Şiir, Sadece: Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2019 Pazartesi

Bakır Atlı

Petersburg Öyküsü
Önsöz

Bu öyküde anlatılan olay gerçeğe dayanıyor.
 
Nehir taşması felaketinin ayrıntıları o zamanın dergilerinden alındı. Meraklısı, V.N. Berh’in hazırladığı habere bakabilir.

Giriş

Issız dalgaların vardığı kıyıda,
Bürülü yüce düşüncelere, o ayaktaydı.
Ve bakıyordu uzaklara. Önünde geniş
Akıyordu nehir. Sularda bir kayık
Mecalsiz süzülüyordu yalnız başına.
Yosunlu, balçık kıyılar boyu
Seyrek kulübeler kararıyordu,
Sefil Karelyalının sığınağı damlar;
Sisler içinde yiten güneşin tutuk
Işınlarının eremediği orman
Çepeçevre uğulduyordu.

Ve düşünüyordu o;
Buradan İsveçliyi edeceğiz tehdit,
Bir kent konuşlanacak burada
Kibirli komşunun düşmanlığına inat.
Burada yazgılamıştır açmaya bizi,
Doğa, Avrupa’ya doğru penceremizi
Ve sağlamca basmaya denizin eşiğine.
Buraya doğru yeni dalgaları aşacaklar
Bize konuk olacaklar bütün bayraklar,
Ve şölenler kuracağız enginler üzerinde.

Yüz yıl geçti ve genç kent,
Bezeği ve harikası yarıgece ülkelerinin,
Bataklık balçığı, orman karanlığı içinden
Gururla ve görkemle yükseldi;
Doğanın üvey oğlu Finli balıkçının
Acılar içinde bir zamanlar
Engin kıyılar boyunca yapayalnız,
Diplerin bilinmez sularına
Harap ağlarını attığı yerde şimdi
Yükseliyor sarayların ve kulelerin
Zarif kütleleri; şimdi gemiler
Dünyanın dört bir bucağından sürülerle
Zengin iskelelere doğru süzülüyor;
Granitten giysilere bürülü Neva;
Suların üzerine asıldı köprüler;
Koyu yeşil bağlarla bahçelerle
Adaları sarmalandı Neva’nın,
Ve yanında genç başkentin
Solgun kaldı yaşlı Moskova
Taştan giysileriyle bir dul gibi
Yeni çariçenin karşısında.

Seviyorum seni Petro’nun yaratısı,
Seviyorum senin ağır, ölçülü görüntünü,
Neva’nın egemen aşkını,
Kıyılarında granitlerini onun,
Parmaklıklarının dökme oyasını,
Senin düşlemli gecelerinin
Duru karanlığını, aysız ışıltısını,
Ben odama çekilmiş, şiirlerimi
Kandilsiz yazarken ve okurken,
Ve uykulu yüceleri aydınlanırken
Boş caddelerin, dökerken ışıklarını
Amirallik dairesinin kulesi,
Ve gece salmadan karanlığını
Altın ışıltılı gökkubbeye
Gündoğumu kovalarken gündoğumlarını
Sadece yarım saatler bırakıp geceye.
Seviyorum senin amansız kışının
Kıpırtısız havasını ve ayazlarını,
Geniş Neva boyunca kızakların koşusunu,
Kızların gülden aydın yüzlerini,
Ve pırıltını ve uğultunu ve balo söyleşilerini,
Bekâr meclisi saatleri boyunca
Hışırtısını köpüklü kadehlerin
Ve mavi yanışlı alevini punçun.
Marsovo Pole eğlencelerinin
Seviyorum savaşkan canlılığını,
Yaya ordusunun ve atlıların
Göz kamaştıran bir örnek alımlılığını,
Onların dalgalanan düzenli saflarında
Sancakların utkulu yalpalayışını,
Kurşun boydan boya delmiş çarpışmada
O bakır miğferlerin ışıltısını.
Seviyorum ordular başkenti,
Senin kalenin dumanını ve uğultusunu,
Yarıgecenin çariçesi
Oğul sunduğu sıra çar sarayına
Yahut düşmana karşı bir utkusunu
Kutlamaktayken yeniden Rusya,
Yahut parçalamış mavi buzunu,
Neva onu sürüklerken denizlere
Ve sevinirken baharı duyumsamayla.

Çalımlan, Petroların kenti ve sarsılmadan
Rusya gibi, dur ayakta,
Seninle varsın barış tutsun
Yenilmiş olan doğa belası da;
Düşmanlığını ve kadim tutsaklığını
Finlandiya’nın dalgaları varsın unutsun
Ve bozmasın nafile hıncıyla
Petronun ebedi uykusunu!

Dehşetli bir zaman yaşandı,
Anıları o zamanın taze henüz...
Sizin için dostlarım, o günlerin
Başlıyorum anlatmaya öyküsünü.
Ama hüzünlü olacak öyküm benim.
 
Birinci bölüm

Kederli Petrogard’ın ufkunda
Kasım soluyordu güz soğuğunu.
Düzgün setlerinin kenarlarına
Sıçrayıp uğultulu bir dalgayla,
Hasta gibi çırpınıyordu Neva
Rahatsız yatağında acılarla.
Artık geç olmuştu, hava karanlıktı;
Camda dövünüyordu yağmur kızgınlıkla,
Ve acı ıslıklarla esiyordu rüzgâr.
O sıra konukluktan henüz yeni
Dönmüştü evine genç Yevgeni...
Öykümüzde biz kahramanımızı
Bu adla çağıracağız. Tınısı hoş
Duyuluyor onun ve eski dost
Bu adla üstelik kalemim benim.
Lakabı onun bize gerekli değil,
Olabilir ki evvel zaman içinde
Kahramanımız bizim ışıldamıştır
Ve Karamzin’in kalemi ucunda
Yurtsal söylencelerle çınıldamıştır;
Ama şimdi o unutuldu çoktan
Toplumda ve dillerde. Kolomna’da
Yaşar ve bir yerlerde hizmettedir,
Soylulardan utanır ve üzülmez hiç
Artık yaşamda olmayan hısımlarına
Ve unutulmuş eski zamanlara.
Ve işte, evine dönen Yevgeni
Paltosundan sıyrıldı, soyundu yattı.
Ve epey zaman uyuyamadı
Çalkantısında türlü düşüncelerin.
Ya neler düşünmekteydi o? Neler
Düşünebilir, yoksuldu, güçlüklerle
Yaşamda nasıl sağlayabilirdi
Hem bağımsızlığını, hem onurunu,
Us ve varsıllık bağışlayabilirdi
Oysa ona Tanrı. Zira vardı
Yaşamları ağırlıksız çok daha
Nice aylak, o kadar aklı kısa,
Avare nice mutluluk erbabı!
Düşünüyordu, sadece iki yıldır çalıştığını;
Ve yine düşünüyordu, yatışmadığını
Havaların bir türlü; nehrin suları
Hep daha kabarmıştı; sanmıyordu o
Neva köprüleri açılmış olsun,
Ve demek sözlüsüne ulaşamayacaktı,
İki, üç gün Paraşasından ayrı kalacaktı.
Burada iç geçirdi yürek dolusu
Ve bir ozan gibi düşlere daldı:

"Evlenmek mi? Ben? Niçin olmasın?
Evlilik çetindir, kuşkusuz;
Ama olsun, gencim, güçlüyüm,
Hazırım çalışmaya gece gündüz;
Bir yolunu bulur önce kurarım
Kendime bir düzen ılık ve sade
Ve burada Paraşa’yı hoş tutarım.
Belki, olur a, yıl geçer
Bir yerceğiz edinirim, Paraşa’nın
Bırakırım ellerine yuvamızı
Ve yetişmesini yavrularımızın...
Ve koyuluruz yaşamaya, öyle ömrümüz
Boyunca el ele ikimiz yürürüz,
Ve defnederler bizi torunlarımız..."

Kapılmıştı düşlere. Ve hüzünlüydü
O gece; bir yandan diliyordu,
N’olurdu rüzgâr inlemese umutsuz öyle
Ve camları dövmese yağmur
Öyle öfkeyle.
Uykulu gözlerini
Kapadı en sonu. Ve işte
Seyreliyor karanlığı yağışlı gecenin
Ve benzi uçmuş bir gün ağarıyor şimdi...
Şimdi dehşetli gün!
Neva bütün gece
Atıldı denize doğru, tufana karşı,
Fırtınaların aşamadı şiddetli çılgınlığını
Ve kalmadı direnmeye gücü...
Sabahleyin nehir kıyıları boyunca
Halk yığıldı öbekler halinde,
Eğlendi serpintilerle, dalga dağlarıyla
Ve azgın suların köpükleriyle.
Ama körfezden bindiren rüzgârın baskısıyla
İtilmiş alabildiğine Neva
Geriye doğru devriliyordu köpüren gazabıyla
Ve adaları gömüyordu taşkınlar altına,
Fırtına daha da kasıp kavuruyordu,
Neva şişiniyordu ve uğulduyordu,
Bir kazandan halkalanmışça fokurduyor,
Ve ansızın, yabanıl hayvan gibi kuduruyor,
Saldırıyordu kente doğru. Taşkınlar önünde
Kaçıştı her şey, her şey çevrede
Birdenbire ıssızlandı, sular birdenbire
Yeraltının doldurdu mahzenlerini,
Kanallar döküldü kent bahçelerine,
Ve Triton gibi yüzeylendi Petropolis,
Beline kadar sulara gömülmüş.

Kuşatma! Saldırı! Gazaplı dalgalar,
Hırsız gibi pencerelerden ağmada. Sandallar
Bir koşu bindiriyor kıçtan camlara.
Pazar tezgâhları örtülü sularla,
Kulübe enkazları, kalaslar, damlar,
Stoklanmış ticaret malları,
Solgun yoksulluğun atıntıları,
Fırtınayla sökülmüş köprüler,
Sürüklenmiş sinliklerden tabutlar
Yüzüyor caddelerin üzerinde!
Halk
Görüyor tanrısal gazabı ve azabını bekliyor.
Çaresiz! Yok oluyor her şey: ekmek ve ev bark!
Nereden edinecek?
O korkulu yılda
Rahmetli çar Rusya’yı şanla
Yönetmekte henüz. Bir balkona çıkıp
Çar orada durdu kederli, bulanık,
Ve: "Tanrısal afete çarlar
Hüküm geçiremezler" dedi. Oturdu
Düşünceler içinde acılı gözlerle
Feci musibete bakıyordu.
Taşkın birikiyordu göller halinde
Ve göllere geniş nehirler halinde
Dökülüyordu caddeler. Saray
Acıklı bir ada gibi görünüyordu.
Çar konuştu - bir uçtan bir uca,
Yakın ve uzak caddeler boyu
Tehlikeli yola coşkun sular içinde
Atıldılar çarın generalleri,
Boğulmak üzere bekleşen, sularda evleri,
Ve korkuyla titreşen halkı kurtarmak için.

O zamanlar, Petro Meydanı’nda
Yükselen yeni bir yapının kenarında,
Üzerinde yüksek sahanlığın
Hazır pençesiyle, sanki canlı
Bekçi durmaktaydı iki aslan,
Mermer yırtıcının üzerine binili,
Şapkasız, çaprazlamış göğsüne ellerini,
Kımıltısız oturuyordu korkunç solgun
Yevgeni. Kendisi için değil korkmuş
Yoksul. Darmadağın, hiç duymuyordu
Doymaz dalga nasıl kabarmada
Çarpa çarpa tabanlarına onun,
Yağmur yüzünü nasıl kırbaçlamada,
Ve rüzgâr zaptolunmaz ulumalarla
Başından şapkasını nasıl uçurdu.
Onun umutsuz bakışları
Hep uzakta bir kıyıya doğru
Dikilmişti kımıltısız. Dağ başları
Gibi incinmiş diplerden öfke dolu
Ayaklanıyordu orada dalgalar ve kudurmayla
Kükrüyordu orada tufan, sürükleniyordu orada
Yıkıntılar... Orada, Tanrım, Tanrım!
Ah, ne çare! Yanıbaşcağızında dalgaların,
Orada körfezin hemen tam ağzında -
Boyasız tahta çit ve söğüt ağacı
Ve harap evceğiz; orada umudu tüm
Dul kadın ve kızı, onun Paraşası,
Onun hayalleri... Yoksa bir düş müydü
Bu gördüğü? Bir hiç miydi yoksa
Bütün hayatımız, boş bir düş gibi,
Alaya alması mı göğün yeryüzünü?

Ve Yevgeni, büyülenmiş gibi,
Sanki mermere çivilenmiş gibi,
Başaramıyor inmeyi! Çevresini kuşatmakta
Sular ve yok hiçbir şey sulardan başka!
Ve dönmüş sırtını ona,
Sarsılmayan yüksekliğinde,
Yücesinde başkaldıran Neva’nın
İleriye uzanmış eliyle duruyor
Bir put bronz atının üstünde.
 
İkinci bölüm

Ama sonra, doymuş yıkımlarına
Ve arsız huysuzluğundan yorgun,
Neva eğimlendi geriye doğru,
Kendi hırçınlığına olmuş hayran
Ve terkederek küçümsemeyle ortalarda
Bütün şikarını. Bir kıyacı aynı böyle,
Peşinde gözü dönmüş çetesiyle
Köyleri basar, keser, kırar,
Yıkar ve yağmalar; inleyişler, naralar,
Şiddet, sövgü, bağırış, ilenmeler!..
Ve çok oyalanmış da vurgunla,
İzlenmek korkusundan ve yorgun,
Haydutlar dönmektedir ivedi evlerine,
Ganimetlerini döke saça yol boyunca.

Sular çekildi ve köprüyolu
Açıldı ve Yevgenim benim
İvedi koşuyor, tutulmuş ruhu,
Umut, korku ve tasa içinde
Koşuyor yatışmaya duran nehre.
Ama dopdolu utku kutlamalarıyla,
Henüz kanıyordu hırçın dalgalar,
Ateş harlanıyordu altında sanki,
Üstlerini henüz köpükler kaplamakta,
Ve ağır solumaktaydı Neva
Cenk dönüşü dörtnal bir at gibi.

Yevgeni bakıyor: Görüyor bir sandal;
Koşuyor sandala, sanki yitik mal
Bulmuş, çağırıyor sandalcıyı.
Sandalcıysa kaygıların uzağında
Seve seve on kopek karşılığında
Geçiriyor onu acı dalgalardan.

Uzun zaman coşkun dalgalarla
Boğuştu güngörmüş kürekçi,
Saat boyu dalgaların safları arasında
Derinlere korkusuz yüzgeçleriyle
Yitebilirdi kayık ve sonunda
Erdi kıyıya.
Kutsuz Yevgeni
Bildik bir sokak boyunca koşuyor
Bildik yerlere doğru. Dolaşıyor,
Tanıyamıyor. Görünüm umutsuz!
Karşısında onun yığılmış her şey;
Her şeyi savurmuş, sürüklemiş sel;
Evceğizler eğrilmiş yanıbaşında,
Bazısı tüm yıkılmış, bazılarınıysa
Yersizletmiş dalgalar; her yanda,
Sanılır ki bir savaş alanında
Bedenler serilmekte. Yevgeni
Yel gibi, anımsamadan hiçbir şey,
Istıraptan bitkin düşünceye değin
Koşuyor henüz alınmamış bir haberle,
Elinde mühürlü bir mektup gibi,
Yazgının onu beklediği yere.

Ve işte koşuyor varoş boyunca artık
Ve işte körfez ve çok yakın ev...
O ne?..
Durdu Yevgeni.
Geriye yürüdü ve döndü yine.
Bakınıyor.. yürüyor.. bakınıyor.
İşte evlerinin bulunduğu yer;
İşte söğüt, şurada kapılar bulunuyordu.
Belli, götürmüş sel. Ya ev nerede?
Ve kör bir tasayla dopdolu,
Hep yürüyor, yürüyordu çevrede,
Us yoruyordu, sesli, kendi kendine,
Ve ansızın, alnına vurdu elini,
Bir kahkaha salıverdi.
Karanlık gece
İndi çırpınan kentin üzerine;
Ama insanlar uzun süre uyumadılar
Ve uzun süre aralarında yorumladılar
Biten günü.
Sabahın ışınları,
Ötesinden yorgun, solgun bulutların
Dolandı sessiz başkentin enginlerini
Ve bulamadı artık izlerini
Dünkü felaketin; erguvan rengi
Bir zar çoktan örtmüştü şerrin üzerini.
Her şey girdi alışkın düzenine.
Artık özgür caddeler boyunca
Yine o soğuk duyarsızlığıyla
Deviniyordu halk. Memur tayfası,
Terkedip gece sığınağını,
Görevine yürüyordu. Cesur madrabaz
Açıyordu umutsuzluğa bırakmadan kendini
Neva’nın yağmaladığı mahzenini,
Çıkarmak üzere fırsat bulur bulmaz
Acısını ağır zararının. Avlular boyunca
Sandallar seferler etti.
Kont Hvostov,
Göklerin o sevgili şairi başlamıştı bile
Şarkılamaya ölümsüz dizeleriyle
Şimdiden Neva kıyılarının bahtsızlığını.

Ama benim acınası, acınası Yevgenim...
Ne çare! Onun örselenen usu
Müthiş sarsıntıların karşısında
Dayanamadı. İsyankar uğultusu
Neva’nın ve rüzgârın parçalandı
Kulaklarında. Suskunca dolu
Ürkünç düşüncelerle, o yurtsuzlandı.
Bir düş derinlerini kemirmedeydi.
Haftalar geçti, aylar, Yevgeni
Evine artık hiç uğramıyordu.
Onun ıssız kalan köşesini,
Evin sahibi bekleyip süresini,
Yoksul bir şaire kiraladı.

Gelmiyordu Yevgeni varını yoğunu
Almaya. Oldu yabancısı az zamanda
Bu dünyanın. Gün boyu yaya dolanıyordu.
İskelede uyuyordu: Pencerelerden
Uzatılan bir lokmayla doyuyordu.
Aşınan giysileri hızla sırtında
Paralandı ve çürüdü. Taşlıyorlardı
Kötü yürekli çocuklar ardı sıra.
Çok zaman arabacıların kırbaçları
Buluyordu onu. Çünkü artık yolları
Seçemiyordu hiç; artık sanılır
Fark edemiyordu. Olmuştu sağır
Benliğinden bir tasanın uğultularıyla.
Ve böylece kutsuz çağını ardından
Sürüyordu, ne hayvan, ne insan,
Ne şu, ne bu, ne bir üyesi dünyanın,
Ne de ölü bir görüntüydü o...

Vaktin birinde uyuyordu
Neva iskelesi önünde. Artık yaz günleri
Güze dönmüştü. Soluk alıyordu
Bozuk bir rüzgâr. Somurtkan sallanıyordu
İskelede dalga, mırıltısında yakınmalarla
Ve dövüne dövüne çıplak basamaklarda,
Dilekçe takipçisi gibi bir türlü yüzüne
Bakmayan yargıçların kapıları önünde.
Uyandı, yoksul. Hava karanlıktı;
Yağmur damlamakta, rüzgâr bezgin
Uğuldamaktaydı,
Ve uzaklarda, derininde gecenin
Rüzgârla çağırışmaktaydı bir nöbetçi...
Yevgeni sıçradı; capcanlı anımsadı
Geçmiş dehşeti; hızla ayaklandı
Yerinden; yürüdü gezinmek üzre,
Ve birden durakladı, çevresinde
Usulca başladı gezdirmeye bakışlarını
Çehresinde yabanıl bir korkuyla...
Kımıltısız kendini buldu sütun taşları
Yanında bir yapının. Sahanlığında
Hazır pençesiyle, sanki canlı,
Nöbet bekliyordu aslanlar
Ve tam karşıda karaltılı yüceliğiyle
Bir duvarın çevrelediği kayadan kaidesinde
Put ileriye doğru uzanmış eliyle
Oturuyordu bronz bir atın üstünde.

Yevgeni, irkildi. Durulanıverdi
Ürkünç, derininde düşünceler. Taşkınların
Köpürdüğü, öfkeyle başkaldıran
Yırtıcı dalgaların çevresinde
Yığıldığı o yeri bir anda tanıdı,
Aslanları, o meydanı ve meydanda,
Karanlığın içinde bakırdan başıyla
Kımıltısız yükselip duranı,
Onu, işte o uğursuz iradesiyle
Denizin dibinde kent kurulanı...
Korkunç o, karanlığının alaca ağılında!
Nasıl bir düşünce toplanmış o alında!
Ne kadar gizli güç onda barınır!

Ya atın bedenindeki bu ne alaz!
Gururlu at, nereye atılıyorsun dörtnala,
Nerede indireceksin sen toynaklarını?
Ey kudretli hükümdarı alınyazısının!
Sen bir uçurumun tam üzerinde
Yücelerde demirden bir dizginle böyle
Şaha kaldırmamış mıydın Rusya’yı?
Putun kaidesini çepeçevre
Dolandı sefil divane
Ve çevirdi yabanıl gözlerini
Yarı dünya egemeninin çehresine.
Göğsü daraldı. Ve alnı
Soğuk parmaklığa dayandı,
Duman bürüdü bakışlarını,
Yüreğinin üstünde bir yalım koştu,
Sancıdı kanı. Yüzü buruştu
Mağrur yontunun karşısında
Ve parmaklarını sıkıp, kenetleyip dişlerini,
Sarmalanmış gibi acı bir kuvvetle,
"Ah, sen, mucizeler yapıcısı!" -
Diye fısıldadı, hınçlı titremede,
"Görürsün sen!..." Ve yel gibi birdenbire
Başladı kaçmaya. Öyle görünmüştü ki
Deliye, karanlıkta yavuz çarın yüzü
Ansızın ağır bir gazapla tutuşup
Usulca ona doğru dönmüştü sanki...

Ve deli bomboş meydan boyunca
Kaçıyor ve işitiyor ardınca,
Sanki bir kasırganın uğultusu
Ağır, çınıldayan dörtnal koşu
Üzerinde sarsılan kaldırımların.
Ve solgun ayın ışığıyla aydınlanmış,
İleriye uzanan eliyle yücelerde,
Ardından savruluyor Bakır Atlı
Çınıldayan dörtnal atının üzerinde;
Ve her nereye adımını attıysa,
Bütün bir gece boyu sefil deli,
Ardı sıra hep koşuyordu Bakır Atlı
Doludizgin, uğuldayan nal sesleriyle.

O günden sonra ne zaman
Yolu onun aynı meydana düşse
Yüzünde çizgileniyordu karmaşa
İfadesi. Yüreğinin üstüne
İvedi elini bastırıyordu,
Zaptediyor sanılır ıstırabını,
Aşınmış kasketini ezip büzüyordu,
Utangaç bakışlarını yerde sürüyordu
Ve dolanıyordu ötelerden.

Ufak bir ada
Görünüyor yalı sularında. Bazen
Ağıyla yanaşır ada kıyısına
Bir balıkçı gecikmiş avda,
Ve orada pişirir yoksul yemeğini,
Ya da bir memur pazar günü
Uğrar bazen sandal gezintisiyle
Issız adaya. Büyümemişti orada
Tek sap ot. Oraya taşkınlar oynaya sürükleye
Atmıştı yıkkın kulübeyi. Üzerinde suların
Kara fundalar gibi durmuştu.
Evceğizi geçen yıl baharın
Duba üzerinde götürdüler. Boştu
Ve tüm yıkılmış. Gördüler
Eşiğine yığılmış benim divanemi.
Ve hemen burada soğuk bedenini
Tanrı rızası için toprağa verdiler.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Çeviren Azer Yaran

27 Kasım 2019 Çarşamba

Çingeneler

Çingeneler gürültülü yığınlarıyla
Besarabya kırlarında göç ediyorlar.
Bugün bir su yamacında obalarıyla
Onlar harap çergelerde geceliyorlar.
Özgürlük gibi, konakları sevinç dolu
Ve barışçıl uykuları gökler altında;
Yarım asılı kilimlerle örtülü
Arabaların tekerleri arasında
Yanıyor ateş. Bir aile ocağın yanında
Akşam aşını pişiriyor. Yüzünde çayırın
Otlanıyor atlar. Çergenin ardında
Açıkta yatıyor evcil bir ayı.
Her şey dipdiri bağrında bozkırın:
Sabahleyin kısa yolculuğuna hazır
Çingene yuvalarının barışçıl tasası,
Kadınların şarkıları, çocuk bağırışları,
Ve yürüyüş örsünün çınıltısı.
Ama sonra üzerine göçebe kampının
İniyor uykulu bir sessizlik,
Sadece duyuluyor ıssızlığında kırların
Köpek havlaması ve at kişnemesi.
Her yanda alazlar sönmüş,
Her şey dingin, ay parıldıyor
Bir başına yücelerinden gökyüzünün
Ve sessiz obayı aydınlatıyor.

***

Yaşlı bir adam çergesinde uyumuyor;
Son ısısıyla ateşin ılınmış,
Karşısında korların oturuyor o,
Ve gecenin buğusuyla puslanmış
Bozkırın derinlerine doğru bakıyor.
Yaşlı adamın körpe kızı
Issız kırlarda gezintiye çıkmış,
Kız gönlünce çapkınlığa alışmış,
Döner, ama artık gece,
Ve artık ay terkeder birazdan
Uzak göklerin bulutlarını,
Zemfira hâlâ yok; ve soğuyor bir yandan
Yavan yemeği ihtiyarın.

Ve işte geliyor. Kırda peşinden
Yetişmeye çalışıyor bir delikanlı;
Genç adam tanıdık görünmüyor çingeneye.
"Babacık," - diyor, açıklıyor genç kız, -
"Konuk getiriyorum; onu tepenin
Ötesinde tenhada buldum
Ve bu gece obamıza çağırdım.
Çingene olmayı diliyor bizim gibi;
Ardından yasalar kovalıyormuş,
Ama arkadaş olacağım ona ben,
Adı Aleko, nereye olursa olsun
Yanımda yürümeye amade."

Yaşlı Adam:
Memnun oldum. Sabaha dek bizim
Gölgeliği altında kal çergemizin
Yahut bulun bizde daha uzun zaman,
Nasıl dilersen. Ben hazırım
Bölüşmeye ekmeğimizi ve barınağımızı.
Bizim ol, alış bizim yazgımıza,
Gezgin yoksulluğumuza ve özgürlüğümüze -
Aynı arabada yola çıkarız
Yarın sabahleyin şafak sökerken;
İstediğin zanaatı eyle:
İster demir döv ya da şarkı söyle
Ve ayı ile köyleri dolaş istersen.

Aleko:
Kalıyorum.

Zemfira:
Benim olacak o,
Benden onu kim koparabilir?
Ama gece oldu... Yeni ay
Ağdı; karanlığı örtündü kırlar,
Ve uyku bürüyor şimdi gözlerimi...

Işıdı. Geziniyor yaşlı adam
Sessiz çergenin dolayında usul.
"Kalk, Zemfira: Güneş doğmada,
Uyan, konuğum! vakit oldu!..
Bırakın keyif uykusunu çocuklar!.."
Ve gürültüsü halkın çevreyi sardı;
Çergeler toplandı; arabalar
Yolculuğa başlamaya hazır.
Her şey birlikte kımıldadı, işte deviniyor
Kalabalık yalpalayıp ovanın düzünde.
Merkepler asma selelerle üstünde
Oynayan çocuklar götürüyor;
Kocalar ve kardeşler, kızlar ve karılar,
Yaşlısı ve genci iz ize yürüyor;
Çığlık, patırtı, Çingene nakaratları,
Ayının homurtusu, onu bağladıkları
Zincirlerin dayanılmaz şakırtısı,
Pılıpırtıların parıldayan alacalığı,
Yaşlıların ve çocukların çıplaklığı,
Gayda çağıltısı, teker gıcırtısı,
Köpeklerin havlayışı ve uluyuşu,
Her şey kıt, yabanıl, her şey ahenksiz,
Ama her şey öyle dirice keyifsiz,
Bizim ölgün gönençlerimizden öyle yoksun
Ve bu amaçsız yaşama öyle yabancı ki,
Tıpkı kölelerin biteviye ezgileri gibi!

***

Delikanlı umutsuzca seyrediyordu
Ovada terkedilen yerleri
Ve kaderinin gizli nedenlerini
Yorumlamaya cesaret edemiyordu.
Siyah gözlü Zemfira onun yanı sıra,
Şimdi o, dünyanın özgür bir yaşayanı,
Ve neşe içinde baş ucunda güneş
Işıldıyor görkemiyle gün ortasının;
Ya nedir delikanlının yüreğini sarsan?
Nasıl bir tasayla bitkin düşmüş?

Tanrı’nın küçük kuşu bilmiyor
Ne emek, ne bir tasa;
Çırpınışlar içinde kurmuyor o
Uzun ömürlü bir yuva;
Uzun gecelerde dalga uyuyor;
Kırmızı güneş yükseliyor,
Kuş Tanrı sesine kulak veriyor,
Coşuyor ve şarkı söylüyor.
Doğanın güzel çağı baharın peşinden
Yürüyüp geçiyor yakıcı yaz -
Ve ıslak günleri sisler içinde
Getiriyor geç kalan güz:
Sıkıntı insanlara, insanlara tasa;
Küçük kuş ötesinde mavi denizin
Uzak ülkelere, sıcak diyarlara
Uçuyor yeniden bahara değin.

Tasasız kuşcağıza benzeyen
O, göçebe sürgün de,
Güvenilir bir yuva tanımamıştı
Ve hiçbir şeye bağlanmamıştı
Her yerden bir yolu geçerdi,
Her konakta bir gölgelik örter üstünü;
Sabahları uyanırken, gününü
Tanrı iradesine teslim ederdi
Ve yaşamın kendine özgü derdi
Çalkayamıyordu yüreğinin ölgünlüğünü.
Kimi zaman büyülü şanın
Uzak yıldızı onu çelerdi;
Birdenbire gönlüne bazen
Doğuyordu refah ve eğlenceler;
Kimsesiz başının ufkunda
Çok zaman gök gürlediği oluyordu;
Ama o, kaygısızca boralarda
Ya da yıldızlar altında uyuyordu.
Ve yaşıyordu, dinlemeden buyruklarını
Hileci ve kör yazgının;
Ama Tanrım! Nasıl da tutkular oynadı
Yumuşak başlı ruhuyla onun!
Nasıl bir dalgayla kaynıyordu
Onun acılarla bitkin göğsü!
Çoktan mı, ne kadar yatışmış durur?
Taşarlar ama onlar: Görürsünüz!

***

Zemfira:
Anlat, cancağızım, bana: Acınmıyor musun
Sonsuzca vazgeçtiğin her şey uğruna?

Aleko:
Nedir, vazgeçtiğim sonsuzca?

Zemfira:
Yani, anlıyorsun:
Kentler, insanları atayurdunun.

Aleko:
Acınmak niye? Sen hiç bildin mi,
Gün oldu sen hiç düşledin mi
Bunaltıcı kentlerin boyunduruğunu!
Orada surların yığını içinde insanlar,
Sabahın tazeliğini soluyamıyorlar,
Duyamıyorlar çimenlerin bahar kokusunu,
Düşünceyi kovalıyor, utanç duyuyorlar sevgiden,
Alıp satıyorlar kendi özgürlüklerini,
Putların boyun büküyorlar önünde
Ve para diliyorlar zincirlerle bir.
Nedir vazgeçtiğim? Heyecanı aldatışların,
Peşin kanıların kör yargısı,
Kovalayışı çıldırmış yığınların
Ya da muhteşem bir yüzkarası.

Zemfira:
Ama orada saraylar nasıl görkemli,
Orada rengarenk halılar,
Orada oyunlar, ışıltılı şölenler var,
Kızların giyimi orada ne kadar zengin!..
 
Aleko:
Işıltılı eğlenceleri uzak dursun!
Sevgi olmayan yerde, olmaz neşe de.
Kızlarsa... Sen onlardan çok daha hoşsun
Gösterişli giysilerden yoksun,
İnciler, gerdanlıklar yokken göğsünde!
Değişme sen, benim canım, sevecenim!
Bense... Yaşamda aşkı ve özgürlüğü
Seninle paylaşmak biricik dileğim.
Paylaşmak bu gönüllü sürgünlüğü!

Yaşlı Adam:
Bizi seviyorsun, yetiştinse de
Varlıklı bir halkın arasında.
Özgürlük her zaman tatlı gelmez ama
Bitip büyüyenlere gönenç içinde.
Bizde bir söylence var:
Çar bir zamanlar sürgün etmişti
Aramıza güneyli bir ihtiyarı.
(Eskiden biliyordum, unuttum şimdi
Onun bilmecemsi tuhaf lakabını.)
Geçkin yaşlarında bulunuyordu artık,
Ama iyicil ruhuyla genç ve diriydi -
Harikulade şarkı yeteneği vardı,
Suların çağıltısına sesi benzerdi -
Ve herkes pek sevmişti onu,
Yaşıyordu Tuna’nın kıyılarında,
Kimselerin incitmeden gönlünü,
İnsanları büyüleyerek şarkılarıyla;
Dupduruydu niyetlerinden yana,
Çocuklar gibi zayıf ve sıkılgandı;
Yedi kat yabancı insanlar ona
Av avlıyor ve balık tutuyorlardı;
Buzlandığı zaman coşkun nehir
Ve savrulduğu zaman kış kasırgaları,
Yumuşak postlarla bedenini
Kaplıyorlardı kutsal ihtiyarın;
Ama yaşamda üzünçlerine yoksunluğun
Alışmayı başaramıyordu hiçbir zaman;
Yurtsuzlanmıştı, kupkuru ve solgun,
Diyordu ki, tanrısal gazap
Onun cezalandırmış işlediği suçu...
Bekliyordu yetişmesini bir kurtuluşun.
Ve kutsuz, daima özlem çekiyordu,
Dolaşırken Tuna’nın kıyılarında,
Acı acı gözyaşları döküyordu,
Uzaklardaki kentini anımsamayla,
Ve tutsu söyledi, ölümünden sonra
Güneye götürsünler diye
Yurt özlemi çeken kemiklerini,
O yabancı toprağın ölümle de
Huzura ermeyen konuklarını!

Aleko:
İşte bu, yazgısı senin oğullarının,
Ey Roma, ey çınlayan küre!...
Sevginin şarkıcısı, şarkıcısı tanrıların,
Söyle sen bana, nedir şan?
Sin uğultusu, övgü sadası mı,
İsli bir gölgeliğin altında yoksa
Yabanıl bir Çingenenin anlatısı mı?

***

İki yaz geçti. Öyle dolaşıyorlar
Yine Çingeneler barışçıl topluluğuyla;
Dirlikle ve konukseverlikle karşılaşıyorlar.
Onlar eskisi gibi yine her yanda.
İtmiş bukağılarını aydınlanmanın,
Aleko özgür tıpkı onlar gibi;
Kaygısızca ve hayıflanmasız
Yürütüyor göçebe günlerini.
Hep aynı Aleko o ve aynı aile;
Geçmiş yıllarını anmaksızın bile,
Benimsedi Çingene törelerini.
Seviyor gölgeliğini konaklarının,
Ve sonsuz avarelik tutkularını,
Ve yoksul, çınıltılı dillerini.
Öz mağarasından kaçkın bir ayı
Tüylü konuğu onun çergesinde,
Kasabalarda, kırsal yol boyu
Bir Moldava avlusunun önünde
Temkinli bir kalabalığın karşısında
Hem külfetle dansediyor, hem böğürüyor,
Hem de usanç veren zincirini kemiriyor;
Yaşlı adam dayanıp yolculuk sopasına
Tembel tembel tef çalıyor,
Aleko bir şarkıyla ayıyı taşıyor,
Zemfira halk arasında dolaşıyor
Ve onların gönülden haracını alıyor.
Gece indiği zaman hep üçü bir
Pişiriyorlar derilmemiş darılarını;
İhtiyar uyuyunca, yolunda her şey...
Çergenin altı sessiz ve karanlık.

***

Bahar güneşinin altında ihtiyar
Isıtıyor soğumaya duran kanını;
Salıncakta bir aşkı şarkılıyor kızı.
Aleko dinliyor ve rengi sararıyor.

Zemfira:
Yaşlı koca, hırçın koca
İster kes, yak ister,
Sapmam; korkmuyorum
Ne bıçaktan, ne ateşten.

Nefret ediyorum senden,
Çekinmiyorum senden:
Ben başkasını seviyorum,
Ölüyorum onun sevgisinden.

Aleko:
Sus. Usandım şarkıdan,
Yabanıl şarkıları sevmiyorum.
 
Zemfira:
Sevmiyorsun? Bana ne bundan!
Ben şarkımı kendim için söylüyorum.

İster kes, yak ister;
Hiçbir şey söylemem;
Yaşlı koca, hırçın koca,
Onu bilemezsin sen.

Bahardan diri o,
Yaz gününden ateşli;
Nasıl genç ve cesur!
Nasıl seviyor beni!

Onu nasıl sardım
Issızlığında gecenin!
Nasıl güldük o zaman
Ak saçlarına senin!

Aleko:
Sus, Zemfira! Usandım iyice...

Zemfira:
Öyleyse, şarkımı anladın mı?

Aleko:
Zemfira!

Zemfira:
Özgürsün kızmakta istediğince,
Sana dair söylüyorum ben şarkımı.

Uzaklaşıyor ve şarkı söylüyor: Yaşlı koca vb.

Yaşlı Adam:
Evet, anımsıyorum, anımsıyorum, bu şarkı
Yakılmıştı ta bizim çağlarımızda.
Bu dünyanın neşesinde nicedir artık
Böyle söylene gelmede insanlar arasında.
Kagul bozkırlarında göçtüğümüz sıra,
Kış gecelerinde bazen olurdu,
Kızını sallarken ateşin karşısında
Benim Mariula söylerdi bunu.
Usumda benim geçmiş yıllar
Saatten saate daha belirsizlenmede;
Ama bu şarkı işlemiş bir yarayla
Belleğimde benim en derinlere.

***

Her şey sessiz; gece. Ay ışığıyla süslü
Güneyin açık-mavi ufukları.
Zemfira uyandırdı ihtiyarı:

"Ah, babam! Aleko bu gece ürkütücü.
Dinle, arasında ağır uykusunun
İnleyişlerini ve hıçkırıklarını onun."

Yaşlı Adam:
Dokunma. Koru suskunluğunu.
Bir Rus söylencesi duymuştum:
Şimdi, bu yarı gece zamanında
Uykuda daraltırmış insanın soluğunu
Ev perileri; tan ağarmadan önce
Giderlermiş. Sen otur benim yanımda.

Zemfira:
Baba! Zemfira! diye mırıldanıyor.

Yaşlı Adam:
Gönlünde onun dünyalara değersin sen;
O, uykusunda bile seni arıyor.

Zemfira:
Geçti, soğudum sevgisinden,
Sıkıldım; yüreğim özgürlük diliyor,
Artık ben... Ama sus! Duyuyor musun sesini?
Başka bir adı ünlüyor...

Yaşlı Adam:
Kimin adını?

Zemfira:
Duyuyor musun? Kısık inleyişini
Ve diş gıcırtısını kızgın!.. Bu fena!..
Onu uyandıracağım...

Yaşlı Adam:
Boşuna,
Gece perisini kovma,
O kendisi gider...

Zemfira:
Yatakta döndü,
Doğruldu, sesleniyor bana... Uyandı,
-Ona gidiyorum, hoşçakal, uyu.

Aleko:
Neredeydin?

Zemfira:
Babamla oturdum.
Seni bir peri bunaltıyordu;
Düşünde acılar yakıyordu
Ruhunu; beni korkuttun:
Dişlerini gıcırdatıyordun uykuda
Ve beni çağırıyordun.

Aleko:
Sen, düşüme girdin,
Gördüm, aramızda bizim güya...
Ürkünç düşler gördüm!

Zemfira:
İnanma aldatıcı düş görmelere.

Aleko:
Ah, inanmıyorum gerçekliğine hiçbir şeyin:
Ne düşlere, ne tatlı ant vermelere,
Hatta inanmıyorum yüreğine senin.

***

Yaşlı Adam:
Niçin sen, genç divane,
Niçin ah ediyorsun her an?
Burada insanlar özgür, gökyüzü aydın,
Ve kadınlar ün salmış güzelliğiyle,
Ağlama: Keder bitirir seni.

Aleko:
Baba, o artık sevmiyor beni.

Yaşlı Adam:
Tasa etme, dostum; o daha bebek.
Değil bu kederin senin usa uygun:
Sen ıstıraplı ve çetin seviyorsun,
Kadın yüreğiyse, eğlenerek.
Bak: Uzak gök kemerinin engininde
Özgür başına dolanıyor ay;
Bütün doğaya yolu üzerinde
Eşitçe pırıltısını döküyor o.
Her bulutu gözlüyor özenle,
Her birine gür aydınlık veriyor
-İşte bak,- geçti bir diğerine;
Onu da ama az süre ziyaret ediyor.
Kim gökte aya sınır gösterebilir,
Ona diyebilir dur, orası yerin!
Taze kızın gönlüne kim söyleyebilir,
Yalnızca birini sev, başkalaşma sen?
Tasa etme.

Aleko:
Nasıl da seviyordu.
Nasıl, bana sevecen hayranlığıyla,
Kırların dingin ıssızlığında
Gece saatlerini geçiriyordu!
Çocuksu sevincine bürülü,
Candan cıvıltılı sesiyle
Ya da estiren öpüşüyle
Nasıl da benim gam yükümü
Bir anda dağıtmaya yetiyordu!..
Ve neylenir? Zemfira sevgiden döndü!
Benim Zemfiram artık soğudu!..

Yaşlı Adam:
Dinle: Yaşadığım bir olayı diyeyim,
Ben öz öykümü sana nakledeyim.
Çok, çok zaman önce, Tuna kıyısını
Tehdit etmemişken henüz tecim -
(Nasıl tazeleniyor, görüyorsun,
Aleko, yine benim eski acım.)
Bizler padişahtan korkardık o zamanlar;
Ve Bucak’ı bir paşa yönetiyordu
Yüksek kulelerden Akkerman’da.
O yıllar pek gençtim; ruhum
Coşkuyla kaynıyordu o devirde;
Ve o sıralar henüz saçlarımda
Ak yoktu bir tel bile, -
Güzel genç kızların arasında
Biri vardı... Nice zaman seyrettim,
Güneşle bakıştığımız gibi hayranlıkla,
Ve sonunda onu benim addettim...

Ah, gençliğim benim, nasıl hızla
Balkıdı bir düşlemde akan yıldızca!
Tükendiniz ama siz, aşkın çağları,
Daha da çabuk: bir yıl sevdi beni yalnızca,
Yalnızca bir yıl boyu sevdi Mariula.

Bir ara Kagul suları yöresinde
Yabancı bir obaya raslamıştık;
Çözmüşlerdi o Çingeneler çergelerini
Bir dağ eteğinde yanında bizimkilerin,
İki gece birlikte konaklamıştık.
Kalkıp gittiler bunlar üçüncü gece, -
Ve, küçücük kızını koyup geride,
Gitti, takılıp peşlerine benim Mariula.
Ben tatlı uyuyordum; tan aydınlığıyla
Uyandım, baktım kadınım yok:
Ararım, seslenirim, imi bile kayıp.
Özleyip ağlıyordu Zemfira,
Ağladım ben de, o zamandan beri
Dünyanın soğumuşum bütün kızlarına;
Asla aralarında benim gözlerim
Seçmedi kendime bir yaşam yoldaşı,
Ve yalnız ve boş yıllarımı
Artık kimselerle paylaşmadım.

Aleko:
Peki, nasıl oldu sen koşmadın
İzinden hemen o uygunsuzun
Ve hem o yağmacıların, hem o soysuzun
Yüreğine hançeri saplamadın?

Yaşlı Adam:
Ne diye? Gençlik kuşlardan daha özgür;
Zaptetmek aşkı kimin elinde?
Sevinç sırasıyla herkese devrolur;
Olmuş bulunan, artık olmaz yeniden.

Aleko:
Değilim ben öyle. Hayır, savaşmadan
Bağışlamam kimseye kendi haklarımı!
Bari öcümle olsun tat alırım.
Yo, hayır! Uyurken düşman
Onu bulsam uçurumu başında denizin,
Yemin olsun, burada o iblisin
Bedenine tekmem aman tanımazdı;
Denizin dalgalarına, ürkü duymaksızın,
O savunmasızı itiverirdim;
Ve ansızın uyanışının korkusunu
Öfkeli bir kahkahayla perçinlerdim,
Ve uzun süre düşüş uğultusu
Bana tat ve gülme verirdi.

***

Genç Çingene:
Bir daha... Bir öpüş daha...

Zemfira:
Vakittir. Kocam kıskanç ve huysuz.

Çingene:
Bir… veda için… ama doyasıya!

Zemfira:
Hoşçakal, gelmeden o henüz.

Çingene:
Söyle, ne zaman yeniden buluşacağız?

Zemfira:
Ay battığı zaman, bu gece,
Tepenin ardında, üzerinde sinliğin...

Çingene:
Atlatıyor! Gelmeyecek!

Zemfira:
İşte o! Kaç!... Geleceğim, sevgilim.

***

Aleko uyuyor. Bulanık
Bir görüntü usunda kıpırdıyor;
Bir çığlıkla karanlıkta uyanıp
Kıskançlıkla kolunu uzatıyor;
Ama ürperen kolu onun
Dolanıyor soğuk örtülerde,
Kadını uzaklarda Aleko’nun...
Sarsıntıyla doğruldu ve kulak veriyor...
Her şey sessiz, içini ürkü sarıyor,
Bedeninde ateşler ve buzlar koşuyor;
Kalkıyor, çergeden çıkıyor dışarı,
Korkunç o, dolaşıyor çevresini arabaların;
Her şey durgun; kırlar susuyor;
Karanlık; ay sislerin ötesine ağmış,
Belli belirsiz çıtlıyor oyuncu ışığı yıldızların,
Belli belirsiz çiyde seçilen ayak izleri
İlerdeki tepelerin ardına uzanmış:
Sabırsızlık içinde ivedi yürüyor o,
Uğursuz izin çektiği yere doğru.

Yolun sonunda, arkada,
Ağarıyor belli belirsiz önündesin...
Oraya doğru dermansızlanan ayakları
Sürünüyor, bir önseziyle bitkin,
Dizleri titriyor, titriyor dudakları,
Yürüyor.. ve birden.. düş mü bu yoksa?
Birdenbire görüyor yakında iki karaltıyı
Ve fısıltıları duyuyor tam yanıbaşında,
Üzerinde kirletilen sinliğin.

1. ses:
Yeter...

2. ses:
Kal biraz...

1. Ses:
Yeter, sevgilim.

2. Ses:
Hayır, hayır, kal, sabah edelim.

1. ses:
Geç oldu.

2. ses:
Ne kadar ürkekçe seviyorsun.
Bir dakika!
 
1. ses:
Sen mahvedersin beni.

2. ses:
Bir dakika!

1. ses:
Ya benim yokluğumda
Uyanırsa kocam?..

Aleko:
Uyandım ben.
Nereye! Öteye adım atmayın siz ikiniz;
Siz mezarın üstünde de rahat edersiniz.

Zemfira:
Canım, sen kaç, kaç...

Aleko:
Yerinde kal!
Nereye, güzel delikanlı?
Yıkıl!

Hançeri ona saplıyor.

Zemfira:
Aleko!

Çingene:
Ölüyorum...

Zemfira:
Aleko, öldüreceksin onu!
Bak: Bütün bulandın kana!
Oy, ne yaptın sen?

Aleko:
Hiçbir şey.
Şimdi solu aşkıyla onun.

Zemfira:
Hayır, tamam, korkmuyorum senden!
Tehditlerine senin aldırmıyorum,
Öldürmene senin lanet olsun...

Aleko:
Peki, öl sen de!

Onu da hançerliyor.

Zemfira:
Ölürüm sevgisinden...

***

Doğu, tan kızıllığıyla aydınlanmış,
Işıldıyordu. Aleko tümseğin ötesinde,
Elinde hançeriyle, kana bulanmış,
Sin taşının duruyordu üzerinde.
Önünde ölü bedenler uzanıyordu;
Katilin müthişti çehresi.
Korkmuş Çingeneler toplanıyordu
Çevresinde ürkülü kalabalığıyla.
Yanda bir mezar kazıyorlardı.
Yas dizisiyle yürüyordu kadınlar
Ve ölülerin gözlerini öpüyorlardı.
Yaşlı baba oturuyordu tek başına
Ve bakıyordu ölmüş olan kızına
Dilsiz bir kederin durgunluğuyla.
Kaldırdılar cesetleri, taşıdılar
Ve genç çifti yerin
Soğuk sinesine yatırdılar.
Aleko uzakta seyrediyordu
Her şeyi... Ve örttüğünde ölülerin
Üzerini son avuç toprak
O, suskun, usulca eğildi
Ve kayadan otlara devrildi.

O zaman yaşlı adam yaklaşıp, dedi:
"Terket bizleri sen, mağrur kişi!
Bizler ilkeliz, yok yasalarımız,
Biz insanı parçalamıyoruz, biz asmıyoruz -
Bize yok gereği kanın ve ıstırabın -
Ama bir caniyle yaşamak istemiyoruz...

Sen ilkel baht için doğmamışsın,
Sen kendine özgürlük diliyorsun yalnız;
Bize dehşet verir düşünüşün senin:
Biz korkağız ve iyi ruhumuz,
Sen kötü ve cesursun, terket bizleri,
Elveda, esenlikler seninle olsun."

Söyledi, ve gürültülü topluluğuyla
Göçebe kafilesi devindi
Konakladığı bu facia ovasından.
Ve az sonra bozkırın derinlerinde
Silindi gözden; Bir araba yalnızca,
Acıklı kilimiyle üstü örtülü
Terketmiyordu bu uğursuz düzlüğü.
Tıpkı böyle kış öncesinde bazen,
Puslu bir sabah zamanı,
Havalanır yüzeyinden kırların
Sürüsü en son turnaların,
Çığlıklarla savrulur güneye doğru,
Ve ölümcül bir kurşun yarasıyla
Biri kalır geride mahzun,
Salınıp kalır kırılmış kanadıyla.
Gece indi; gam yüklü arabada
Artık kimse ateşi kurmadı,
Artık bu gezici damda sabaha kadar
Kimse dingin uykusunu uyumadı.
 
 
Sonsöz

Büyülü gücüyle terennümün
Dumanlı belleğimde benim
Böyle canlanıyor görünümü
Bazı aydın, bazı kederli günlerin.

Cenklerin korkunç uğultusunun
Çok, çok uzun süre sönmediği,
Ve İstanbul’a Rusun
Egemen sınırlar gösterdiği,
İki başlı yaşlı kartalımızın henüz
Geçmişin şanıyla gürlediği ülkede
Bir zaman bozkırın derinlerinde
Yol boylarında kadim konakların
Rasladım ben uysal özgürlük çocukları
Çingenelerin barışçıl kafilelerine.
Tembel topluluklarının peşinde
Epey zaman bozkırda dolaştım,
Basit yemeklerini paylaştım
Ve uyudum ateşlerinin başında.
Ağır ağır ilerleyişlerinde sevdim
Şarkılarının sevinçli tınılarını,
Ve uzun zaman şirin Mariula’nın
Zarif adını heceledim.
Ama sizin de mutluluk yok aranızda,
Doğanın yoksul oğulları!
Sizin de çergelerinizin altında
Azaplı uykular barınıyor,
Sizin de belalardan kurtulmadı
Göçebe gölgelikleriniz bozkır ortasında,
Her yerde uğursuz tutkular,
Ve yok bir savunma yazgı karşısında.
 
 
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Çeviren Azer Yaran
1824

25 Kasım 2019 Pazartesi

Bahçesaray Çeşmesi

Bu çeşmeye benim gibi nicesinin yolu düştü; ama onların kimileri artık yok,
öbürleriyse daha uzak erimlere seyahat ediyor.
Sadi
 
 
Giray oturuyordu, bakışları dalgın;
Ağzında tütüyordu kehribar çubuğu;
Sıralanıyordu çevresinde müthiş hanın
Susan bir seçkin kullar topluluğu.
Her şey sessizdi sarayın içinde;
Hükümdara tapınırcasına herkes
Gazabın ve kederin belirtilerini
Okuyordu kararan çehresinde.
Ama mağrur han bunalınca,
Tahammülsüz bir el sallayışıyla
Herkes, iki büklüm, uzaklaşıyor.

Şaşaasında bir başına yaşıyor o;
Daha özgürce göğüs geçiriyor,
Ciddi alnı daha canlı
Yüreğinin galeyanını anlatıyor.
Fırtına bulutlarını öyle yansıtır
Körfezin kımıltılı camları.
Gururlu ruhunu Giray’ın devindiren ne?
Sarmış nasıl bir düşünce usunu?
Rusya üzerine mi yürüyor savaşla yine,
Yoksa Polonya’ya götürüyor kendi yasasını,
Kan gütmeyle mi yanıp tutuşuyor,
Fitne mi ortaya çıkardı ordu saflarında,
Doğu halklarından mı, yoksa sinsi Cenova’nın
Dolaplarından mı ürküntü duyuyor?

Hayır, cenklerin şanına doydu o,
Yavuz kolu yoruldu artık savaştan;
Şimdi savaş düşüncelerinin çok uzağında.

Acaba haremine ihanet mi sızdı
Caniyane bir yoldan sokuldu da,
Ve bir refah ve tutsaklık kızı
Kalbini mi kaptırdı bir gavura?

Hayır, ürkek eşleri Giray’ın
Ne düşünme, ne isteme hakkı duymadan,
Bezdirici ıssızlıkta serpiliyorlar;
Uyanık ve soğuk bir gözetimde
Umutsuz bir usancın sinesinde
İhanet nedir habersiz onlar.
Koruyucu bir zindan gölgesinde
Güzellikleri saklı durur:
Arabistan çiçekleri de tıpkı böyle
Ardında sera camlarının büyür.

Onlar için kederli zamanlar,
Günler, aylar, yazlar yürüyor
Ve izlerini silip ardı sıra
Gençliği de, aşkı da alıp götürüyor.
Alışkınca ilerliyor her bir gün,
Ve saatlerin akışı bile usul.
Tembellik yönetiyor yaşamı haremde;
Çok seyrek ışıldıyor bir tat duyuluşu.
Genç eşler gün oluyor
Avutmayı dileyip gönüllerini,
Değiştiriyorlar görkemli giysilerini,
Eğlenceler, söyleşiler düzenliyorlar.
Ya da şakırtısında diri suların,
Akışın saydam huzmeleri üzerinde
Serinliğinde gür isfendanların
Geziniyorlar hafif sürüleriyle.
Aralarında geziniyor bet harem ağası,
Kaçınmak ondan beyhude:
Keskin işitimi, kıskanç bakışı
Her an herkesin üzerinde
Yerleşmiş harem ağasının çabasıyla
Sonsuz bir düzen. Yetkesi hanın,
Bağlandığı biricik yasa;
Kutsal öğüdünü bile Kuran’ın
Daha özenle gözetmiyor o.
Sevgi istemiyor ruhu;
Bir put gibi dayanıyor
Alaylara, kine, yüze vuruşa,
Ağır şakaların incitmesine,
Horgörüye, özüre, ürkek bakışa,
Baygın mırıldanışa, usul iççekişe.
O tanıyor kadını yaradılışından;
O güngörmüş, o ne kadar kurnaz
İster zorlandığında, ister özgürken:
Sevecen bir bakış, dilsiz gözyaşı sitemi
Etkisiz kalıyor ruhu üzerinde;
Artık bunlara duymuyor güven.

Gün sıcağının kızdığı saatlerde,
Savurup hafif saçlarını
Yıkanmaya gidince genç esireler
Ve dökülünce kaynakların suları
Onların büyüleyici güzelliğine,
Eğlencelerin ayrılmaz gözeticisi,
Burada, görüyor o, umursamaz,
Çırılçıplak dilberler kalabalığını;
O, haremde, gece karanlığında
İşitilmeyen adımlarıyla dolaşıyor;
Basıp halılara usul usul,
İtaat kapılarına sessiz sokuluyor,
Bir yataktan bir yatağa ulaşıyor;
Bitimsiz özeni içinde sonsuzca
Han eşlerinin gözlüyor gür uykusunu,
Gecenin sayıklamasına kulak kabartıyor;
Doymazca her şeyi usuna yazıyor,
Acısını, uyku mırıltısıyla
Yabancı bir ad çağıranın
Ya da iyicil bir arkadaşıyla
İçrek düşüncelerini paylaşanın!

Neylenir keder doluysa Giray’ın usu?
Elinde sönmüş çubuk ağızlığı;
Ve kımıltısız, soluma cüretinden yoksun,
İşaret bekliyor kapı dibinde kızlar ağası.
Hükümdar kalkıyor, dalmış düşüncelere;
Ardına değin açılıyor kapılar. Suskun han
Yürüyor mahrem dairesine, henüz düne
Kadar pek sevdiği karılarının.

Tasasızca hanı bekleyerek,
Şıkırdayan fıskiyenin dolayında
Kadınlar ipek halılar üzerinde
Oturuyorlardı şuh topluluğuyla
Ve bakıyorlardı çocuk mutluluğuyla,
Bir balığın mermer diplerde
Yalpaladığı gibi duru derinliklerde.
İçlerinden kimileri mahsus
Altın küpelerini dibe düşürmüş.
Bir yandan çevrede halayıklar
Kokulu şerbet dağıtıyorlardı,
Yankılanan tatlı bir şarkıyla
Ansızın tüm haremi çınlatıyorlardı:

Tatar şarkısı


1

"Bağışlar gökyüzü insanoğluna
Dönüşünü gözyaşlarının ve felaketlerin:
Kutludur, gam yüklü nice yıldan sonra
Mekke’ye erişen fakir.


2

Kutludur, Tuna’nın şanlı kıyısını
Ecelden ölümüyle onurlandıran;
Tutkulu gülümsemesiyle bir cennet kızı,
Uçup yoluna doğru onu karşılar.


3

Ama daha kutludur, ah Zarema,
O, barışı ve dirliği seven,
Bir gül gibi dinginliğinde haremin
Nazlayan seni, güzelim, eller üstünde."

Şarkı söylüyorlar. Ama nerede Zarema,
Aşkın yıldızı, gururu haremin?
Yazık, solgun ve kederli
Zarema işitmiyor artık övgüleri,
Borada örselenmiş palmiye gibi,
Omzuna eğmiş körpe boynunu;
Hiçbir şey, hiçbir şey ona sevinç vermiyor:
Artık Zarema’yı sevmiyor Giray.

İhanet etti o!.. Kim ama seninle,
Gürcü kızı, ölçüşür güzelliğiyle?
Alnının çevresinde zambaksı
Beliğini iki boy dolamışsın;
Gönül avlayan gözlerin
Günden duru, geceden siyah;
Kimin sesi daha güçle yansıtır
Ateşli isteklerin atılışlarını?
Kimin tutkulu öpüşleri senin
Dikenli buselerinden daha cana işler?
Seninle dolu yürek nasıl olur da,
Başka bir güzelliğin çarpar uğrunda?
Ama acımasız, ama umursamaz
Giray boşverdi güzelliğine
Ve gecelerin soğuk saatlerini
Geçiriyor asık yüzle, yalnız başına,
Leh prensesi haremine
Kapatıldığı zamandan beri.
Henüz yenileyin gördü
Yabancı gökleri körpe Mariya;
Henüz yenileyin çiçeğe duruyordu
Sevimli güzelliğiyle anayurdunda.
Ak saçlı atası kıvanıyordu
Ve tek sevinci sayıyordu onu.
Yaşlı adam için bir yasaydı.
Kızının toy iradesi.
Biricik tasası vardı:
Sevgili kızının talihi
İlkyaz günü gibi aydınlık dolsun,
Anlık kederler de onu sarmasın,
Gölgesiyle ruhunu karartmasın,
Evlilik döneminde bile olsa,
Balkıyan bu yeğni düş halinde
Gençkızlık günlerini, çağlarını sevincin
Ansızın tatlı bir içlenmeyle.
Her şeyi büyüleyiciydi; yaradılışı dingin
Devinimleri uyumlu, diri
Ve gözleri derinlik mavisiydi.
Doğanın yüce bağışlarını
Usta yetisiyle donatıyordu;
Özel şölen akşamlarına
Büyüleyici arpıyla hayat katıyordu;
Öbek öbek zenginler ve seçkinler
Mariya’nın talipleriydiler,
Ve uğrunda onun sayısız genç
Yanıyordu ıstırapla derinlerinde.

Ama dinç ruhunun erinci içinde
Mariya henüz aşkı tanımamaktaydı
Ve bağlılıksızca zamanlarını
Babasının şatosunda arkadaşlarıyla
Gönlünün eğimlerine adamaktaydı.

Ne zamandı? Ve neylenir! Tatar yığınları
Nehirler gibi Polonya’ya dökülmüştü:
Ekin biçme mevsiminde öyle ürkütücü
Bir hızla yayılmaz yangın yalımları.
Savaşla perişan olmuş görünüşü,
Dörtbaşı bayındır ülke öksüzlendi;
Yok oldu dirlikli toylar;
Mahzunlandı köyler ve korular,
Ve görkemli saray ıssızlandı.
Sessiz şimdi Mariya’nın kabul odası...
Soğuk uykularda erenlerin çepeçevre
Türbelerde uyuduğu saray kilisesinde
Tacıyla ve krallık armasıyla üzerinde
Yeni bir mezarın yükseldi taşı...
Baba toprakta, kızı tutsak,
Ilımlı bir ardıl yönetiyor şatoyu
Ve yakıp yıkılmış olan yurdu
Onursuzluyor ağır boyundurukta.

Yazık! Bahçesaray’ın duvarları
Saklıyor şimdi genç prensesi.
Uslu tutsaklığında solup sararıp
Mariya gözyaşı döküyor ve kederleniyor.

Giraysa bahtsız kıza el süremiyor:
Hüznü onun, gözyaşları, inleyişleri
Bozuyor kısa uykusunu hanın,
Ve prenses için hafifletiyor
Hareminin sarsılmaz yasalarını.
Han karılarının somurtkan gözeticisi
Ne gündüz, ne gece yanına girmiyor;
Özenen eliyle Mariya’yı kendisi
Uyku yatağına yerleştirmiyor;
Cüret edemiyor ona çevirmeye
Gözlerini dokunaklı bakışlarıyla;
Banyosu sırasında prenses
Halayıkıyla oluyor yalnız başına;
Kendisi bile han tutsak kızın
İncitmekten çekiniyor kederli sessizliğini;
Haremin uzak ayrı bir kısmında
Tek yaşamasına izin verilmiş:
Ve, yalnızlığında kızın sanılır,
Bu dünya dışına ait biri gizlenmiş.
Bir kandil yanıyor orada gece gündüz
Azizeliğe ermiş kişiliğine özel;
Orada özlemli ruhların avuncu
Umut ıssızlığın derininde
Boynu bükük bir güvenle yaşıyor
Ve hep yüreğine anımsatıyor
Ülkelerin en özdenini, en güzelini;
Orada genç kız yaşlar döküyor
Kıskanç kumaların uzağında;

Çevredeki herkes gibi o da oysa
Çılgınca bir gönence batıyor
Kutsal bir varlığı özenle saklıyor
Bu köşe, kurtulmuş tansık sonucu.
Savruluşlar kurbanı yürek böylece,
Sefih esrimelerin içinde
Esirgiyor kutsal bir tutuyu,
Koruyor tanrısal bir duyguyu.

***

Gece indi; örtündü gölgeyi üstüne
Büyüleyici Kırım’ın kırları;
Uzakta defnelerin ıssız örtüsünde
Ben dinliyorum bütün şarkılarını;
Yıldızlar korosu ardında ay doğuyor;
Ay bulutsuz göklerden
Ovalara, ormana, tepelere
Baygın ışıltılarını yayıyor.
Ak yazmalarına bürülü,
Hafif gölgelerce görünüp yiterek,
Bahçesaray’ın sokakları üzerinde,
Evlerden evlere, biri öbürüne,
Koşuyor sıradan tatar kadınları
Paylaşmaya avare akşamlarını.
Sustu saray, harem uyuyor,
Gönençle sarmalanmış, tasasız,
Hiçbir şeye bölünmüyor
Gecenin ılımı. Emin gözcü, kızlarağası
Dolaştı gece devriyesini.
Uyuyor şimdi; ama gayretli bir tasa
Ürkütüyor içinde uyuyan cini.
Her saat ihanet beklentisi
Huzur vermiyor usuna.
Bazen bir hışırtı, birinin mırıltısı,
Bazen çığlıklar geliyor sanki kulağına
Aldanıp asılsız bir duyuşla
Uyanıyor, kaygıya düşüyor,
Dikkat kesiliyor korkuyla,
Her şey ama çevrede susuyor;
Sadece fıskiyeler tatlı şırıltılarıyla
Mermer bir zindandan fışkırıyor
Ve sevgili gül ile hiç ayrılmayan
Bülbüller karanlıkta şarkı söylüyor;
Kızlarağası daha epey ötüşleri duyuyor,
Ve uyku onu yeniden bağrına sarıyor.

Nasıl şirin koyu güzellikleri
Görkemli Doğu gecelerinin!
Nasıl bir tatla akar saatleri
Peygambere tutkun olanlar için!
Nasıl gönenç bu evlerinde,
Büyüleyici renkleriyle bahçelerinde,
Ayın güçlü egemenliği altında
Her şeyin sessizlikle ve gizlerle dolduğu
Ve kösnül esinlere garkolduğu
Güvenli haremlerin rahatlığında!

***

Bütün eşler uyuyor. Biri uyumuyor.
Soluğunu tutmuş, kalkıyor,
Yürüyor; ivecen eliyle
Açtı kapıyı; gecenin karanlığında.
Basıyor hafif adımlarıyla...
Karşıda yatıyor duyarlı ve ürkek
Pineklemesiyle ak saçlı kızlarağası.
Ah, nasıl amansız ondaki yürek:
Durgun uykusu aldatıcı! Kadın aşıyor
Kenardan, peri gibi, çekinerek.

***

Önünde kapı; şaşkınlıkla
Kadının titreyen eli
Dokunuverdi alışkın kilide...
İçeriye girdi, bakıyor çılgınlıkla...
Ve işlemiş yüreğine gizli bir ürkü.
Kandil ışığı, kuytuda yanmış,
Rahle, kederle aydınlanmış,
Paklar pakı kızın uslu yüzü
Ve haç, kutsal simgesi aşkın.
Gürcü güzeli! Ruhunun derinlerini
Yurtsal bir şeyler tüm dalgalandırdı,
Her şey sesleriyle unutulmuş günlerin
Birdenbire bulanık mırıldandı.
Prenses uzanmaktaydı karşısında onun,
Ve ısısıyla gençlik uykusunun
Yanakları daha canlanmıştı
Ve, gözyaşlarının yansıtıp taze izini,
Süzgün bir gülümsemeyle aydınlanmıştı.
Tıpkı öyle aydınlatır ayın ışığı
Yağmurun ağırlığıyla yorgun çiçeği.
Uçuvermiş bir evladı gökten cennetin,
Sanılır bir melek uyukluyordu
Ve bitirici gözyaşları döküyordu
Haremin onulmaz esiresi için...
Ah, Zarema, senin nedir derdin?
Göğsü daraldı kederle,
Dizlerinin çözülüyor bağları
Ve diliyor: "Üzerime çilelendin,
Geri çevirme benim yalvarışlarımı!.."
Sözleri, devinimi, yakınışı onun
Bozdu genç kızın usul uykusunu.
Prenses ürpertiyle karşısında
Yabancı kadını gördü;
Titreyen elleriyle, dehşet içinde,
İtti kadını ve doğruldu:
"Kimsin?.. Bir başına, gece,-
Niçin buradasın?" - "Sana geldim,
Beni kurtar, yazgımda benim
Şimdi son umudun sırası çattı...
Nice zaman mutluluğu tattım,
Her günüm öncekinden kutluydu...
Ama döndü gölgesi bahtın;
Şimdi mahvoluyorum. Dinle, n’olur.
Ben, burada değil, uzaklarda doğdum,
Çok uzaklarda... ama eski günlerin
Yaşantılarını bu zamana değin
Belleğimin derinlerinde korudum.
Göğe yaslanan dağlar anımsıyorum,
Dağlar içinde coşkun çaylar anımsıyorum,
Geçit vermez meşe ormanları,
Başka yasalar, başka inançlar;
Ama neden, hangi yazgı buldu beni,
Terkettim öz ülkemi,
Bilmiyorum, anımsadığım sadece bir deniz
Ve yüksekte, üstünde yelkenlerin
Bir adam...
Tanımadım hiç
Acıyı ve korkuyu buna değin;
Ben tasasızca ve dingin
Haremin gölgeliğinde çiçeklerimi açtım
Ve uysal gönlümle hep umdum
İlk denemelerini aşkın.
Gerçek oldu gizli umudum
Sonunda. Giray barışçıl gönenç uğruna
Kanlı savaşlardan vazgeçti
Son verdi korkunç akınlarına
Ve yeniden haremini gördü gözleri.
Coşkulu umutlarla hanın huzurunda
Dizildik. Aydınlık bakışları gezindi
Ve üzerimde benim suskunca durdu,
Han çağırdı beni... Ve o zamandan beri
Onunla bitimsiz bir esrimede
Mutluluğu soluduk; bir kez olsun
Ne bir iftira, bir kuşku ne de,
Ne kötücül kıskançlıkta çile,
Ne bir keder bozdu mutluluğumuzu.

Mariya! Sen hanın önüne vardın...
Ne çare, o zamandan beri ruhu
Canice bir düşünceyle karardı!
Artık Giray ihanet soluyup
Benim dinlemiyor serzenişlerimi,
Yüreğimin inleyişi usanç verdi ona;
Ne o eski duyguları, ne o söyleşileri
Artık benimle bulmuyor Giray.
Bu suçta yok senin bir payın;
Biliyorum: değil senin kabahatin...
Dinle öyleyse: Ben çok güzelim;
Bütün haremin içinde sen yalnızca
Benim için henüz tehlike olabilirsin;
Ama ben tutku için geldim dünyaya,
Ama sen benim gibi sevemezsin;
Soğuk güzelliğinle neden peki
Zayıf yüreğini örselemektesin?
Giray’ı bana bırak; o benim;
Tenimde yanıyor daha öpüşleri,
O yaman antlar vermişti bana,
Çoktan tüm isteklerini, düşüncelerini
Benimkilerle bütünlemişti Giray;
Beni öldürür onun ihaneti...
Ağlıyorum, görüyorsun, şimdi
Önünde senin diz çöküyorum,
Yalvarırım, hakkım yok seni suçlamaya,
Bağışla bana sevinci ve huzuru,
Bağışla bana eski Giray’ı...

Hiçbir itirazda bulunmak yok;
O benim! Kamaştı seninle sağgörüsü.
Horgörü, yalvarış, üzgü,
Neyle istersen, onu kendinden soğut;
Ant ver... “Kuran ehlinden olsam da
Ben hanın cariyeleri arasında,
Unuttum inancını eski günlerimin;
Ama inancı benim annemin
Aynıydı seninkiyle, ant ver inancın üzerine,
Ant ver, Zarema’yı Giray’a döndüreceğine...
Ama dinle: Eğer edersen mecbur,
Hançer kullanmayı iyi beceririm,
Ben Kafkasya toprağında doğdum.”

Dedi, ve yok oldu ansızın. Peşi sıra
İzlemeye kalkışamazdı prenses.
Günahsız kız için anlaşılmaz bu
Istıraplı tutkuların dili,
Ama sesi tutkuların duyuluyor puslu;
Bu ses yabansı, bu ses ürküntülü.
Hangi gözyaşları, hangi yakarılar
Prensesi kurtarabilir bu yüzkarasından?
Acaba neydi bekleyen onu?
Acı gençlik çağının tortusunu
İğrenç gözdelikle mi geçirecek yoksa?
Oh, yüce Tanrı! Keşke Giray
Bu bahtsızı içerlek kuytusunda
Unutsaydı sonsuza değin

Yahut çabucak gelen sonla
Duruverse mutsuz günleri,
Ah, nasıl sevinçle giderdi Mariya
Kederli dünyayı geride koyup!
Yaşamın değerli anları
Geçti çoktan, çoktan o anlar yok!
Bu dünyanın neylesin ıssız çölünde?
Artık vakittir, Mariya bekleniyor
Ve göklere, evrenin sinesine doğru,
Öz bir gülümseme ona sesleniyor.

***

Günler aktı; yok artık Mariya.
Bir anda öksüz huzura ulaştı.
Çoktan dilediği o dünyayı
Yeni bir melek gibi aydınlattı.
Ama onu neydi götüren toprağa?
Kederi mi onulmaz tutsaklığın,
Hastalık mı, başka bir şer mi yoksa?..
Kimbilir, tatlı Mariya yok artık.
Ve artık ıssızlandı somurtkan saray!..
Giray sarayını yine boşladı;
Yabancı bir sınıra Tatar yığınlarıyla
Yine hırçın akınına başladı.
Yeniden, savaş boralarında
Savruluyor kararmış, kana susamış:
Ama hanın yüreğinde başka duyguların
Gizleniyor sevinçsiz yalımı.
Sık sık ölüm kalım vuruşmalarında
Kılıcını kaldırıyor, ve gerili kalmış
Ansızın kımıltısız duruyor,
Çılgınlıkla çevresine bakınıyor,
Sararıyor, sanki korkudan donmuş,
Bir şeyler mırıldanıyor, ve zaman oluyor
Irmaklarca içi kan ağlıyor.

Unutulmuş, terkedilmiş aşağsamaya,
Harem artık görmüyor hanın çehresini;
Orada, yazgılanmışlar acıya,
Göz hapsinde donuk bir iğdişin
Yaşlanıyor kadınlar. Ve içlerinde
Gürcü güzeli yok çoktan: O
Haremin dilsiz bekçilerince
Sarkıtıldı suların burgacına.
Prensesin can verdiği gece,
Sona erdi Zarema’nın da çektiği acı.
Suçu nice ağır olsa bile,
Dehşet vericiydi uğradığı ceza!

Savaş ateşiyle yakıp yıktı
Kafkasya’ya yakın diyarları
Ve dirlikli kasabalarını Rusya’nın,
Han döndü Kırım toprağına
Ve anısına bahtsız Mariya’nın
Mermerden bir çeşme yaptırdı,
Sarayın köşesinde yalnız başına.
Haç ile çatılmış üzerinde
Müslümanların hilali
(Kuşkusuz, atılgan bir simge,
Acıklı kusuru bilisizliğin).
Bir yazıt: Yılların kemirmesiyle
Henüz silinmemiş yazısı.
Yazıtın yabancı hatları ötesinde
Mermerde şırıldıyor su.
Ve soğuk gözyaşlarının çisesiyle
Damlıyor asla susmaksızın.
Böyle ağlar yas günlerinde
Bir ana savaşta düşen oğlu için.
Genç kızları bu ülkenin
Eskinin söylencesini öğrendiler,
Ve kederli anıtına o devrin
Gözyaşı çeşmesi dediler.
Terkedip neden sonra kuzeyi,
Uzun zamanlığına unutup zevki sefayı,
Gün geldi, dolaştım ben bakımsız
Uyuklayan duran Bahçesaray’ı.
Issız geçitlerin ortasında
Gezdim halkların afeti taşkın Tatarın
Coşkun şölenler şölenlediği
Ve akınlarının dehşetinden sonra
Muhteşem tembelliğinde yüzdüğü yeri.
Gönenç soluk alıyor henüz hâlâ
Bomboş odalarında ve bahçelerinde;
Suları oynaşıyor, allanıyor gülleri,
Ve asmaların kıvrılıyor örgüleri
Ve altın ışıldıyor duvarlar üzerinde.
Gördüm harap kafeslerini,
Ki ardında yaşamın ilkbaharında,
Devredip kehribar tespihlerini
Kadınlar iç çekerlerdi ferahlıkla.
Ve gördüm mezarını hanın,
Son konutunu hükümdarların.
Mermer sarıktan taç giymiş
Sin üstü taşları onun,
Duru bir söylentiyle seslendirmiş,
Sandım, yazgısının tutsusunu.
Harem nerede? Nereye yitmiş hanlar?
Çevre ıssız, her şey keder vermekte,
Her şey başkalaşmış.. ama bunlarla
Değildi yüklü o zamanlar yürek:
Fıskiyelerin şırıltısı, güllerin soluyuşu
İstemeden eğimlenmiş unutulmaya,
Ve istemeden teslim oldu us
Sözle anlatılmaz bir heyecana,
Uçan gölge halinde saray boyunca
Beliriyor yitiyordu karşımda bir kız!

***

Kimin, ah dostlar, gördüm gölgesini?
Deyin: Kimin nazlı tasviri
O zaman ısrarla izledi beni,

Karşı konulmaz, kaçınılmaz?
Mariya’nın berrak ruhu mu
Doğdu bana, Zarema mı yoksa
Kıskanç soluyup savruluyordu
Issızlanmış harem boyunca?

Böyle tatlı bir başka bakış
Ve dünyasal güzellik daha anımsıyorum,
Hep ona uçuyor benim gönlümün usu,
Bu sürgünlüğümde ona özlem doluyum...
Çılgın! Yeter! Dinsin çırpınışın,
Deşme külünü beyhude özlemlerin,
Mutsuz aşkın başkaldıran düşlerine
Ödendi artık senin haracın,
Yorgun tutsak, diril,
Ne kaldı zincirlerinle vedalaşmana
Ve dünya üstünde gururlu lirinle
Kendi çılgınlığını şarkılamana?

Esin tanrıçasına, barışa tapınan
Ben unutup ünü ve sevdayı,
Oy, Salgir’in sevinçli kıyıları!
Yeniden görürüm sizi yakında.
Gelirim içrek anılarla donanmış,
Yalı boyu dağlarının eğimine,-
Ve mutlandırır benim tutkulu bakışımı
Kırım denizinin dalgaları yine
Büyüleyici ülke! Şöleni gözlerin!
Can dolu her şey orada: Tepeler, ormanlar,
Kehribarı ve yakutu asma üzümlerin,
Koyakların sarmalayan alımlılığı
Ve akarsuyla kavakların serinliği...
Gezginin duyuşunu çağırır her şey,
Dingin sabahın sessizliğinde,
Dağların arasında, yalı yolu üstünde
Alışkınca atı koşarken,
Yeşile dönen özsu capcanlı
Karşısında ışıldar ve şırıldarken
 
 
 
Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Çeviren Azer Yaran
1821-1823

29 Kasım 2014 Cumartesi

Bir Anıt Diktim

Exegi monumentum*


Öyle bir anıt diktim ki kendime,
Yapılamaz insan eliyle.
Yığınla insan da birikmeyecek önünde.
Uysal başı anıtımın,
Aleksandr'ın sütununu** çoktan geçti.

Hayır, tümüyle ölmeyeceğim. 
Ruhum, Kutsal lirimle kalarak, 
Kurtulurken çürümekten, 
Tozlarım yok olacak. 
Ben de ünleneceğim, 
Duyulacak ünüm her yerde, 
Yeryüzünde, ayın altında, 
Tek bir şair yaşadıkça.

Söylentim büyük Rusya'yı dolaşacak. 
Ses veren her dilde anacaklar adımı; 
Onurlu Slav torunum, Finli, 
Şimdilerde vahşi olan Tunguz, 
Bozkırların dostu Kalmuk.

Uzun yıllar sevgilisi kalacağım bu halkın, 
Lirimle yarattığım duygular için. 
İnsafsız çağımda ben, 
Özgürlük duaları okudum ve düşmüşlere şefkat dilendim.

Tanrı emridir ilham perisi, biraz söz dinle! 
Dargınlıktan korkmadan, başına taç istemeden, 
Duayı ve iftirayı, kabul et, aynı ilgisizliğinle, 
Ve kınama hiçbir aptalı.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1836


* Bir anıt diktim (Latince).
** Aleksandr'ın sütunu: St. Petersburg'da, Kışlık Saray alanında bulunan, 1834'de yapılmış zafer anıtı

Bulut

Dinmiş tufanın son bulutu! 
Bir sen gezinirsin açık mavi gökte. 
Senindir, kimsesiz, neşesiz gölge. 
Sevinç dolu günü, bir tek sen üzersin.

Az önce çepeçevre sarmıştın gökyüzünü, 
Şimşek de seni sarıverdi dehşetle. 
Sen ise saçtın gizemli gürlemeni, 
Ve açgözlü toprağa yağmur içirdin.

Yeter, defol! İşin bitti artık. 
Toprak tazelendi, tufan da kaçtı buralardan. 
Ve işte rüzgar da yaprakçıkları okşarken, 
Kovuyor seni şu huzurlu göklerden.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1835

Birinci Petro'nun Şöleni

Neşeyle oynaşıyor, kıvrakça,
Neva üstünde, yüce divanın alacalı bayrakları.
Kürekçilerin berrak, uyumlu şarkıları,
Kopup geliyor kayıklardan.
Petro'nun sarayında bir neşeli şölen;
Mahmur konukların sohbeti uğultulu.
Ve salvo ateşle dövülmekten,
Neva'nın öteleri köpüklü.
Büyük Çar'ın bu şöleni neye acaba,

Petersburg şehrinde? 
Neden bu salvo ateş ve kalabalıklar? 
Ya nehirde demirli filo? 
Yoksa yeni ve şerefli bir zafer ışığı mı, 
Aydınlatan Rus süngüsünü ve bayrağını? 
Çetin îsveçli'yi mi yendik? 
Barış mı dileniyor korkunç düşman? 
Ya da aldığımız İsveç toprağına, 
Brandt'ın çelimsiz teknesi mi uğradı? 
Ve güney donanmamız ailecek, 
Dedesini görmeye mi gitti? 
Savaşçı torunları, 
İhtiyarın önünde esas duruşta, 
Verilen dersin onuruna, 
Duyulmakta koro ve top gürlemesi.

Poltava'nın yıldönümü mü,
Kutladığı efendilerimizin?
Rus Çarı tahtını, o gün kurtarmıştı Karl'dan.
Yoksa Katerina doğum mu yaptı?
Ya da isim günü mü kendinin,
Kahraman Dev'in, sihirbazın,
Karakaşlı karısının?

Hayır, tebâsıyla barışıyor Çar.
Suçlunun suçunu affedip, neşeyle,
Köpürterek dolduruyor bir kadehi.
Ve alnından öperek onu,
Aydınlık kalbi ve yüzüyle,
Af gününü kutluyor,
Düşmana karşı bir zaferi kutlar gibi.
İşte bundan, gürültü ve kalabalıklar var,
Petersburg şehrinde.

Salvo ateş ve müziğin gümlemesi, bundan. 
Ve nehirde demirli filo. 
Bu yüzdendir ki mutlu vakitte, 
Çar'ın kadehi dolu. 
Ve salvo ateşle dövülmekten, 
Neva'nın öteleri köpüklü.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1835

Yeniden Konuk Oldum

Yeniden konuk oldum,
Bu köşesine dünyanın,
Nasıl geçtiğini anlayamadan
İki yılımı yitirdiğim sürgün yerime.

On yıl geçmiş üstünden,
Çok başka artık yaşamım.
Ben de değiştim zamanla,
Evrensel yasaya tutsak oldum.

Ama burada yeniden,
Canlı geçmişim beni sarıyor.
Ve sanki dün akşam,
Bu korulukta gezinmişim.

İşte talihsizliğimin evi, 
Zavallı bakıcımla yaşadığım yer. 
Yaşlı kadıncağız yok artık. 
Şimdi duvarın ardından, 
Duyamıyorum onun ağır adımlarını, 
Yok artık titiz ilgisi.

İşte ormanlık tepe;
Çoğu zaman üstünde,
Hareketsizce oturur
Göle bakarak hüzünle,
Başka kıyıları,
Başka dalgaları özlerdim.

Altın mısır tarlaları,
Yeşil çayırlar arasında,
Genişçe yayılıyor, masmavi.
Keşfedilmemiş sularında,
Bir balıkçı geziniyor,
Tutmuş, kendine çekiyor,
Sefil ağlarını.

Ağaçlar saçılmış,
Kıyıların yumuşak eğimli yamaçlarına.
Arkadaki değirmen vaktiyle,
Rüzgarda yana yatar,
Var gücüyle çevirirdi kollarını.

Dede toprağımın ucunda,
Yağmurlarla kellenmiş yolun,
Dağa tırmandığı o yerde,
Üç çam dikilidir.

Biri ayrı düşmüş,
Diğer ikisi yakıncacık birbirine.
Ne zaman tepeden
Yanlarından geçsem ayışığında,
Doruklarının hışırtısı
Beni o tanıdık sesiyle selamlardı.

Şimdi geçerken o yoldan,
Yeniden gördüm onları,
Hiç değişmemişler.
Hışırtıları bile aynı.

Ama yorgun kökleri dibinde,
(vaktiyle boş ve çıplaktı oralar)
Şimdilerde bir körpe koruluk dallanmış.
Yeşil aile; gölgeleri altına,
Sıkış tıkış çalı topakları sığınmış,
Çocuklar gibi.

Ötede suratsız yoldaş duruyor,
Aksi ihtiyar, müzmin bekar,
Ve çevresi,
Bomboş eskisi gibi.

Merhaba! Genç, tanımadık kuşak,
Göremeyeceğim nasıl kocaman olduğunu.
Boyun, dostlarımınkini geçince,
Ve yaşlı tepelerini onların,
Gölgen gizleyince yoldan geçen yolcudan,
Bırak duysun torunum,
Konuksever hışırtını.

Bir dostça sohbetten dönerken,
Mutlu ve hoş düşlerle dolu,
Geçsin yanınızdan.
Gecenin koyu karanlığında,
Beni ansın.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1835

Yankı

Kükredi mi bir vahşi hayvan bir orman kuytusunda,
Çaldı mı borular, gürledi mi gök,
Bir genç kız şarkı söyledi mi, tepelerin ardında,
Her sese, boşlukta,
Bir yanıt yaratırsın yeniden.
Gök gürültülerini dinlersin,
Fırtınanın ve kabaran dalgaların sesine,
Köy çobanlarının bağrışmalarına,
Yanıt gönderirsin.
Fakat yoktur seni yankılayan...
Sen de böylesin işte,
Sen şairsin!


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1831

Ötedeki Yurdunun Kıyıları İçin

Ötedeki yurdunun kıyıları için,
Bu gurbeti terkettiğin,
O unutulmaz anda, üzgün vakitte,
Önünde, uzunca zaman ağlamıştım.
Soğuyan ellerim,
Çırpındılar, alıkoymaya seni,
Alıkoymaya, o korkunç bezginliğin ayrılığını.
İniltim yalvardı,
Bitmesin diye.

Ama sen, acılı öpüşmemizden,
Koparır gibi aldın dudaklarını. 
Kapkara sürgün yerimden, 
Beni başka yerlere çağırdın. 
Dedin ki: "Görüştüğümüz gün, 
Sonsuz mavilikler altında, 
Bir zeytinin gölgesinde, 
Aşkın öpücüğünü, 
Yeniden birleştirelim."

Ama yazık ki orada,
Gökyüzü kemerlerinin,
Tozmavi aydınlıkta ışıdığı,
Zeytin gölgelerinin,
Sulara düştüğü yerde,
Son uykuna daldın çoktan.
Güzelliğin ve acıların,
Yok olup gittiler ölüm sandığında.
Ve onlarla birlikte,
Bir buluşma öpücüğü de...
Ama bekliyorum;
Borcun var...


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1830


Puşkin bazı şiirlerine başlık koymuş, bazılarını ise başlıksız bırakmış. Bu şiirler, genellikle Rusya'da ilk dizeleri ile anılır ya da adlandırılırlar, ama başlıksız basılırlar. Ben bu şiirleri ilk dizeleri ile başlıklandırdım.

28 Kasım 2014 Cuma

Vaktidir Dostum

Vaktidir dostum, vaktidir!
Artık yürek dinginlik istiyor.
Günler birbiri ardına uçup giderken,
Ve geçen her saat,
Yaşamdan bir parça daha alıp götürürken,
Seninle ikimiz,
Sanırız ki yaşıyoruz.
Bir de bakacaksın ki, ölmüşüz.
Dünyada mutluluk yok dostum,
Fakat huzurlu ve özgür olunabilir.
Uzunca bir zamandır,
İmrenilecek bir kısmet düşlüyorum:
Uzunca bir zamandır,
Ben, yorgun köle,
Kaçmayı düşler dururum.
Uzaklara,
Çalışmanın ve kusursuz doyumların tapınağına.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1834

Ağıt

Gözyaşı dökeceğim.
Belki de,
Üzüntülü günbatımımda,
Aşk pırıldayacak.
Bir veda gülücüğü gibi.
Akılsız yılların sönmüş neşesi,
Ağır ve hüzünlü,
Bir içki sersemliği gibi.
Ama, şarap misali,
Geçen günlerin hüznü,
Ruhumda yaşlandıkça,
Daha da güçleniyor.
Yolum, ıssız.
Çaba ve kahır bana,
Geleceğin çalkantılı denizini vaadediyor.
Fakat istemiyorum,
Ah! Dostlarım, ölmeyi.
Yaşamak dileğim,
Düşünmek ve kavga için.
Ve biliyorum ki, eğleneceğim,
Acılar, telaşlar ve dertler arasında.
Kimi zaman,
Yine uyumla içip, sarhoş olup,
Uydurduklarım için,


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1830

Adımdan Sana Ne?

Adımdan sana ne?
O da ölecek,
Kasvetli bir uğultu gibi.
Uzak kıyılara çarpan dalgaların,
Sağır ormanlıkta yankılanan,
Gece sesleri gibi.

Bir hatıra defterinde, 
Ölmüş izler kalacak acımdan, 
Bir mezar taşına kazınmış, 
Bilinmez dildeki yazılar gibi.

Nesi kaldı,
Taze ve gergin telaşlarda, 
Çoktan unutulmuş adımın? 
Temiz ve körpe anılar 
Sunamaz artık senin ruhuna.

Ama üzüntülü gününde,
Sessizlikte,
Söyle onu özlemle.
De ki benim de bir hatıram var,
Bir kalp var dünyada,
İçinde yaşadığım...


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1830


Puşkin bazı şiirlerine başlık koymuş, bazılarını ise başlıksız bırakmış. Bu şiirler, genellikle Rusya'da ilk dizeleri ile anılır ya da adlandırılırlar, ama başlıksız basılırlar. Ben bu şiirleri ilk dizeleri ile başlıklandırdım.

Veda

Senin sevecen hayalini son kez,
Hayalimde okşayıp,
Kalbimin gücüyle rüyama can vermeye,
Ve kimsesiz, ürkek, ilahi huzurumla,
Aşkını hatırlamaya,
Cesaret buldum kendimde.

Koşup gidiyor yıllarımız değişerek, 
Değiştirerek herşeyi ve bizi. 
Sen, çoktan giymişsin şairin için, 
Mezarlıkların alacakaranlığını. 
Ve dostun senin için, 
Sönüp gitmiş çoktan.

Kabul et, uzaklardaki sevgilim, 
Kalbimin vedasını, 
Dul kalmış eş gibi, 
Bir mahpusluk öncesi, 
Dostuna suskunca sarılan, 
İyi dost gibi.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1830

Şair'e

Ey şair! 
Önemseme halkın sevgisini o kadar, 
Tez geçer coşkun övgülerin uğultusu; 
Duyarsan, yargısını bir budalanın, 
Ya da kahkahasını soğuk kalabalığın, 
Sıkı dur yine de, 
Sakin ol.

Sen Çar'sın: Yalnız yaşa
Yürü özgür yolunda,
Her nereye götürürse özgür aklın seni.
Yetiştir düşlerinin değerli meyvelerini,
Ödül bekleme soylu çabaların için.

Her şey senindir, sensin kendinin yargıcı. 
Ürününe en iyi sen değer biçersin, 
Ey zor beğenir sanatçı! 
Hoşnut musun kendi çabalarından?

Sen hoşnutsan eğer, 
Varsın kalabalıklar sövsün sana, 
Tükürsünler ateşinin yandığı sunağa, 
Ve yaramaz çocuklar gibi, 
Sarsıp dursunlar masanı.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1830

Anonim Şiire Cevap

Her kim olursan ol,
Sevecen şarkın,
Dirilişimi neşeyle ve çılgınca alkışlarsa,
Elin, elimi kavrayıp, sertçe sıkarsa,
Yol gösterir, âsâ verirse,
Her kim olursan ol,
İster, esinle dolu bir ihtiyar,
İster gençliğimin, şimdi eskilerde kalmış bir yoldaşı,
Ya da, esin perileriyle korunan, yeniyetmenin biri;

Utangaç, masum melek, uysal çocuk, 
Sana müteşekkirim, tüm duygulu canımla. 
İlgim zayıf, kuytularda kalmış. 
Alışmadım hiç iyi niyete, 
Ve onun şefkatli, konuksever sesine. 
Gülünçtür şu dünyada yakınlık arayan! 
Ruhsuz, soğuk kalabalıklar bakar şaire. 
Bir gezgin cambazı seyredercesine. 
Eğer duyurursa şair, 
Yürekten, ağır iniltisini derince, 
Ve acı yüklü şiiri, keskin yalnızlığında,

Bilinmez gücüyle ağrıtırsa kalpleri, 
Titrerse avuçlarda ve övgüler düzerse, 
Ya da erdemsiz anlarda kafa sallarsa, 
Ansızın bir telaş alırsa şarkıcıyı, 
Acılı bir kayıp, kovulma, mahpusluk... 
"Böylesi daha iyi" derler, sanatın çokbilmişleri. 
"Böylesi daha makbul! Yeni duygular, 
Başka fikirler edinecek ve bize sunacak". 
Ama şairin mutluluğu, 
Bulamaz bunların arasında, 
Aradığı dostça selâmı; 
Korkak suskunluğa gömülü kaldıkça...


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1830

Cinler

Sürükleniyor bulutlar, kıvrılıyor; 
Ve ay hayalet bir ışık gibi, 
Aydınlatıyor uçuşan kar tanelerini; 
Gök kapalı, gece bulutlu, 
Çıngırakları çın çın ederek 
Gidiyor arabam, ıssız ovada, 
Ürperiyor yüreğim korkudan 
Bilinmez düzlükler ortasında.

—Hey! Arabacı hızlan!
—Yapamam, atlarda can kalmadı beyim,
Tipiden köreldi gözlerim,
Kar kapamış yolları,
Öldürsen bulamam bir tek iz.
Kaybolduk! Ne yapmalı?
Bir cin, bizi yoldan çıkaran,
Görünüyor, fırdönüyor çevremizde.

Bakın, bakın, işte oynuyor, 
Üflüyor, tükürüyor bana. 
Bir hendeğe doğru sürüklüyor, 
Ürküterek beygirleri. 
Görülmedik boyuyla şurada, 
Önüme dikiliverdi. 
Cansız bir kıvılcım gibi burada, 
Çakıp sönüyor karanlığa.

Sürükleniyor bulutlar, kıvrılıyor,
Ve ay, hayalet bir ışık gibi,
Aydınlatıyor uçuşan kar tanelerini;
Gök kapalı, gece bulutlu.
Gücümüz yok daha fazla gitmeye.
Çıngıraklar birden sustu. 
Atlar durdu.
—Nedir o karartı?
—Kim bilir, bir kütük ya da kurt belki?

Tipi kuduruyor, tipi ağlıyor; 
Ürkmüş atlar, horulduyor; 
Karartı daha da uzağa sıçrıyor; 
Siste gözleri parıldıyor, 
Yeniden şahlandı atlar, 
Çıngıraklar çın çın etti. 
Görüyorum, cinler toplanmış, 
Bembeyaz ovaların ortasında.

Sonsuz sayıda garip yaratık olarak,
Cansızca oynaşan ayışığında,
Fırdönüyordu çeşit çeşit cin,
Kasım yapraklan gibi...
Ne kadar da çoklar? Nereye koşuşturuyorlar?
O acı acı söyledikleri şarkılar nedir?
İyi huylu bir ev perisine ağıt mı?
Yoksa bir cadının düğün şarkıları mı?

Sürükleniyor bulutlar, kıvrılıyor. 
Ve ay hayalet bir ışık gibi, 
Aydınlatıyor uçuşan kar tanelerini; 
Gök kapalı, gece bulutlu. 
Arı sürüsü gibi cinler, 
Üstümdeki sonsuz boşlukta, 
Acı haykırışlar ve ulumalarla, 
Kalbimi parçalayarak, 
Uçup gidiyorlar...


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1830

Kış Sabahı

Ayaz ve günışığı,
Muhteşem bir gün,
Hala pinekliyorsun güzelim.
Tamam dilberim, uyan,
Aç artık,
Tatlı rüyalar görmek için, örttüğün o gözlerini. 
Ölülere ve tanrılara, 
Işık taşıyan Aurora'nın önüne, 
Sen de kutup yıldızı gibi çık.
Gece vakti, hatırlar mısın,
Tipinin kızışıp,
Bulanık gökte sisin gezinmesini?
Bir donuk leke gibi ay,
Kasvetli bulutlarda sararırken,
Sen üzgün, karamsar oturmaktaydın.
İşte şimdi bakıyorsun.
Bak bakalım pencereden:
Mavi gökler altında, 
Masallardaki halılar gibi, 
Güneşe karşı ışıldayarak yatar kar. 
Saydam orman kararır yalnız başına. 
Kırağı arasından yeşeren köknara yakın, 
Bir derecik parıldar buz altında.
Kehribar sarısı aydınlık tüm oda, 
Mutlu çıtırtılarla ılımış ocak. 
Ve ocak dibindeki kerevette, 
Hoş rüyalar görüyorsun. 
Bilirsin ki boz kısrağı, 
Kızağa koşmamak.
Sabah karında kayarken.
Sabırsız atların koşusuna kapılıp, tatlım,
Issız ovaları gezelim,
Ormanları, önceleri böyle gür olmayan,
Ve o kıyıyı, benim beğendiğim.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1829

Dolaştım Mı Gürültülü Sokaklarda

Dolaştım mı gürültülü sokaklarda, 
Girdim mi tıkış tıkış dolu kiliseye, 
Oturdum mu çılgın gençler arasında, 
Ben, hayallerime dalarım.

"Yıllar geçiyor" derim, 
"Buradaki herkes, 
Hepimiz yitip gideceğiz, 
Ve birilerinin saati yakın."

Bakınca bir yalnız meşeye, 
"Ormanların papazı", diye düşünürüm. 
"Beni de eskitecek, 
Dedemi eskittiği gibi."

Bir tatlı bebeği okşarken,
"Hoşçakal" derim,
"Dünyadaki yerim senin olsun,
Benim çürüme, senin tomurcuklanma vaktin."

Alıştım, her günü, her saati, 
Aynı düşüncelerle tüketmeye. 
Çırpınırım bilmek için, 
Gelecekteki ölüm vaktimi.

Ne zaman gösterecek kader ölümü?
Kavgada mı? Ya da bir gezide, dalgaların koynunda mı?
Veya komşu ova,
Soğumuş küllerimi kabul eder mi?

Duyarsız bedenime,
Her yer aynı, çürümek için.
Ama yine de sonsuz uykuya dalmayı,
İsterdim sevdiğim yerlerin yakınında.

Mezarlığın girişinde, o gün, 
Bırakın, bir genç yaşam kıpırdasın. 
Ve doğa, kayıtsızca, 
Ebedi güzelliğiyle ışıldasın.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1829


Puşkin bazı şiirlerine başlık koymuş, bazılarını ise başlıksız bırakmış. Bu şiirler, genellikle Rusya'da ilk dizeleri ile anılır ya da adlandırılırlar, ama başlıksız basılırlar. Ben bu şiirleri ilk dizeleri ile başlıklandırdım.

27 Kasım 2014 Perşembe

Sevmiştim Sizi

Sevmiştim sizi; ve aşk yine de mümkün;
Henüz tümüyle,
Sönüp gitmedi içimden.
Ama sizi daha fazla üzmesin sevgi;
İstemem hiçbir şeyle üzülmenizi.
Bazen ürkeklikten,
Bazen kıskançlıktan eziyet çeken ben,
Sizi sessizce ve ümitsizce sevmiştim,
Öylesine içten ve şefkatle.
Kısmet etsin Tanrı da size,
Bir başkasının sevdalısı olmayı.


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1829


Puşkin bazı şiirlerine başlık koymuş, bazılarını ise başlıksız bırakmış. Bu şiirler, genellikle Rusya'da ilk dizeleri ile anılır ya da adlandırılırlar, ama başlıksız basılırlar. Ben bu şiirleri ilk dizeleri ile başlıklandırdım.

Kış, Ne Yapılır Köyde?

Kış,
Ne yapılır köyde?
Uşakla karşılaşıyorum. 
Bana sabah çayımı taşıyor. 
Hava ısındı mı?
Tipi dindi mi?
Taze kar yağdı mı?
Yatmayı bırakıp, eğerleri koşmalı mı? 
Gibi sorular... Ya da yemeğe kadar, 
Komşunun eski dergileriyle oyalanmalı.
Taze kar;
Hemen kalkalım, koşalım atları.
Tırıs giderek ovalarda,
İlk ışığıyla günün,
Kamçılar elimizde,
Solgun kara sorgulayan gözlerle bakınıp,
Fır dönelim, ileri-geri atılarak.
Ve günün ileri saatlerinde,
Vurulmuş iki yaban tavşanıyla
eve dönelim.
Bundan iyisi mi olur?
İşte akşam, tipi çıkıyor.
Mum, cansız aleviyle,
Utangaç ışığıyla yanıyor.
Kalbim sızlıyor.
Damla damla, yavaşça yutuyorum,
Bezginliğin zehirini.
Okumak istiyorum; gözlerim harfler üzerinden kayıp geçiyor.
Düşüncelerim, ötelerde. 
Kapatıyorum kitabı, 
Kalemi alıp oturuyorum. 
Zorla söküp almak için
Müz'ün sabuklanmalarını. 
Sesler, seslerle uyumsuz. 
Kaybediyorum tüm gücümü, 
Ritmin ve tuhaf yardakçımın üzerinde. 
Şiir, gevşekçe sunuyor, 
Soğuk ve dumanlı. 
Tartışmayı lirimle kesen ben, 
Yorgunum.
Misafir odasına gidiyorum. 
Orada da duyduğum, 
Gelecek seçimler, şeker fabrikası. 
Evin hanımı somurtmuş, hava gibi. 
Çelik örgü şişlerini, kıvrakça oynatıyor, 
Veya kupa papazıyla fala bakıyor. 
Özlem! Böylece günler inzivada,
Birbiri ardına geçip giderler.
Ama eğer akşama doğru,
Hüzünlü köye,
Ben dama taşlarımla köşemdeyken,
Gelirse uzaklardan kızakla,
Beklenmedik bir aile:
Kocakarı ve iki genç kız, (iki sarışın, iki endamlı kızkardeş) 
Nasıl da canlanıverir, 
Bu, tanrının boşverdiği yerler. 
Nasıl da anlamlı olur hayat. 
Önce, gözucuyla dikkatli bakışlar, 
Sonra birkaç söz ve sohbet, 
Dostça bir kahkaha, akşam şarkıları, 
Canlı valsler, masada fısıltılar, 
Baygın bakışlar, uçuk laflar, 
Dar merdivenlerde uzatılan karşılaşmalar, 
Alacakaranlıkta sundurmaya çıkan bakire, 
Çıplak boynu ve göğüsleri, 
Yüzüne esen tipi...
Ama zarar vermez bu kuzey fırtınaları, 
Rus gülüne.
Nasıl da alev alev yanar, 
Bir sıcak öpücük buz üstünde, 
Nasıl körpedir Rus kızı, kaba karın içinde!


Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Seçme Şiirler
1829


Puşkin bazı şiirlerine başlık koymuş, bazılarını ise başlıksız bırakmış. Bu şiirler, genellikle Rusya'da ilk dizeleri ile anılır ya da adlandırılırlar, ama başlıksız basılırlar. Ben bu şiirleri ilk dizeleri ile başlıklandırdım.