toprağı yutan demirden kaşığı, 
kondor vuruşuyla matkabı 
ve kesen, ezen, koşan ve diken ne varsa: 
yaratıkları ve hâlâ dönen tekerleği ve doğumu. 
Seviyorum çiftçinin küçük evini. Genç anneler uyuyor 
demirhindi şerbeti gibi kokuyorlar, ve çarşaflar 
yeni ütülenmiş. Ateş harlı 
soğan tarlalarının çevrelediği binlerce kulübede. 
(Erkekler ırmak kenarında şarkı söylerken 
dipteki taşlar gibi kabadır sesleri: 
yükselir tütün kendi geniş yapraklarından 
ve sızar ateşten bir ruh gibi bu evlerin içine) . 
Missouri’nin içlerine gel, gör peyniri ve unu, 
hoş kokulu tahtalar, kemanlar gibi kırmızı, 
mühürlüyor erkek buğday tarlasını, 
ekmeğin ve yoncanın kokusunu alan 
o mavi yeni eyer vurulmuş tay: 
çanlar, gelincikler, demirciler, 
ve yıkılmak üzere olan taşra sinemalarında 
gösterir dişlerini aşk 
topraktan doğan o düşlerde. 
Senin barışındır sevdiğimiz, masken değil. 
Savaşçı yüzün güzel değil 
güzel ve enginsin, Kuzey Amerika. 
Irmaklarının kenarındaki çamaşırcı kız gibi 
kökün alçakgönüllü bir beşikten, 
göz kamaştıran beyazdan. 
Bilinmeyende biçimlenmiş 
peteğinin barışı tatlılığındır. 
Oregon’un balçığıyla eli kızıllaşmış 
insanını seviyoruz, sana müziği getiren 
zencini, fildişinin ülkelerinde doğan: 
seviyoruz şehrini, özünü, 
ışığını, tekniğini, Batı’nın 
enerjisini, arı kovanından ve köyünden 
barışçı balını senin, 
o büyük yetişkin çocuk traktörün üstünde 
Jefferson’dan sana miras kalan yulaf, 
hızla yuvarlanan tekerlek ölçüyor 
okyanussu toprağını senin, 
fabrika dumanı ve yeni bir mahalleden 
binlerce öpücük: 
senin çiftçi kanını seviyoruz biz, 
mazot damlayan halkın elini. 
Çayırlıkların gecesinde, geçmişte olduğu gibi şimdi, 
ağırbaşlı sessizliğindeki bizonun derisinde 
dinleniyor heceler, ben olmadan önce ne olduğum 
ne olduğumuz hakkındaki şarkı. 
Mellville bir deniz çamıdır, dallarından 
fışkırır bir karinanın kıvrımı, tahtadan 
ve gemiden bir kol. Whitman, mısır tarlaları gibi 
sayılamaz, Poe kendi matematik alacakaranlığında 
Dreiser, Wolfe, 
yokluğumuzdaki yeni yaralar, 
ve yakın zamanlardan Lockridge, herkes bağlı derine, 
bir çokları da gölgeye bağlı: 
onların üzerinde alazlanıyor yarıkürenin aynı şafağı 
ve onlardan yaratıldık biz olan şey. 
Muhteşem çocuklar, kör kaptanlar, 
ara sıra ürkmüşler olayların ve yaprakların arasında, 
sevinç ve acıyla bölünmüş sözleri, 
çayırlıklar altında akışkan trafik, 
ne çok ölü gömülü orada göremeden ovaları: 
işkence edilmiş masumlar, yeni peygamberler, 
çayırlıkların bizon derisi üzerinde. 
Fransa’dan, Okinawa’dan, Leytes’in atollerinden 
(Norman Mailer yazmıştı bunlar hakkında) 
hiddetli havadan ve dalgalardan 
geri döndü hemen hemen bütün oğlanlar. 
Hemen hemen hepsi... Yeşil ve acıydı onların 
çamurdan ve terden oluşan hikâyeleri: çok nadir 
işitmişlerdi mercan kayalıklarının şarkısını, 
adalarda ölmelerini saymazsak, belki hiç dokunmamışlardı, 
ihtişam ve rayihadan oluşan taç yapraklarına: kan ve gübre 
peşini bırakmadı onların, kir ve fareler 
ve bitkin, avuntusuz ve savaşan bir yürek. 
Ama döndüler işte şimdi geriye, 
karşıladınız onları 
engin toprağınızın geniş mekanında 
ve içe kapandılar (geri dönenler) 
sayısız, isimsiz yapraklardan oluşan 
bir taç yaprağı gibi 
yeniden doğmak ve unutmak için.
Pablo Neruda
"Que despierte el leñador"(Uyansın Oduncu), "Canto General"den