Şiir, Sadece

26 Ekim 2013 Cumartesi

Orizaba Yakınında Melankoli

Bir ırmaktan, bir geceden,soğuk havada kendisini gösteren
ve dağıtan gökyüzünün bütün enlemlerinde
bazı yapraklardan başka ne var ki sana?
O yüzden açılıyor aşkın yelesi
kar gibi ya da bölünmüş adalar denizinin suyu gibi,
ateşin yeraltındaki gıcırtısı gibi,
ve tekrar bekliyor kulübelerde
yaprakların çok sık olarak titreyerek
düştüğü yerde, yutulduğu yerde bu esneyen gırtlakta,
ve yağmur parıltısı yayıyor kendi sarmaşık bitkilerini
gizli mısır tohumunun çanlarla ve damlalarla dolu
yapraklarla buluşmasından, değil mi?

Ne kadar da nemli bir sesi var
uğuldayan uyuyan atın kulağında
ve sonra batan malt yapılmış buğdayın altınına
ve üzümde berrak bir gün getiriyor gün için.
Seni çağıran dehlizsiz, duvarsız Güney’deki yerde
ne bekliyor seni?
Toprak çanak elinde dinliyorsun ova çiftçisi gibi
ve kulak kabartıyorsun köklere:
uzaklardan korkunç bir fırtınası yarıkürenin,
karabinalıların dörtnalları don soğuğunda:
sudan yapılmış incecik liflerle zamanı diken iğnenin
ve yıpranmış dikişinin çatladığı yerde:
maviyle dolu ağzıyla uğuldayan
gecenin yabanıl yarığında bulduğun ne?

Belki bulunur uzun süredir saklanmış bir gün, bir diken
uzatıyor o eski günde çözünen suçunu
ve yırtıyor o çok eski bayrakları.
Kim korudu o kasvetli ormandan bir günü, kim
bekledi taşın bazı saatlerini, kim dönüyor etrafında
zamanın mahvettiği mirasın, kim kaçıyor
uzaklaşmadan havanın merkezinden?

Bir gün, umutsuz yapraklarla dolu bir gün,
bir gün, bir ışık, gök yakut mavisi soğuğuyla parçalanmış,
önceki günün boşluğunda saklı bir sessizlik dünden,
uzak bölgelerin kibirli sessizliğiyle.

Seviyorum meşinden karmakarışık saçını senin,
senin yabanıllıktan ve külden Antarktik güzelliğini,
döğüşken göklerinin acı dolu ağırlığını:
seviyorum beni beklediğin o günün esen havasını,
biliyorum ki toprağın öpüşleri değişmez, ve değişmiyor,
biliyorum ağacın yaprağı düşmüyor, ve düşmüyor:
biliyorum aynı şimşek koruyor metallerini
ve bu korunmasız gece aynı gecedir,
fakat bu benim gecemdir, fakat bu benim bitkimdir,
saçlarımı tanıyan buz soğuğu gözyaşlarındaki su.

Keşke beni dün insanda bekleyen şey olabilseydim,
defne yaprağıyla, külle, yığınla, umut
yayıyor göz kapaklarını kanda,
mutfağı ve ormanı dolduran kanda,
siyah tüyle örtünen demir gibi fabrikalar,
kükürt ekşisi terle delik deşik madenler.

Sadece bitki ülkesinin ısıran havası değil bekleyen beni:
sadece karın ihtişamı üzerindeki şimşek değil:
soğuktan iki ürperti gibi yükseliyor gözyaşları ve açlık
anayurdun kulesine ve çalıyor çanları:
Ve bu yüzden, ortasında hoş kokulu göğün,
bu yüzden, Ekim parıldadığında ve Antarktik
ilkbahar kaydığında şarabın pırıltısında,
işitilir bir şikayet ve bir tane daha ve bir tane daha
ve bir tane daha bulana kadar karı ve bakırı,
yolları ve gemileri,
ve sızana dek gecenin ve toprağın içinden
ta onları işiten kanayan gırtlağıma.

Halkım, ne diyorsun? Gemici,
piyade, belediye başkanı, güherçile işçisi,
işitiyor musun beni?
İşitiyorum seni ölmüş birader, yaşayan birader,
işitiyorum seni,
özlediğin her şeyi, toprağa gömdüğün şeyi, her şeyi,
kuma ve denize akıttığın kanı,
korkutan ve savaşmaya devam eden rast gelinen yürek.
Ne buluyorsun Güney’de? Nereye düşüyorsun, yağmur?
Ve arada, hangi ölüler kırbaçlanmış?
Benim, Güney’den gelenler, terk edilmiş kahramanlar,
acı öfkeden dağılmış ekmek,
kalıcı üzünç, açlık, katılık ve ölüm,
düştü yapraklar üzerlerine onların, bu yapraklar,
askerin göğsü üzerindeki ay, bu ay,
sefilliğin sokağı, ve insan
sessizliği her yanda, soğuk damarları
tepedeki kampanaya kaçamadan katılaştıran
ruhumun ışığını duyarsız bir metal gibi.
Filizlerden oluşan anayurt, çağırma beni,
uyuyamam kristalden
ve karanlıktan oluşan bakışın olmadan.
Boğuk çığlığı suların ve yaratıkların titretiyor beni
ve dolaşıp duruyorum düşlerde kıyısında yüceltilmiş köpüğünün
ta senin mavi kuşağındaki en kıyıdaki adada.
Fakir bir gelin gibi uysalca çağırıyorsun beni.
Senin çelikten büyük ışığın kamaştırıyor beni ve arıyor beni
köklerle örtülmüş bir kılıç gibi.
Anayurt, paha biçilmez toprak, yiyip bitiren, alazlı ışık:
ateşin ortasındaki kömürün düşüşü gibi
korkunç tuzun, çıplak gölgelerin senin.
Beni dün bekleyen şey olsaydı yalnızca, ve
bir avuç gelincikte ve tozda direnç gösteren şey olsa yarın.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan
1942