Çingeneler gürültülü yığınlarıyla
   Besarabya kırlarında göç ediyorlar.
   Bugün bir su yamacında obalarıyla
   Onlar harap çergelerde geceliyorlar.
   Özgürlük gibi, konakları sevinç dolu
   Ve barışçıl uykuları gökler altında;
   Yarım asılı kilimlerle örtülü
   Arabaların tekerleri arasında
   Yanıyor ateş. Bir aile ocağın yanında
   Akşam aşını pişiriyor. Yüzünde çayırın
   Otlanıyor atlar. Çergenin ardında
   Açıkta yatıyor evcil bir ayı.
   Her şey dipdiri bağrında bozkırın:
   Sabahleyin kısa yolculuğuna hazır
   Çingene yuvalarının barışçıl tasası,
   Kadınların şarkıları, çocuk bağırışları,
   Ve yürüyüş örsünün çınıltısı.
   Ama sonra üzerine göçebe kampının
   İniyor uykulu bir sessizlik,
   Sadece duyuluyor ıssızlığında kırların
   Köpek havlaması ve at kişnemesi.
   Her yanda alazlar sönmüş,
   Her şey dingin, ay parıldıyor
   Bir başına yücelerinden gökyüzünün
   Ve sessiz obayı aydınlatıyor.
   
  ***
 
Yaşlı bir adam çergesinde uyumuyor;
   Son ısısıyla ateşin ılınmış,
   Karşısında korların oturuyor o,
   Ve gecenin buğusuyla puslanmış
   Bozkırın derinlerine doğru bakıyor.
   Yaşlı adamın körpe kızı
   Issız kırlarda gezintiye çıkmış,
   Kız gönlünce çapkınlığa alışmış,
   Döner, ama artık gece,
   Ve artık ay terkeder birazdan
   Uzak göklerin bulutlarını,
Zemfira hâlâ yok; ve soğuyor bir yandan
   Yavan yemeği ihtiyarın.
       Ve işte geliyor. Kırda peşinden
   Yetişmeye çalışıyor bir delikanlı;
   Genç adam tanıdık görünmüyor çingeneye.
   "Babacık," - diyor, açıklıyor genç kız, -
   "Konuk getiriyorum; onu tepenin
   Ötesinde tenhada buldum
   Ve bu gece obamıza çağırdım.
   Çingene olmayı diliyor bizim gibi;
   Ardından yasalar kovalıyormuş,
   Ama arkadaş olacağım ona ben,
   Adı Aleko, nereye olursa olsun
   Yanımda yürümeye amade."
       Yaşlı Adam:
   Memnun oldum. Sabaha dek bizim
   Gölgeliği altında kal çergemizin
   Yahut bulun bizde daha uzun zaman,
   Nasıl dilersen. Ben hazırım
   Bölüşmeye ekmeğimizi ve barınağımızı.
   Bizim ol, alış bizim yazgımıza,
   Gezgin yoksulluğumuza ve özgürlüğümüze -
   Aynı arabada yola çıkarız
   Yarın sabahleyin şafak sökerken;
   İstediğin zanaatı eyle:
   İster demir döv ya da şarkı söyle
   Ve ayı ile köyleri dolaş istersen.
     Aleko:
  Kalıyorum.
     Zemfira:
  Benim olacak o,
   Benden onu kim koparabilir?
   Ama gece oldu... Yeni ay
   Ağdı; karanlığı örtündü kırlar,
   Ve uyku bürüyor şimdi gözlerimi...
     Işıdı. Geziniyor yaşlı adam
   Sessiz çergenin dolayında usul.
"Kalk, Zemfira: Güneş doğmada,
   Uyan, konuğum! vakit oldu!..
   Bırakın keyif uykusunu çocuklar!.."
   Ve gürültüsü halkın çevreyi sardı;
   Çergeler toplandı; arabalar
   Yolculuğa başlamaya hazır.
   Her şey birlikte kımıldadı, işte deviniyor
   Kalabalık yalpalayıp ovanın düzünde.
   Merkepler asma selelerle üstünde
   Oynayan çocuklar götürüyor;
   Kocalar ve kardeşler, kızlar ve karılar,
   Yaşlısı ve genci iz ize yürüyor;
   Çığlık, patırtı, Çingene nakaratları,
   Ayının homurtusu, onu bağladıkları
   Zincirlerin dayanılmaz şakırtısı,
   Pılıpırtıların parıldayan alacalığı,
   Yaşlıların ve çocukların çıplaklığı,
   Gayda çağıltısı, teker gıcırtısı,
   Köpeklerin havlayışı ve uluyuşu,
   Her şey kıt, yabanıl, her şey ahenksiz,
   Ama her şey öyle dirice keyifsiz,
   Bizim ölgün gönençlerimizden öyle yoksun
   Ve bu amaçsız yaşama öyle yabancı ki,
   Tıpkı kölelerin biteviye ezgileri gibi!
   ***
 
Delikanlı umutsuzca seyrediyordu
   Ovada terkedilen yerleri
   Ve kaderinin gizli nedenlerini
   Yorumlamaya cesaret edemiyordu.
   Siyah gözlü Zemfira onun yanı sıra,
   Şimdi o, dünyanın özgür bir yaşayanı,
   Ve neşe içinde baş ucunda güneş
   Işıldıyor görkemiyle gün ortasının;
   Ya nedir delikanlının yüreğini sarsan?
   Nasıl bir tasayla bitkin düşmüş?
     Tanrı’nın küçük kuşu bilmiyor
   Ne emek, ne bir tasa;
Çırpınışlar içinde kurmuyor o
   Uzun ömürlü bir yuva;
   Uzun gecelerde dalga uyuyor;
   Kırmızı güneş yükseliyor,
   Kuş Tanrı sesine kulak veriyor,
   Coşuyor ve şarkı söylüyor.
   Doğanın güzel çağı baharın peşinden
   Yürüyüp geçiyor yakıcı yaz -
   Ve ıslak günleri sisler içinde
   Getiriyor geç kalan güz:
   Sıkıntı insanlara, insanlara tasa;
   Küçük kuş ötesinde mavi denizin
   Uzak ülkelere, sıcak diyarlara
   Uçuyor yeniden bahara değin.
     Tasasız kuşcağıza benzeyen
   O, göçebe sürgün de,
   Güvenilir bir yuva tanımamıştı
   Ve hiçbir şeye bağlanmamıştı
   Her yerden bir yolu geçerdi,
   Her konakta bir gölgelik örter üstünü;
   Sabahları uyanırken, gününü
   Tanrı iradesine teslim ederdi
   Ve yaşamın kendine özgü derdi
   Çalkayamıyordu yüreğinin ölgünlüğünü.
   Kimi zaman büyülü şanın
   Uzak yıldızı onu çelerdi;
   Birdenbire gönlüne bazen
   Doğuyordu refah ve eğlenceler;
   Kimsesiz başının ufkunda
   Çok zaman gök gürlediği oluyordu;
   Ama o, kaygısızca boralarda
   Ya da yıldızlar altında uyuyordu.
   Ve yaşıyordu, dinlemeden buyruklarını
   Hileci ve kör yazgının;
   Ama Tanrım! Nasıl da tutkular oynadı
   Yumuşak başlı ruhuyla onun!
   Nasıl bir dalgayla kaynıyordu
Onun acılarla bitkin göğsü!
   Çoktan mı, ne kadar yatışmış durur?
   Taşarlar ama onlar: Görürsünüz!
   ***
   Zemfira:
   Anlat, cancağızım, bana: Acınmıyor musun
   Sonsuzca vazgeçtiğin her şey uğruna?
       Aleko: 
      Nedir, vazgeçtiğim sonsuzca?
     Zemfira: 
      Yani, anlıyorsun:
   Kentler, insanları atayurdunun.
     Aleko: 
      Acınmak niye? Sen hiç bildin mi,
   Gün oldu sen hiç düşledin mi
   Bunaltıcı kentlerin boyunduruğunu!
   Orada surların yığını içinde insanlar,
   Sabahın tazeliğini soluyamıyorlar,
   Duyamıyorlar çimenlerin bahar kokusunu,
   Düşünceyi kovalıyor, utanç duyuyorlar sevgiden,
   Alıp satıyorlar kendi özgürlüklerini,
   Putların boyun büküyorlar önünde
   Ve para diliyorlar zincirlerle bir.
   Nedir vazgeçtiğim? Heyecanı aldatışların,
   Peşin kanıların kör yargısı,
   Kovalayışı çıldırmış yığınların
   Ya da muhteşem bir yüzkarası.
       Zemfira: 
      Ama orada saraylar nasıl görkemli,
   Orada rengarenk halılar,
   Orada oyunlar, ışıltılı şölenler var,
   Kızların giyimi orada ne kadar zengin!..
 
Aleko: 
      Işıltılı eğlenceleri uzak dursun!
   Sevgi olmayan yerde, olmaz neşe de.
   Kızlarsa... Sen onlardan çok daha hoşsun
   Gösterişli giysilerden yoksun,
   İnciler, gerdanlıklar yokken göğsünde!
   Değişme sen, benim canım, sevecenim!
   Bense... Yaşamda aşkı ve özgürlüğü
   Seninle paylaşmak biricik dileğim.
   Paylaşmak bu gönüllü sürgünlüğü!
     Yaşlı Adam: 
      Bizi seviyorsun, yetiştinse de
   Varlıklı bir halkın arasında.
   Özgürlük her zaman tatlı gelmez ama
   Bitip büyüyenlere gönenç içinde.
   Bizde bir söylence var:
   Çar bir zamanlar sürgün etmişti
   Aramıza güneyli bir ihtiyarı.
   (Eskiden biliyordum, unuttum şimdi
   Onun bilmecemsi tuhaf lakabını.)
   Geçkin yaşlarında bulunuyordu artık,
   Ama iyicil ruhuyla genç ve diriydi -
   Harikulade şarkı yeteneği vardı,
   Suların çağıltısına sesi benzerdi -
   Ve herkes pek sevmişti onu,
   Yaşıyordu Tuna’nın kıyılarında,
   Kimselerin incitmeden gönlünü,
   İnsanları büyüleyerek şarkılarıyla;
   Dupduruydu niyetlerinden yana,
   Çocuklar gibi zayıf ve sıkılgandı;
   Yedi kat yabancı insanlar ona
   Av avlıyor ve balık tutuyorlardı;
   Buzlandığı zaman coşkun nehir
   Ve savrulduğu zaman kış kasırgaları,
   Yumuşak postlarla bedenini
Kaplıyorlardı kutsal ihtiyarın;
   Ama yaşamda üzünçlerine yoksunluğun
   Alışmayı başaramıyordu hiçbir zaman;
   Yurtsuzlanmıştı, kupkuru ve solgun,
   Diyordu ki, tanrısal gazap
   Onun cezalandırmış işlediği suçu...
   Bekliyordu yetişmesini bir kurtuluşun.
   Ve kutsuz, daima özlem çekiyordu,
   Dolaşırken Tuna’nın kıyılarında,
   Acı acı gözyaşları döküyordu,
   Uzaklardaki kentini anımsamayla,
   Ve tutsu söyledi, ölümünden sonra
   Güneye götürsünler diye
   Yurt özlemi çeken kemiklerini,
   O yabancı toprağın ölümle de
   Huzura ermeyen konuklarını!
       Aleko: 
      İşte bu, yazgısı senin oğullarının,
   Ey Roma, ey çınlayan küre!...
   Sevginin şarkıcısı, şarkıcısı tanrıların,
   Söyle sen bana, nedir şan?
   Sin uğultusu, övgü sadası mı,
   İsli bir gölgeliğin altında yoksa
   Yabanıl bir Çingenenin anlatısı mı?
   ***
   İki yaz geçti. Öyle dolaşıyorlar
   Yine Çingeneler barışçıl topluluğuyla;
   Dirlikle ve konukseverlikle karşılaşıyorlar.
   Onlar eskisi gibi yine her yanda.
   İtmiş bukağılarını aydınlanmanın,
   Aleko özgür tıpkı onlar gibi;
   Kaygısızca ve hayıflanmasız
   Yürütüyor göçebe günlerini.
   Hep aynı Aleko o ve aynı aile;
   Geçmiş yıllarını anmaksızın bile,
   Benimsedi Çingene törelerini.
Seviyor gölgeliğini konaklarının,
   Ve sonsuz avarelik tutkularını,
   Ve yoksul, çınıltılı dillerini.
   Öz mağarasından kaçkın bir ayı
   Tüylü konuğu onun çergesinde,
   Kasabalarda, kırsal yol boyu
   Bir Moldava avlusunun önünde
   Temkinli bir kalabalığın karşısında
   Hem külfetle dansediyor, hem böğürüyor,
   Hem de usanç veren zincirini kemiriyor;
   Yaşlı adam dayanıp yolculuk sopasına
   Tembel tembel tef çalıyor,
   Aleko bir şarkıyla ayıyı taşıyor,
   Zemfira halk arasında dolaşıyor
   Ve onların gönülden haracını alıyor.
   Gece indiği zaman hep üçü bir
   Pişiriyorlar derilmemiş darılarını;
   İhtiyar uyuyunca, yolunda her şey...
   Çergenin altı sessiz ve karanlık.
   ***
   Bahar güneşinin altında ihtiyar
   Isıtıyor soğumaya duran kanını;
   Salıncakta bir aşkı şarkılıyor kızı.
   Aleko dinliyor ve rengi sararıyor.
     Zemfira: 
      Yaşlı koca, hırçın koca
   İster kes, yak ister,
   Sapmam; korkmuyorum
   Ne bıçaktan, ne ateşten.
     Nefret ediyorum senden,
   Çekinmiyorum senden:
   Ben başkasını seviyorum,
   Ölüyorum onun sevgisinden.
     Aleko: 
      Sus. Usandım şarkıdan,
   Yabanıl şarkıları sevmiyorum.
 
Zemfira: 
      Sevmiyorsun? Bana ne bundan!
   Ben şarkımı kendim için söylüyorum.
     İster kes, yak ister;
   Hiçbir şey söylemem;
   Yaşlı koca, hırçın koca,
   Onu bilemezsin sen.
     Bahardan diri o,
   Yaz gününden ateşli;
   Nasıl genç ve cesur!
   Nasıl seviyor beni!
     Onu nasıl sardım
   Issızlığında gecenin!
   Nasıl güldük o zaman
   Ak saçlarına senin!
       Aleko: 
      Sus, Zemfira! Usandım iyice...
     Zemfira: 
      Öyleyse, şarkımı anladın mı?
     Aleko:
  Zemfira!
       Zemfira: 
      Özgürsün kızmakta istediğince,
   Sana dair söylüyorum ben şarkımı.
     Uzaklaşıyor ve şarkı söylüyor: Yaşlı koca vb.
       Yaşlı Adam: 
      Evet, anımsıyorum, anımsıyorum, bu şarkı
   Yakılmıştı ta bizim çağlarımızda.
   Bu dünyanın neşesinde nicedir artık
   Böyle söylene gelmede insanlar arasında.
   Kagul bozkırlarında göçtüğümüz sıra,
   Kış gecelerinde bazen olurdu,
   Kızını sallarken ateşin karşısında
Benim Mariula söylerdi bunu.
   Usumda benim geçmiş yıllar
   Saatten saate daha belirsizlenmede;
   Ama bu şarkı işlemiş bir yarayla
   Belleğimde benim en derinlere.
   *** 
   
   Her şey sessiz; gece. Ay ışığıyla süslü
   Güneyin açık-mavi ufukları.
   Zemfira uyandırdı ihtiyarı:
   "Ah, babam! Aleko bu gece ürkütücü.
   Dinle, arasında ağır uykusunun
   İnleyişlerini ve hıçkırıklarını onun."
     Yaşlı Adam: 
      Dokunma. Koru suskunluğunu.
   Bir Rus söylencesi duymuştum:
   Şimdi, bu yarı gece zamanında
   Uykuda daraltırmış insanın soluğunu
   Ev perileri; tan ağarmadan önce
   Giderlermiş. Sen otur benim yanımda.
     Zemfira: 
      Baba! Zemfira! diye mırıldanıyor.
     Yaşlı Adam: 
      Gönlünde onun dünyalara değersin sen;
   O, uykusunda bile seni arıyor.
       Zemfira: 
      Geçti, soğudum sevgisinden,
   Sıkıldım; yüreğim özgürlük diliyor,
   Artık ben... Ama sus! Duyuyor musun sesini?
   Başka bir adı ünlüyor...
     Yaşlı Adam: 
      Kimin adını?
     Zemfira:
Duyuyor musun? Kısık inleyişini
   Ve diş gıcırtısını kızgın!.. Bu fena!..
   Onu uyandıracağım...
     Yaşlı Adam: 
      Boşuna,
   Gece perisini kovma,
   O kendisi gider...
     Zemfira: 
      Yatakta döndü,
   Doğruldu, sesleniyor bana... Uyandı,
   -Ona gidiyorum, hoşçakal, uyu.
       Aleko: 
      Neredeydin?
       Zemfira: 
      Babamla oturdum.
   Seni bir peri bunaltıyordu;
   Düşünde acılar yakıyordu
   Ruhunu; beni korkuttun:
   Dişlerini gıcırdatıyordun uykuda
   Ve beni çağırıyordun.
     Aleko: 
      Sen, düşüme girdin,
   Gördüm, aramızda bizim güya...
   Ürkünç düşler gördüm!
       Zemfira: 
      İnanma aldatıcı düş görmelere.
     Aleko: 
      Ah, inanmıyorum gerçekliğine hiçbir şeyin:
   Ne düşlere, ne tatlı ant vermelere,
   Hatta inanmıyorum yüreğine senin.
   ***
 
Yaşlı Adam: 
      Niçin sen, genç divane,
   Niçin ah ediyorsun her an?
   Burada insanlar özgür, gökyüzü aydın,
   Ve kadınlar ün salmış güzelliğiyle,
   Ağlama: Keder bitirir seni.
     Aleko: 
      Baba, o artık sevmiyor beni.
       Yaşlı Adam:
  Tasa etme, dostum; o daha bebek.
   Değil bu kederin senin usa uygun:
   Sen ıstıraplı ve çetin seviyorsun,
   Kadın yüreğiyse, eğlenerek.
   Bak: Uzak gök kemerinin engininde
   Özgür başına dolanıyor ay;
   Bütün doğaya yolu üzerinde
   Eşitçe pırıltısını döküyor o.
   Her bulutu gözlüyor özenle,
   Her birine gür aydınlık veriyor
   -İşte bak,- geçti bir diğerine;
   Onu da ama az süre ziyaret ediyor.
   Kim gökte aya sınır gösterebilir,
   Ona diyebilir dur, orası yerin!
   Taze kızın gönlüne kim söyleyebilir,
   Yalnızca birini sev, başkalaşma sen?
   Tasa etme.
       Aleko: 
      Nasıl da seviyordu.
   Nasıl, bana sevecen hayranlığıyla,
   Kırların dingin ıssızlığında
   Gece saatlerini geçiriyordu!
   Çocuksu sevincine bürülü,
   Candan cıvıltılı sesiyle
   Ya da estiren öpüşüyle
Nasıl da benim gam yükümü
   Bir anda dağıtmaya yetiyordu!..
   Ve neylenir? Zemfira sevgiden döndü!
   Benim Zemfiram artık soğudu!..
     Yaşlı Adam: 
      Dinle: Yaşadığım bir olayı diyeyim,
   Ben öz öykümü sana nakledeyim.
   Çok, çok zaman önce, Tuna kıyısını
   Tehdit etmemişken henüz tecim -
   (Nasıl tazeleniyor, görüyorsun,
   Aleko, yine benim eski acım.)
   Bizler padişahtan korkardık o zamanlar;
   Ve Bucak’ı bir paşa yönetiyordu
   Yüksek kulelerden Akkerman’da.
   O yıllar pek gençtim; ruhum
   Coşkuyla kaynıyordu o devirde;
   Ve o sıralar henüz saçlarımda
   Ak yoktu bir tel bile, -
   Güzel genç kızların arasında
   Biri vardı... Nice zaman seyrettim,
   Güneşle bakıştığımız gibi hayranlıkla,
   Ve sonunda onu benim addettim...
       Ah, gençliğim benim, nasıl hızla
   Balkıdı bir düşlemde akan yıldızca!
   Tükendiniz ama siz, aşkın çağları,
   Daha da çabuk: bir yıl sevdi beni yalnızca,
   Yalnızca bir yıl boyu sevdi Mariula.
     Bir ara Kagul suları yöresinde
   Yabancı bir obaya raslamıştık;
   Çözmüşlerdi o Çingeneler çergelerini
   Bir dağ eteğinde yanında bizimkilerin,
   İki gece birlikte konaklamıştık.
   Kalkıp gittiler bunlar üçüncü gece, -
   Ve, küçücük kızını koyup geride,
   Gitti, takılıp peşlerine benim Mariula.
   Ben tatlı uyuyordum; tan aydınlığıyla
Uyandım, baktım kadınım yok:
   Ararım, seslenirim, imi bile kayıp.
   Özleyip ağlıyordu Zemfira,
   Ağladım ben de, o zamandan beri
   Dünyanın soğumuşum bütün kızlarına;
   Asla aralarında benim gözlerim
   Seçmedi kendime bir yaşam yoldaşı,
   Ve yalnız ve boş yıllarımı
   Artık kimselerle paylaşmadım.
       Aleko: 
      Peki, nasıl oldu sen koşmadın
   İzinden hemen o uygunsuzun
   Ve hem o yağmacıların, hem o soysuzun
   Yüreğine hançeri saplamadın?
       Yaşlı Adam: 
      Ne diye? Gençlik kuşlardan daha özgür;
   Zaptetmek aşkı kimin elinde?
   Sevinç sırasıyla herkese devrolur;
   Olmuş bulunan, artık olmaz yeniden.
       Aleko: 
      Değilim ben öyle. Hayır, savaşmadan
   Bağışlamam kimseye kendi haklarımı!
   Bari öcümle olsun tat alırım.
   Yo, hayır! Uyurken düşman
   Onu bulsam uçurumu başında denizin,
   Yemin olsun, burada o iblisin
   Bedenine tekmem aman tanımazdı;
   Denizin dalgalarına, ürkü duymaksızın,
   O savunmasızı itiverirdim;
   Ve ansızın uyanışının korkusunu
   Öfkeli bir kahkahayla perçinlerdim,
   Ve uzun süre düşüş uğultusu
Bana tat ve gülme verirdi.
   ***
   Genç Çingene: 
      Bir daha... Bir öpüş daha...
     Zemfira: 
      Vakittir. Kocam kıskanç ve huysuz.
     Çingene: 
      Bir… veda için… ama doyasıya!
     Zemfira: 
      Hoşçakal, gelmeden o henüz.
     Çingene: 
      Söyle, ne zaman yeniden buluşacağız?
       Zemfira: 
      Ay battığı zaman, bu gece,
   Tepenin ardında, üzerinde sinliğin...
     Çingene: 
      Atlatıyor! Gelmeyecek!
     Zemfira: 
      İşte o! Kaç!... Geleceğim, sevgilim.
   ***
   Aleko uyuyor. Bulanık
   Bir görüntü usunda kıpırdıyor;
   Bir çığlıkla karanlıkta uyanıp
   Kıskançlıkla kolunu uzatıyor;
   Ama ürperen kolu onun
   Dolanıyor soğuk örtülerde,
   Kadını uzaklarda Aleko’nun...
   Sarsıntıyla doğruldu ve kulak veriyor...
   Her şey sessiz, içini ürkü sarıyor,
   Bedeninde ateşler ve buzlar koşuyor;
   Kalkıyor, çergeden çıkıyor dışarı,
Korkunç o, dolaşıyor çevresini arabaların;
   Her şey durgun; kırlar susuyor;
   Karanlık; ay sislerin ötesine ağmış,
   Belli belirsiz çıtlıyor oyuncu ışığı yıldızların,
   Belli belirsiz çiyde seçilen ayak izleri
   İlerdeki tepelerin ardına uzanmış:
   Sabırsızlık içinde ivedi yürüyor o,
   Uğursuz izin çektiği yere doğru.
       Yolun sonunda, arkada,
   Ağarıyor belli belirsiz önündesin...
   Oraya doğru dermansızlanan ayakları
   Sürünüyor, bir önseziyle bitkin,
   Dizleri titriyor, titriyor dudakları,
   Yürüyor.. ve birden.. düş mü bu yoksa?
   Birdenbire görüyor yakında iki karaltıyı
   Ve fısıltıları duyuyor tam yanıbaşında,
   Üzerinde kirletilen sinliğin.
       1. ses: 
      Yeter...
       2. ses: 
      Kal biraz...
     1. Ses: 
      Yeter, sevgilim.
     2. Ses: 
      Hayır, hayır, kal, sabah edelim.
       1. ses: 
      Geç oldu.
       2. ses: 
      Ne kadar ürkekçe seviyorsun.
   Bir dakika!
 
1. ses: 
      Sen mahvedersin beni.
       2. ses: 
      Bir dakika!
       1. ses: 
      Ya benim yokluğumda
   Uyanırsa kocam?..
     Aleko:
   Uyandım ben.
   Nereye! Öteye adım atmayın siz ikiniz;
   Siz mezarın üstünde de rahat edersiniz.
     Zemfira: 
      Canım, sen kaç, kaç...
     Aleko: 
      Yerinde kal!
   Nereye, güzel delikanlı?
   Yıkıl!
   
  Hançeri ona saplıyor.
      Zemfira: 
      Aleko!
       Çingene: 
      Ölüyorum...
     Zemfira: 
      Aleko, öldüreceksin onu!
   Bak: Bütün bulandın kana!
   Oy, ne yaptın sen?
     Aleko:
Hiçbir şey.
   Şimdi solu aşkıyla onun.
     Zemfira: 
      Hayır, tamam, korkmuyorum senden!
   Tehditlerine senin aldırmıyorum,
   Öldürmene senin lanet olsun...
     Aleko: 
      Peki, öl sen de!
  Onu da hançerliyor.
     Zemfira: 
      Ölürüm sevgisinden...
   ***
   Doğu, tan kızıllığıyla aydınlanmış,
   Işıldıyordu. Aleko tümseğin ötesinde,
   Elinde hançeriyle, kana bulanmış,
   Sin taşının duruyordu üzerinde.
   Önünde ölü bedenler uzanıyordu;
   Katilin müthişti çehresi.
   Korkmuş Çingeneler toplanıyordu
   Çevresinde ürkülü kalabalığıyla.
   Yanda bir mezar kazıyorlardı.
   Yas dizisiyle yürüyordu kadınlar
   Ve ölülerin gözlerini öpüyorlardı.
   Yaşlı baba oturuyordu tek başına
   Ve bakıyordu ölmüş olan kızına
   Dilsiz bir kederin durgunluğuyla.
   Kaldırdılar cesetleri, taşıdılar
   Ve genç çifti yerin
   Soğuk sinesine yatırdılar.
   Aleko uzakta seyrediyordu
   Her şeyi... Ve örttüğünde ölülerin
   Üzerini son avuç toprak
   O, suskun, usulca eğildi
   Ve kayadan otlara devrildi.
       O zaman yaşlı adam yaklaşıp, dedi:
"Terket bizleri sen, mağrur kişi!
   Bizler ilkeliz, yok yasalarımız,
   Biz insanı parçalamıyoruz, biz asmıyoruz -
   Bize yok gereği kanın ve ıstırabın -
   Ama bir caniyle yaşamak istemiyoruz...
     Sen ilkel baht için doğmamışsın,
   Sen kendine özgürlük diliyorsun yalnız;
   Bize dehşet verir düşünüşün senin:
   Biz korkağız ve iyi ruhumuz,
   Sen kötü ve cesursun, terket bizleri,
   Elveda, esenlikler seninle olsun."
     Söyledi, ve gürültülü topluluğuyla
   Göçebe kafilesi devindi
   Konakladığı bu facia ovasından.
   Ve az sonra bozkırın derinlerinde
   Silindi gözden; Bir araba yalnızca,
   Acıklı kilimiyle üstü örtülü
   Terketmiyordu bu uğursuz düzlüğü.
   Tıpkı böyle kış öncesinde bazen,
   Puslu bir sabah zamanı,
   Havalanır yüzeyinden kırların
   Sürüsü en son turnaların,
   Çığlıklarla savrulur güneye doğru,
   Ve ölümcül bir kurşun yarasıyla
   Biri kalır geride mahzun,
   Salınıp kalır kırılmış kanadıyla.
   Gece indi; gam yüklü arabada
   Artık kimse ateşi kurmadı,
   Artık bu gezici damda sabaha kadar
   Kimse dingin uykusunu uyumadı.
 
 
Sonsöz
     Büyülü gücüyle terennümün
   Dumanlı belleğimde benim
   Böyle canlanıyor görünümü
   Bazı aydın, bazı kederli günlerin.
     Cenklerin korkunç uğultusunun
   Çok, çok uzun süre sönmediği,
   Ve İstanbul’a Rusun
   Egemen sınırlar gösterdiği,
   İki başlı yaşlı kartalımızın henüz
   Geçmişin şanıyla gürlediği ülkede
   Bir zaman bozkırın derinlerinde
   Yol boylarında kadim konakların
   Rasladım ben uysal özgürlük çocukları
   Çingenelerin barışçıl kafilelerine.
   Tembel topluluklarının peşinde
   Epey zaman bozkırda dolaştım,
   Basit yemeklerini paylaştım
   Ve uyudum ateşlerinin başında.
   Ağır ağır ilerleyişlerinde sevdim
   Şarkılarının sevinçli tınılarını,
   Ve uzun zaman şirin Mariula’nın
   Zarif adını heceledim.
   Ama sizin de mutluluk yok aranızda,
   Doğanın yoksul oğulları!
   Sizin de çergelerinizin altında
   Azaplı uykular barınıyor,
   Sizin de belalardan kurtulmadı
   Göçebe gölgelikleriniz bozkır ortasında,
   Her yerde uğursuz tutkular,
   Ve yok bir savunma yazgı karşısında.
 
 
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Çeviren Azer Yaran
1824