Şiir, Sadece: 2016-03-27

2 Nisan 2016 Cumartesi

Akdeniz Salgını II

Denedin ki oralarda zaman olmayı
Şimdi bir Akdeniz salgınısın sen
Sonsuz bir otobüs yolcusu gibi, tam öyle gibi
Her gün kırmızı bir bilet düşürürsün dişlerinden

Ki senin bir yerin olmadı hiç, olmayarak soldu
Diri bir sabahın eylülüsün birden
Sonra bir solgunluğun yeniden solgunluğu
Tırnakların dibine batar durup dururken
Acılardan bir acının geri tepmesidir
Sızar yüreğinden sevinç olarak
Yani eylülden

Acımaktan bir zamansın ki bazan susarsın
Çocuklar büyükler gibi konuşur sefaletten.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Akdeniz Salgını I

Halikarnas Balıkçısı’na


Öyle bir alaşımdır ki seninle deniz
Bir açık deniz
Bakınca hiçbir şey göremediğin
Gözlerini duyduğun yalnız

Sözlerin var, dudak izlerin yok sözlerinde.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Gül Dönüyor Avucumda III

Ağrıtmayan böylece dindirmeyen o sabah
Puhukuşu muydu, neydi, öttü uzun uzun
Biçimini vermeye çalıştı bir yıkıntıya
Biz geçince dönüp baktı arkamızdan üç çocuk
Üçü de
Bir tahta perdenin önündeki ömründe
Gözleri dümdüz, kireç kuyuları gibi
Bir yanıp bir sönüyordu umuda ve ezikliğe.

Farketmez deniz de gözyaşını, dedim ustama
Ve gözyaşı denizi
Ey göstergelerin en güzeli, göster ki beni
Ben ıssızı yonta yonta gürültüler ederim
Kendimi yonta yonta dağılan bir mermerim

O sabah demir atmış bulduk
Tekneyi bütün kıyılarda.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Gül Dönüyor Avucumda II

Ey iki elle iki el arasındaki çaresiz vakit
Yıkanmış çekmiş çamaşırlar gibisin
Azsın, öyle çok kıyılısın ki genişliğime
İçinde asfaltların dondurmaların eridiği bir salı
Mühürler gibi kazılmış çarşambanın üstüne
Tuz uzun, bakışlarımsa bir avuç tuzla orantılı
Tam yüreğimin hizasında o otel
Bir otel ki sabah akşam buruşturan kıyıyı
Dönüp dönüp arkama baktığım işte
Severek bir ıslak battaniyeyi belki
Didiklenmiş bir saati, yıpranmış
Tırnak uçlarını ve her şeyi.

Oysa ey denizlerin ıslak geçidi
Her yandan sızan şeridi akarsuların
Balığın dil bilmeyeni ben
Neden hep tuzdan anlardım o zaman
Tuzdan mı, evet tuzdan
Denizin merasından yani.

Uzat elini artık, kutla kendini
Götür bir bardak sonsuz suyu ağzına
Bak
Gördün mü, hem de nasıl
Bir gül dönüyor öteki avucunda.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

1 Nisan 2016 Cuma

Gül Dönüyor Avucumda I

O akşam söylediydim ona
Gördüm Hümakuşunun iskeletini
Haber de saldıydım Pegasos’un sırtındaki ozana
Seyretsin diye ölümün bu sırça gelinliğini
Duyan da var bunu duymayan da.

O gün bugündür ıslık çala çala
Gelip geçiyor kapımın önünden
Konuşuyoruz da arasıra. Geçen gün dedi ki
Farketmez gözyaşı kimseyi, ruhsa
Başıboş bir deniz gibi anlamsız yatar
Kocaman bir ıssızlığı yonta yonta.

Anlattı sonra uzun uzun.
Nasıl onardığını eski tekneyi
Nasıl kalafata çektiğini, boyasını
Hangi dağ çiçeklerinden kardığını. (Bir çocuk dişi gibi parladıydı..
            Çekmişti onu kırmızı bir akşamüstünün dişetlerine. Ya direkle-
            ri? özenli bir kılıfa girer gibi girmişti göğe. Doğrusu görkem iki
            parmak arasında büyüyen ama hiç gölgesi olmayan uçsuz bu-
            caksız bir bitkiydi. Giz olmayan bir gizdi belki. Evleri dolaşan
            cinsiyetsiz bir tanrı da olamazdı ki. İnandıydı bu yüzden kanı-
            nın tekneyi dolaşıp şafakları çevirdiğine. Ve gördüydü yer de-
            ğiştirdiğini gövdesiyle teknenin böylece ruh olduğunu anladıydı
            bira köpüğü gibi altınsı altınsı parlayan tahtalara. Ve yetinme-
            di. Bir öğleüstü konservesini yedi. Çekti bıçağını sapladığı
            yerden kaldırdı havaya. Birden parladı bıçak dünya zamanın-
            dan başka bir zamanla ve noktalandı uzayın çilekleri işbaşın-
            dayken. Besbelli bir uzay tapınağındaki ilk duaydı bu. Ve sey-
            retti uzun uzun tarihte yeri olmayan bu titreşimi. Bir şey ki ar-
            tık birdenbire her şeydi. Ve yazdı bordasına İki Parmak diye
            iki Parmaktı çünkü teknenin ismi.)


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Düş Suda X

Yok düş kuracak vakit bile
Her şeyi bir yana bırakıyoruz söylene söylene.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Düş Suda IX

Öyle yorgun ki kentimiz
Düşlerden ve söyleşmekten
Yok duyacak kimse sesimizi

Gönderdik göndermesine, yüzümüz
Oradan da
Yok olarak geri geldi

Sesler, şarkılar.. alışkanlık elbet.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

31 Mart 2016 Perşembe

Düş Suda VIII

Düşürdük gölgemizi suya
Ardından kendimizi
Sessizlik gibi sade, telaşsız
Hani var ya oldukça yavaş uzanır el ağlayana

Yüzdük bütün gün adalardan adalara
Hiçbir şey düşünmeden. Yalnız
Akşama doğru bir demet mavi süsen topladık.
Sunmak üzere bizi yaratan ozana

Düşüyüz mavi dudaklı büyük ozanın


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Düş Suda VII

Uzatmışlar ölüsünü kumlara
Mavi yüzlü çocuğun
Unutulmayan maviden
Hiç unutulmayan

İri bir balık asılı durur ağaçta
Dik ve bulanık

Ayrı ayrı yönlerine sonsuzluğun
İkisi de
Eriyen kar sıcaklığında
Ve ufuk
Kurtulmuş tanrıların kucağından
Uçsuz bucaksız bir yolculuğun koynunda.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Düş Suda VI

Su
Vuruyor kıyıdaki gemi leşlerine
Yalıyor sokaklarını kentin
Savuruyor öfkeyle rüzgârını
Masmavi yangınından

Bir evin bir odası yanıyor yalnız
Habersiz bütün kent bundan

Bir ruh gibi yanıyor çünkü
Giz dolu varlığından taşarak
Aydınlığın içinde
Aydınlıktan bir sarkaç gibi

Sinsi bir gülüşle görüyor o
Kayığını boyuyor bir yandan da.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

30 Mart 2016 Çarşamba

Düş Suda V

Duymuyoruz dokununca duymuyoruz
Taşlara kayalara taşlara
Nasıl kanmıyorsa yüreğimiz sevince
Sevince, acılara da

İşliyor kireçli taşını yontucu
Saat kaç, vakit ne vakti şimdi
Bırakıp da elindeki keskiyi
Sırtını duvara dayayınca anlarız

Severiz çünkü ara vermeden
Anlamaya uymayan vakitleri

Ey yerle gök arası mutlu kalebentliğimiz.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Düş Suda IV

Konuşulmaz fırtınada, çünkü ölüm
Katar özünü fırtınaya da

Neyi bekliyoruz böyle neyi
Yendik mi yenik mi düştük yoksa
Bir ufak kuş yukarıda
Sürüyüp durur gölgemizi

Çözmüşüz nasıl olsa ipini sandallarımızın da.


Edip Cansever
Kirli Ağustos 
Yerçekimli Karanfil

Düş Suda III

Adını söylediler, ölümünü ardından
Ardından hemen ölümünü
Fısıldar gibi soyadını, ilgisiz
Sokağın bitiminde sazlardan
Şapkalar ören adama

Kim ne der artık, boş hepsi
Yüzünü yüzdürüyor suda
Buruşturaraktan elindeki saz şapkayı

Her şey, ama her şey
Yüzüyle buruşan şapkanın arasında hızla.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

29 Mart 2016 Salı

Düş Suda II

Sevindik görünce birden
Limandaki eski tekneyi
Koştuk yokuş aşağı bir süre
Yakalanmamak için
Geceyi anlatan ishakkuşuna

Sabaha benzedik tahta iskeleye varınca
Suya
Yıkıldık. Üç kere kımıldadı koy
Ödünç aldığını sandı bizi
Demirledi göğsümüze eski tekne
Suyla sabahın göğsüne

Oysa biz
Çarçabuk geri döndük geldiğimiz yere
Üç kişiydik üçümüz de
Öldük ve dirildik
Hani unutmuşuz da yolumuzu, birine
Yol sorar gibi
Demirin tırnakları kaburga kemiklerimizde.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Düş Suda I

O zaman neydi, eskidi sandıktı gölü
Kapı önlerinde söyleşen kadınları
Boyasız bir sandal sazların içinde

Nasıl koyverdik sonra kendimizi
Görünce suyun dibinde
Boğulmuş beyaz kenti

Gene de
Göz açıp kapayıncaya dek gittik geldik
Üç kişiydik üçümüz de
Geçmişe uzanan üç ayrı gün gibi.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Şahinin Kopardığı Elmas III

Bir gün bir su birikintisinde tanıdım sakallarımı
Gözlerimi, o yaman kuşkuyu daha sonra öğrettiler
Tuba ağacından kesilmiş iki tek dalı
Bilmem ki, tutmadım hiçbir fırtınanın da hesabını
Ne şiir yazdım gittikçe azalan yaşıma
Ne de giz diye sakladım umutsuzluk için yazdıklarımı
Keşfe çıktım doğup büyüdüğüm kenti yeniden
Tırmandım genelevlerle dallanan sokakları
Bozuk plakların, eski püskü eşyaların üstünden atladım
Kâğıt oynadım hiç tanımadığım adamlarla
Zar attım
Ve imrendim o kuleyi yaptıran adamın işaret parmağına
Sinemalara girdim (bir filmin ortasında ya da sonunda)
Oturmadım bile çoğu zaman
Girdim ve çıktım
Doğrusu hiçbir şey anlamadımsa yaşamımı anladım
Öyle hep kesik kesik olan, karışık olan
Ve utandım galiba sabahları demli çaylardan
(Ki mavi bir taş sıkıştırırdım dişlerimin arasına hırsımdan
Denizler, açık denizler
Daha doğmamış olurdu dünyanın sıcak karnından.)

Bir sabah da Bizans paralarına baktım antikacı dükkânlarında
Gözyaşı şişelerine, pesüslere baktım
Tutuldum bir tasvirle kedi gözünden bir heykelciğe
Onca yıl sonra Truva atına tutulduğumdan
Ama hiç mi hiç gereği yokken bakır bir madalya satın aldım
Bilmiyorum ne yaptımdı o madalyayı ben
Ya birine verdimdi ya da bir arsaya fırlattım.

Bir gün de bir cami avlusunda güvercinleri taşladım
Gözleri kör bir kadın mısır satıyordu
Ağlamak istedi ben güvercinleri ürkütünce
O an düşünmedimse de sonradan aklıma takıldı
Gözleri kör bir insan nasıl ağlar diye.

Son olarak üstünde bir taşın
Oturdum saatlerce.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

28 Mart 2016 Pazartesi

Metinin Akşamı

Bir soğuk kış akşamına, bir tütün kesesine
Bir lokantanın çiçeklere bakan penceresine
Bir paket sigaraya, bir kibrite
Bir satıcının metalsi gözbebeklerine
Bir ormanın unutulmasına, bir kulübenin
Belki her şeye

Balık avına, su korkusuna, askerliğe
Matisse’in bir resmine
Ve fotoğraf makinesine, su kesimine
Bir şiirin küçük oğlu olmaya
Mesela mesela apansız bir aşk özlemine

Karpuzun ikiye bölünmesine de
Günün sarı bir çiçeğin yolunuşu gibi bitmesine
İskele kahvesine, domino seyircisine
Sinirlerini boyayan her şeye

Belki bir şeye daha
Sabahın ilk biblosu uzunca boylu bir allaha.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Şahinin Kopardığı Elmas II

Anımsıyorum şimdi, bir Akdeniz seferinde yapayalnız kalmıştım
Yıl bin dokuz yüz elli altı
Aylardan nisandı olsa olsa
Ne param vardı ne satacak bir şeyim
Gerçi gemide yatıp kalkıyordum ama
Takmıştım aklımı bir kere
Tahtadan bir Ren geyiğine
Gene tahtadan bir Truva atına
Bulmuştum kafayı çoktan: “Hey, çocuklar!
Bilen var mı, neresidir Truva?”
Demeye kalmadıydı gül yaprağı kemiren birisi
Taktıydı bir gül yaprağı yakama
Bir başkası kapıya sürüklediydi beni
Ve dediydi, “İşte,
Çenenin şurasında Truva!”
Hani yüzyıl yaşar da insan, nasıl
Unutmazsa taşın üstünde seğirten bir karıncayı
Kayan bir yıldızı göz açıp kapayıncaya
Unutmadım işte bunu da
Kan içinde kaldıydı ağzım burnum
Doğrusu dövülmeyi sevmesem de
Aklımdan bile geçirmezdim dövmeyi
Oysa gemiciler icat etmiş derler keyfine dövüşmeyi
Yalan!
“Sandal ağacı gibi olacaksın
Üzerine inen baltayı kokuna boğacaksın.”
Ben böyle öğrendimdi üvey babamdan
Hayal meyal hatırlıyorum gemiye döndüğümü
Rıhtımda bir iki sarhoş tayfa:
“Arkadaş tayfanın sarhoş olmayanı kurumuş dal gibidir
Gece karşına çıktı mı uğursuzluk getirir”
Güç halle kaçtımdı oradan da
Yırtık mavi gömleğimse rüzgârda
Köpürüyordu denizin bir parçası gibi
Ve burnumda o yabanıl kan kokusu
Kan! dedimdi kendi kendime, kan
Ne zaman çıkmaz ki yüze fırsatı yakalayınca.

Zamanlar geçti aradan, yıl bin dokuz yüz kırk iki
İçimi tüketen bir şenlik vardı İskenderiye’de
Kim bilir, bir başka yerde belki de
Gece yarısıydı, ellerim
Çılgınca kanıyordu
On parmağımdan akan kan on ayrı renkte
İçimde yakalanmaktan korkan bir gölge kuşunun nefesi
Tüyleri kahverengi eflatun
Boyu elli santimden fazla
Çırpınıp duruyordu. Sözlüğe bakmıştım da daha sonra
Yani şenlikten kurtulunca, tükenmekten
Bir gölge kuşu sahiden vardı
Ben ki gerçekle yiter, düşle ayılırdım hep
Bu çelişken yaşamım beni hiç bırakmadı
Sabaha doğru usulca havalandı oradan
Kaybetti sanki kumarda, var mıydı içimizde kumardan anlayan.

Ey Gülistan sokağı, bir tomar gazete unuttuğum ev
Yıl bin dokuz yüz otuz üç
Vurup da kapını çıktım dışarı
Dönüp arkama bakmadım bile
Taşıdım aylarca yalnız
Bağayla kaplanmış bir duvar saatinin tik takını
Öyle ya, bana sorarsanız terketmeli insan yaşamı
Ölümü göze almadan
Ve anlamalı bir ağaç gölgesi gibi durmaktaki sakıncayı
Gitmek
Durmadan gitmek
Ne ölümünü bilsinler ne yaşadığını.


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil

Şahinin Kopardığı Elmas I

Bir zamanlar hep fotoğraflar çekerdim
Bütün gün orda burda dolaşıp
Gemi yolcularını, liman meyhanelerini
Çan kulelerini, düğün törenlerini, kız kardeşlerimi
Göğsünde döğmeler olan bir dilenciyi
Güllerden ve deniz kızlarından
Sonra el olan ama parmakları olmayan denizi
Yüz olan gözbebekleri olmayan
Eski fotoğrafçı dükkânlarında çizgili mayo giymiş kadın fotoğraflarını hep yeniden çekerdim
Bir saatçi vardı, adı Saharyan mıydı ne, onu da
İstanbul’u ve bu kentin hiç kimsenin bilmediği armasını
Bir sokak bileyicisini
Ellerinde bukinalarıyla uçuşan melekleri (eski taş binaların üstünde)
Ve balkonda üç güvercinin bir sülünü yiyip bitirişini (yani olağanüstü her belgeyi)
Daha mı neyi
O kadar çok şeyi ki, her neyse
Bir gün bütün bunlar bana ucuz geldi.

Sonra bütün bunlar bana ucuz geldi
Attım fotoğraf makinemi bir yana
Vurdum sokaklara kendimi (ara sokaklara, çıkmaz sokaklara, İstanbul denizinin mavi bir kapı gibi açılıp kapandığı)
Ve dolaştım eski Bizans meyhanelerini bir bir
Ağzımda sönmeyen bir sigarayla
Nemli, küf kokan sütunların dibinde hemen
Adamlar gördüm, yürekleri gözlerine taşan adamlar
Boşalan oradan da gözyaşı gibi
Tam gözyaşı gibi (öyle diyorum, çünkü yasları eksikti, silinmişti kaygıları da, acıları desen, yoktu ki. Yani bir gözyaşıydı ki, şahinin boşluktan kopardığı elmas, kaskatı, gene bir elmasla kesilebilen ancak)
Ne dualar geçerliydi onlar için, ne de
Dünyayı sanatıyla öğrenen bir gökyüzü işçisinin bilgisi
Hiçbiri
Ve anlattımdı efsanesini onlara
Suya yeni indirilmiş bir teknenin
Nasıl filizlere boğulduğunu. Ve sonra
Dedimdi, kaynağıdır mutluluğun insan da
Kuruyup kalsa da bir ağaç gövdesi gibi
Ve ardımdan kirli bir su birikintisi beni
İzledi durduydu sanki yıllarca.

Ey Galata rıhtımlı sonbahar, ey gök kuyusu!
Ölü bir martıyı tekrarlıyordun boyuna
Ağzında güneşten bir solucanla
Düşürüp yükseltiyordun onu
Sen, dişi kent, sense
Az kalsın dişi bir şiir yazdıracaktın gittikçe azalan yaşıma
Ayaklarımı denize sallandırarak
Gözlerimi bir deniz kuşuna doğru uzattıkça
Tuba ağacından kesilmiş iki dal parçası gibi
Yazdırıcaktın nasıl olsa, yazdıracaktın da...


Edip Cansever
Kirli Ağustos
Yerçekimli Karanfil