Şiir, Sadece: 2017-07-16

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Yoksul Kız

Yabancı bir ülkede oturan yoksul kız,
Kafatası biçiminde ışıltılarıyla gecenin
Yazdöneminde parlayan uzak ay gibi
Gözlerinin içinden bakar her yana ölüm
Öyle dik ve derin:

Yoksul çocuk, giymişsin yazlık giysilerini
Ve altın çizgili yırtık ayakkabılarını
Toprak ana renk çimen
Ve çiçek mantosunu giyindiği gibi
Örterek yıkım mağaralarını
Oyuk ölümlerin söylediği.

Yüreklerimizde sanki de şaftlarıdır kuyuların
O çökmüş gözler ki bakıyorum derinden
Bilmem günahı nedir onların
Bu yapmacık sevinç gösterisinde
Dudaklarımızın arkasında uslarımız
Birleşir ağlamakta
Uyku içinde hiç uyumayan
ölümlülüğe.

Ağlamanın yararı ne?
Bir cerrah bıçağı taşımıyor ki
Kessin yaşamının kökünde
Yanlış çoğalan hücreleri

Sevginin aşırılıkları tanıtlar yalnız,
Tenin ötesinde uzanır çirkin kemiğe
Karanlıkta sırtlanlarda uluyan bir ses.

Bir düşünüdür üzgünlüğüm, bir düştür,
Yarının fırtınası alıp götürecek:
Uyanmaz gün günden daha dinç
Görünüşten öte salt doğru olana:
Ya da yatağının çevresindeki granit gerçeklere
Yoksulluğun kahrıyla umutsuz, çirkin
Gerçeğe ki bir belirtisidir
Yakında öleceğinin.


Stephen Spender
Çeviren: Osman Türkay

Çifte Ordular

Karakışın düzlüklerine dizboyu dalmış iki ordu
Mevzi alıyor - yenmek için yok etmek için.
Donuyor askerler, aç izinler kaldırılmış
İki orduda da - yalnız ölüler ve yaralılar,
Onlar izinli gitmiş. Yeni taburlar bekliyor
Azgın bir barışa varmak için eninde sonunda.

Herkesin cinleri başında, herkes öyle üşümüş,
Nefret ediyor herkes amacından bu savaşın
Ve mermiden çok, cepheye sürükleyen uzak laflardan.
Oğlanın biri bildik bir marş mırıldanmış eskiden,
Toy bir elceğiz selam çakmıştı bir sefer:
Ses boğuldu, yana düştü selama kalkan el,
Bileğinden vurdular ondan yana olanlar.

Bu duygusuz hasattan kaçacaklardı ama, bir kez
İçlerine işlemişti korku çelik bir okulda,
Namlu ucunda hepsini kıskıvrak tutan korku.
Ama, uykuya daldılar mı yurdun yuvanın -hayali
Biner gider kaçışın umutlu küheylanlarına,
Okunmayan bir kitle şiiri kaplar koca düzlüğü.

Nefret etmez olurlar sonunda; oysa ki nefret
Havadan fışkırır, dolu olup kamçılar yeri,
Ya da çeşmelerden yükselir, görmelere değer.
Gerçi yüzlerce can gider, ama kimler bir-tutacak
Silahların ardı arkası gelmez öfkesini
Dilsiz sabrıyla işkence edilen hayvanların?

Temiz bir sessizlik iner geceye: birkaç adımcık
Ayırır uykuya dalmış orduları. Uzak ellerin
Ördüğü çarşafları içinde uyurlar tortop olmuş.
Susunca topların tarrakası, tek nefeste aynı acı
Beyazlar havayı, bir yapıverir iki orduyu
Kucak kucağa uyuyormuş gibi kanlı düşmanlar.

Aşağı düzlüğe parlak kılavuz ay bakar yalnız,
Berrak dostu gökteki çapulcu akıncıların,
Işıl ışıl bir iskelet yaratır ay ışığı
Binlerce kemikten düşen gölgelerle yoğrulmuş.
Kehribar bulutların serpildiği ıssız vadide
Aydır seyreden ölümün ve vaktin fışkırttığı
Gazaplı sözlerle yakıp yakıcı madenleri.


Stephen Spender
Çeviren: Talat Sait Halman

Hiç Barış Olmayacak

Güldüyse de berrak yumuşak bir hava tekrar
İyi şeyler düşünen varlığının ülkesine,
Döndüyse de renkler ... boradan sonra değiştin.
Hayır, unutmayacaksın
Bütün umutları birden silen karanlıkta
Düşeceksin diye kahinlik eden fırtınayı.
Yaşaman gerek yine kendi bildiğinle:

Yabancılar var uzaklarda, senden ayrı düşen,
Mehtapsız yokluklarda hiç duymadığın;
Oysa onlar seni duymuş, seni öğrenmiştir,
Kaç tane, ne cins, bilmediğin varlıklar,
Bir tanesi olsun seni sevmez

Ne mi yaptın acaba onlara sen?
Hiç mi? Yok, bir cevap değildir ki hiç:
Evet, akıl yoracaksın, düşünmesen olmaz,
Bir şeyler yaptın mı ki yapmışsındır;
Ah şunları bir güldürebilsem diyeceksin,
Dost olmayı onlarla için isteyecek.

Hiç barış olmayacak:
Öyleyse, savaş sen de; yiğit ol, kullan
Bildiğin her türlü kalleş hileyi,
Vicdan bakımından rahatın yerli yerinde:
Davaları bitmiş - o da davaları varsa -
Onların nefreti sırf nefret içindir artık.


W. H. Auden
Çeviren: Talat Sait Halman

Alla'sen Söyle Nedir Aşkın Aslı Astarı!

Kimine göre ufak bir çocuktur aşk,
Kimine göre bir kuş,
Kimi der, onun üstünde durur dünya,
Kimi der, kalp kuruş;
Ama komşuya sordum, nedense yüzüme
Manalı manalı baktı,
Karısı bir kızdı bir kızdı, sormayın,
Aşkedecekti tokadı.

Şıpıtık terliğe mi benzer yoksa
Yoksa kandil çöreğine mi
Hacıyağına mı benzer dersin kokusu.
Yoksa leylak çiçeğine mi?
Çalı gibi dikenli mi batar mı eline,
Andırır mı yoksa pufla yastıkları,
Keskin mi kenarı yoksa yatar mı eline?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!

Tarih kitapları dokundurur geçer
Köşesinde kenarında,
Hele bir lafı açılmaya görsün
Şirket vapurlarında;
Eksik olmaz gazetelerden, bilhassa
İntihar haberlerinde,
Maniler düzmüşler gördüm üstüne
Telefon rehberlerinde.

Aç kurtlar gibi ulur mu dersin
Bando gibi gümbürder mi yoksa,
Taklit edebilir misin istesen kemençede,
Ne dersin piyanoda çalınsa;
Çiftetelli gibi coşturur mu herkesi
Yoksa ağıraksak bir hava mı?
İstediğin zaman kesilir mi sesi?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!

Bir hal oldum çardakların altında
Onu araya araya,
Küçüksu'ya baktım, orada da yok,
Boşuna çıktım Çamlıca'ya;
Anlamadım gitti bülbülün şarkısını
Bir acayip gülün lisanı da;
Benim bildiğim o kümeste değildi
Ne de yatağın altında.

Aklına esince çıkarabilir mi dilini,
Başı döner mi asma salıncakta,
At yarışlarında mı geçirir hafta tatilini,
Usta mı düğüm atmakta,
Millet der peygamber demez mi
Para mevzuunda nedir efkarı,
Borç alır borcunu ödemez mi?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!

Ona rastladığı zaman duyduğu şeyleri
Kabil değil unutamazmış insan,
Yolunu gözlerim bacak kadardan beri
Ama o geçmedi bile yanımdan;
Merdiven dayadım otuz beşine,
Öğrenemedim gitti bir türlü,
Nemene mahluktur bu düşerler peşine
Bunca insan geceli gündüzlü?

Gelsin ya, nasıl, pat diye gelir mi dersin
Burnumu karıştırırken tatlı tatlı,
Ya tutar yatakta bastırırsa sabahleyin?
Talih bu ya otobüste nasırıma basmalı!
Gelişi yoksa havalardan anlaşılır mı
Selamı efendice mi yoksa gider mi aşırı,
Değiştirir mi dersin bir kalemde hayatımı?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!


W. H. Auden
Çeviren: Can Yücel

21 Temmuz 2017 Cuma

Saatle Benim Aramda

Vurdum kapıyı, indim bir akşam
Bristol Caddesi'nden aşağı;
Kaldırımlarda ahali baktım,
Tarlada sanki buğday başağı.

Yürürken taşınış dere boyunda
Bir aşk şarkısı duydum ansızın,
Demir köprünün hemen altından;
"Ucu bucağı yoktur sevdanın.

Vazgeçmem senden, vazgeçmem, yarim,
Taa ki geçer de magrip maşrığa,
Tırmanır da Kafdağı'na sular,
Taa ki çıkar da balık kavağa

-Vazgeçmem senden taa ki Okyanus
Kurur, katlanır, konulur rafa;
Dolanır gökte yedişer yıldız
Cıvıl da cıvıl konar Araf'a.

-Yıllar koşacak tavşanlar gibi
Sen varsın mademki kollarımda,
Sen ki çağların gonca baharı.
Dünyaya nasip ilk ve son sevda."

Yazık ki şehrin saatleri hep
Başladı birden çın çın ötmeye:
-Düşme zamanın ağına sakın!
Diş geçirilmez o örümceğe.

-Kabusun budak deliğinde Hak,
Başı kavuksuz, sırtı cübbesiz ...
Gözetler zaman sizi siperden,
"öhö" der, tam öpüşeceksiniz.

"Hayhuydu derken bir de bakarsın,
Kandilinde yağ kalmamış ömrün.
Zaman erecek muradına hoş,
Yarına kalmaz belki de bugün

"Nice yemyeşil bağ bahçe var ki
Üstüne şimdi çullanmakta kar.
Zaman dağıtır bari, halayı;
Ellerde kopar güzelim yaylar.

"Daldır suya ellerini bari,
Bileklerine kadar daldır da!
Gözlerini dik! dik de leğene,
Neydi o, düşün kalan arkanda!

"Buzullar zorlar yük kapısını,
Yatağında iç çekense çöldür;
Çay fincanındaki bir çatlaktan
Öte dünyaya yollar görünür.

"Kuzum gel de bir bak şu aynaya!
Gel şu perişan haline bir bak!
Hayat, Şer değil Hayır; gine de
Sana hiç hayrı dokunmayacak.

"Dur da, camların önünde dur da!..
İki göz iki çeşme dökülen ...
İşin yoksa sen kötrüm komşunun
Gönlünü al bu kötrüm gönüllen."

Geç - ti, geçtiydi akşam suları,
Gitti aşıklar gittiydi bir bir;
Sustu saatler durduydu çın çın;
Akar da akar akardı nehir.


W. H. Auden
Çeviren: Can Yücel

Sağ Kalan

Umutsuz bir umutla ölmek, ama düşersen ellerine
Savaş çapulcularının, kurtulmak için pençelerinden
Boy göstermek yeniden bir tören alanında,
Yaralı ve göğsü madalyalarla dolu, kaldırıp kılıcını
Kahraman bir bölüğe yeniden kumanda etmek:

Mutluluk bu mu acep? Kesenkes canlı olmak yeniden
Başkaları ölmüşken? Hoş gelir mi burnuna
Her zaman ilk kezmiş gibi koklayacağın konca?
Kulağın bilenir mi dinlerken ardıç kuşunu
Kendi bestelemişçesine şakırken türküsünü?

Ve bu mudur mutluluk? Çifte intihardan sonra
(Yürek yüreğe karşı) yeniden hayata dönmek,
Düzeltmek saçlarını, silmek dökülen kanı,
Gencecik bir kız bulup kulağına gecede
"sonsuza kadar" diye yeminler fısıl damak?


Robert Graves
Çeviren: Cevat Çapan

Kimse Değil

Kimse değil, gedikli şeytan, kimse değil
Yitik bir tenle erinçleri durma yıkan.

Kimse değil, yoldan gelen, kimse değil
Kara giyinmiş bir adam uzunluğunda.

Kimse değil, evde dolaşan, kimse değil,
Kimse değil, çocuklar kadar merdiveni sessiz çıkan

Kimse değil bahçesinde, kimse değil
Kimse değil, örgü ören kız kadar suskun,

Kimse değil, daha henüz gelmeye başlayan
Kimse değil, uyanık kulağın aralıksız ağırlığı.

Bu kimse yanaşmadıkça ölüme
Çarpılıp duracağız ilence

Ve kıskançlığının, acısının ve korkusunun ilençleri
İzleyecek geceleri, cürümlere ve bozulan kızlara dek.


Robert Graves
Çeviren: Feyyaz Kayacan

20 Temmuz 2017 Perşembe

Yirmi Bin Ayakta Gecenin Çöküşü

Doğudan siyah bir duvar, tekerlenerek, kemerliyor
       üstteki yüksek göğü
Boğmak için masum ve benzi uçuk batı ışıklarının
       henüz kapladıklarını
Tükenmiş günbatımının buluttan kıyılarını; öyleyse
       hoşçakal, tatlı gün!
En erken yeşilden fışkırdın sen, yeşiller içinde,
       incinirmişçesine, kayarsın.
Hiç fark etmemiş miydim, nöbette daha önce, daha
       alçakgönüllü bir yükseklikte
Şafağın kapısından, kalabalıklaşarak, gecenin
       ve gecenin ölümünün girdiğini?


Robert Graves
Çeviren: Ali Cengizkan

Kopuk İmgelerle

O hızlıdır, düşünür seçik imgelerle;
Ben yavaşım, düşünürüm kopuk imgelerle,

O alıklaşır, seçik imgelerine güvendiğinden;
Ben keskinleşirim, kopuk imgelerime güvensizlikten.

İmgelerine güvendiğinden, uygunluklarını varsayar;
İmgelerime güvensizlikten, uygunluklarını sorgularım.

Uygunluklarını varsayarak, gerçekliği varsayar;
Uygunluklarını sorgulayarak, gerçekliği sorgularım.

Gerçeklik onu yanılttığında, duygularını sorgular;
Gerçeklik beni yanılttığında, duyularımı onaylarım.

Seçik imgeleriyle, hızlı ve alık, sürdürür işini;
Kopuk imgelerimle, yavaş ve keskin, sürdürürüm işimi.

O, kavrayışının yeni bir kargaşasında;
Ben kargaşamın yeni bir kavranışında.


Robert Graves
Çeviren: Ali Cengizkan

Hırsızlar

Aşıkların davranışlarıyla dağıttığı
Benim - senin haklarına karşılıklı saygı
Aslında uyarıcı bir açıklamada-
Alınacak ve çalınmayacak olana dair,
Ve uyguladıkları çözümün gizi:
"Sen ve ben buralarda değiliz."

Sonra çözülünce birbirlerinden
Sen benden ve seninki benimkinden,
İkisi de kararsız, kimdi
O ben, benimkinin sen olduğu.
Davranmaya başlarlar yine
Bütünüyle bilmezden gelircesine.

Hırsızlık hırsızlıktır, saldırı saldırı
Yapılmış olsa bile karşılıklı
Sonuç şudur: aşıklar
İç geçirmeyi ve kıskançlığı arttırırlar
Hırsızlar arasında yiten onura
Yas tutmakta olan tek bir yürekte.


Robert Graves
Çeviren: Ali Cengizkan

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Ölüme Mahkum Gençlere Ağıt

Sürüyle ölenlere hangi çanlar çalıyor?
Sadece silahların canavarca öfkesi.
Yarım yamalak dua etmeye çabalıyor
Tarrakalar kopartan silahların şom sesi.

Ne cenaze alayı, ne de alaycı çanlar;
Tiz bir korodan başka yaslı sesler kısılmış:
Çıldıran, çığlık atan bir korodur kovanlar.
Gençler üzgün illerden korularla çağırılmış.

Onları hangi mumlar uğurluyor yarına?
Son vedaların kutsal ışığı parlayacak
Toy erlerin elinde değil gözünde ancak.

Kızların solgun yüzü şaldır tabutlarına,
Çelenkleri bir sessiz duygudur gönüllerde
Ve her akşam loşluğu inen son kara perde.


Wilfred Owen
Çeviren: Talat Sait Halman

Uğurlama

O kararan daracık patikalardan şarkılarla gittiler
istasyon kulübesine
Ve gaddarca sevinçli yüzlerle doldular trenlere.

Göğüsleri dallarla, çelenklerle bembeyaz
Hani insanların olur ya, öldüklerinde.

Yorgun hamallar baktı arkalarından, rasgele bir serseri
Durup seyretti gidişlerini,
Onları kaçırdığına üzgün dağdaki kamp yerlerinde.
Sonra, duygusuz, işaretler verildi ve bir lamba
Göz kırptı hareket memuruna.

İşte böyle gittiler gizlice, örtbas eder gibi bir suçu.
Bizim oralı değillerdi:
Hiç öğrenmedik hangi cepheye gönderildiklerini.

Ne de onlara çiçek veren kadınlarla hala
Eğlenip eğlenmediklerini.

Acaba dönerler mi çalınan çanlarla gene
Trenler dolusu, sevinçten çılgın?
Birkaçı, ancak birkaçı, trampet sesleri
Ve çığlıklara göre pek azı
Sürünüp sessizce dönerler belki suskun köy kuyularına
Tırmanarak o yan bildik yolları.


Wilfred Owen
Çeviren: Cevat Çapan

John Maclean (1879-1923)

Glasgow şehrinin bütün yapıları koyu kurşuni.
Zulmün, alçaklığın rengidir bu,
söker götürür insanın içinden tüm umudunu,
birden kararır yapılardan biri, olur zifir gibi.
Kör duvarlar arasından gelir bu türkü,
gerçek bir yiğitlik, gerçek bir destan arasından,
bu türlü düşmeyecek dillerden hiçbir zaman.

Bakın ona, ey dalkavuklar, kör gözlerinizle bakın ona!
Hadi, yalancı dillerinizle inkar edin onu!
Sizin o pis yüreğiniz nasıl da sezer ama,
o saat telaşa kapılır dört dönersiniz, bakarsınız karartmaya,
yanı başında bir sürü yalanlar düzdüğünüz
kutsal kitabın karanlık dolaplarına benzetmeye,
bir hücrenin içinde yaşayan bu aydınlığı,
hiçbir yüreksizin baş edemediği bu aydınlığı.

Gök mavisi değil zalim polisinizin yakasındaki mavi.
Ve adalet bu denli kirli duvarlar arkasında
kirli işini yürütür durur.
Bir de övünür kendi kendisiyle, çalım satar,
ama hiçbir vakit şunu bilmez, budala:
Karanlık zindanlara atılan her mahpus,
aydınlığı da yanında götürür.

Yaklaşın gelin, köreltin bu alevi,
gücünüz yettiği sürece, ey rahipler, düzen bekçileri,
ey cehennem bekçileri, duygusuz, sağır,
ey kalın enseliler, şiş göbekliler, kaymak tabaka,
körelttiğimiz bu alevin kıvılcımları gene de korktuğumuz
yere varacaktır,
boy ölçüşemez MacLean'ın düşmanlarından bir teki
MacLean'la,
bu bir gerçek,
bu, gün gibi ortada.
Pilat ve Romalı askerler nasıl davrandılarsa İsa'ya,
öyle davrandı en güzel iskoçyalısına çağının
hukuk ve düzen,
az rastlanır gerçek insanına lanet soyumuzun,
zindan karanlığı içinde soluyan bir ülkenin tek güneşine.
Yok Hıristiyan şefkatiymiş, yok bilmem ne!
Siz gidin o mavalı başkalarına okuyun.
İşte bar bar bağırıyorum ben olanca gücümle:
Mutlaka öcü alınacak John MacLean'ın!

.......................

En güzel onur payları dağıladursun dalkavuklara, katillere!
Onun çeşmesine zehir katıldı bir kere, yayar fesadını dört
bir yana!
Ne çıkar senin vücudun göçtüyse, ne çıkar, John MacLean,
İskoçya hiçbir zaman unutmayacak senin o hiç yıkılmayan
inancını,
sensin bilecek İskoçya'nın gücünü ayakta tutan tek gerçek,
kendi aptallığının tek simgesidir bu, bir kara bayrak,
bu senin yattığın zindan,
bilecek.


Hugh Macdiarmid
Çeviren: A. Kadir - Selahattin Yıldırım

18 Temmuz 2017 Salı

Ağustos 1914

Bu savaşın ateşinde
Yaşamımızda ne yanmış?
Yüreğin sevgili anbarı?
Ya diğerleri, özleyeceğimiz?

Üç şeyin tek bir yaşamı var -
Demir, bal ve altın.
Gitti altın ve bal
Sert ve soğuk, sen kaldın.

Yaşamlarımız demirdendir
Gençliğimizin ortasında eritilmiş.
Olgun tarlalarda yanık yerlerdir
Güzel bir ağızda kırık bir diş.


Isaac Rosenberg
Çeviren: Ali Cengizkan

Miriam'a Son Sözler

Seninki huysuz bir acı,
Oysa benim de yüzüm kara;
Sevgin köklüydü, eksizdi senin,
Benimki güneşe doğru büyüyen
Tutkusuydu çiçeğin.

Beni araştırıp tanıyacak güçteydin,
Tomurcuklarımı bir bir açacak;
Çektin uykulardan aldın ruhumu,
Acıyı duyar ettin-
O zaman tökezledim?

Koyun koyuna seni sevemedim,
Sevmeyi isteseydim de
Öpüştük, belki de öpüşmemeliydik.
Boyun eğdin, kendimizi son bir denedik,
Beceremedik.

Sen yalnız dayandın, böylece
Çökerttin usta direncimi.
Okşamamla titremedi hiç tenin;
Bu yüzden gereken son ince acıyı da
Sana çektiremedim.

Güzelsin, alımlısın
Ama donuk ve tutuksun etinde;
İçine işleyebilseydim eğer
O dikenli acının olanca şiddetiyle,
Işıyan bir ağ çıkardı belki

Renkli bir pencere gibi; tenini
Yakıp geçti en güzel ateş,
Kurtardı çürümekten, arıtıp
Kutsadı onu yeni bir duyarlıkla.
Ama kim alır şimdi seni yeniden?

Kim yakıp kurtarabilir seni
Etinin ölümünden, çürümesinden?
Artık söndüğüne göre benim de içimin ateşi,
Hangi erkek eğilir sürüp çıkarmak için
Etinde haykıran çarmıhı şimdi?

Sessiz, nerdeyse güzel bir şey yüzün,
Baktıkça utanıyorum,
Seni bütün yalımların içinden
Kurtarıp çıkaracak kadar
Amansız olmalıydım.


D. H. Lawrence
Çeviren: Cevat Çapan

Bir Beyaz Çiçek

Orada bir küçücük ay bembeyaz
Bitimsiz baharlardan kalma kokusu yasemin gibi
Yaprakları yapayalnız uzanmış pencereme
Karlı çardakları içinden gecenin
Pırıl pırıl ışımıştı nasıl da yumuşaktı
Ilık damlacıklarınca yağmurların
Parıldar o şimdi evrenime uzaklardan
Kaygısız gençliğimin ilk aşkı
Esen günlerimin en yiğit anısı
Parıldar boşuna.


D. H. Lawrence
Çeviren: Coşkun Zengin

17 Temmuz 2017 Pazartesi

Rüzgarlı Bir Gece Üstüne Rapsodi

Saat on iki.
Sokakların erimi boyunca
Durdurulmuş bir aysı bileşimde,
Fısıldayan aysı büyüler
Dağıtır tabanını anıların
Ve onun tüm açık ilişkilerinin,
Sınırlarının ve kesinliklerinin.
Geçtiğim her sokak lambası
Kaderci bir davul gibi vuruyor,
Ve karanlıklar boyunca
Yarıgece sarsıyor anıları
Bir deli nasıl sarsarsa ölü bir ıtırı.

Saat bir buçuk,
Sokak lambası pırpır etti,
Sokak lambası mırıldandı,
Sokak lambası dedi, "bak şu kadına,
Sana doğru ikircikli, ışığında bir kapının,
Açılmış ona doğru bir sırıtış gibi.
Görürsün elbisesinin eteği
Yırtılmış ve lekelenmiş topraktan,
Ve görürsün gözünün köşesi
Çengelli bir iğne gibi bükülür.

Anılar fırlatır su üstüne
Bir sürü bükülmüş şeyi;
Bükülmüş bir dal kumsalda,
Aşınıp düzlenmiş ve cilalı,
Sanki dünya vazgeçmiş
Onun iskeletinin gizlerinden,
Sert ve apak.
Kırık bir yay bir fabrika avlusunda,
Pas yapışmış biçime, gücün terk ettiği,
Sert ve kıvrak ve ısırmaya hazır.

Saat iki buçuk,
Sokak lambası dedi,
"Bak oluğa uzanmış kediye,
Uzatır dilini
Ve atıştırır bir parça küflü yağı."
Çocuğun eli de öyle, kendiliğinden
Uzanıp cebine attı rıhtımda yuvarlanan oyuncağı,
Hiçbir şey göremedim çocuğun bakışları ardında.
Sokakta gözler görmüşümdür
Işıklı panjurlardan dikizlemeye çalışan,
Ve bir yengeç, bir öğle sonu, bir havuzda,
Yaşlı bir yengeç, sırtında deniz böcekleri,
Yakaladı ucunu kendisini durdurduğum çubuğun.

Saat üç buçuk,
Lamba pırpır etti,
Lamba mırıldandı karanlıkta.
Lamba vızıldadı:
"Aya bak,
La lune ne garde aucune rancune*,
Kırpıyor gözünü hafifçe,
Gülümsüyor köşelere.
Düzeltiyor saçını otların.
Ay yitirmiş anılarını.
Çiçek hastalığı çopurlaştırıyor yüzünü, kadının,
Büküyor elinde kağıttan bir gülü,
Toz kokulu, kolonya kokulu,
Yalnızdır o,
Geceye özgü tüm eski kokularla,
Ki geçtikçe geçerler kafasından."
Akla gelir
Güneşsiz kuru ıtırlar
Ve çatlaklardaki toz,
Kestane kokuları sokaklarda,
Ve kadın kokuları panjurlu odalarda,
Ve sigaralar koridorlarda
Ve kokteyl kokuları barlarda.

Lamba dedi,
"Saat dört,
İşte numara kapıda.
Hatırla!
Anahtarın var,
Küçük lambanın ışık çemberi merdivende.
Çık.
Yatak açık; diş fırçası duvarda asılı,
Pabuçları kapıda bırak, uyu, hazırlan hayata."

Son bükülüşü bıçağın.


T. S. Eliot
Çeviren: Suphi Aytimur


*Ay hiç kin beslemez.

Mr. Prufrock'tan Aşk Türküsü

Gel gidelim beraberce;
Akşam gelip göğün üstüne serilince
Ameliyat masasında baygın bir hasta gibi...
Gidelim bildiğin ıssız sokak içlerinden,
O sabahlara dek gürültüsü dinmeyen otellerle
Sabahçı kahveleri önünden ...
Gidelim o sokaklardan işte ...
Bir'sinsi niyetle uzadıkça uzayan münakaşalar gibi hani
Sürükler ya içinden çıkarılmaz bir soruya doğru seni...
Kuzum, sorma nedir diye?
Kalk gidelim misafirliğe!
Odada kadınlar bir aşağı bir yukarı ...
Michelangelo' dur konuştukları.
Sarı sis sürterken sırtını pencere camlarına,
Sarı duman sürterken burnunu pencere camlarına
Yaladı diliyle kenarını, köşesini akşamın
Oluklarda oyalandı bir vakit su birikintileriyle,
Sonra yüklenip sırtına bacalardan inen kurumu
Kaydı saçaktan, ansızın baş aşağı daldı,
Baktı bir ılık teşrin gecesi,
Şöyle bir dolandı evin etrafında, uyuya kaldı.

Elbet bulunacak vakit
Kaysın diye yol boyunca sarı duman
Pencere camlarına sürterekten sırtını;
Bulunacak vakit, bulunacak vakit
Yaklaştığın çehrelere yakışacak bir çehre takınmana;
Bulunacak vakit, hem öldürmek, hem yaratmak için
Ve vakit, kaldırıp bir sual bırakan tabağına
Türlü işleri, türlü günleri için ellerin;
Vakit senin için de benim için de
Hala daha hala vakit kararsızlıklar için
Binbir karar, binbir pişmanlık için
Kızarmış ekmekle çay ikramından önce.
Odada kadınlar bir aşağı bir yukarı ...
Michelangelo' dur konuştukları.
Elbette bulunacak vakit
"Cesaretim var mı cesaretim" diye sormak için de
Vakit, geriye dönüldüğünde, merdivenler inildiğinde,

Bir açılmış benekle saçlarımın tepesinde -
(Diyecekler: "Bir hal oldu saçlarımın dibine!")
Üstümde sabah kostümüm, sımsıkı yakam, havada çene,
Kıravatım zengin fakat mütevazı, bir de basit asorti iğne(
Diyecekler: "Bir hal oldu el ayak bileklerine!")
Cesaretin var mı
Tacize kainatı?
Vakitse var aynı dakka içinde
Kararlar için pişmanlıklar için derken hepsinin karşıtı.

Zira şimdiden bilirim bütün hepsini bir bir hepsini -
Bilirim sabahını, ikindisini, akşamlarını,
Kahve kaşıklarıyla çıkarmışım ömrümü tutarını;
Kesik bir ezgiyle kesilen sesleri de bilirim,
Ağır basınca bir uzak bölmeden bir musiki,
Şimdi nasıl cüret ederim ki?

Şimdiden bilirim gözleri, bir bir hepsini -
İnsanı yafta olmuş bir cümlenin altında çıkan gözleri;
Yaftalandıktan sonra duvarda yarı canlı,
Hangi cesaretle başlamalı
Döküp saçmaya günlerimin yamalı bohçalarını?
Hem nasıl cüret ederim ki?

Şimdiden bilirim kolları, bir bir hepsini -
Kollar: bir masaya uzanmış yahut bir şal'a sanlı.
(Ama ışık düşünce üstünü ayva tüyleri saracak!)
Bir entariden yayılan lavanta
Kokusu mu acaba aklımı dağıtmakta?

Kollar: bir masaya uzanmış yahut bir şal'a sanlı.
Hangi cesaretle başlamalı?
Hem nasıl cüret ederim ki?

Denir mi "Ben akşam karanlığında dar sokaklardan geçtim;
Pencerelerden sarkmış kollan sıvalı, yalnız insanların
Seyrettim pipolarından yükselen dumanı"?
Çentikli bir çift yengeç kıskacı olacaktım ben,
Seyirterekten sakin deniz düzlerinde.
İkindi-vakti, akşam vakti, uyumakta öyle deliksiz!..

Uzun parmaklarla okşanmış da
Dalmış ... yorgun ... yahut yalancıktan hasta,
Uzanmış şuracağa yanımıza ...
Kalkmalı mıyım çay, pasta ve dondurmadan sonra
Yaşadığımız anı sürüklemeye bir çıkmaza?
Evet, ağladım, oruç tuttum, ağladım, dua ettim,
Gördüm, evet, başımın (hafif ten dazlak) bir tepside yattığını,
Demiyorum, peygamberim ben - Şart değil ya bu zaten;
Görmedim değil devlet kuşunun bana doğru kanat çırptığını,
Paltomu tuttuğunu gördüm o ezeli kavasın, pis pis sırıttığını;
Ne saklayayım korkudan kalbimin attığını!

Zahmete değer miydi üstelik
Fincanlardan, reçellerle çaylardan sonra
Porselenler ve senli benli bir sohbetin ortasında,
Zahmete değer miydi
Kestirip atmak meseleyi bir tebessümle,
Sıkılmış bir top'a döndürüp avucunda kainatı
Yuvarlamak içinden çıkılmaz bir soruya doğru?
"Ben Lazar'ım" diye çıkmaz ortaya. "Ben ahretten geldim
Anlatmak için size her şeyi, anlatacağım size her şeyi" -
Ya hanım başının altına bir yastık yerleştirerekten
"Hiç de bu değildi benim aklımdan geçen,
Hiç de bu değildi," deyiverirse?

Zahmete değer miydi üstelik?
Zahmete değer miydi?
Onca gruptan sonra yol üstü bahçelerinden, sulanmış
sokaklardan,
Onca romandan sonra çay fincanlarından, döşemelerde
sürüklenen eteklerden sonra? -
Neler daha, nelerden sonra? -
Bir türlü anlatamıyorum meramımı bu sefer;
Fakat sinirlerin hayalini bir perdeye aksettirmiş gibi
bir sihirli fener:
Zahmete değer miydi
Ya hanım, bir yastık yerleştirerek yahut çıkarıp atarken
şalını,
Pencereye çevirip yüzünü
"Hiç de bu değildi'', deyiverirse?
"Hiç de bu değildi benim aklımdan geçen."

Yok! Ben Prens Hamlet değilim, ne de o katın ehliyim;

Ben mabeyinde bir beyzade, hizmeti geçen biri
İşlerin seyrine hız vermekte ve bir iki sahneye vesile,
İşe yaradığına memnun gayet,
Ve prense nasihat etmekte ele yatkın bir maşa nihayet,
Hürmetkar, dikkatli, ihtiyatlı,
Tumturaklı laflara meraklı, fakat azıcık kaim kafalı,

Kimi zaman doğrusu gülünç adamakıllı -
Kimi zaman nerdeyse Soytarı.

İhtiyar oluyorum, İhtiyar ...
Kıvıracağım zahir paçalarımı potinlerimin konçlarına kadar.

Saçlarımı arkadan ayırsam mı acaba; yiyeyim mi dersin bir şeftali?
Beyaz fanila pantolonlar ayağımda, dolaşacağım sahili,
Türkü söylerken işittim deniz kızlarını birli ikili.

Sanmam türkü söylesin onlar benim için.

Açılırken gördüm onları dalgaların sırtında.
Dalgaların tarayaraktan beyaz saçlarını, o arkaya savrulu,
Savurdukça suları rüzgar açıklı koyulu.

Oyalandık bir vakit denizin sofalarında
Saçlarına kırmızı yosunlar takmış deniz perileriyle,
Boğulduk sonra uyanınca ansızın insan sesleriyle


T. S. Eliot
Çeviren: Can Yücel

Yeni Ev

İlk önce, kapayınca kapıyı,
Yapayalnız kaldım
O yeni evde, derken uğultusu
Başladı rüzgarın,

Birden eskiyiverdi ev,
Birden ben de yaşlandım;
Önceden söylenenlerle
Ürperdi kulaklarım.

Fırtınalı geceler, sonu hiç gelmeyen
Sisli gündüzler; güneşle ısınmayan
Kasvetli günler: eski tasalar
Ve daha başlamamış yeni acılar.

Böyledir demişlerdi de,
İnanmamıştım önceden;
Şimdi anladım görünce,
Rüzgar nasıl uğuldarmış eserken.


Edward Thomas
Çeviren: Cevat Çapan

Bana Pan Öldü Dediler

Bana Pan öldü dediler,
Öyleyse kimdi şakıyan sessizce
Külrengi mürverlerle kaplı
O yeşil vadinin dibinde?

Bazen ruhumun büyüsüyle
Canlanan bir kuştu sanki öten;
Bazen denizin iniltisiydi
Karada yüreğime seslenen.

Soluk güzelliğiyle çuha çiçeklerinin
Donanmış kırlarda bile,
Eski bir acının gözyaşlarına
Rastladım menekşelerde.


Walter De La Mare
Çeviren: Cevat Çapan