Şiir, Sadece: 2013-10-20

26 Ekim 2013 Cumartesi

Onca Ad

Pazartesiler içine geçer salıların
ve hafta bütün bir yılın:
kesilmez zaman
yorgun makaslarınızla,
ve günün bütün adları
yıkanır gecenin sularıyla.

Kimse talep edemez Pedro olmayı,
Rosa ya da María olmayı,
hepimiz tozuz ya da kumuz,
hepimiz yağmur altındaki yağmuruz.
Konuştular benimle Venezüellalar,
Paraguaylar ve Şililer hakkında,
bilmiyorum neler söylediklerini:
yalnızca yeryüzünün derisini bilirim
ve bir adı olmadığını.

Çiçeklerden daha çok hoşnut etti beni
kökler, arasında yaşarken onların,
ve bir taşla konuştuğumda
çınladı bir çan gibi.

Çok uzundu ilkbahar
bütün bir kış sürdü.
Kaybetti zaman ayakkabılarını:
bir yıl dört asır gibi sürdü.

Uyuduğumda her gece,
nasıl çağrılırdım ve nasıl çağrılmazdım?
Ve uyandığımda kimdim ben
uyurkenki değildiysem eğer?

Bunun anlamı ancak
yeni doğmuş olmaktan ziyade
hayatın içine indik demektir,
öyleyse doldurmayalım ağızlarımızı
onca güvenilmez adla,
onca hüzünlü resmiyetle,
onca şatafatlı harfle,
onca seninle ve benimle,
kağıtlardaki onca imzayla.

Her şeyi karıştıran bir kafam var,
birleştiren ve yeni doğmuş yapan,
karan, soyan,
dünyadaki bütün ışık
sahip olana dek okyanusun tekliğine,
o cömert bütünlüğe,
o çatırdayan rayihaya.


Pablo Neruda
"Estravagario"dan 
1958

Orizaba Yakınında Melankoli

Bir ırmaktan, bir geceden,soğuk havada kendisini gösteren
ve dağıtan gökyüzünün bütün enlemlerinde
bazı yapraklardan başka ne var ki sana?
O yüzden açılıyor aşkın yelesi
kar gibi ya da bölünmüş adalar denizinin suyu gibi,
ateşin yeraltındaki gıcırtısı gibi,
ve tekrar bekliyor kulübelerde
yaprakların çok sık olarak titreyerek
düştüğü yerde, yutulduğu yerde bu esneyen gırtlakta,
ve yağmur parıltısı yayıyor kendi sarmaşık bitkilerini
gizli mısır tohumunun çanlarla ve damlalarla dolu
yapraklarla buluşmasından, değil mi?

Ne kadar da nemli bir sesi var
uğuldayan uyuyan atın kulağında
ve sonra batan malt yapılmış buğdayın altınına
ve üzümde berrak bir gün getiriyor gün için.
Seni çağıran dehlizsiz, duvarsız Güney’deki yerde
ne bekliyor seni?
Toprak çanak elinde dinliyorsun ova çiftçisi gibi
ve kulak kabartıyorsun köklere:
uzaklardan korkunç bir fırtınası yarıkürenin,
karabinalıların dörtnalları don soğuğunda:
sudan yapılmış incecik liflerle zamanı diken iğnenin
ve yıpranmış dikişinin çatladığı yerde:
maviyle dolu ağzıyla uğuldayan
gecenin yabanıl yarığında bulduğun ne?

Belki bulunur uzun süredir saklanmış bir gün, bir diken
uzatıyor o eski günde çözünen suçunu
ve yırtıyor o çok eski bayrakları.
Kim korudu o kasvetli ormandan bir günü, kim
bekledi taşın bazı saatlerini, kim dönüyor etrafında
zamanın mahvettiği mirasın, kim kaçıyor
uzaklaşmadan havanın merkezinden?

Bir gün, umutsuz yapraklarla dolu bir gün,
bir gün, bir ışık, gök yakut mavisi soğuğuyla parçalanmış,
önceki günün boşluğunda saklı bir sessizlik dünden,
uzak bölgelerin kibirli sessizliğiyle.

Seviyorum meşinden karmakarışık saçını senin,
senin yabanıllıktan ve külden Antarktik güzelliğini,
döğüşken göklerinin acı dolu ağırlığını:
seviyorum beni beklediğin o günün esen havasını,
biliyorum ki toprağın öpüşleri değişmez, ve değişmiyor,
biliyorum ağacın yaprağı düşmüyor, ve düşmüyor:
biliyorum aynı şimşek koruyor metallerini
ve bu korunmasız gece aynı gecedir,
fakat bu benim gecemdir, fakat bu benim bitkimdir,
saçlarımı tanıyan buz soğuğu gözyaşlarındaki su.

Keşke beni dün insanda bekleyen şey olabilseydim,
defne yaprağıyla, külle, yığınla, umut
yayıyor göz kapaklarını kanda,
mutfağı ve ormanı dolduran kanda,
siyah tüyle örtünen demir gibi fabrikalar,
kükürt ekşisi terle delik deşik madenler.

Sadece bitki ülkesinin ısıran havası değil bekleyen beni:
sadece karın ihtişamı üzerindeki şimşek değil:
soğuktan iki ürperti gibi yükseliyor gözyaşları ve açlık
anayurdun kulesine ve çalıyor çanları:
Ve bu yüzden, ortasında hoş kokulu göğün,
bu yüzden, Ekim parıldadığında ve Antarktik
ilkbahar kaydığında şarabın pırıltısında,
işitilir bir şikayet ve bir tane daha ve bir tane daha
ve bir tane daha bulana kadar karı ve bakırı,
yolları ve gemileri,
ve sızana dek gecenin ve toprağın içinden
ta onları işiten kanayan gırtlağıma.

Halkım, ne diyorsun? Gemici,
piyade, belediye başkanı, güherçile işçisi,
işitiyor musun beni?
İşitiyorum seni ölmüş birader, yaşayan birader,
işitiyorum seni,
özlediğin her şeyi, toprağa gömdüğün şeyi, her şeyi,
kuma ve denize akıttığın kanı,
korkutan ve savaşmaya devam eden rast gelinen yürek.
Ne buluyorsun Güney’de? Nereye düşüyorsun, yağmur?
Ve arada, hangi ölüler kırbaçlanmış?
Benim, Güney’den gelenler, terk edilmiş kahramanlar,
acı öfkeden dağılmış ekmek,
kalıcı üzünç, açlık, katılık ve ölüm,
düştü yapraklar üzerlerine onların, bu yapraklar,
askerin göğsü üzerindeki ay, bu ay,
sefilliğin sokağı, ve insan
sessizliği her yanda, soğuk damarları
tepedeki kampanaya kaçamadan katılaştıran
ruhumun ışığını duyarsız bir metal gibi.
Filizlerden oluşan anayurt, çağırma beni,
uyuyamam kristalden
ve karanlıktan oluşan bakışın olmadan.
Boğuk çığlığı suların ve yaratıkların titretiyor beni
ve dolaşıp duruyorum düşlerde kıyısında yüceltilmiş köpüğünün
ta senin mavi kuşağındaki en kıyıdaki adada.
Fakir bir gelin gibi uysalca çağırıyorsun beni.
Senin çelikten büyük ışığın kamaştırıyor beni ve arıyor beni
köklerle örtülmüş bir kılıç gibi.
Anayurt, paha biçilmez toprak, yiyip bitiren, alazlı ışık:
ateşin ortasındaki kömürün düşüşü gibi
korkunç tuzun, çıplak gölgelerin senin.
Beni dün bekleyen şey olsaydı yalnızca, ve
bir avuç gelincikte ve tozda direnç gösteren şey olsa yarın.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan
1942

Pirinçlik

İki yüz kadın var orada. Bilinmez bir acıyı söylüyorlar
türkülerinde,
eğilmiş hepsi de görünmüyor yüzleri.
Türkü söylüyorlar, suyun ortasına dikilmiş,
yakıcı ağustos güneşi altında.

Yorgun bir sesle söylüyorlar Kuzeyden ve Güneyden.
Kısık sesle söylüyorlar ve sanki
ayaklarının altındaki insancıl kökte
çürüyor bir şeyler.


Miguel Torga
Çeviren: Muzaffer Uyguner

25 Ekim 2013 Cuma

Ormandaki Kurtçuklar

Bir şey düştü o eski ormanda, belki fırtınaydı
bitkilerin ve humusun arasından süpüren,
ve düşen ağaç gövdelerinde mayalandı mantarlar,
salyangozlar çekti kusturan iplerini,
ve yücelerden düşen ölü ağaç
doldu deliklerle ve korkutan larvalarla.
İşte böyle senin böğrün, anayurt, böceklerden oluşan
o felaket hükümet kaynaşıyor yaralarında,
dikenli telleri kemiren o şişko satıcılar,
Saray’dan gelen kuyumcular,
mikroplar ve zürriyetini birleştiren kurtçuklar,
dans ederken o coşkun sambasını, örtünmüş
hainin paltosuyla seni kemirenler,
arkadaşlarını hapse tıkan gazeteci,
hükümeti kuran o menfur muhbir,
yaganes yerlilerinden soyduğu altınlarla
bir bulvar gazetesinin patronu olan züppe,
bir talaş parçası gibi aptal amiral, kendi vasalları
üzerine dolarlarla dolu bir cüzdanı boşaltan gringo.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Karanlıktaki Anayurduma Yeni Yıl İlahisi"nden

Ormanlarda Doğmuş

Pirinç kendi un tanelerini
geri alırken topraktan, pekiştirirken buğday
kendi küçük kalçalarını ve kaldırırken
yüzünü binlerce elle,
aceleyle seğirtirim erkekle kadının
birbirlerini kucakladığı o yaprak barakaya,
dokunmak için sürmekte olandan
sayısız denize.

Sedefin saldırıldığı bir beşikte gibi
gelgitin kendiyle getirdiği
o alet edevatın biraderi değilim ben:
çöpün ölümle savaştığı yerde titremiyorum,
uyanmıyorum karanlığın kavgasında,
ani çanların boğuk sesli dilinden korkmuş,
ben olamam, yolcu değilim ben
rüzgârın en son siperi titrer ayakları altında
ve zamanın katı dalgaları ölmek için döner geri.

Elde tutuyorum tohuma yaslanarak uyuyan güvercini,
ve onun kireçten ve kandan yoğun mayasında
yaşıyor Ağustos,
yaşıyor doğrulmuş ay kendi derin kadehinden:
kapıyorum elimle büyüyen kanadın yeni gölgelerini:
kök ve tüy biçimlendirecek sabahın içeriğini.

Damlanın muazzam kabarışı ya da gözkapağının açık durma
isteği azalmıyor hiç, ne demir elli balkondan yukarıya
ne de terk edilmiş kışta deniz kenarında, ya da
benim yavaş adımlarımda:
varolmak için doğdum ben çünkü, yaklaşan ne varsa
onlarla çevirmek için adımlarımı, göğsüme çarpan
ne varsa onlarla yeni ve titreyen bir yürek gibi.

Elbisemin yanında paralel güvercinler gibi duran hayat
ya da benim kendi oluşumda ve şaşkın sesimde dolan,
tekrar varolmak için, kavramak için yaprağın çıplak
havasını ve toprağın ıslak doğumunu çelenkte:
ne kadar daha
geri döneceğiz ve varolacağız, ne kadar daha
en derinde gömülmüş çiçeğin kokusu, en ince
toza dönmüş dalgalar o yalçın kayalıklarda,
saklayacak anayurtlarını bende
tekrar öfkede ve rayihada yer almak için?

Ne kadar daha ormanın yağmurdaki eli
gelecek bana bütün iğneleriyle
dokumak için yaprakların yüksek öpüşlerini?
Bir kez daha işitiyorum
taçyapraklarla dolu ışığın gelişini
dumanda ateş gibi ve topraksı külden filizler,
ve değil mi ki ayırıyorum toprağı
başaktan bir ırmakta erişiyor güneş ağzıma
tekrar mısır tohumu olacak
gömülmüş eski bir gözyaşı gibi.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama"dan

24 Ekim 2013 Perşembe

Orta Amerika

Amma da ay, kanla lekeli bir dipçik gibi,
amma da kırbaç yeşilliği,
amma da dehşet verici ışık, koparılmış göz kapağı,
kıpırdamadan, ses çıkarmadan inleyişine izin veriyor senin,
ve ağızsız, dilsiz bölüyor senin acılarını
ey merkezi kuşaklar, cennet
senin sağılmaz yaralarınla.
Görüyorum gece ve gündüz acıları,
görüyorum gündüz ve gece zincire vurulmuşu,
sarı saçlının, zencinin, kızılderilinin
yazışını ezilmiş, fosfor ışıltılı elleriyle
gecenin bitimsiz duvarına.


Pablo Neruda
"América, no invoco tu nombre en vano", "Canto General"den

Orta Amerika

Kötücül yıl, görüyor musun bu sık
cengel karanlığının arkasındaki
coğrafyamızın dar enlemlerini?
Bir dalga fırlatıyor kendini
mavi arılarıyla bir bal çerçeve gibi
kıyıya doğru ve öbür denizden
kıvılcımlar uçuşuyor o ensiz ülkeye...

Bir kırbaç gibi incesin, ey bölge,
vahşi bir ağrı gibi alazlısın,
senin adımların Honduras’ta, senin kanın
Santo Domingo’da, Nikaragua’dan
dokunur bana gözlerin
geceleri, çağırır beni, ister beni,
ve bütün bu Amerikan toprağı üzerinde
çalarım kapılarını senin konuşmak için,
dokunurum zincirlenmiş dillere,
kaldırırım perdeleri, batırırım
elimi kana:
Ey, acıları
toprağımın, ey, o büyük, hükümran
sessizliğin hırıltısı,
ey, halkın uzun süren ölüm kalım savaşı,
ey, gözyaşı üstüne gözyaşından oluşan bölge.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

23 Ekim 2013 Çarşamba

Öfkeler ve Üzüntüler

Yüreğimde öfkeler ve üzüntüler var... Quevedo 


Yüreklerimizin derininde birlikteyiz,
kaplanlardan bir yazın arasında
dolanıp dururuz yüreğin sazlığında,
bir metre serin deriye bakınarak,
erişilmez dış deriden bir bukete bakınarak,
ter ve yeşil damarları dalgalandıran ağızlarla
karşılaşırız birbirimizle
öpüşleri düşüren o nemli gölgede.

Sen, ey onca ezilmiş düşten oluşan düşmanım
camdan bitkiler gibi iğneleyen, ağır tehditler altında
mahvolmuş çanlar gibi, siyah sarmaşığın
rayiha içindeki fışkını gibi,
geniş kalçalı düşmanım dokundu saçlarıma
kısık sesli bir çiyle, sudan bir dille
dişlerin dilsiz soğuğu ve gözlerin nefretine rağmen,
ve unutuşu tımarlayan ölen hayvanlardaki savaşım,
birlikteyiz şu ya da bu yerinde yazın,
susuzluğun işgal ettiği dudaklarla bakınarak.
Fosfor çemberle bir duvarı
delip geçen bir şey varsa
ve bazı uzuvların tatlı içini yaralayan
ve ısırırsa her bir yaprağı bir ormanda çığlıklarda,
o halde su geçirmez ve dizlerle sıradan ipekle kazanılmış
boğazların arasından geçebilen
kanlı ateş sineği gözlerim vardır benim de.

Toplantılarda rastlantıydı külün,
içeceklerin, o koyu havanın varoluşu,
fakat gözlerin av kokar orada
bağırları delik deşik eden yeşil ışıltınla,
kanın damladığı elmaları açan dişlerin,
iniltiyle güneşe yapışan bacakların,
ve sedeften memelerin ve gelincik ayakların,
gölgeyi arayan dişli huniler gibi,
kırbaçtan ve rayihadan güller gibi, ve dahası var,
dahası, dahası, göz kapaklarının arkasında bile,
göğün arkasında bile,
elbisenin ve yolculukların arkasında bile,
insanların işediği sokaklarda, duyumsarsın bedenleri,
çökmek üzere olan o ekşi kiliselerde,
denizin oyunundaki kamaralarda, bakınırsın
her şeye rağmen çiçeklenen dudaklarınla,
kesersin kendini ağacın ve gümüşün arasından,
ve büyük ürkünç damarların şişer:
kavkı yok hiç, mesafe ya da demir yok,
eller dokunur ellere,
ve düşersin ve gıcırdatırsın siyah çiçekleri.

Duyumsarsın bedenleri!
Fermanların altında kalmış bir böcek gibi
duyumsarsın kanın belini ve kollarsın
şafak kızıllığını geciktiren kasları,
ve titremelerin üzerine düşersin,
yıldırım ışıltısının ve kafaların, ve sana
yol gösteren dinlenen bacaklarını hissedersin.

Ey özel okların yol açtığı yaralar!

Nemin kokusunu alır mısın gecenin ortasında?

Ya da yanan güllerle apansız bir vazonun?

Çıplak geldiğin pis evlerde elbisenin, anahtarların,
bozuk paraların düştüğünü duyar mısın?

Sana o sessiz yolu gösteren yalnız bir eldir
benim nefretim, birinin kendini
uykuya fırlattığı çarşaflardır: gelirsin ve döşemeye
baş aşağı düşersin, pençe yemişsin ve ısırılmışsın,
ve tohumun eski kokusu doldurur ağzını unla
kül grisi bir boru çiçeği gibi.

Ah, hafif çılgın kupalar ve kirpikler,
acılı bir ırmak yatağındaki yalnız bir güvercin gibi
yarı açık bir ırmağı taşıran hava,
asi suyun bir vasfı gibi,
ah, maddeler, aromalar, hızlı kanatlı göz kapakları
ve bir titreyiş, uysal ve korkunç bir çiçekle,
ah, yüzler gibi ciddi ağır memeler,
ah, yeşil balla dolu dolgun baldırlar,
ve topuklar ve ayakların gölgesi ve yitik nefes
ve solgun taşın yüzeyleri,
ve ölüme karşı deride yükselen sert dalgalar,
göksel, kanla ıpıslak unla dolu.
Akar mı bu ırmak böyle
ikimizin arasında, ve ısırır mısın ağızları
bir kıyıda?

Böylelikle gerçekten ben, gerçekten çok uzakta mıyım,
ki yanan sulardan bir ırmak karanlıkta akıp gitmekte?
Ah, nefret ne kadar sık anmaz ki adını,
ne derindir karanlıkta, tanrı bilir hangi
tozlaşmış gübre yığının altında
heykelin yiyip bitirir yüreğimdeki yoncayı.
Elbiseni ve kızıl alnını
döven bir çekiçtir nefret,
ve dışlanmış kanın bulanık baykuşları gibi
düşer yüreğin günleri kulaklarına,
ve kolyeler oluşur göz yaşlarından damla damla
boğazında çelenk olur ve buzla yakar sesini.

Böyledir bu, ki asla, asla
konuşmayasın diye, bir kırlangıç asla, asla
dilinin yuvasını terk etmesin diye,
ve dikenler mahvetsin diye boynunu
ve sert bir gemi rüzgârı mesken kursun diye sende.

Nerede soyunursun?
Kızıl saçlı bir Perulu için bir vagonda mı
ya da bir hasat adamı için çıplak toprakta mı,
buğdayın şiddetli ışığında mı?
Yoksa koşar mısın korkunç bakışlı avukatların arasında,
çırılçıplak, gece suyunun genişliklerinde?

Bakıp durursun, ama görmezsin ayı ya da sümbülü,
ya da sıvıdan damlayan karanlığı,
ya da çamurdan treni, ya da yarılmış fildişini:
oksijen gibi ince belleri görürsün,
bekleyen ve dolgunlaşan memeleri,
ve ayla solgun açgözlülüğün safiri gibi
titrersin şirin göbekten güllere doğru.

Niçin? Ve niçin olmasın? O çıplak günler
getirir durmaksızın ezilen kızıl kumu,
günün açılışını yapan pak pervaneler gibi,
ve bir ay geçip gider kaplumbağa kabuğunda,
kısır bir gün geçip gider,
bir öküz, bir ölü,
Rosalía adında bir kadın geçip gider,
ve ağızda yalnızca saçın bir tadı kalır geriye,
ve altın dilin susuzlukla beslenen bir tadı.
Yalnızca yaşayan varlıkların bu kitlesi,
yalnızca köklerle bu kap.

Avlarım mahvolmuş bir tünelde gibi,
başka bir aşırılıkta gibi, haksız yere
unutacağım et ve öpüş, ve yitik sularda,
aynalar uçurumları yaşar kıldığında, yorgunluk,
o sıradan saatler vurduğunda banliyö otellerinin kapılarını,
ve o renkli kağıt çiçek düştüğünde,
ve sıçanlar kirlettiğinde kadifeyi
ve o sefil çiftin yüzlerce kez kullandığı yatağı,
anlattığında her şey beni, bir gün bitmektedir,
birlikte olmuşuzdur, sen ve ben,
fırlatmışızdır bedenlerimizi baş aşağı,
kurmuşuzdur ne yaşayan ne de ölen bir binayı,
biz, sen ve ben, birlikte aynı ırmakta sürüklenmişizdir
tuzla ve kanla dolu zincirli ağızlarla,
biz, sen ve ben, almışızdır yeşil ışığı tekrar titremek için,
ve yeniden arzulamışızdır o büyük külü.

Belki bizim için asla belirlenmemiş
yalnızca bir günü anımsarım,
durdurulmayan bir gündü,
başlangıcı olmayan. Perşembe.
Bir adamdım, rasgele bir kadınla
birlikteydim şans eseri karşılaştığım, soyunduk
ölmek ya da yüzmek ya da yaşlanmak için sanki
ve birbirimizin içine işledik,
etrafımda bir delik gibi kapandı,
bir çanı çalan kimse gibi
ezdim onu,
çünkü beni yaralayan sesti o
ve o sert kubbe titremeye yazgılı.
Kıllarla ve deliklerle utandırıcı bir ilişkiydi,
ve ilikle şirinliğin kenarlarını çiğneyerek
ve taşlarla itaatkar devinimlerin arasında
ulaştık üreme organlarının o büyük taçlarına.

Limanlar hakkında bir anlatıdır bu
kişinin rasgele ulaştığı, ve birçok şey oluverir
tırmandığında insan yücelere.

Ey düşman, düşmanım,
acaba sevda batmış mıdır tozda,
sadece et ve kemikler mi kalmıştır aceleyle tapınılan,
yiyip bitirirken ateş kendisini
ve kızıl giyimli atlar dörtnal giderken cehenneme?

Yulafı isterim ve yıldırımı
derimin altında,
ve öfkede yayılan o aç gözlü taçyaprağı,
ve kiraz ağacının dudak biçimli yüreği Haziran ayında,
ve amaçsızca alazlanan yavaş karınlardaki huzur,
fakat gözü yaşlı kireçli bir toprağa ihtiyacım var
ve köpüğü bekleyebileceğim bir pencereye.

Hayat böyle işte,
koş yaprağın arasından, bir siyah
sonbahar geldi, koş yapraklardan bir etekte
ve sarı metalden bir kuşakta,
mevsimin sık sisi kemirirken taşları.

Koş ayakkabılarınla, çoraplarınla,
grice paylaştırılmış, ayağının çukuruyla,
ve yaban tütün gibi tapınmak isteyen bu ellerle,
çarp ayaklarını merdiven yukarı, yırt
o siyah kağıt perdeleri kapılardan,
ve çık güneşin ortasından ve öfkeden bıçaklardan
bir günde, üzünçten ve kardan bir güvercin gibi
atılmak için üzerine bir bedenin.

Tek bir saati vardır, bir damar gibi uzun,
ve asitle hiddetli zamanın sabrı arasında
yok oluyoruz, ayırırken korkuyla
sonsuzca yok edilmiş
şefkatin hecelerini birbirinden.


Pablo Neruda
"Üçüncü Konaklama"
1935 - 1945


Not:
Şiirin başında bir dizesi alıntılanan Francisco de Quevedo y Villegas 1580-1645 yılları arasında yaşamış, İspanyol Altın Çağı’nın en önemli şairidir.



Pablo Neruda’nın Notu:
Bu şiir 1934 yılında yazıldı. O zamandan bu yana ne çok şey olmadı ki! Bu şiiri yazdığım İspanya, harabelerden bir kuşağa döndü. Ah! Keşke dünyanın gazabını bir damla şiirle ya da aşkla yumuşatabilseydik – fakat bunu ancak kavga ve kararlı bir yürek yapabilir. Değişti dünya ve değişti benim şiirim. Bu satırlara düşen, aşk gibi yok edilemez bir damla kan onlarda yaşayıp duracak. (Mart 1939)

Öfkeye Rağmen

Paslı miğferler, ölü nallar!

Ama ateş ve karanlık kanla
aydınlanmış bir ırmaktan bir atnalı boyunca,
metalle gömüldü acılara,
toprağın üstünde aktı bir ışık:
sayı, isim, çizgi ve yapı.

Sudan kitap sayfaları, mırıldayan dilin
berrak yetenekleri, üzüm salkımlarınca
işlenmiş damlalar,
platinden heceler inciyle kaplı
göğüslerin albenisi gibi
ve pırlantalardan klasik bir ağız
sundu toprağa kar beyazı ışığı.

Oraya bıraktı heykel ölü mermerini
uzağa, ve dünyanın ilkbaharında
ışıdı mekaniğin çağı.

Teknik yükseltti ülkesini
ve zaman hız ve bora
oldu tecimenlerin bayraklarında.

Gezegeni ve bitkiyi inceleyen
coğrafî bir ay
dağıttı coğrafî güzelliğini
topraktaki yolunda.
Asya bakire kokusunu verdi bize.
Kavrayış eğirdi buzsoğuğu ipi
berrak günde, kandan sonra.
Kağıt dağıttı önceleri karanlıkta gizlenen
çıplak balı.

Güvercinlerin kaçışı
ayrıldı tablodan
akşam kızılı ve lâcivertle.
Ve insan dilleri birleştiler
şarkıdan önceki öfkede.
İşte böyle, kanlı taşın
Titan'ıyla,
zalim şahinle
buğday da gelsin, sadece kan değil.

Işık hançerlere rağmen geldi.


Pablo Neruda
"Los conquistadores"den, "Canto General"

22 Ekim 2013 Salı

Öldüren Alevinde

Öldüren alevinde sarmalar ışık seni.
Enfes, solgun ve hüzünle yatarsın orada
alacakaranlığın eski pervanelerine doğru
yatağın etrafında dönen.

Dilsiz, ey sevgili,
yalnız kimsesizliğinde bu ölüler zamanının
doluyorsun yaşayan ateşle
ve miras kalıyor saflığında bu ezilmiş gün.

Bak, güneş yitiriyor bir salkımı siyah entarine.
Birden şimdi gecenin muazzam kökleri
büyüyecek ruhundan senin,
ve açılacak derin gizemin,
ki soluk ve mavi bir halk,
senin yeni doğmuş halkın, beslensin ve güçlensin.

Ah, şahane, varsıl ve alımlı kölesi
bu çemberin, kömür karası ve altından oluşan,
mağrurca kullanacak ve hoşlanacaksın hayat dolu bu yaratıdan,
böylece çiçekleri ölsün, ve hüzünle dolsun diye.


Pablo Neruda
"Veinte Poemas de Amor y Una Cancion Desespera"dan

Öldürülmüş Askerlerin Anaları İçin Şarkı

Ölü değil onlar! Duruyorlar
yanan fitiller gibi
barutun ortasında.
Temiz gölgeleri birleşti
bakır yeşili çayırlarda
zırhlı rüzgârdan bir perde gibi,
öfkenin renginden bir barikat gibi,
görünmez bir göğsün bizzat kendisi gibi.

Analar! Onlar buğdaydalar,
derin öğle saatleri gibi yüceler,
o büyük ovalara hükmediyorlar!
Öldürülmüş çelik gövdelerinde
utkuyu bildiren
siyah sesli çanların çalışıdır onlar.
Düşmüş toz gibi
bacılar, çatlamış
yürekler,
kendi ölülerinize güvenin yalnızca!
Kanla lekelenmiş taşın altında
kökler değildir onlar sadece,
toprakta her zaman işleyen
çözülmüş zavallı kemikleri değil yalnızca,
fakat ağızları da kemiriyor kuru barutu
ve saldırıyor demirden okyanuslar gibi,
ve kaldırılmış yumrukları reddediyor ölümü.

Çünkü onca bedenden yükseliyor
görünmez bir hayat. Analar, bayraklar, oğullar!
Yalnız bir beden, hayat gibi yaşayan:
çatlamış gözlerle bir yüz koruyor karanlığı
dünyasal umutla dolu bir kılıçla!

Fırlat
yas giysilerini uzağa, birleştirin
bütün göz yaşlarınızı metal olana dek:
çünkü orada vuracağız gündüz ve gece,
orada tekme atacağız gündüz ve gece,
orada tüküreceğiz gündüz ve gece,
nefretin kapıları düşene dek!

Unutmuyorum sizlerin bahtsızlığınızı,
tanıyorum oğullarınızı,
ve ölümlerinden kıvanç duyduğum gibi
kıvanç duyuyorum hayatlarıyla da.
Gülüşleri
suskun atölyelerde çaktı yıldırımı,
adımları metroda duyulur hemen yanımda her gün,
ve arasında Levanten’den gelen portakalların,
Güney’in balık ağları ve basımevlerinin
mürekkebi arasında, mimarlığın çimentosu üzerinde
gördüm yüreklerinin alazlandığını ateşle ve kudretle.

Ve tıpkı yüreklerinizde olduğu gibi, analar,
gülüşlerinizi öldüren kanla ıpıslak,
bir ormana benzeyen
yüreğimde de var onca üzünç ve onca ölüm
ve uykusuzluğun çılgın sisi dalıyor yüreğe
günün şaşkın yalnızlığıyla birlikte.

Fakat
ilençten daha fazla şey bu susamış sırtlanlar,
o hayvansı hırıltı, Afrika’dan
uluyuş gibi kendi pis hakları için,
öfkeden daha fazla şey ve hor görme ve ağlayış,
ey analar, kaygıyla ve ölümle delik deşik edilmiş
yüreğinizde göreceksiniz doğacak o soylu günü,
ve bileceksiniz ölülerinizin topraktan güldüğünü
ve kaldırdıklarını yumruklarını buğdayın üzerinde.


Pablo Neruda
"Üçüncü Konaklama"nın "Yürekteki İspanya"dan

21 Ekim 2013 Pazartesi

Ölmek

Bir çok kez doğmuşum, ezilmiş yıldızların
derininden, yeniden yaratırken
ellerimle bütünleşmiş sonsuzluğun ipini,
ve şimdi öleceğim tekrar, toprak olacak bedenimi örten
biraz topraktan başka hiçbir şey almadan yanıma.

Ne rahiplerin sattığı bir parça gökyüzü
aldım, ne de metafizikçilerin
yararsız zenginler için yarattığı
karanlığı selamladım.

Beni bekleyen bir giysi gibi
ellerimde kendi ölümüm, sevdiğim renkte,
bir zamanlar boşu boşuna aradığım ölçüde,
gereksinimim olan derinlikte.

Sevda tüketildiğinde somut özünde
ve kavga dağıtırsa çekiçlerini
başka ellerin birleşmiş gücü arasında
gelir ölüm ve siler
senin sınırlarını belirlemiş damgaları.


Pablo Neruda 
"Yo soy", "Canto General"den

Ölü Arkadaşın Yası

Ölü bir arkadaşın yasını tutuyorum,
Benim gibi iyi bir marangozdu o da.
Birlikte sokaklarda ve düzlüklerde gezdik,
Ve savaşlarda, kayalıklarda, hüzünlerde.
Nasıl da görürdü her şeyi
Benim için: Bir torba ışıltılı kemik...
Gülüşü, ekmeğimdi benim;
Sonra görmez oldu bizi ve o kendine bir çukur
kazdı toprakta

Onu o çukura sürdüler.
O günden bu yana onu daha yaşarken
avlayanlardır
Süsleyen, çomaklayan,
Kurdelelerle bezeyip rahat vermeyen,
Çalılarla donatıp, zavallı uyuyan arkadaşımı
Üzerime salanlar, beni öldürmek için.
Kimin durumu daha iyi, söyle bana, sevgili ölü:
Senin mi, yoksa benim adımı taşıyan kardeşinin mi?

Bunlar konuşulmalı: Dinleyecek birini arıyorum,
Ama bu yıkılmışlığı ve acılar şölenini anlayan yok
görünürde.

Bir yücelik yitirildi,
Bir daha gülmeyecek;
O şafaklarda öldü, beni dinleyen yok;
Bundan bir yere varılmaz, hepsi boşuna,
Çünkü o kendi ölüm kentinde şimdi,
Acısı tamamlanmış,
Bense bir başka işte,
Marangozlar olarak, zavallı marangozlar:
Birbirize onur sözüyle yazılmış,
Birimiz ölüme birimiz yaşama yazılmış.


Pablo Neruda


(*) Bu şiir, Neruda'nın yakın arkadaşı, Peru'lu ozan Cesar Vallejo'nun ölümünden söz etmektedir.