Şiir, Sadece: 2016-01-10

16 Ocak 2016 Cumartesi

Evrenin Oluşumu

Ne karanlık ne kaos. Karanlık
gören göz ister, sesin
ve sessizliğin kulakları gereksindiği gibi
ve ayna, biçimler ister kendini mesken tutan.
Ne uzam ne de zaman. Hatta ne de
Kafasında kuran bir tanrısal güç,
Zamanın ilk gecesinden önceki sessizliği,
Sonsuzlaşacak olan o ilk geceden.
Karanlık Herakleitos’un koca ırmağı
Gizemli yatağında dur durak bilmeden
Akar gider geçmişten geleceğe,
Akar gider bir unutuştan ötekine.
Hâlâ acı çeken bir şey. Yakaran bir şey.
Sonra gelir dünya tarihi. Şimdi.


Jorge Luis Borges
Sonsuz Gül

Ben

O kafatası, o gizli yürek, kanın
Hiç görmediğim o yolları,
Düşlerin o yeraltı dehlizleri, o Protheus,
O iç organlar, o ense, o iskelet.
Onların hepsiyim ben. Garip ama,
Bir kılıcın, önce altına, sonra külrengine,
Sonra da hiçliğe dönüşerek batan
Yapayalnız bir güneşin de anısıyım ben.
Limanda yavaş yavaş yaklaşan gemileri
Seyreden biriyim. O az bulunur kitaplar,
Zamanla aşınan gravürler de;
Göçüp gitmiş ölüleri kıskanan da ben.
İşin daha garibi bir evin bir köşesinde
Bu sözcükleri ağ gibi ören o adam olmam.


Jorge Luis Borges
Sonsuz Gül

Hilal-i Ahmer

Cemiyet-i necibesi huzurunda


Hâbil ile Kaabil, iki kardeş... Bize tarih
Kardeşliği bir sahne-i hûn-rîz ile telvîh
Etmekte ve enzâra o timsâl-i mehîbin
Bir hande-i lanet gibi mûhis, gazab-âkin
Binlerle tecellîsini sermektedir. İnsan
Masum u melûm, âsim ü nadim, vatanından,
Ulvî vatanından bu cedel-gâh-ı sefile
Bir kahr-ı müebbedle ve bir nefy-i ebedle
Tağrîb edilirken, ona bir sayha-i gaybî
«Yüksel» demiş; ondan gelecek nesl-i garibi
Hem zillete hem gayrete mahkûm eden, alçak
Bir hilkati yükselmeye tahris ile yormak,
Yormak ve yaşatmak dileyen Hâkim-i kahhâr,
İsyanına bir kanlı ceza eylemiş ihzar:
—Evlâd-ı beşer mahvederek mahvolacaktır,
Her lâhza bu vâdî-i belâ kan dolacaktır!
Evlâd-ı beşer, işte şu uhlûte-i ezdâd:
İblis ü melek, akl ü cünûn, şefkat ü bî-dâd.
Gayzın, garazın cümlesi magbûn ü zebûnu,
Hep birbirinin düşmen-i can, tesne-i hûnu.
Hep tefrika ektikleri, biçtikleri hep kîn;
Geçtikleri yerlerdeki iz bir hatt-ı hûnîn
Gıybet ve riya yüzlerinin tâb-ı nikaabı,
Kardeş kanı sâgarlarının köhne şarâbı.
Öldürme zafer, yıkma şeref, nehb ü heder şân;
Mâruf adı buğz ü sitemin adı ve... ihsan.
Hak bir ezelî hâtıra, mahkûm-ı teseyyüb;
Kaanûn şu yumulmuş koca el: müst-i tagallüb.
İnsanları sevmek, korumak seyn, acımak ayb;
Bir nefs-i a'kûr, elde kılıç, hâkim-i lâ-rayb:
Başlar bütün efrâhte-i kayd-ı mübâlât,
Yalnız ayak altında kalanlarda müsavat...
Makdûru bu zâten, kara toprakta sürünmek;
Toprak ona her şey; ona mesken, ona ekmek.
Ekmek, su, hayât, onda bütün feyz ü nasibin;
Lâkin sen o hırsınla... sen, ey ravza-i gaybin
Matrûd-ı seb-âlûdu, o hırsınla hayâtı
Zehretmedesin kendine; hırsın sademâtı
İm'ânını sarsıp yıkıyor, artık elinden,
Artık ayağından ve başından ve dilinden
Kan serpiliyor, kan yağıyor, kan coşuyor, kan!
Bak hâline, gaafil, su kızıl kütle-i hüsran
Sensin; senin ârâyisi-i kahrın şu mezarlar!
Bak serm ile bir kerre: Şu karşındaki manzar
Bir ma'reke, bir maktel-i cân-sûz; o yatan şey;
Bak bak, şu mülevves, şu soğuk ciyfe...O bir bey,
Bir zabit, otuz yılda açılmış koca bir gül,
Bir aile evlâdı, bir ümmîd-i vatan... Gül,
Sen gül, ve ferahlan, ve övün; işte zaferler,
Şanlar, saçılar, velveleler... Lâkin o muğber,
Sâmit taşın altındaki, ondan ne haber-dâr?
Heyhat! Yazıklar sana, ey tıynet-i hûn-hâr!
Nefret senin elvâh-ı fecîinden! O kandan,
Kadan, yaradan, giryeden, evcâ ü figandan
Mec'ûl olan elvâh-ı nuhuset, o gam-efzâ
Elvâh-ı cehennem... Yine Rabbin acımış da,
Zehrâbe-i tel'înine bir dem'a-yı rahmet
Mezcetmiş; onun zâde-i mes'ûdu şu hey'et.
Hey'et ki hilâliyle, cemâliyle semavî;
Kudsiyyet-i amal ü fiâliyle semavî!
Hürmet sana, ey —tesliyet-i acze müekkel,—
Düşmüşlere munis ve şifâ-pâs uzanan el!
Hürmet sana, ey kanları simâ-yi beşerden
Rikkatle, metanetle silen şefkat-i zî-fen!
Hürmet sana, ey nâhün-i zehrîn-i vegaayi
Asrın ciğerinden sökecek pençe-i muhyi!
Hürmet sana, ey gurre-i garra-i gül-efsân,
Hürmet sana, hürmet sana...
Lâkin seni vicdan
Hep kanlara batmış ve kızarmış görecekse,
İnsânda bu cinnet daha pek çok sürecekse,
İnsanlığa cidden bu tehâlüf, bu mu'âdât
Makdûr ise, insân buna mahkûm ise... Heyhat!


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


Günümüz Türkçe'siyle

Derneğinin soylu katında


Habil ile Kabil, iki kardeş... Tarih bize
Kardeşliği gösterir bir kanlı sahneyle
Ve o korkunç örnekle gözümüze lânetli
Bir gülüş gibi ürkütücü, çok öfkeli
Binlerce görüntüyü serer. İnsan
Suçsuz ve azarlanmış, günahkâr ve pişman,
Yüce yurdundan bu aşağılık kavga yerine,
Sonsuz bir üzgü ve sürekli bir sürgünle
Gönderilirken, ona gizli bir bağırışla
«Yüksel» demiş; soyundan gelecek kuşağı da
Hem alçalmaya, hem çalışmaya tutsak eden, alçak
Bir yaradılışı yükselmek tutkusuyla yormak,
Yormak ve yaşatmak isteyen güçlü Tanrı,
Şöyle cezalandırmış kendisine başkaldıranları :
— İnsanoğlu yok ederek yok olacaktır,
Bu belâlı geçit hep kanla dolacaktır!
İnsanoğlu, işte şu karşıtların karması
Şeytanla melek, zulümle sevgi, deliyle akıllı.
Öfke ve hınçla hep yanılıp bozulmuş,
Hep birbirinin can düşmanı, kanına susamış.
Ektikleri hep ayrılık, biçtikleri hep kin,
Hep kanlı bir iz geçtikleri yerde kalan.
İkiyüzlülük, dedikodu. yüzlerinin parlak örtüsü;
Kardeş kanı: kadehlerinin eski şarabı.
Öldürme zafer, yıkma şeref, yağmalama şan;
Adalet ile iyilik, adı kin ile küskünlüğün.
Hak öncesiz bir anı, zorunlu unutulması;
Yasa yumulmuş bir koca el.- zorbanın muştası.
İnsanları sevmek, korumak kötü, acımak utanç,
Azgın bencillik, elde kılıç, katı bir yargıç.
Başlar hep özen ve tasa düzeninin yukarısında,
Eşitlik yalnızca ayak altında kalanlarda...
Yazgısı onun bu zaten, kara toprakta sürünmek;
Toprak ona her şey; .ona ocak, ona ekmek.
Ekmek, su, hayat, işte bunlar bütün payına düşen,
Ama sen o tutkunla... sen, ey yitik cennetin
Karanlık sürgünü, o tutkunla yaşamayı
Zehir ediyorsun kendine; tutkunun vuruşları
Dikkatini sarsıp yıkıyor, artık elinden,
Artık ayağından, başından ve dilinden
Kan serpiliyor, kan yağıyor, kan coşuyor, kan!
Bak haline, şaşkın, şu kızıl acıyla yığılan
Sensin; çektiklerinle süslenmiş şu mezarlar!
Utançla bir bak.- Şu karşında görünen nedir?
Can yakan bir savaş, ölüm yeri; o yatan şey,
Bak bak, şu pis, şu soğuk leşe... O bir bey,
Bir subay, otuz yılda açılmış koca bir gül,
Ailenin bir çocuğu, yurdun bir umudu... Gül,
Gül de için açılsın ve övün; işte zaferler,
Şanlar, bağışlar, gürültüler... Ama ne haber
O dargın, suskun taşın altında yatandan?
Yazıklar olsun sana, ey yaradılışı kan döken!
Tiksiniyorum senin o acı tablolarından! O kandan,
Kandan, yaradan, ağlayıştan, inleyişten, acıdan
Oluşan o uğursuz tablolarından, o üzen
Cehennem tablolarından... Yine de Tanrın
Acımış da o yerdiğin ağulu suya bir damlacık
İyilik katmış. Onun mutlu çocuğu bu dernek.
Bir dernek ki ayı ve güzelliğiyle gökçe,
Dilek ve eylemlerinin kutsallığıyla gökçe!
Saygı sana, ey güçsüzlüğü avutan vekil,
Düşkünlere uzanan sevimli, şifalı el!
Saygı sana ey sevecenlik, insanlığın yüzünden
Kanlarını incelik, sabır ve beceriyle silen!
Saygı sana, ey kavgaların ağulu tırnağını
Çağın ciğerinden sökecek gizli pençe!
Saygı sana, ey akpak yüzü gül saçan!
Sana saygı, sana saygı...
Ama seni vicdan
Hep kanlara batmış ve kızarmış görecekse,
İnsanda bu delilik daha pek çok sürecekse,
Doğrusu, insanlığın bu uyuşmazlık, düşmanlık
Yazgısı ise... İnsan buna mahkûm ise... Yazık!

Gökten Yere

Birden bütün harıltısı dehrin sükût edip
Yükseldi bir sadâ-yi müheykel; bu hatifi
Âvâze-yi mutantanın aksiyle en hafi
Evtâr-ı ihtisasa kadar sad ü mükterib,
Manzûr u muhtecib
Her şey derin derin
Sarsıldı bir dakika... Semâ pak ü cevherin
Mes'alleriyle lâ-yetenâhi ve pür-ebed
Bir ma'bed ihtişamını almış, o lâ-yûed
Gözlerle arz-ı hâsi-i seyreyliyor; zemin
— Lerzân adımlarıyla, çolak kollarıyla, gah
Evhama, gah ümide koşan, daima tebâh
Amalinin bakıyye-i enkaaz-ı harım
Nev-hande bir emel gibi memnun kucaklayan
Sükkân-ı zar ü hâirinin bir hatar-nisân
Âsûbe karşısındaki vaz'-ı hasarını
Temsil eden husû'-ı zelîliyle mübtehil,.
Ser-geşte, — bekliyordu...
Sada önce ses değil,
Bir kükreyişti sanki, buruşan ü zehre-çâk
Bir tûf-i lerze-rîz-i tehevvür ki, ân-be-ân
Tesdidi igtizâb ile, serpildi nâ-gehân.
Başlar eğildi: fırtınalar sindi; kalb-i hâk
Durmuş gibiydi; cevde kırık bir kanat sesi,
Son kartalın sukuutu; bir insân iniltisi;
Birkaç boğuk fısıltı; ve bir lücce-i sükût...
Yalnız o söylüyordu, semavî haberlerin
Teblîg-i sermedîsine hâs, i'tilâ-karîn
Bir nutk-ı bî-zebân ile
"Hallâk-ı lâ-yemût,
Fâni beşer, yolunda ezelden hazırlamış
Bir zirve-i rehâ. Su semâvâta fırlamış
Mağrur u muhteşem kuleler sence pek bülend,
Pek sanlı, pek sütûde eserlerdir. Eskiden,
Tâ mehd-i hilkatinde, henüz yerde sürtünen
Bir za'fı-mahz iken yine sen böyle hod-pesend
Eflâke tırmanırdın: Ok attın; kanat, balon,
Her vasıtayla uçmaya uğraştın; işte son
Verzislerin de gösteriyor: Kasdın, i'tilâ,
Her lâhza i'tilâ ve teceddüd. Zaman zaman
Düştün; ne baş, ne kol, ne kanat kaldı; nâ-gehân
Bir darbe-i cenah ile bir hamle, bir daha,
Yükseldi nâsiyen yine ulvî bulutlara.
Fâniyyetin ve gaayet-i aczinle kapkara
Bir leyl-i istibâhın içinden sönük, alil
Birkaç suâı reh-ber edip sırr-ı hilkati
Tahkika yol bulan nazarın her hakikati
Bir gün bedâheten görecektir. Ve bî-delîl
Artık yolunda gitmeye kaadirsin. Asuman
Kâfi, dehânı etti asırlarca imtihan.
Her gün başında yıldırım, altında zelzele,
Mat'ûn ü müşteki yaşadın; hep elem, hüzün;
Kandır bütün sehâyifi târîh-i ömrünün!
Hâkim zekâ ve tecrüben artık gavâile.
Ezdin başınla tasları, yendin denizleri;
Tuttun elinle berki, o gurrende ejderi,
Tuttun ve bağladın; o senin şimdi en muti',
En canlı âletin; odur ilkaa-yı ruh eden
Esbâh-ı mümkinâta senin kudretinle, sen
Bî-sübhe kendi kendine bir âlem-î bedi',
Bir âlem-î suûn ü bedâyi'sin... ey hayât,
Ey rûh-ı kâinat,
Takdis edin: Beşer
Takdise müstahaktır; odur Rabb-i hayr ü ser,
Rabb-i mümkinât!"



Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri
Aşiyân, 22 Kânun-ı evvel 1328


Günümüz Türkçe'siyle


Birden dünyanın bütün gürültüsü kesildi,
Büyük bir ses yükseldi; yeri bilinmeyen
Bu tantanalı sesin yankısıyla en gizli
Duygu tellerine kadar üzgün ve şen,
Görünen ve görünmeyen
Her şey derin derin
Sarsıldı bir dakika... Gök temiz, mücevher
Lambalarıyla sonsuz ve uçsuz bucaksız
Bir tapınak görkemine bürünmüş, sayısız
Gözlerle küçük yeryuvarlağına bakıyor, yer
— Titrek adımları, çolak kollarıyla bazı
Kuruntuya, bazı umuda koşan, kırılan
İsteklerinin sıcak yıkıntılarından geri kalanı
Yeni açılmış bir umut gibi sevinçle kucaklayan
Bu şaşkın ve inleyen konukların tehlikeli
Bir kargaşa karşısındaki düşkün halini
Yansıtan bir alçalışla yalvarırcasına,
Afallamış — bekliyordu...
Yankı ses değildi,
Bir kükreyişti sanki, taşkın ve öd koparan
Bir öfkenin titreyen yansımasıydı; sürekli
Artarak kızgınlığı, serpildi ansızın.
Başlar eğildi, fırtına dindi; yüreği toprağın
Durmuş gibiydi; boşlukta kırık bir kanat sesi
Son kartalın düşmesi, bir insan iniltisi,
Birkaç boğuk fısıltı, büyük bir sessizlik...
Yalnız o söylüyordu, gökten gelen haberlerin
Her zamanki bildirimine özgü, yüceliğe yakın,
Sözsüz bir deyişle:
"Ey ölümsüz Yaratan,
Ölümlü insan yolunda çok önceden kurmuş
Bir kurtuluş tepesi. Su göklere fırlamış
Gururlu ve görkemli kuleler sence pek yüce,
Pek şanlı, pek kutlu eserlerdir. Eskiden
Yaratılışın beşiğinde henüz yerde sürünen
Pek zayıfken de sen kurumla yine böyle
Göklere tırmanırdın: Ok attın, kanat, balon,
Her araçla uçmaya uğraştın; işte son
İşlerin de gösteriyor.- Amacın yükselme,
Her an yükselme ve yenileşme. Zaman zaman
Düştün,- ne baş, ne kol, ne kanat kaldı; birden
Bir kanat çırpışıyla bir atılış, bir daha,
Yükseldi alnın yine yüce bulutlara.
Ölümlü ve çok güçsüz oluşunla kapkaranlık
Kuşku gecesinin içinden sakat, sönük
Birkaç ışını kılavuz tutup varlığın gizini
Anlamaya yol bulan bakışın her gerçeği
Bir gün açıkça görecektir. Artık
Kılavuzsuz yolunda gidebilirsin. Yeter, madem
Gökler dehanı yüzyıllardır sınadı.
Her gün başında yıldırım, altında deprem,
Kınandın, yakınarak yaşadın; hep tasa, acı;
Kandır hayat tarihinin bütün sayfaları!
Deneyim ve zekânla artık egemensin belâlara.
Ezdin başınla taşları, yendin denizleri;
Tuttun elinle şimşeği, o gürleyen canavarı,
Tuttun ve bağladın; o şimdi senin en uslu,
En canlı aletin; odur hep can veren
Senin gücünle bütün varlıklara;
Kuşkusuz, kendi başına güzel bir evrensin,
Olaylar ve güzellikler evrenisin... ey hayat,
Ey ruhu evrenin,
Kutsayın. İnsan
Kutsanmayı hak etmiştir; odur tanrısı iyiliğin,
Kötülüğün,
Tanrısı olanakların!"


Tevfik Fikret
Aşiyan, 3 Ocak 1910

15 Ocak 2016 Cuma

Bir Kız Mektebi İçin

Kızlarını okutmayan millet, 
oğullarını ma'nevi öksüzlüğe mahkûm etmiş demektir; 
hüsranına ağlasın!


Osmanlılık, ufukta kızıl bir bulut gibi,
Ulvî bir inkişâf ile etrafa ra'seler,
Endîşeler nisâr ediyor; şanlı mevkibi
Her yanında pâ-yı azmini lerzân, si-keste-ser
Bir inkıyada uyduruyor; bir kırık Salı
Şahane bir donanmaya ancak nasîb olan
Şahane bir zafer taşıyor; en küçük dalı
Tûbâ-yı sıyt u satvetinin dehre fer salan
Bir seh-per-i celâl açıyorken; bugün... Hayır,
Zannetmeyin, bugün düne hasretle ağlamak,
Yâhud dünün sükûhuna nisbetle muhtazır,
Zâ'il bir ibtisâm-i seher, bir sönük şafak,
Bir gölge görmek istiyorum; yok, bugünle dün
Kardeştir; onda gördüğünüz nüsg-i fıtretin
Elbette feyzi bunda da mevcûd; evet, bugün
Siz vâris-i hayâtısınız dünkü milletin!
Osmanlılık... O dünkü sehâmet, O dünkü şân,
Osmanlılık... O dünkü hamiyyet, muhâlaset
Mahvolmamış ve olmayacaktır; bugünkü kan
Aynıyla dünkü kandır; evet, dünkü kan; evet,
Siz, birkaç atlı koskoca bir ülke fetheden
Osmanlı kahramanlığının kan ve nâmını
Hâmilsiniz; bu fıtret o fıtret, bu ten o ten!
Onlar nasıl zemânlarının ihtiramını,
Onlar nasıl o refrefe-yi nur u şevketi
Pîrâmeninde toplayabilmiş bu sancağın?
Târihe söyletin bu mu'allâ hakikati.
Söyletmesek de biz, o sükût etmiyor, bakın:
"Osmanlılar, —diyor— sizin ecdâd-ı pâkiniz
Cidden birer hızâne-i himmetti; en metin,
En zinde bir meram ile asrın ve şübhesiz
Dünyânın en bahadırı onlardı; fahredin,
Mağrur olun... Fakat vatan ikmâl-i şân için
Evlâdının kemâlini ister; o mutlaka
İster ki siz de himmet edin, siz de yükselin.
Yükselmek isteyenlere pervâz için feza
Dâ'im küsâdedir... Yaşamak hem vazifedir,
Hem haktır âdemoğluna. Herkes, küçük büyük,
Mihmâmdır ribât-ı hayâtın; fakat bilir,
Herkes bilir bugün ki, o mihmâna bir çürük
Me'vâ-yi bî-karâr olan âlem hakîkaten
Fâni de olsa hürmete, i'mâr ü hürmete
Lâyık bir âşiyân-ı pederdir. Düşünmeyen
Teşbih eder şu varlığı boş bir seyahate;
Heyhat! O köhne lâne-i mevrûs, odur bugün
İnsan için penâh-ı mukadder; hep ondadır
Dinler, dehâlar, an'aneler; ondadır bütün
İnsanlığın havârik-ı irfanı. Aldatır
Dünyâya boş nazarla bakan kendi kendini...
Tetvic eden bu hârikalardır, güneş gibi,
Eyvân-ı hilkatin ser-i tâc-ı bülendini!"
Osmanlılar, tekâmül-i â'sâra ecnebi
Kalmak sükuuta doğru eğilmektir; i'tilâ
İrfânsız olmuyor. Medeniyyet, ki en celîl
Bir gaayedir, o gaayeye koşmak ve ibtidâ
Millette kaabiliyyeti ihya için asil,
Müsmir bir ictihâd ile gehvâre-yi hayât,
Gehvâre-yi necat olan âguus-ı mâderi
Teçhiz edilmek ister... Evet, sadr-ı ümmehât
Firdevs-i akdes-i medeniyyettir; en geri,
En âciz, en felek-zede millet kadınlığı
Hemşîre-i cehalet edendir!
Verin, verin,
Kalbin, semâhatin, hele ilmin yarattığı
Her şeyde kızların, bu mu'azzez çiçeklerin
Bir hakkı var... Verin!


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


* Ayan Meclisi Reisi Ahmet Rıza'nın şimdiki Kandilli Kız Lisesi'nin bulunduğu binada bir kız lisesi açmak isteğinin gazetelerde haber olarak yayımlanması üzerine Fikret bu şiiri yazmıştır. (Bak : Fahri Uzun, Rübâb-ı Sikeşte ve Tevfik Fikret'in Bütün Diğer Eserleri, 1973, s. 446). Fikret'in kadın hak ve özgürlüklerini savunan «Hemşirem İçin» (Aşiyân, 1324 / 1908, sayı 2; Rübâb-ı Sikeşte, 1900) başlıklı şiiri ile «Neyha-i Bî-sûd» (Servet-i Fünûn, 1314/1898, sayı 400) başlıklı bir de yazısı vardır.


Günümüz Türkçe'siyle


Kızlarını okutmayan ulus, 
oğullarını manevi öksüzlüğe bırakmış demektir; 
yitirdiğine ağlasın!


Osmanlılık, dün ufukta kızıl bir bulut gibi,
Yüce bir gelişimle çevreye ürpertiler,
Tasalar saçardı; yürürken şanlı askerleri,
Her yer kararlı ayağına kapanıp titrer,
Baş eğerdi; ordusunun bir kırık salı
Ancak şahane bir donanmayla ulaşılan
Şahane bir zaferi taşırdı; en küçük dalı
Tuba'nın ünü ve gücüyle evrene ışık saçan
Büyük kanadı gibi açılırdı; ama bugün...
Hayır, sanmayın ki bugün düne özlemle ağlamak,
Yahut dünün yüceliğine göre şimdi ölgün,
Silik bir sabah gülüşü, sönük bir şafak,
Bir gölge görmek istiyorum; hayır, bugünle dün
Kardeştir; orda gördüğünüz yaradılış mayası,
Bereketi elbet bunda da var; evet, bugün
Sizsiniz ulusun dünkü hayatının mirasçısı!
Osmanlılık... O dünkü yiğitlik, dünkü şan,
Osmanlılık... O dünkü yurtseverlik, dostluk
Yok olmamış ve olmayacaktır; bugünkü kan
Dünkü kanın aynıdır; evet, dünkü kanın aynı;
Siz, birkaç atlı koskoca bir ülke ele geçiren
Osmanlı kahramanlığının kan ve adını
Taşıyorsunuz; aynı yaradılış, aynı ten!
Onlar nasıl kazanmış saygısını çağlarının,
Nasıl o ışık ve görkemin kanat gerisini
Toplayabilmiş çevresinde bu sancağın?
Tarihe söyletin bu büyük gerçeği.
Söyletmesek de biz, o susmuyor, bakın :
"Osmanlılar," diyor, "sizin temiz atalarınız,
Gerçek birer çaba hazinesiydi; en güvenli,
En diri bir amaçla yüzyılın ve kuşkusuz
Dünyanın en yiğit kişileri onlardı; övünün,
Gururlanın... Fakat yurt, şanını artırmak için,
Oğullarının olgunlaşmasını ister; kesinlikle
İster ki siz de çalışın, siz de yükselin.
Yükselmek isteyenlere gök, uçmak üzere,
Hep açıktır... Yaşamak hem ödevidir,
Hem de hakkıdır insanın. Herkes, büyük küçük.
Herkes konuğudur hayat köşkünün, ama bilir,
Herkes bilir ki o konuğa bugün bir çürük
Ve ölümlü barınak olan bu dünya, gerçekten,
Geçici de olsa sevmeye, şenlendirip saymaya
Değer bir baba ocağıdır. Düşünmeyen,
Bu varlığı benzetir boş bir yolculuğa;
Yazık! Bize miras kalan o eski yuva bugün
İnsan için yazgının sığınağı; hep ondadır
Dinler, dehalar, gelenekler; ondadır bütün
İnsanlığın kültür harikaları. Aldatır
Dünyaya boş gözlerle bakan kendi kendini...
Konduran bu harikalardır, güneş gibi,
Yaradılışın başına yüksek tacını!"
Osmanlılar, yüzyılların gelişimine yabancı
Kalmak, düşmeye doğru eğilmektir; yükselme
Kültürsüz olmuyor. Uygarlık ki en yüce
Amaçtır, ona doğru koşmak ve öncelikle
Ulustaki yeteneği canlandırmak için soylu,
Verimli bir çabayla hayatın beşiği,
Kurtulusun beşiği olan ana kucağını
Donatmak gerekir... Evet, anaların göğsü
Uygarlığın en kutsal cennetidir; en geri,
En güçsüz, en bahtsız ulus kadınlığı
Kardeşi yapandır bilgisizliğin!
Verin, verin;
Gönlün, cömertliğin, bilimin yarattığı
Her şeyde kızların, bu sevgili çiçeklerin
Bir hakkı var... Verin!

Ferda

Bugünün gençlerine


Ferda senin; senin bu teceddüd, bu inkılâb...
Her şey senin değil mi ki zâten?.. Sen, ey sebâb,
Ey çehre-i behîc-i ümîd, işte ma'kesin
Karşında: bir semâ-yi seher, saf ü bî-sehâb,
Aguus-i lerze-dârı açık, bekliyor... Sitâb!
Ey fecr-i hande-zâd-ı hayât, işte herkesin
Enzârı sende; sen ki hayâtın ümidisin,
Alnında bir sitâre-i nev, yok, bir âf-tâb,
Âfâka doğ, önünde şu mâzî-i pür-mihen
Sönsün müebbeden.

Sönsün müebbeden o cehennem; senin bugün
Cennet kadar güzel vatanın var; şu gördüğün
Zümrüt bakışlı, inci setâretli kızcağız
Kimdir, bilir misin? Vatanın... Şimdi saygısız
Bir göz bu nazlı çehreye — Allah esirgesin, —

Kem bir nazarla baksa tahammül eder misin?
İster misin, şu ak sakalın pak ü muhteşem
Pîsâni-yi vakaarına, bir kirli el demem,
Hattâ yabancı bir el uzansın? Şu makberi,
Razı olur musun, taşa tutsun şu serseri?
Elbet hayır; o makber, o pisâni-yi vakuur
Kudsî birer misâl-i vatandır... Vatan gayyûr
İnsanların omuzları üstünde yükselir.
Gençler, bütün ümîd-i vatan şimdi sizdedir.
Her şey sizin, vatan da sizin, her şeref sizin;
Lâkin unutmayın ki zaman tünd ü mutma'in
Bir hatve-i samût ile ta'kîb eder bizi.
Önden koşan, fakat yine dikkatle her izi
Ta'mîka yol bulan bu yanılmaz mu'âkıbin
Serm-ende-i itabı kalırsak, yazık! Demin

«Ferda senin», dedim, beni alkışladın; hayır,
Bir şey senin değil, sana ferda vediadır;
Her şey vediadır sana, ey genç, unutma ki
Senden de bir hesâb arar âtî-i müsteki.
Maziye şimdi sen bakıyorsun pür-intibâh,
Âti de senden eyleyecek böyle istibâh.
Her uzvu girdibâd-ı havâyicle sarsılan
Bir neslin oğlusun; bunu yâd et zaman zaman.
Asrın, unutma, bârikalar asr-ı feyzidir;
Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir,
Bir ufk-ı i'tilâ açılır, yükselir hayât;
Yükselmeyen düşer: ya terakki, ya inhitat!

Yükselmeli, dokunmalı alnın semâlara;
Doymaz beşer dedikleri kuş, i'tilâlara...
Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;
Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


Günümüz Türkçe'siyle


Bugünün gençlerine

Yarınlar senin; senin bu devrim, bu yenilik...
Her şey senin değil mi zaten?.. Sen, ey gençlik,
Ey umudun güzel yüzü, işte karşında aynan:
Temiz ve bulutsuz, ağaran bir gök,
Titreyen kucağını açmış, bekliyor...Koş, çabuk!
Ey hayatın gülerek doğan sabahı, işte herkesin
Gözleri sende; sen ki hayatın umudusun,
Alnında yeni bir yıldız, hayır, bir güneş,
Doğ ufuklara, önünde şu sıkıntılı geçmiş
Sönsün sonsuza değin.

Bir daha yaşanmasın o cehennem; senin bugün
Cennet kadar güzel yurdun var; şu gördüğün
Zümrüt bakışlı, inci gülüşlü kızcağız
Kimdir, bilir misin? Yurdun... Şimdi saygısız
Bir göz bu nazlı yüze, — Tanrı esirgesin, —

Kötü bir gözle baksa, katlanabilir misin?
İster misin, şu ak sakalın temiz, görkemli,
Onurlu alnına, bir kirli el söyle dursun,
Hatta yabancı bir el uzansın? Şu mezarı
Bırakır mısın, taşa tutsun bir serseri?
Elbette hayır ; o mezar, o onurlu alın
Kutsal birer örneğidir yurdun... Yurt çalışkan
İnsanların omuzları üstünde yükselir.
Gençler, yurdun bütün umudu şimdi sizdedir.
Her şey sizin, yurt da sizin, şeref de sizin;
Ama unutmayın ki zaman ağır, güvenli,
Sessiz adımlarla arkamızdan gelir.
Önden koşan, ama dikkatle her izi
İncelemeye yol bulan bu şaşmaz izleyici
Paylayıp utandırırsa bizi, yazık! Demin

"Yarınlar senin", dedim, beni alkışladın; hayır,
Bir şey senin değil, sana yarın emanettir;
Her şey emanettir sana, ey genç, unutma:
Senden de hesap sorar, yakınır gelecek.
Geçmişe şimdi sen ibretle bakıyorsun,
Gelecek de senden böyle kuşkulanacak.
Her organı ihtiyaç kasırgasıyla sarsılan
Bir kuşağın oğlusun; bunu arasıra anımsa.
Unutma; çağın şimşeklerin bollaştığı çağdır .
Her yıldırımda bir gece, bir gölge yıkılır,
Bir yükseliş ufku açılır, yükselir yaşamak;
Yükselmeyen düşer. ya ilerlemek, ya yıkılmak!

Yükselmeli, dokunmalı alnın göklere;
Doymaz insan denilen kuş yükselmelere...
Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;
Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!

Sultaniye

Fecrin bütün semâsını birden kucaklayan
Bir pencerede, sahne-i hâverle rû-be-rû,
Yıllarca bundan evvele râci', bugün yavan
Bir ser-güzeşt, o günler için macera dolu
Bir ömre nasb-ı fikr ile daldım...Bugünkü ben
Kim der o yirmi beş sene evvelki gölgeyim?
Bir çeyrek asra öyle uzaktan bakıp gülen
Simaya şimdi ben bile bî-gâneyim... O kim?

Kimdir hakikaten şu beyaz bir gelin kadar
Hassas u suh akasyaların gölgesinde gah
Bağıran, gülen, koşan, tepinen; bâzı pür-vekaar
Bir tavr-ı iktinâh ile, bir yanda bir siyah
Cildin zılâl-i lâl-i sütûrunda gaybolan
Cevval u muhteriz çocuk?.. Ey me'men-i sebâb,
Ey me'men-i sebâb ü zekâ, ben de bir zaman
Ettim geniş kanatların altında ihticâb.

Sen sakladın bu ruhu muhitin ziyâ-siken,
Muhnik soluklarından; evet, sen kucakladın,
Tuttun, önüm bütün uçurum, hep sukuut iken.
Cehlin, ta'assubun dudağından kaçan adın.

Gel dinle, ruhumuzda ne hurrem teraneler
Canlandırır, ne hâtıralar titretir, ne saf
Efsâneler, ne mudhikeler güldürür, neler
İkaaz eder, neler yaşatır!.. Fikr için matâf,
Ümmîd için melâz olan âguus-i müşfikin,
Ey pir-i muhteşem, medeniyyet perisine
Bir kehf-i bî-riyâ; ona en mahrem, en yakın
Bensin; biraz düşünme ve kurtulma hissine
Sâhib vatan çocukları hep sende beslenen,
Senden hayât alanlar; en atesli hak sesi
Senden kopar koparsa bu boşlukta bağteten
Sensin cihân-ı fikretin en canlı ma'kesi...

Garb istiyâk-ı fikre açık bir ufuk, ve sen
Şarkın bu ufka ilk açılan bir derîçesi!


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


* Fikret, orta öğrenimini Mekteb-i Sultâni'de (şimdiki Galatasaray Lisesi) yapmış, daha sonra da oraya müdür olmuştur. Bu şiiri de müdürlüğü sırasında (Ocak 1909-Nisan 1910) yazmıştır. (Bak: Salih Keramet Nigar, İnkılâp Şairi Tevfik Fikret, 1943, s. 14).


Günümüz Türkçe'siyle


Tan yerinin bütün göğünü birden kucaklayan
Bir pencerede, karşımda gündoğuşu,
Yıllarca öncesiyle ilgili, bugün yavan
Bir yaşantı, o günler için serüven dolu
Bir hayatı düşünmeye daldım... Bugünkü ben
Kim der ki o yirmi beş yıl önceki gölgeyim?
Bir çeyrek yüzyıla öyle uzaktan bakıp gülen
Yüze şimdi ben bile yabancıyım... O kim?

Kimdir gerçekten şu bir ak gelin gibi
Duygulu ve şen, akasyaların gölgesinde bazan
Bağıran, gülen, koşan, tepinen; ağırbaşlı,
Anlayışlı bir davranışla, bir yanda karakaplı
Bir kitabın dilsiz satırlarının gölgesinde yiten
Atılgan, çekingen çocuk?.. Ey gençliğin sığınağı,
Ey gençlikle zekânın barınağı, bir zaman
Ben de gizlendim altında geniş kanatlarının.

Sen sakladın ruhumu çevrenin ışığı karartan
Boğucu soluğundan; evet, sen kucakladın
Tuttun, önüm bütün uçurum, ben düşmekteyken.
Bilmezliğin, softalığın dudağından kaçan adın,

Gel dinle, ruhumuzda ne sevinçli ezgiler
Canlandırır, ne anılar titretir, ne akpak
Efsaneler, ne güldürüler söyletir, neler
Uyandırır, neler yaşatır!.. Düşünceye korunak,
Umuda sığınak olan sevecen kucağın,
Ey görkemli pir, ikiyüzlü olmayan bir ocak
Uygarlık perisine; ona en sırdaş, en yakın
Sensin; biraz düşünme ve kurtulma duygusu
Taşıyan yurt çocukları hep sende beslenen,
Senden hayat alanlardır. En ateşli hak sesi
Senden kopar koparsa, bu boşlukta ansızın;
Düşünce dünyasının en canlı aynası sensin...

Düşünce özlemine açık bir ufuktur Batı,
Sen ise Doğunun bu ufka ilk açılan kapısı!

14 Ocak 2016 Perşembe

Ceza-yi Mensiyyet

Unutulmak... Yığın yığın tozlar,
Küller altında muztarib, muztar
Beklemek, beklemek; soğuk, sâmit
Bir derinlikte aynı bir meyyit,
Aynı bir müstehâse, bir mâden,
Bir kırık taş; hayır, bu şeylerden
Daha mânâsız, adetâ bir sis
Bir duman, bir adem; fakat zî-his
Bir adem; bir adem, fakat yaşayan,
Çarpman, uğraşan, koşan, arayan
Bir adem, bir hayât-ı mahrûme.
Unutulmak... O gavr-ı mes'ûme
Müstemir bir sukuut-ı ümmîdin
Sadme-î kaahiriyle in, in, in!
Sonra hep böyle, hep sukuut ü üfûl;
Mütemâdi, müebbeden meçhul.
Unutulmak... O bir tahaccürdür,
Ki beraber, muhitimizde yürür!


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


Günümüz Türkçe'siyle


Unutulmak... Yığın yığın tozların,
Küllerin altında zorla, üzgün
Beklemek, beklemek; soğuk, sessiz
Bir derinlikte tıpkı bir cansız,
Tıpkı bir kalıntı, bir maden,
Bir kırık taş gibi; hayır, bu şeylerden
Daha anlamsız, bir sis enikonu,
Bir duman, bir yokluk, ama duygulu
Bir yokluk; bir hiçlik ama yaşayan,
Çırpınan, uğraşan, koşan, arayan
Bir hiçlik gibi, yoksun yaşamak.
Unutulmak... O uğursuz gerçek,
Süregelip yıkılan bir umudun
Ezici vuruşuyla in, in, in!
Sonra hep böyle, hep düşüş ve ölüş;
Sürekli, sonsuza dek bilemeyiş.
Unutulmak... O bir taş olmaktır,
Çevremizde bizimle birlikte yürür!

Hakikatin Yıldızı

Yegâne feylesofumuza


Pür-tehekküm soruyorlardı: — Niçin herkesten
Ayrı durdun? Ne için istenilen, titrenilen,
Koşulan şeyleri tahkir ederek, çiğneyerek
Âlemin zıddına, pür-çîn ü taab, bir meslek
İhtiyar etmeye mecbur oldun?

Ne için söyle, tecerrüdde ne lezzet buldun?
Neydi sevkeyleyen amalini bî-hûde yere
En çetin yollara, en husk u haşîn sadmelere?
Neydi ruhunda o illet ki muharris, müzmin ?
Doğruluk, hubb-ı hakikat mı?.. Fakat sen delisin!

O sükût etti; ve bir katre-i bârid asabi
Bir tebessümde sinen girye gibi
Titreyip kaldı cebininde.

— Evet, sen delisin!
Bütün insanlar akılsız, bütün âlem miskin,
Bütün efkâr-ı beşer kör de şu dünyâda gören,
Anlayan bir senin aklın mı? Neden, söyle, neden
Herkesin gittiği yoldan saptın?
Herkesin yıktığı evhamı hakikat yaptın,
Tapıyorsun?

O, muannid, mütegaafil, bakıyor,
Sanki bir heykel...

— Evet, sen delisin, hem mağrur
Ve muzır bir delisin; haddini aştın, artık
Seni iğmâz edemez, hazmedemez insanlık...
Ve bütün kaafile taşlarla mücehhez, mahmûm,
Ettiler «Hak!» diyerek hakka hücum.

Ona her darbe şifâ, her acı söz bir müjde:
Taşlar indikçe sızan kanlar o kudsî yüzde
Bir küçük nokta bırakmıştı... Bakıp zâlimler
Doğdu zannettiler alnında beyaz bir ahter!


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri
(Vazife gazetesi, 1328/1912, Sayı 15)


* Bu şiir Fikret'in arkadaşlarından filozof Rıza Tevfik (1869-1949) için yazılmıştır. Hürriyet ve İtilâf Fırkası'nın seçim gezisinde Rıza Tevfik İttihat ve Terakki Fırkası'nın baskılarını ve sapmalarını eleştirdiğinden, onun yandaşlarınca Gümülcine'de saldırıya uğramış, dövülmüş, kafası yarılmıştı. Şiir bu üzücü olayın etkisiyle kaleme alınmıştır. Fikret'in Rıza Tevfik'le ilgili «Yegâne Feylesofumuz» başlıklı bir şiiri daha vardır. (Bak: Bütün Siirleri, III, s. 248/Vazife gazetesi, 1328/1912, sayı 15)


Günümüz Türkçe'siyle


Biricik filozofumuza


Eğlenerek soruyorlardı: — Niçin herkesten
Ayrı durdun? Ne için istenilen, titrenilen,
Koşulan şeyleri aşağılayarak, çiğneyerek
Herkesin tersine, dolaşık ve yorucu bir meslek
Düşünüp seçmek zorunda kaldın?

Ne için? Söyle, ayrılıkta ne tad buldun?
Neydi götüren umutlarını boşu boşuna
En çetin yollara, en katı ve kaba çarpmalara?
Neydi ruhundaki o azgın, onulmaz derdin?
Doğruluk, gerçek sevgisi mi? Fakat sen delisin!

O sesini çıkarmadı; soğuk bir damla, sinirli
Bir gülümseyişe sinen gözyaşı gibi
Titreyip kaldı alnında.

—Evet, sen delisin!
Bütün insanlar akılsız, bütün dünya miskin,
Herkesin düşünceleri kör de şu ülkede gören,
Anlayan bir senin aklın mı? Neden, söyle, neden
Herkesin gittiği yoldan saptın?
Herkesin yıktığı kuruntuyu gerçek yaptın,
Ona tapıyorsun?

O dayanıyor, anlamıyor gibi bakıyor,
Sanki bir heykel...

— Evet, sen delisin, hem gururlu
Ve zararlı bir delisin; çizmeyi aştın, artık
Seni hoş göremez, içine sindiremez insanlık...
Ve bütün topluluk kızgın, donanıp taşlarla,
«Hak» diyerek saldırdılar hakka.

Ona her vuruş şifa, her acı söz bir müjde:
Taşlar indikçe sızan kanlar o kutsal yüzde
Bir küçük nokta bırakmıştı... Zalimler baktılar,
Alnında akpak bir yıldız doğdu sandılar!

Doğan Güneşe

11 Temmuz 1324

Doğacaktın... Bu kalbimizde hafi,
Pek hafi bir ümîd-i bî-rengin
Pek belirsiz bir iltimâ'iydi.

Gecenin sayha-î vedâiydi
O sadâlar ki dağların berfîn
Tepesinden inip derin, mahfî

Köşeler, gölgelerde gizlenmiş
Her teselliyi ürkütür, kaçırır;
Ve bu kuşlar kanatlarında sakat

Bir cesaretle bekleşirdi.
Fakat Gece artık o müfteris ve ağır
Gecenin gölgesiydi; hep müdhis,

Hep muharrib ve müfteris, lâkin
Ne zılâmında eski hevl-i anîf,
Ne riyâhında eski nefha-yı gül.

Belli bir gizli ihtilâc-i üfûl,
Gizli bir râ'se, bir hüzâl-i keşîf...
İşte karşında titriyor, miskin!

Akıbet ufk açıldı, sen doğdun
Bütün alâyisinle; şimdi feza
Seni alkışlıyor, bütün gözler

Sende, sevkınla parlıyor her yer;
Ve o karşında titriyor hâlâ
Müfteris, müntakim, fakat solgun.


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


* Fikret bu şiiri 11 Temmuz 1324 (24 Temmuz 1908)'de  İkinci Meşrutiyet'in ilânı üzerine duyduğu sevinç ve umutla yazmıştır. «Rücu» şiiri de aynı günlerin ve duyguların ürünüdür.


Günümüz Türkçe'siyle


24 Temmuz 1908

Doğacaktın... Bu yüreğimizde saklı
Pek saklı ve renksiz bir umudun
Pek belirsiz bir parıltısıydı.

Ayrılış çığlığıydı gecenin,
O çığlıklar ki dağların karlı
Tepesinden inip kuytu, derin

Köşelerle gölgelerde gizlenmiş
Her avunmayı ürkütür, kaçırırdı;
Ve kuşlar kanatlarında kırılmış

Bir cesaretle bekleşirdi. Ne var ki
Gece artık o yırtıcı ve ağır
Gecenin bir gölgesiydi şimdi;

Hep korkunç, yıkıcı ve yırtıcı ama
Ne karanlığında o eski, keskin korku,
Ne de rüzgârında o canavar soluğu.

Belli bir gizli ölüm çırpınışı,
Gizli bir ürperme ve aşırı bitkinlik.
İşte karşında titriyor, zavallı!

Sonunda ufuk açıldı, sen doğdun
Bütün gösterişinle; şimdi gök
Seni alkışlıyor, gözler bütün

Sende, her yer parlıyor ışığınla;
Ve o karşında titriyor hâlâ
Hınçlı, yırtıcı, ama solgun.

13 Ocak 2016 Çarşamba

Resminin Karşısında

Nijad'ın babasına


Sen dâima önümde o taştan sükûnete
Yaslanmış intibâh-ı samûtunla hilkate
Bir şeyler anlatır gibi, yâhud sorar gibi
Durdukça, ben biraz gücenir râz-ı fıtrate,
Kükrer, ve: «Ey —derim— su ridâ-yi mükevkebi
Örtüp kaçan bu gamlı, felâketli sahneye!
Enzâr-ı rahmetin bizi farketmesin diye
Saklamak istiyorsan, emin ol, bu nâleler
Bir nevk-i âteşin gibi yırtar, deler, geçer
Bî-intihâ fezaları, kat kat semâları;
Tâ'ciz eder celâlini, ey sâni'-i beşer,
Elbet şu muztarib beşerin istikaları...
Elbet şu anne yavrusunun onca pür-zalâm
Mânâ-yi iğtirâbını, bî-tâb-ı intikaam,
Senden sorar; şu nâmına pâmâl-ı gadr olan
Haklar arar senin der-i fazlında pür-emân
Bir mekmen-i huzur u teselli; şu hod-siken
Âbid, şu gırre fikr-i muânnid, şu pür-gümân
Vicdân-ı müncemid bile... Hattâ behîmeden
Pek farkı olmayan şu bedâvet zemininin
Perverdegân-ı gafleti... Hattâ ne hak, ne din,
Hiçbir vazife anlamayan, bilmeyen, fakat
İrsâd-ı hisle gökte bir âguus-ı ma'delet,
Bir kalb-i merhamet sezen âvâreler bile
Âciz kalınca senden umar adi ü tesliyet.
Her hatve bir musâra'a, bir kahr ü gaaile;
Her yol Sırât'a eş: Ne tevakkuf, ne düşmeden
Geçmek ümidi var... Kimi tutsun fakat düşen?
Elbette senden isteyecek her maraz şifâ,
Her kalb ümîd ü neş'e, bütün başlar i'tilâ;
Gözler ziya, düşen tutacak şey, ölen necat.
Her dilde bir terane ve her telde bir sada:
Vahşî bir erganun sesi feryâd-ı kâinat;
Elbet bu yükselip sıkacak asumanını,
Elbette sen yerin bu usanmaz figaanını
Bir gün terahhumen duyacaksın; o gün benim
Her sayha-ı şikâyetin üstünde sîvenim
Dehşetle titreyip soracak: — İşte bî-karâr
Bir heykel-i gubâr ü seb... Ey Rabb-i müntakim,
Mahlûk-ı eşrefin şu oyuncak mı tarumar?
Ey Rabb-i müntakim, bize lazımsa bir vücûd,
Lâzım mı bir cahîm-i sefalet ki bî-hudûd?
Varlık değil bu yokluğa bir rahne-i güzâr...
Elbet bunun da bir yeri var, bir hesabı var
Levhinde; lâkin anlamamak, bilmemek azâb;
İnsân azaba katlanamaz bî-sebeb, sorar,
Elbet sorar bu köhne muammaya bir cevâb...

Elbet şu muhterem baba ulvî Nijâd'ının
Bu sıfr olan hesabını senden arar yarın!»


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


* Nijad, şair ve yazar Recâizâde Mahmut Ekrem'in (1847-1914) oğludur. Çok genç yaşta veremden ölmüştür. Fikret, şiirini hem bu acı ölümü düşünerek, hem de Mekteb-i Sultânî'den öğretmeni olan Ekrem'in duvara asılı resmine bakarak yazmıştır. Şiirde Tanrıya seslenmekte ve ondan yakınmaktadır.


Günümüz Türkçe'siyle


Sen hep önümde o taştan durgunluğa
Yaslanmış sessizce uyanışınla, yaradılışa
Bir şeyler anlatır yahut sorar gibi
Durdukça, ben biraz gücenip doğanın gizine,
Kükrerim. «Ey —derim— şu yıldızlı perdeyi
Örtüp kaçan bu acıklı, yıkımlı sahneye!
Acıyan gözlerin bizi görmesin diye
Saklanmak istiyorsan, inan ki, bu iniltiler
Ateşli bir ok gibi yırtar, deler, geçer
Sınırsız uzayları, kat kat gökleri;
Dokunur büyüklüğüne, ey insanın yaratıcısı,
Elbet şu üzgün insanların yakınmaları...
Elbet şu anne, yavrusunun koyu karanlıkta
Anlamını yitirince, bitkin, öç alırcasına
Sorar senden; şu adına zalimce çiğnenen
Haklar bir sığınak arar erdem kapında senin
Bir huzur ve avunma yeri arar; şu eğip başını
Tapınan, şu onurlu, inatçı düşünce, şu kuşkulu
Donuk vicdan bile... Hatta hayvanlardan
Pek ayrımı olmayan şu ilkel yerlerin
Gafletle yaşayanları... Ne hak, ne de din hatta,
Hiçbir görevi anlamayan, bilmeyen, ama
Duygunun uyarısıyla gökte bir adalet kucağı,
Acıyacak bir yürek sezen aylaklar bile
Güçsüz kalınca, adalet ve avunma bekler senden.
Her adım bir güreş, bir üzgü ve sıkıntı,
Her yol Sırat Köprüsü gibi: Durmadan, düşmeden
Geçmek umudu var... Ama kimi tutsun düşen?
Elbette senden bekleyecek her hasta şifa,
Her gönül umut ve sevinç, her baş yükseliş;
Gözler ışık, düşen tutamak, ölen kurtuluş.
Her telde bir ses, her dilde bir ezgi:
Yabani bir org sesi evrenin bağırışı sanki;
Elbet bu ses yükselip sıkacak göklerini,
Elbet sen yerin bu usanmaz iniltisini
Bir gün acıyıp duyacaksın; o zaman benim
Her yakınan bağırışın üstüne çıkan ahım
Korkuyla titreyip soracak.- — İşte uçarı,
Tozdan ve geceden bir heykel... Ey Tanrı, .
Şu darmadağın oyuncak mı en şerefli yaratığın?
Ey hınçlı Tanrı, bize bir vücut gerekliyse,
Sınırsız, cehennemlik bir yoksulluk da gerekli mi?
Varlık değil bu, yokluğa açılan bir geçit...
Elbet bunun da bir yeri var, bir hesabı var
Defterinde; ama anlamamak, bilmemek çok acı;
İnsan sebepsiz acıya katlanamaz, sorar,
Elbet arar bu eski bilmeceye bir anahtar...

Elbet su saygıdeğer baba yüce Nijat'ının
Bir sıfır olan hesabını senden sorar yarın!»

Hayata Karşı Beşer

—Lanet bize ey hayât; sen
masum ve mübeccelsin!—

Gür saçlarında hep şu baharın güneşleri,
Şefkatli gözlerinde bütün gök, bütün deniz,
Bir ebr-i gonce-hîze bürünmüş ve muhteriz,
Lâkin her istiyaka gülen nazlı bir peri...

Tâ Rabbimizle gökteki hengâmeden beri
Biz dâima güneşte siyah bir göz, en temiz
Vicdanda gizli bir leke farketmek isteriz;
Âsî biziz, biziz yine sâkî-i müfteri. —

Ey hüsn-i mültefit, bize aldanma, biz denî
Bir aşk-ı bî-sebât ile iğfal eder seni,
İğfal eder, mülevves eder, sonra neş'esiz

Bir ân-ı sehvin oldu mu, levmeyleriz...Sakın
İncinme kendi kendine, içlenme, ey kadın,
Mel'un eden de biz seni tel'in eden de biz!


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


Günümüz Türkçe'siyle


 —Lanet olsun bize ey hayat;
sen suçsuz ve yücesin! —

Gür saçlarında hep şu baharın güneşleri,
Sevecen gözlerinde bütün deniz, bütün gök,
Gonca saçan bir buluta bürünmüş ve ürkek.
Ama her özleyişe gülen nazlı bir peri...

—Tâ gökteki kavgadan beri tanrımızla,
Biz hep güneşte kara bir göz ve en temiz
Vicdanla gizli bir leke görmek isteriz;
Başkaldıran da biziz, yakınan, kara çalan da. —

Ey güler yüzlü güzellik, bize aldanma, geçici
Ve bayağı bir aşkla iyice kandırır seni,
Baştan çıkarır, kirletir, sonra mutsuz,

Düşkün bir anın oldu mu, çekiştiririz...Sakın
İncinme kendi kendine, içlenme, ey kadın,
Kötü kılan da biziz seni, kötüleyen de biz!

Haluk'un Veda'ı

Sirkeci, 3 Eylül 1325


Sen tren, ben vapurda pür-temkin
Atılırken— sen İskoç illerinin
Sisli, yağmurlu, karlı buzlu, fakat
Cidd ü himmet, vakaar ü hürriyyet
Dolu peyguule-i temeddününe,
Bense nâzende Bosfor'un köhne,
Köhne, âvâre, bî-haber, bî-zâr,
Belki cennet kadar tarâvet-dâr,
Fakat âlûde-yi kelâl ü kesel
Bir kenarında münharif, muğfel
Bir hayâtın firâs-ı uzletine,—
Ne düşündüm, bilir misin? Şu nine,
Şu sahi toprak, en sonunda... yazık,
Bunu benden mi duymalıydın!.. Arık
Ve bakımsız harâb olup gidecek.
Acı şeyler, Halûk, fakat gerçek!
Hani bir gün seninle Topkapı'dan
Geliyorduk; yol üstü bir meydan,
Bir çınar gördük; enli, boylu, vakuur
Bir ağaç; hiç eğilmemiş, mağrur :
Koca bir gövde; belki altı asır,
Belki ondan da fazla, dalgın, ağır,
Kaygısız bir ömür sürüp gelmiş;
Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş,
Ki civarında kubbeler, damlar
— Ser-te-ser secde-gîr-i istiğfar —
Onu hasyetle seyreder gibidir.
Duyulan hep onun menâkıbidir,
Görülen hep odur uzaklardan;
Bu mehâbetli gövde çırçıplak,
Ne yeşil bir filiz, ne bir yaprak...
Kuruyor; âh, pek yazık! Şu derin
Serha böğründe belki bir hâin
Baltanın, bir gazablı yıldırımın
Zehridir... Söyle, ey çınar, bağrın
Hangi odlarla yandı? Hangi siyah
Kurt içinden kemirdi? Hasta, tebâh,
Seni kim şimdi bağlayıp saracak?
Kim şifâlar verip de kurtaracak?
Şu dönen kargalar başında senin,
Söyle, bunlar mıdır zehirleyenin?

Söyle, ey muztarib vatan, bildir:
Çektiğin hangi kanlı seyyiedir?..

Bu geçit işte böyle dar, mu'vec;
Ey setaretli yolcu, sen yürü, geç.
Sen bu menhelde kalma, sıçra, atıl,
Bir ziya kârbânı bul ve katıl.
Gez, dolaş, kâinât-ı efkârı,
— Dâima önde, dâima yukarı! —
Pür-tehâlûk, hayât ü kuvvetten
Ne bulursan bırakma: san'at, fen,
İ'timâd, i'tinâ, cesaret, ümîd,
Hepsi lâzım bu yurda, hepsi müfîd.

Bize bol bol ziya kucakla, getir:
Düşmek etrafı görmemektendir.

Elveda, ey sevimli yolcu!
Gecen, Gündüzün dâimâ yüzün gibi şen,
Rûh-ı safın kadar besûs olsun;
Geçtiğin yer çiçek, çemen dolsun..
Elveda, ey şerefli yolcu! Hayât
Bir karış yol; fakat süûn, akabât
Onu her gün biraz büker, uzatır.
Ey setâretli yolcu, gün kısadır,
Gece ba'zan mahûf olur; lâkin
Sen cesur ol, gayur ol. En sakin
Yolculuk uykudur. Büyük kuşlar
Yenecek dalga, yok, kasırga arar.

İşte bir yol ki hep çakıl ve diken;
Geçeceksin yarın bu yoldan sen...
Geçeceksin, ayakların yorgun,
Ellerin serha serha, bağrın hûn,
Fakat alnın açık, yüzün handan,
Gözlerin ufka feyz ü nur akıtan
Bir tecellîye müncezib, meshûr...
Sen koşarsın, o tayf-ı nûr-â-nûr
Yaklaşırken uzaklaşır; çılgın
Bir tehalükle sen kucaklarsın,
O kaçar; kolların açık, meshûf
Atılırsın; o tâ uzakta mahûf
Bir dikenlikte gizlenir ve güler;
Sen koşarsın, kırık, ezik, muğber,
Ellerin serha serha, bağrın hûn;
Büsbütün tesne, büsbütün yorgun.
Sen yoruldukça yol uzar, artar;
Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar;
Çırpınır her dikende bir parçan...
Yine sen, pür-emel, önünde uçan
O esiri hayâli kapmak için
Atılır, yırtılır ve inlersin.

Varsın uçsun, bugün değilse yarın
O senindir, mükedder olma sakın.

Koşan elbet varır; düşen kalkar;
Kara taştan su damla damla akar,
Birikir, sonra bir gümüş göl olur;
Arayan hakkı en sonunda bulur...
Bunu hürmetle dinle; mazinin
Bu derin seslerinde bil ki senin
Bütün âtî-i sâkitin yaşıyor.
Oku hep ser-nüvist-i âlemi, sor
Bütün esrâr-ı istifasından.
Sana, bak, nev'inin bakaasından
Bahsederken beşer ne anlatacak:
Yaşamak hak, yaşatmamak... o da hak.

Adem evlâdı bıkmamış cidden
Ne ezilmek, ne hakkı ezmekten.
Duymamış hiç bu işte yorgunluk;
Bir tesekkî, hemen tokat, yumruk.
Yumruk elvermemiş, topuz vurmuş;
«Hak!» diyen ağzı tasla susturmuş.

O da kâfi değil, bugün karalar
Ve denizler zehirli kumbaralar,
Bombalar, güllelerle mâl-â-mâl.
Biraz âciz misin, zebun musun, al
Bir tokat, bir topuz, ya bir gülle;
İşte hakkın... Fakat güzel belle:
Sen de bir gün, cihan bu, kendinden
Daha âciz biriyle istersen
Aynı dilden tekellüm eylersin;
Sen de en gür belâgatinle sesin
Çıktığı, yettiği kadar gürler
Ve yakarsın... Semâ da şimşekler,
Yıldırımlarla aynı dersi verir:

Bütün âlem esir-i kuvvettir.

Buna razı değil ukuul, elbet
Haktadır, haktır en büyük kuvvet.
Dün sönük titreyen bu şübhe yarın
Bir müsa'sa' hakikat... Ey yarının
İnkılâb ordusunda çarpışacak
Kahraman, öğren işte kuvvet = hak!
Ve bu düştûr elinde, bî-pervâ
Yürü, dünyâyı fetheder bu liva.
Düne bir kerre bak: düşen, kalkan,
Hep delilinde haklı; hakkı yakan
Yine haktan alınma bir su'le;
Hakka baş kestiren kılıçta bile
Parlayan hak... Fakat senin kılıcın
Hakka sıyrılmasın, ya çarpılsın!

Beklerim bir zafer esasen ben
Kılıcından ziyâde kalbinden.

Ey Bizans'ın çürük, sukuut-âlûd
Kollarından, pür-istiyâk-ı suûd,
Sıyrılan yolcu, bakma arkana hiç;
Seni bir lâhza etmesin tehyiç
Onun ahlâkı solduran nazarı.
—Dâima önde, dâima yukarı!—
İşte fermân-ı azm ü pervâzın.
Uç git, eflâk-i sun'u i'câzın
Bütün etbâk-ı sârikında dolaş;
Fers'i geç, Ars'ı atla, Sidre'yi aş,
Gör ne var maverada ibret-hîz,
İ'tilâ; —ictirâ;— rehâ-engiz...
Topla, fırlat ne varsa, taş, iğne,
Şu muhitin şer-i rehavetine.
O biraz belki canlanır, ve senin
Zahmetin, himmetin, ve fazlın için
Koyar elbet vatan, bu hasta nine
Bir sıcak buse terli nâsiyene!..


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri 


* Fikret bu şiiri oğlu Halûk'un öğrenim için 3 Eylül 1325 (16 Eylül 1909) tarihinde İskoçya'nın Glasgow kentine gitmesi üzerine yazmıştır. 


Günümüz Türkçe'siyle


Sirkeci, 16 Eylül 1909

Sen trende, ben vapurda ağırbaşlı
Atılırken— sen İskoç ellerinin
Sisli, yağmurlu, buzlu, karlı
Ama iş ve uğraş, onur ve özgürlük
Dolu uygarlaşmış köşelerine;
Bense nazlı Boğaziçi'nin köhne,
Eski, uçarı, ilgisiz, bezgin,
Belki cennet kadar taze,
Fakat yorgun ve usanmış,
Bir kıyısında sapmış, aldanmış
Bir hayatın ıssız döşeğine,—
Ne düşündüm, bilir misin? Şu ana,
Şu cömert toprak, en sonunda... yazık,
Bunu benden mi duymalıydın!.. Sıska
Ve bakımsız yıkılıp gidecek.
Acı şeyler, Halûk, ama gerçek!
Hani bir gün seninle Topkapı'dan
Geliyorduk; yol üstünde bir alan,
Bir çınar gördük: enli boylu, ağırbaşlı
Bir ağaç; hiç eğilmemiş, dikbaşlı
Koca bir gövde; belki altı yüzyıldır,
Belki daha da çok, dalgın, ağır,
Kaygısızca yaşayıp gelmiş;
Öyle serpilmiş, öyle yükselmiş
Ki çevresinde kubbeler, damlar
—Sanki yakarmak için secdeye yatmışlar—
Onu korkuyla gözler gibidir.
Duyulan hep onun hikâyesidir,
Görülen hep odur uzaklardan;
Fakat göklere başını uzatan
Bu görkemli gövde çırılçıplak,
Ne yeşil bir filiz, ne bir yaprak...
Kuruyor; âh, pek yazık! Şu derin
Yara böğründe belki bir hain
Baltanın, öfkeli bir yıldırımın
Ağusudur... Söyle, ey çınar, bağrın
Hangi ateşle yandı? Hangi kara
Kurt içinden kemirdi? Bitkin, hasta,
Seni kim şimdi bağlayıp saracak?
Kim iyileştirip de kurtaracak?
Şu başında dönen kargalar mı,
Söyle, seni zehirleyen bunlar mı?

Söyle, ey acı çeken yurt, bildir.
Çektiğin hangi kanlı çiledir?..

Bu geçit işte böyle dar, eğri;
Ey sevinçli yolcu, sen geç, yürü.
Sen bu konakta kalma, sıçra, atıl,
Bir ışık kervanı bul ve katıl.
Gez, dolaş, gör düşüncelerin evrenini,
—Her zaman yukarı, her zaman ileri! —
Can atarak, güçten ve yaşamaktan
Ne bulursan al, bırakma: bilim, sanat.
Güven, özen, yüreklilik, umut,
Hepsi gerekli bu yurda, hepsi yararlı...

Bize bol bol ışık kucakla, getir.
Düşmek çevreyi görmemektendir.

Hoşça kal, ey sevimli yolcu! Gecen,
Gündüzün her zaman yüzün gibi şen,
Temiz ruhun kadar güleç olsun,
Geçtiğin yer çiçek, çimen dolsun...
Hoşça kal, ey onurlu yolcu! Hayat
Bir karış yol; ama olaylar, yokuşlar,
Onu her gün biraz büker, uzatır...
Ey sevinçli yolcu, gün kısadır,
Gece arasıra korkunç olur; fakat
Sen yürekli, çalışkan ol. En sessiz
Yolculuk uykudur. Büyük kuşlar
Yenecek dalga değil kasırga arar.

İşte bir yol ki hep çakıl ve diken;
Geçeceksin yarın bu yoldan sen...
Geçeceksin, ayakların yorgun,
Ellerin yaralı, bağrında kan,
Fakat alnın açık, güleç yüzün,
Gözlerin ufka bilim ve ışık akıtan
Bir görüntüye bağlı, büyülü...
Sen koşarsın, o parlak görüntü
Yaklaşırken uzaklaşır; çılgın
Bir atılışla sen kucaklaşırsın,
O kaçar; susamış, kolların açık,
Atılırsın; o tâ uzakta, ürkek,
Bir dikenlikte gizlenip güler;
Sen koşarsın, kırık, ezik, dargın.
Ellerin yaralı, bağrında kan;
Büsbütün susamış, büsbütün yorgun.
Sen yoruldukça yol uzar, artar;
Çalı dişler, taş ağrıtır, yırtar;
Çırpınır her dikende bir parçan...
Yine sen, istekle dolu, önünde uçan
O havadan hayali kapmak için
Atılır, yırtılır ve inlersin.

Varsın uçsun, bugün değilse yarın
O senindir, üzgün olma sakın.

Koşan varır elbet; düşen kalkar;
Kara taştan su damla damla akar,
Birikir, sonra bir gümüş göl olur;
Arayan hakkı en sonunda bulur...
Bunu saygıyla dinle.- Geçmişin
Bu derin seslerinde, bil ki, senin
Tüm o sessiz geleceğin yaşıyor.
Oku hep evrenin yazgısını, sor
Bütün gizlerini en seçkininden.
Sana, bak, cinsinin sürmesinden
Söz ederken insan ne anlatacak:
Yaşamak hak, yaşatmak... o da hak

İnsanoğlu bıkmamış gerçekten
Ne ezilmekten, ne hakkı ezmekten.
Duymamış hiç bu işte yorgunluk;
Bir yakınma, hemen tokat, yumruk.
Yumruk elvermemiş, topuz vurmuş;
«Hak!» diyen ağzı tasla susturmuş.

O da yetmemiş, bugün karalar
Ve denizler ağulu kumbaralar,
Bombalar, güllelerle dopdolu.
Biraz güçsüz müsün, düşkün müsün,
Al bir tokat, bir topuz ya da gülle;
İşte hakkın... Fakat iyi belle.
Sen de bir gün, olur ya, dünya bu,
İstersen kendinden güçsüz biriyle
Aynı dilden konuşabilirsin;
Sen de en gür söyleşinle sesin
Çıktığı, yettiği kadar gürler
Ve yakarsın... Gök de şimşekler,
Yıldırımlarla aynı dersi verir:

Bütün evren kuvvetin esiridir.

Akıllar buna yatmaz, elbet
Haktadır, haktır en büyük kuvvet.
Dün sönük titreyen bir kuşku yarın
Gösterişli bir gerçek...Ey yarının
Devrim ordusunda çarpışacak
Kahraman, öğren işte: Kuvvet = hak!
Ve bu ilke elinde, hiç korkmadan
Yürü, dünyayı ele geçirir bu sancak.
Düne bir kez bak: düşen, kalkan,
Kanıtında hep haklı; hakkı yakan
Bir alev, haktan alınma yine;
Hakka baş kestiren kılıçta bile
Parlayan hak... Fakat senin kılıcın
Ya hakka sıyrılmasın ya da çarpılsın!

Beklerim bir zafer aslında ben.
Kılıcından çok yüreğinden.

Ey Bizans'ın çürük ve düşük
Kollarından —yükselmeyi özleyerek—
Sıyrılan yolcu, hiç arkana bakma,
Bir an bile heyecan vermesin sana
Onun ahlâkı solduran bakışı.
—Her zaman önde, her zaman yukarı! —
İşte buyruğu gidiş ve uçuşun.
Uç git, göklerinde yapıp şaşırtmanın
Bütün parlak katlarında dolaş;
Yeri geç, göğü atla, Sidre'yi aş,
Gör ne var ötelerde ibret olan,
Yücelten, yüreklendiren, kurtaran...
Topla, fırlat ne varsa, taş, iğne,
Şu çevrenin uyuşuk tepesine.
O belki biraz canlanır ve senin
Sıkıntın, çalışman ve erdemin için
Koyar elbet yurt, bu hasta ana,
Bir sıcak öpücük terli alnına!...

12 Ocak 2016 Salı

Haluk'un Amentüsü

Bir kudret-i külliye var ulvî ve münezzeh,
Kudsî ve muallâ, ona vicdanla inandım.

Toprak vatanım, nev'-i beşer milletim...İnsân
İnsân olur ancak bunu iz'ânla, inandım.

Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan ne melek var;
Dünyâ dönecek cennete insânla, inandım.

Fıtratta tekâmül ezelîdir; bu kemâle
Tevrat ile, İncil ile, Kur'ân'la inandım.

Ebnâ-yi beşer birbirinin kardeşi... Hülya!
Olsun, ben o hülyaya da bin canla inandım.

İnsân eti yenmez; bu teselliye içimden
— Bir ân için ecdadımı nisyânla — inandım.

Kan şiddeti, şiddet kanı besler; bu muâdât
Kan âteşidir, sönmeyecek kanla, inandım.

Elbet şu mezar ömrünü bir hasr-i ziyâ-hiz
Ta'kîb edecektir, buna imânla inandım.

Aklın, o büyük sâhirin i'câzı önünde
Bâtıl geçecek yerlere hüsranla, inandım.

Zulmet sönecek, parlayacak hakk-ı dırahsân
Birdenbire bir tâbis-i burkanla, inandım.

Kollar ve boyunlar çözülüp bağlanacak hep
Yumruklar o zincîr-i hurûsânla, inandım.

Bir gün yapacak fen şu siyah toprağı altın,
Her şey olacak kudret-i irfanla... inandım.


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


Günümüz Türkçe'siyle


Bir yaratıcı güç var, yüce ve temiz,
Kutsal ve yüksek, ona vicdanla inandım.

Yeryüzü yurdum, insan soyu ulusum...İnsan
Ancak insan olur bunu anlamakla; inandım.

Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan, ne melek var;
Dünya dönecek cennete insanla, inandım.

Yaradılışta evrimin başı yok; bu olgunlaşmaya
Ben Tevrat ile, İncil ile, Kur'an ile inandım.

İnsan oğulları birbirinin kardeşi... Hayal bu!
Olsun, ben o hayale de bin canla inandım.

İnsan eti yenmez; bu avuntuya içimden
Bir an için atalarımı unutmakla inandım.

Kan şiddeti, şiddet kanı besler; bu düşmanlık
Kan ateşidir, hiç sönmeyecek kanla, inandım.

Elbet şu mezar hayatını aydınlık bir kıyamet
İzleyecektir, buna tam inançla inandım.

Boş inanç yerin dibine geçecek, yok olacak,
Aklın, o ulu büyücünün hüneriyle, inandım.

Karanlık sönecek, parlayacak hakkın ışığı
Birden, bir yanardağ patlayışıyla, inandım.

Kollar ve boyunlar çözülüp bağlanacak hep
Yumruklar, o şangırdayan zincirle, inandım.

Bir gün yapacak teknik şu kara toprağı altın,
Her şey olacak bilim gücüyle... inandım.

Devenin Başı

Halûk'un Ezberi

Vaktiyle büyük bir devenin bir başı varmış...
Başsız deve olmaz ya, masal, neyse; bütün gün
Yaz kış, beyinsiz, bu çürük baş
Çöl, kır, tepe, dağ, taş,
Bî-çâreyi bî-hûde sürükler ve yorarmış...
Bî-çâre ağır gövde ne yapsın, kime küssün?
Bir karga bulup derdini dökmüş, o demiş: — Vah!
Baştan büyük Allah... Başa gelmiş, çekeceksin.
Artık işe hörgüç bile şaşmış,
Kuyruksa dolaşmış
Baştan başa enhâyi; fakat kimseyi Allah
Baştan düşürüp kuyruğa baktırmasın; ilkin
Bir parça durup dinleyen olmuşsa da git git
Âlem bu uzun derdi işitmekten usanmış;
Artık kime dinletmeye gitse,
Kim duysa, işitse,
Yüz vermediğinden, devecik sakin ü sâkit
Bir hendeğe inmiş, başı sokmuş ve uzanmış,
Birden çekilip: «Haydi - demiş - dûzaha, murdar!
Haksızlık eden başları bir gün... koparırlar.


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


Günümüz Türkçe'siyle


Halûk'un Ezberi

Eskiden büyük bir devenin bir başı varmış...
Başsız deve olmaz ya, masal, neyse, bütün gün
Yaz kış, bu beyinsiz, bu çürük baş,
Çöl, kır, dağ, taş,
Zavallıyı boşuna sürükler ve yorarmış...
Çaresiz ağır gövde ne yapsın, kime küssün?
Bir karga bulup derdini dökmüş, o demiş.
Yazık! Ulu Tanrının vergisi... Başa gelmiş, çekeceksin.
Artık işe hörgüç bile şaşmış,
Kuyruksa dolaşmış
Baştan başa sağrıyı; fakat kimseyi Tanrı
Bastan düşürüp kuyruğa baktırmasın; ilkin
Bir parça durup dinleyen olmuşsa da, gitgide
Herkes bu uzun derdi dinlemekten usanmış;
Artık kime dinletmeye gitse,
Kim duysa, işitse,
Yüz vermediğinden o susup sessizce
Bir çukura inmiş, başını sokup uzanmış,
Birden çekilip: "Pis" demiş, "canın cehenneme!
Haksızlık eden başları bir gün... koparırlar.

Şehrayin

19 Ağustos 1315

Yine bir simsiyah... Bütün Bosfor
Heyecanlar, ziyalar, alkışlar,
Neş'eler, naralarla çalkanıyor.

Her Ağustos bu infilâk-ı meşâr;
Sanki yıllarca kayd içinde iken
Zincirinden kaçan ve, mest-i firar,

O çalınmış ferâğ-ı anîden
Her safâsıyla istifâde için
Türlü yollar, vesileler düşünen

Bir esirin, esîr-i pür-ye'sin
Mütehevvir nesât-ı sersârı...
İşte bir dümbelek, düdük, ve demin

Kıyıdan sallanıp geçen hasarı
Serserinin içinde hopladığı
Kayık; al, mor, turuncu, mâi, sarı,

Bütün elvan bu muhteşem kayığı
Kuzehî bir ziyâya garketmiş.
İşte bir muş, basında bir çalgı;

Bir yığın sandal, orta yerde geniş
Süslü bir tekne; hepsi nûr-â-nûr.
O ne rindâne, âşıkaane geçiş...

Reh-güzârında mevceler meşhûr,
Mütelâsi bir ihtizâz-ı sürür,
Sanır insân ki bir hakikî sûr.

Her taraf neş'e, her taraf heyecan;
Yalılar, dağlar, asumana kadar
Bütün esbâh-ı seb celi, tâbân

Bir setaret içinde; yıldızlar
Gökten i'lân-ı ibtihâc ediyor;
Hele meh-tâb, onun da bayramı var

Zannedersin; hep imtizaç ediyor,
Yer gök izhâr-ı sâd-kâmîde,
Sanki yer gökle izdivaç ediyor.

Şu büyük cünbüş-i umûmîde
Yine biz yaşlı, bizde bir şeb-i târ:
Ne sönük bir hayâl-i ümmîde

Benzeyen gizli bir tenevvür var,
Ne küçük bir pırıltı, bir seb-tâb;
Koca ev sanki bir gunûde mezar.

Hayır, ıssız değil bu dâr-ı harâb;
Yaşayan var, ziyâ da var, ancak
Pek seçilmez yerinde, pek nâ-yâb.

Bir küçük şahs, önünde bir bayrak,
Bir vatan bayrağıyla yanmak için
Bir yığın al fener; o müstağrak

Bunların karsısında, kalben emîn
Ki bu şeylerle bir zaman yapacak
Bir mukaddes cülusa şehrâyin.


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


Günümüz Türkçe'siyle


31 Ağustos 1899

Yine bir kapkara... Boğaziçi tümüyle
Çalkanıyor coşkular, ışıklar,
Alkışlar, bağırışlar, sevinçlerle.

Her Ağustos bu sevinç patlaması;
Sanki yıllarca bağlı kalmışken
Zincirinden kaçıp da sarhoş olması,

O çalınmış bir anlık esenlikten
Her şenliğiyle yararlanmak için
Türlü yollar, bahaneler düşünen

Bir tutsağın, üzgün kulun
Kızarak taşkınca eğlenmesi...
İşte bu dümbelek, düdük ve demin

Kıyıdan sallanıp geçen hasarı
Serserinin içinde sıçradığı
Kayık; al, mor, turuncu, mavi, sarı,

Bütün renkler bu görkemli kayığı
Gökkuşağı gibi ışıkla sarmış.
İşte bir çatana, basında bir çalgı;

Bir yığın sandal, orta yerde geniş
Süslü bir tekne; hepsi aydınlık.
O ne rintçe, âşıkça geçiş...

Yolu üstünde büyülenmiş dalgalar,
Telâşlı bir sevinç titreyişi,
İnsan gerçek bir düğün sanıyor.

Her yanda sevinç, her yanda coşkunluk;
Yalılar, dağlar, gökyüzüne kadar
Tüm varlığıyla gece parlak, açık

Bir şenklik içinde; yıldızlar
Gökten bildiriyor sevinçlerini;
Hele ayışığı, onun da bayramı var

Sanırsın; hepsi uyum içinde,
Yer gök mutluluğunu belirtiyor,
Sanki gök evleniyor yerle.

Şu büyük, yaygın eğlencede
Yine biziz yaşlı, bizde gece karanlığı;
Ne sönük umudun hayaline

Benzeyen gizli bir ısıma var,
Ne küçük bir pırıltı, ne bir ateşböceği;
Koca ev sanki uyuyan bir mezar.

Hayır ıssız değil bu yıkık ocak;
Yaşayan var, ışık da var ama,
Pek seçilmiyor yerinde, gözden uzak.

Bir küçük adam, önünde bir bayrak,
Bir yurt bayrağıyla yanmak için
Bir yığın al fener; o dalarak

Bunlara; güven içinde yüreği,
Gün gelecek bu şeylerle yapacak
Bir kutsal tahta çıkışın şenliğini.

11 Ocak 2016 Pazartesi

Hayavata

Küçük Sandal


Küçük kolların şimdi bir muntazam
Taharrükle canlandırır tekneyi.
Onun bir beyaz martı vaz'ındaki
Hırâmıyla hem sâde hem muhteşem

Bir âheng-i seyrânı var, öyle suh
Bir âheng-i nâzan ki hem-râz-ı ruh.

Sükûnetle Bosfor bu ulvî gece
Bir âguus-ı takdise pek benziyor.
Ne oldun, Halûk? Titredin gizlice...
Geciktik mi? Meh-tâba bir kerre sor.

Küçük kolların şimdi gûlâne bir
Taharrükle canlandırır sandalı...
Bu sevdâlı sandalcıyı, kim bilir,
Ne müşfik hararetle bekler yalı.

Evet, serv-i simini tâkib eden
Şu pür-neş'e yol en nazar-perveri.
Bu akşam setâretlisin pek, neden?
Hakikat, ne oldun deminden beri?

Kanatlandı şâir mizacın yine;
Güzel seçtin ithaf için teknene
O sahrâ-yı vahşet firarisinin,
O hürriyyet evlâdının nâmını...

Geçirsen de azade eyyamını,
Küçük kolların hiç hatar görmesin.


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri 


* Amerika'nın eserleri yaşayan şairi Longfellow'un bir ceylan gibi temiz, çevik ve özgür, sevimli kahramanı. Hayavata, Amerikan şairi Henry Wadsworth Longfellow'un (1807-1882) «The song of Haiwatha» (Haiwatha'nın Şarkısı) adlı 1855'te yayımlanan eserinde söz konusu edilir.


Günümüz Türkçe'siyle


Küçük Sandal

Küçük kolların şimdi bir düzgün
Hareketle canlandırır tekneyi.
Onun ak bir martı gibi duruşundaki
Salınışıyla hem görkemli, hem yalın

Bir uyumlu gezinişi var; öyle sen,
Nazlı bir uyum ki sırdaşı gönlün.

Sessizliğiyle Boğaz bu yüce gecede
Kutsal bir kucağa benziyor
Ne oldun Halûk? Titredin gizlice...
Geciktik mi? Ayışığına bir kez sor.

Küçük kolların şimdi şeytanca bir
Hareketle canlandırır sandalı...
Bu tutkun sandalcıyı, kim bilir,
Ne sevecen sıcaklıkla bekler yalı.

Evet gümüşten serviyi izleyen
Şu sevinçli yol en göz alanı...
Bu akşam keyiflisin pek, neden?
Gerçekten, ne oldun deminden beri?

Kanatlandı şair yaradılışın yine;
Güzel seçtin vermek için teknene
O yabani çöl kaçkınının,
O özgürlük çocuğunun adını...

Özgürce geçiresin de günlerini,
Küçük kolların hiç tehlike görmesin.

Zelzele

Bin üç yüz ondu... Henüz dün bu köhne izbeye sen
Misafir olmuştun,
Ki hep sinirli ve hummalı hastalar gibi yer
Birden
İçin için ve uzun
Bir ihtilâc ile çırpındı, kırdı, yıktı... Keder
Ve korku yüzleri soldurdu; evler, aileler
Birer döküntü; kalanlar bütün ezik, kurada;
Bir inkisâr-ı huşu' en şerefli başlarda,
Minareler bile ser-be-zemin.
Beşer bir sadme-i mes'ûma böyle uğrar da
Biraz tenebbüh eder.
Biraz tenebbüh için bin belâ... Ne ders-i haşin!
Sen işte böyle siyah günlerin misafirisin,
Hayâtın elbette
Kolay ve neş'e-fezâ bir seyahat olamayacak;
Lâkin
Bu tîh-i mihnette
Kolay ve neş'e-fezâ bir seyahatin ancak
Hayâli vardır; uzak bir serâb için kosmak
Nihâyetinde yorulmak ve boş yorulmaktır;
Hayâtı dev-i hakikatle çarpışan kazanır;
Zafer biraz da hasar
İster;
Koşan cihâd-ı maâlîye şanlı, lâkin ağır,
Mahûf adımlar atar,
Önünde zelzeleler, arkasında zelzeleler!


Tevfik Fikret
Haluk'un Defteri


* 1310 (1895) yılında İstanbul'da büyük bir deprem olmuş, az önce de Halûk doğmuştur. Fikret şiirini
bu iki olayın etkisiyle yazmıştır. Nitekim, ilk dize bunu dile getirmektedir.



Günümüz Türkçe'siyle


Bin üç yüz ondu... Daha dün bu eski yıkıntıya sen
Konuk olmuştun,
Sanki sinirli ve ateşli hastalar gibi yer
Birden
İçin için ve uzun
Bir sarsıntıyla çırpındı, kırdı, yıktı... Kaygı
Ve korku soldurdu yüzleri; evler, aileler
Birer döküntü oldu; kalanlar hep ezik, yıkık;
Korkuyla boyun eğme en onurlu başlarda,
Minarelerin bile
Yerde başı.
İnsan böyle uğursuz bir vuruşla karşılaşınca
Birazcık uyanır.
Biraz uyanmak için bin belâ... Ne kaba ders!
Sen işte böyle kara günlerin konuğusun,
Yaşayışın elbette
Kolay ve sevinçli bir yolculuk olmayacak;
Ama
Bu çile çölünde
Kolay ve sevinçli bir yolculuğun ancak
Hayali vardır; uzak bir serap için koşmak
Ve sonunda yorulmak, boşuna yorulmaktır;
Hayatı gerçeğin deviyle çarpışan kazanır;
Zafer biraz da yıkım
İster;
Yüceltici savaşa koşan şanlı, ama ağır,
Korkulu adımlar atar,
Önünde depremler, arkasında depremler!

Sonsöz Tasarısı

Bir bilge gibi rahat, bir melunca sevimli,
.... dedim ki:
Seviyorum seni, tatlım, güzeller güzelim...
Nice bir kez...
Tutkusuz sefahatlerinle ruhsuz aşkların,
Sonsuzluk zevkin,
Ki her yerde, kötülükle bile, boy gösterir tez,

Bombalar, hançerler, yengiler ve şenliklerin,
İç karartan varoşlarınla
Dayalı döşeli konakların hep,
Bahçelerin, ah-vahlarla, dalaverelerle dolu,
Dua kusan tapınakların müzik halinde,
Çocuk mutsuzlukların, kocakarı oyunların çılgınca,
Bezginliklerin;

Ve şenlik fişeklerin, o sevinç püskürmeleri,
Dilsiz ve karanlık Gökyüzü'nü güldüren.

O kutsal kötülüğün ipekler içinde,
Ve saçtığı şatafatla kendinden geçen, tatlı,
Gülünecek erdemin, o mutsuz bakışıyla.

Kurtulmuş ilkelerin, piç edilmiş yasaların,
Çalımından geçilmez anıtların, sisler asılan,
Güneşten alev alev metal kubbelerin,
Tiyatro kraliçelerin, sesleriyle gönül çelen,
Alarm çanlarınla topların, sağır eden orkestra,
Büyülü kaldırımların, surlar gibi yükselen,

Küçük söylevcilerin, ki aşkı salık verirler
Çarpık abartılarıyla, ve kan dolu lağımların ki
Orenoklar gibi Cehennem'e boşanır gider,

Meleklerin, yeni soytarıların, üstleri eski püskü,

Altın, erguvan, safir giyimli melekler,
Sizler tanık olun görevimi tam yaptığıma
Yetkin bir kimyacı gibi, kutsal bir ruh gibi,

Her şeyin özünü çıkardım çünkü,

Sen çamurunu verdin, ben altın'a çevirdim onu.


Charles Baudelaire
Kötülük Çiçekleri


* Baudelaire bu bitmemiş şiiri Kötülük Çiçekleri'nin 2. baskısına koymak için tasarlamıştı.