Şiir, Sadece: 2013-04-21

27 Nisan 2013 Cumartesi

Yetiştim Greve

Yetiştim altından daha da ötesine:
Orada bulunuyordu henüz insanları
birleştiren o ince ip, orada yaşıyordu
insanların saf kuşağı.
Geçirdi ölüm dişlerini onlara,
altın, o ekşi dişler ve zehir
yayıldı onlara karşı, fakat halk
yığdı kapının ardına bir çakmaktaşını,
şefkati ve kavgayı iki paralel su gibi
köklerin ipi, ağaç gövdesinin dalgaları gibi
aksın diye bırakan
dayanışan bir arsaya dönüştü.

Gördüm uykusuzluğu yaran
birleşmiş kollardaki grevi,
ve kavganın titreyen bir molasında
gördüm ilk kez tek yaşayan şeyi!
İnsan hayatlarının birliğini.

Harap ocaklarıyla
direncin mutfaklarında, gözlerinde
kadınların, o güzelim ellerde
ki yavaşça yayılmıştı
bir günün işlevsizliğine,
tanınmayan mavi bir denizde gibi,
o çok olmayan ekmeğin kardeşliğinde
yenilmez birliktelikte, filizlenen
bütün taştan tohumlarda,
kendini acizliğin tuzuna yükselten
bu değerli narda,
buldum en sonunda yitik temeli,
şefkatin uzak kentini.


Pablo Neruda
“Evrensel Şarkı”dan

Yerliler

Kendi derisinden kaçtı yerli
eski azametin derinine, oradan da bir gün
yükseldi adalara: yenilmiş olarak
dönüştü görünmeyen atmosfere,
yaydı kendisini toprakta ve serpti
gizli işaretlerini kumun üzerine.

Ayı israf eden, dünyanın
gizemli yalnızlığını tarayan,
o muazzam taşta yükseltmeden kendisini
dolaşmayan, havayla taçlanmış,
kendi ormanlarının görkemi altında
o göksel ışık gibi kalıcı olan,
tüketti kendisini birden tek bir ip kalana dek,
kırışıklıklara dönüştürdü kendisini,
akan kendi kulelerini ezdi
ve aldı paçavralardan paketini.

Gördüm onu Amatitlán’ın manyetik
tepelerinde, kemiren genişlikleri
gizemli suyun: bir gün gitti o
kalan kuş ve köklerden artığıyla
ezen haşmetine
Bolivya dağlarının.
Ağladığını gördüm onun,
çılgın şiirden oluşan kardeşim benim,
Alberti, bu Araukanya bölgeleri,
onlar Ercilla’yı kuşattıkları zamanki gibi
ve adı anılan ilk kırmızı tanrılar yerine,
sadece ölülerden mavi siyah bir zincir vardı.

Daha uzaklarda, Ateş Ülkesi’nin
vahşi su şebekesinde,
yükseldiklerini gördüm, ah dik tüylü kurtlar,
o sefil sallarda
dilenmek için ekmeğini Okyanus’ta.

Her bir lifini öldürdüler
onların ıssız bölgelerinde,
ve yerli avcısı aldı
kelleler karşılığında o kirli banknotları
havanın efendilerinden, Antarktik’in,
karla kaplı yalnızlıklarının krallarından.

Bu cürümü ödeyenler oturuyorlar
bugün Parlamento’da, kayda geçiriyorlar
Başkanlık Sarayı’nın ofisleriyle evliliklerini,
yaşıyorlar Kardinallerin ve Genel Müdürlerin arasında,
fakat Güney’in efendilerinin
kesilmiş gırtlakları büyüyor çiçekler gibi.

Araukanya’da şimdiden yok edildi şarapla
mağrur kuş tüyü,
butikler tarafından mahvedildi,
avukatlar tarafından karartıldı
onların zengin soyguncularına hizmet ederken,
ve bu toprakta, ve yollarda öldürenler
silah atımlarıyla, savunusu
bizim kendi kıyılarımızın
göz kamaştıran gladyatörünün,
geldi ateş ederek ve pazarlık yaparak,
onlara Barışı Oluşturanlar denildi,
ve apoletleri çoğaldıkça çoğaldı onların.

İşte böyle kaybetti her şeyini o, göremeden bir zerresini,
işte böyle tamamlandı,
yerlinin göremediği, mirasından
dökülen: görmedi hiç bir savaş sancağını
bırakmadı ki ok vınlasın, yıkansın kanda,
fakat herkes emdikçe emdi onu azar azar,
resmi makamlar, yankesiciler, toprak sahipleri,
çaldılar onun imparatorsu uysallığını,
herkes hapsetti ağında ceketini onun,
ta ki sürene dek onu Amerika’nın en son
bataklığına kanayana dek son damlasına kadar.

Ve yeşil ovalardan, salınan yaprakların
sonsuz, saf göğünden,
ağır granit yapraklardan inşa edilen
o ölümsüz meskeninden
sürdüler onu harap olan kulübeye,
sefaletin çorak lağımına.
Göz kamaştıran çıplaklıktan,
o altın göğüsten, o soluk belden,
ya da onun derisinde bütün çiyi toparlayan
mineralsi süslerden,
sürdüler onu paçavra iplere,
hoyratça fırlattılar yıpranmış pantolonları ona,
ve havanın arasından böylelikle dolaştı
yamalanmış haşmeti bir zamanlar onun olan bu dünyada.

İşte böyle oluşturuldu bu ıstırap.

Bir hainin gelişi gibi görünmezce
oldu bunlar, kanser gibi fark edilmezce,
ta ki düşene dek, babamız,
ta ki ona bir hayalet olmayı öğretene dek onlar
ve açtıkları tek kapıdan gidene dek,
başka yoksulların kapısından, dövülmüş
bütün yoksulların bu dünyadaki kapısından.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

İnsan Yaşamını...

İnsan yaşamını (ayrıntılarıyla)
Anlatabiliriz (ortalama) iki saat içinde.
Döküp saçarak ne kadar sır varsa,
Değiştirerek ses tonunu inandırıcı biçimde.

(Beş aşağı beş yukarı) yüz yirmi dakikada
Konabilir ortaya, anlatılabilir.
Dökük, kırık, doğru, eğri ne varsa;
Beşik mezara bağlanabilir.

Fakat onur kırıcı bir şey yine de: Yenildi, içildi,
Konuldu, göçüldü -hepsi iki saat içinde-
Boyun eğdirildi krallara, camlar kırıldı
Göklere hücum edildi.
Dağlar yerinden oynatıldı, ormanlar yakıldı
İki saat içinde olup bitti hepsi!


Boris Slutski
1971
Türkçesi: Ataol Behramoğlu

26 Nisan 2013 Cuma

Yıldızlardan Kartal, Sabah Sizinden Şarapdağı

Yıldızlardan kartal, sabah sisinden şarapdağı.
Kaybedilmiş kale, kör pala.
Yıldızla süslenmiş kemer, kutsal ekmek.
Dalgalanan basamak, sınırsız gözkapağı.
Üç köşeli tünik, taşın çiçektozu.
Granitten lamba, taşın ekmeği.
Mineralsi yılan, taşın gülü.
Batık yelkenli, taşın kaynağı.
Ay'ın atı, taşın ışığı.
Gündönümünün çeyrek-dairesi, taşın dumanı.
Sonlu geometri, taşın kitabı.
Boralarla çevrili buzdağı.
Batık zamanların yıldız mercanı.
Şefkatli ellerle taranmış sur.
Tüyle savunulmuş gökyüzü çatısı.
Aynasal dal, fırtınanın yüreği.
Sırnaşık şarapla mahvolmuş taçlar.
Kana susamış toynağın saltanatı.
Taşduvara fırlatılmış fırtınalı denizyeli.
Kımıltısız turkuvaz katarakt.
Orda uyuyanların yurtsever çanı.
Boyun eğmiş kar yığınlarının metal halkası.
Dayanaklarında dinlenen demir.
Erişilmez ve içe kapanık fırtına.
Puma pençesi, kana susamış kaya.
Kulesel gölge, kar tartışması.
Parmaklarda ve köklerde yükselen gece.
Sislerin penceresi, merhametsiz güvercin.
Gecesel gelişme, yıldırımın ikonu.
Dağzinciri, denizin çatısı.
Kaybolmuş kartalların mimarisi.
Gökyüzü halatı, doruğun arıbalı.
Kan düzeyi, el yapımı yıldız.
Mineral havakabarcığı, kuvartz'dan ay.
Anddağı yılanı, horozibiğinin alnı.
Sessizliğin kubbesi, öldürülemez memleket.
Denizin gelini, katedrallerin ağacı.
Tuzun dalı, siyah kanatlı kiraz ağacı.
Karbeyaz kaya dişleri, buz soğuğu şimşek.
Ürkütülmüş ay, tehditkâr taş.
Soğuğun saçı, havanın devinimi.
Ellerin volkanı, kara katarakt.
Gümüşsü dalga, zamanın yönü.


Pablo Neruda
"Alturas de Macchu Picchu"dan, "Canto General"

Bekle Beni

Bekle beni, döneceğim
Bütün gücünle bekle.
Bekle, sarı yağmurlar
Hüzün getirdiğinde.
Bekle karda, tipide
Bekle, bunaltırken sıcak
Bekle, kimseler beklemezken
Geçmişi unutarak.
Bekle, uzak yerlerden
Mektup gelmez olduğunda.
Bekle, birlikte bekleyenler
Beklemekten usandığında.

Döneceğim, bekle beni
Ve iyilik dileme
Artık unutmak gerektiğini
Söyleyenlere.
Varsın oğlum ve anam
Yok olduğuma inansınlar,
Varsın, yorulup beklemekten
Otursun ateşin başına dostlar
İçsinler o acı şaraptan
Rahmet dileyerek yitene
Bekle. O şaraptan
İçmekte acele etme.

Bekle beni, döneceğim
Tüm ölümlerin inadına.
Varsın, beklemeyenler
Yorsunlar bunu şansa.
Anlayamayacak onlar
Nasıl ortasında ateşin
Kurtardı beni
Senin bekleyişin.
Nasıl sağ kaldığımı
İkimiz bileceğiz sadece:
Başardın beklemeyi sen
Kimsenin bekleyemediğince.


Konstantin Simonov
Türkçesi: Ataol Behramoğlu

25 Nisan 2013 Perşembe

Yokluk

Daha senden ayrılmamıştım bile,
girdin içime, kristal gibi,
ya da titreyerek,
ya da huzursuz, tarafımdan yaralanmış,
ya da aşkla dolu, gözlerini
kapatır gibi sana sürekli verdiğim
hayatın armağanına.

Sevgilim,
birbirimizle karşılaştık,
susuzduk, ve içtik
bütün suyu ve kanı,
birbirimizle karşılaştık,
açtık,
ve ısırdık birbirimizi
ateşin ısırdığı gibi,
yaralar içinde kaldık.

Fakat bekle beni,
sakla şirinliğini bana.
Bunun karşılığında
bir gül vereceğim sana.


Pablo Neruda
“Kaptanın Dizeleri”nden

Tez Tutun Elinizi İyi İşler Yapmada

Pek de iyi günler geçirmedim üvey babamla,
Ama odur beni yetiştiren yine de.
Ve bundan ötürü
Üzülürüm bazen
Onu bir şeylerle sevindiremediğime.

Ölüm döşeğinde, sessizce can çekişirken,
-Anamın anlattığı-
Gün günden
Daha çok adımı anıyor, yolumu gözlüyormuş
"Şurka olaydı, beni kurtarırdı..."

Köyümüzde yoksul bir kocakarıya
Derdim ki:
Öyle seviyorum ki seni
Büyüyünce bir ev çatacağım sana
Odununu ben yaracağım
Ben satın alacağım ekmeğini.

Çok şey düşledim
Çok şey vaat ettim.
Leningrad kuşatmasında ihtiyar
Kurtulurdu ölümden belki;
Bir gün geciktim, fakat geri vermez o günü yüzyıllar ...

Binlerce yol geçmişliğim var şimdi.
Yetişir gücüm, ekmek almaya da ev çatmaya da
Ne ki üvey babam yok artık
Yaşamıyor o kocakarı da

Tez tutun elinizi iyi işler yapmada.


Aleksandr Yaşin
Türkçesi: Ataol Behramoğlu

24 Nisan 2013 Çarşamba

Yoksulluk

Çok da hevesli değilsin,
yoksulluk
korkutur seni,
çok da istekli değilsin
pazara yıpranmış ayakkabılarla gitmeye
ve eski giysilerle eve dönmeye.

Zenginlerin arzuladığının tersine
sefaleti sevmeyiz biz,
sevgilim. Bugüne dek
insan yüreğini kemiren şeyi
çekip çıkaracağız ikimiz çürük bir diş gibi.

Fakat istemem ki
korkasın ondan.
Eğer sorumlusu bensem evine gelmesinden,
eğer yoksulluk kovalamışsa
altın renkli ayakkabılarını,
bırakma kovalamasına gülüşünü, hayat ekmeğini.
Ödeyemezsen kiranı,
gururlu adımlarla git işe,
ve bakışlarımın seni izlediğini düşün sevgilim,
ve yeryüzünde daha önce hiç görülmemiş
en büyük servetiz biz birlikteyken.


Pablo Neruda
“Kaptanın Dizeleri”nden, 1952

Savaş Bittiği Gün

Savaş bittiği gün, o şölen gününde
Tüm namlular ilan ederken zaferi;
Bir an, özel bir duyguyla
Sarsıldı hepimizin yüreği:

Yolun sonunda, vardığımız o uzak ülkede
İlk kez vedalaştık, ateş gümbürtüsü altında;
Savaşta yaşamını yitiren herkesle,
Canlılar ölülerle nasıl vedalaşırsa.

Ruhlarımızın derinliğinde, o zamana kadar,
Vedalaşmamıştık öylesine dönülmezce;
Bir eşitlik vardı aramızda sanki,
Bir sayım listesiydi ayıran bizleri sadece.

Aynı savaş yolunda yürümekteydik yan yana,
Ve paylaşmaktaydık aynı savaşçı yoldaşlığını.
Onların zorlu yazgısıydı parlayan bizim de alnımızda,
Bize de uzak değildi bu yazgı.

Fakat şimdi, bu özel dakikada
Yücelik ve hüzünle dolu bu an,
Ayrılıyorduk artık sonsuzca,
Bu salvo ateşleri ayırıyordu bizi onlardan ...

Uğuldayan çeliği namluların
Anlattı bize, artık yitikler arasında sayılmayacağımızı;
Ve yiterek bir duman içinde, uzaklaşmadaydı gitgide,
Şehit arkadaşlarla dolu kıyı.

Yoğun tabakası arasından günlerin ve yılların
Bu ateş dalgaları çekip götürüyordu onlardan bizi.
Ve onlar bir şey söyleyemezlerdi. Dilsizdiler.
Ve sallayamazlardı arkamızdan ellerini.

İşte böylece, ezikliği içinde yazgımızın,
Vedalaştık bu bayram gününde dostlarla.
Onlar ki son gününe dek savaşın
Bizimle aynı saftaydılar daha ...

Onlar ki yarısına kadar ancak
Geçebilmişlerdi büyük yolunu o kanlı yılların:
Onlar ki kimisine daha
Mezar olmuştu balçıklı suları Volga'nın.

Onlar ki henüz Moskova önlerinde,
Derin karlara gömülüp kalmışlardı;
Varoşlarında şehrin, öncü birliklerde,
1941 kışı.

Ve öldüler, ümit bile edemeden,
Son bir saygı görevi yapılacağını;
Arkadaş eliyle serpilmiş
Bir toprak tümseği altında uyumayı.

Hepsiyle bir bir vedalaştık, hepsiyle,
Yazgıları eşit olmasa da
General olanlarla da ölüm öncesinde,
Çavuş olacak kadar az yaşayanlarla da ...

Yarıya indirilmiş sancakların
Aynı büyük örtüsü altında
Vedalaştık içimizden, bir bir
Tüm şehit arkadaşlarla.

Vedalaştık. Ve dindi uğultusu ateşlerin.
Ve zaman akıp geçti.
Bir avuç toprak olan o kardeşlerin
Üstünde ağaçlar kaç kez yaprak değiştirdi.

Ve yeniden yeniden yapraklar yeşerecek,
Büyüyecek çocuklarımız ve torunlarımız.
Fakat her zafer gününde, her salvo ateşinde
Biz o büyük ayrılığı anımsayacağız.

Hayır, bir saygı görevi değil bu sadece,
Sürüp giden bu anı, ruhumuzda.
Ve savaş dalgaları-
Sürüp gittiğinden de değil hala.

Onlar, karışıp toprağa ve ölümsüzlükleriyle
Bize yiğitlik örneği olanlar
Dünyada en son savaşın
Kurbanı da sayılsalar;

Nasıl unutabiliriz onları, nasıl? ..
Nasıl yaşarız, ayırıp kendimizi onlardan?
Nasıl görmeyiz onların gözleriyle dünyayı,
Ve nasıl işitmeyiz onların kulaklarıyla bazen ...

Ve sonuna vardığımızda yaşam kavgasının,
Gelip çattığımızda ölümün eşiğine,
Kayıtsız kalabilir miyiz o arkadaşların
Dostluğuna ya da sitemine ...

Çünkü ot değiliz biz ve ot değil onlar ...
Aramızdaki bağ koparılamaz.
Öyle bir yakınlıktır ki bizi birleştiren,
Ona ölüm bile ulaşamaz ...

Sizler! Dünya savaşının şehitleri!
Bizim mutluluğumuz için toprağa karışanlar!
Yaşayanlar kadar sizin için de
Söylüyorum türkülerimi...

Sizinim ben dostlar, sorumluyum size
Canlılara karşı nasıl sorumluysam.
Ve bir gün, alçalırsam yalan söyleyecek kadar,
Sapmamam gereken bir yola saparsam;

Ve eğer inanmadığım sözler söylersem bir gün,
Onları gereğince yayamadan daha
Ve henüz tepki gelmeden yaşayanlardan
Sizin sessiz siteminiz ulaşacak bana ...

Ve ölenlerin vereceği yargı
Sarsar, en az canlılarınki kadar ruhu.
Yaşasın içimde son nefesime dek,
Zaferin ve o büyük vedalaşmanın salvosu ...


Aleksandr Tvardovski
Türkçesi: Ataol Behramoğlu

23 Nisan 2013 Salı

Yol Arkadaşları

Sonra geldim başkente, sisle ve yağmurla
sersemce doymuş.
Hangi tür sokaklardı bunlar?
Yıl 1921, elbiseler dolup taşıyordu sokaklarda
bunaltıcı dumanında kahvenin, gazın ve tuğlanın.

Öğrencilerin arasında dolaşıyordum, anlamadan,
bendeki duvarları güçlendiriyordum ve arıyordum
her akşam zavallı şiirimde
kaybolmuş dalları, damlaları ve o ayı.
Şiirin dibinde arıyordum, her akşam dalıyordum
şiirin suyuna, sarılıyordum
belirsiz içgüdülere, terk edilmiş bir denizin fırtına martılarına,
sarılıyordum gözlerimi kapatmama
ve kendi özümde batmama.
Karanlıklar mıydı, yoksa sadece
yeraltının gizli ve nemli yaprakları mıydı?
Hangi yaralı maddeden kayıp gitmişti ölüm,
kollarıma ve bacaklarıma dokunmuştu,
gülüşümü yönlendirmişti
ve kazmıştı caddelerde mutsuz bir kuyuyu.

Yaşamak için dışarı çıktım: büyüdüm ve pekiştim
sefil sokaklarda dolandım durdum,
merhamet beslemeden, çılgınlığın sınırlarında
şarkı söyleyerek. Duvarlarda attı boyası yüzlerin:
ışığı görmeyen gözler, bir suç gibi aydınlattı
eğilen sular, yalnız bir küstahlığın
mirası gibi, mağaralar
yok edilmiş yüreklerle dolu.
Onlarla dolaştım durdum: sadece onların korosunda
tanıyabildi sesim doğduğu yalnızlıkları.

İnsan olmak için daldım içeri,
alevlerin içerisinde şarkı söyleyerek – gece arkadaşlarının
hoş geldin karşılamalarıyla,
benimle birlikte meyhanelerde şarkı söylemişlerdi
ve bana sempatiden daha fazla duygu göstermişlerdi
onların düşmansı ellerinin koruduğu birden fazla ilkbahar vardı
tek bir ateş, düşmüş varoşların
gerçek filizi.


Pablo Neruda

Otlar Kitabı

Ah, hayır, ben ırmağın yamacındaki kent değilim,
Sadece armasıyım o kentin.

Kentin arması değil, bir yıldızım
Üstünde kent armasının

Karanlık suda bir konuk değilim gökten,
Sadece adıyım bir yıldızın ben.

Ne ses, ne giysiyim karşı kıyıda,
Işık saçabiliyorum yalnızca.

Hayır, senden gizli bir yıldız değilim,
Ben, savaşta yıkılmış bir evim.

Ev değil, toprak bir tabyayım kalede,
Senin evinin anısıyım belki de.

Sana yazgının yolladığı bir dost değilim,
Ben uzak bir atışın sesiyim.

Seni deniz ötesi bozkıra götüreceğim,
Orada nemli toprağa düşeceğim.

Ve dönüşeceğim bir bebek otlar kitabına,
Başım anne yurdun bağrında.


Arseni Tarkovski
Türkçesi: Ataol Behramoğlu

22 Nisan 2013 Pazartesi

Yolcu

Ve dolaştım durdum denizlerden limanlara.
Maçunaların ve meyhanelerin arasından
açığa çıkardı dünya
tortuları ve dilenci yığınlarını,
bordaların yanında
aç hayalet sürüleri.
Uykudaki ülkeler, kumda kurumuş,
çölden gelen ışıklı giysiler
ve bol entariler, kireç tutmuş güçlerin
tozlu ağındaki petrolün yağlı deliğini gözetleyen
akrepler gibi silahlanmış.

Burma’da yaşamıştım, kubbelerin
Zengin metali ve yeşil çalılıkları arasında,
kaplanın kendi kanlı altın çemberini
yaktığı yerde. Dalhousie Caddesi’ndeki
pencerelerimden geliyor o betimlenemez koku,
pagodaların yosunu, tütsülerin kokusu ve dışkı,
insan kokusunun ağır bastığı bir dünyadan
çiçek tozu ve barut.
Çekip aldı beni sokaklar
safran sarısı maddelerin ve kırmızı tükürüklerin
baş döndüren çırpınışlarıyla
İrrawadhy’nin kirli dalgalarının yakınlarında,
suyun yağı, kanı ve petrolü
en azından tanrılarının balçıklarında derin uyuduğu
kuzeye doğru yücelerden dalga dalga gelmişti.


Pablo Neruda
(1927)
"Yo soy / Canto General"den

Yedinci Duyu

Gökdelenler kurmada çeşit çeşit
Mimarların şanlı emeği.
Fakat insan başka bir şey istiyor artık;
Var olandan daha iyisini.

Kitaplar daha iyi daha iyi yazılmakta
Öyle ki olanaksız okumak hepsini.
Fakat insan daha başka bir şey istiyor artık;
Var olandan daha iyisini.

Duyular incelmede incelmede gitgide
Sayıları beş değil altıdır şimdi.
Fakat insan başka bir şey istiyor artık;
Var olandan daha iyisini.

Gizli nedensellikleri çözmek için
Açmak için bilinmez yolları
Altıncı duyunun yerini
Yedinci duyu almalı.

Kendine göre hakkı var herkesin
Tanımlamaya yedinci duyuyu.
Belki de geleceği
Apaçık görme yetisidir bu ...


Leonid Martinov
1952
Türkçesi: Ataol Behramoğlu