Şiir, Sadece: 2014-01-05

11 Ocak 2014 Cumartesi

Kurtarıcılar

Halkın ağacı, fırtınanın ağacı,
burada işte ağaç.
Onun kahramanları ateşliyor toprağı
özsuyunun yaprakları gibi,
ama rüzgâr bölüyor dalgalanan
bu yığının yapraklarını,
ekmeğin mısırtohumu
tekrar düşene dek toprağa.

Burada büyüyor ağaç, çıplak ölülerle
beslenmiş ağaç,
yaralı ve yağmalanmış ölüler,
yüzlerindeki korkunç ifadelerle ölüler,
bir mızrakla oturtulmuş kazığa,
ateşte çözülmüş,
baltayla koparılmış kafaları,
atların mahvettikleri,
kiliselerde çarmıha gerilenler.

Burada işte ağaç, kökleri
hayat dolu ağaç,
zorla aldı güherçile onu şehadetten,
kökleri kanla beslenirdi,
ve gözyaşları demledi onu toprakla:
yükseltti onları dalgalarıyla,
yaydı onları bütün mimarlığı boyunca.
Görünmez çiçek oldular,
bazen gömülmüş çiçek,
ve sıkça ışın saçtı yaprakları
gezegenler gibi.
Ve toplandı dallarda insanlar
pekiştirdiler çiçektaçlarını,
elden ele uzattılar onları
narlar ya da manolyalar gibi,
yarıncaya dek toprağın kabuğunu ansızın
ve büyüyünceye dek ta yıldızlara kadar.

Özgürlerin ağacı bu.
Toprak ağacı, bulut ağacı,
ekmek ağacı, söğüt ağacı,
yumruk ağacı, ateş ağacı.
Boğulur o bizim gece-karanlığımızla
devrin kızgın suyu,
ne ki beşiğini sallar aşiret onun gücünün
yüce çemberinin.

Bazen düşer dallar yeniden,
kırılmış öfkeden,
ve tehditkâr kül
örter hayli eski haşmetini onun:
böyle geldiydi başka zamanlardan,
böyle gittiydi ölüm savaşına,
gizli bir ele,
sayısız kollara,
halk sakladı arta kalanı,
gizlenmiş kımıldatılamaz aşiretler,
ve halkın dudakları koca, bölünmüş
ağacın yapraklarıydı,
her bir yana serpilmiş,
köklerine doğru yola çıkmış gezgin.
Bu ağaçtır, halkın ağacı,
bütün savaşanların,
özgürlük bilincinde olan halkın ağacı.

Haydi görelim seni onun tepesinde,
dokun onun gençleşmiş ışınlarına,
titreyen meyvesinin ışığını günden güne
yaydığı fabrikalarda
indir elini.
Yukarı kaldır ellerindeki bu toprağı,
bu parıltıdan payını al,
ekmeğini ve elmanı al,
yüreğini ve atını,
ve sınırda nöbet tut,
yaprağının sınırında.
Savun çiçek-taçlarının bitimini,
düşmansı gecelerden al payını,
şafağın devri için nöbet tut,
yıldıza bürünmüş tepeleri soluklan
ve savun ağacı, dünyanın tam ortasında
büyüyen ağacı.


Pablo Neruda
"Los libertadores'den", "Canto General"

Kuş Sapanı

Sevişme, galiba sevişme, güvensiz,
belirsiz:
ağzımda hanımelinin okşayışı,
yalnızlığıma karşı kara bir ateş gibi vuran
bir kaç örgü,
ve bunun yanı sıra: gecesel ırmak, gökyüzünün işareti,
uçucu, yağmur yüklü bahar,
yapyalnız, yolunu kaybetmiş alın, gecede
kendi zalim lalelerini vuran arzu.
Kendimi yok ederek soydum gök işaretlerini,
duyarlılığım sivrildi yıldızlara karşı,
lif lif bağladım ben bu buz soğuğu dokuyu
kapısız hava sarayında,
ah, yaseminlerinin boşuna saklamaya çalıştığı berraklığıyla
yıldızlı şefkat,
ah, sevişme gününde uzak çayırlarda
bir hıçkırık gibi açılan bulutlar,
çıplak yalnızlık bir buluta zincirli,
tapınılan bir yaraya, doymayan bir aya.
Beni adımla çağır, dedim galiba gül ağaçlarına:
o yalnız, o koyu lezzetin gölgesi
ve dünyanın her bir titreyişin ulaştı hemen adımlarıma,
o gizli köşe bekliyordu beni,
o biricik ağacın yüksek heykeli bozkırda:
dört yol ağzında dokundu her şey benim duyarsızlığıma
ve serpti adımı bütün baharın üzerine.
Ve o zaman, sen tatlı yüz, yaktın zambağı,
benim düşlerimde uyumayan sen, sen inatçı
madalya, bir gölgenin takip ettiği, isimsiz
sevgili, yalnızca çiçek tozlarının dokusundan oluşmuş,
kirli yıldızların üzerindeki alazlı rüzgârlardan oluşmuş:
ah sevişme, kendisini yutan bakımlı bahçe,
sende oluştu düşlerim ve yükseldi
karanlık ekmeğin ekşi mayası gibi.


Pablo Neruda
"Yo soy", "Canto General"den

Kuşlar Gelir

Herşey kaçış içerisindeydi toprağımızda.
Kanı nasıl emerse tüy
öylesine emiyordu kardinaller de kanı
Anahuac'ın şafağından.
Tukan parlatılmış yemişlerin
mucizevi koruyucusuydu,
yıldırımların ilk kıvılcımlarını
saklayan arıkuşuydu
ve kıvılcımların küçük ateşi
kımıltısız havada yalazlandı.

Yeşil altın külçeleri kadar
usulca akan kütlenin aksırığı
yükseldi taşkın bataklığın üstünde,
azametli papağanlar doldurdu
sararmış yaprakların esrarını,
ve yusyuvarlak gözlerinde
mineraller kadar eski
sarı bir halka baktı durdu.

Gökyüzünün bütün kartalları
o kimsenin oturmadığı mavide
saygı gösterdi kanlı akrabalarına;
ve yırtıcı kanatlarıyla
uçtu geçti dünya üzerinden
kondor, katillerin kralı
yalnız keşişi gökyüzünün
siyah muskası kar'ın
fırtınası şahin avının.

Hornero-kuşu'nun yapı sanatı
mis kokulu balçıktan,
sesli küçük mizansenlerle
dansetti şarkısıyla.

Atajacamino kuşu kopardı
rutubetli çığlığını
derin göletlerin kıyısından.
Araukanya'lı orman-güvercini pürüzlü
yuvalar kurdu, çelik mavisi
yumurtasının kralsı armağanını
bıraktığı ıssızlığa.

Güney'in loica'sı, sonbaharın
mis kokulu, tatlı marangoz kızı
gösterdi kıpkızıl yıldızlarla
süslenmiş göğsünü,
ve Antartik chingolo'su
havaya kaldırdı, demincek
suyun sonsuzluğundan aldığı flütünü.

Ama bir nilüfer gibi nemli,
gül renkli katedral kapılarını vurdu
telliturna geniş ağzında
ve uçtu gitti sabah-kızıllığı gibi
sıcak ormandan çok uzağa,
birdenbire uyanan, devinen ve sonra
sıvışan ve parıldayan ve kızoğlankız sıcaklığını
uçsun diye bırakan quetzal-kuşu'nun
mücevherlerinin asılı olduğu yere doğru.

Bir deniz-dağı uçuyor
adalara doğru, kuşlardan
bir ay Peru'nun mayalanmış
adalarına kanat çırpıyor.
Yaşayan bir gölge akımı bu,
titreyen, kuyruklu bir yıldız bu,
küçücük ve sayısız yürekten yapılmış,
uçuyor adalardenizine doğru,
karartarak dünyanın güneşini
donuk duvaklı bir yıldız gibi.

Ve orada, isyâncı denizin bitiminde,
okyanusun yağmurunda,
yükseltir albatros tuzdan düzenekler
gibi kanatlarını
ve çeker gider sessizlikte
kudurgun boraların
hiyerarşisinde
yalnızlıkların huzuru arasında.


Pablo Neruda
Canto General

Kuyu

Bazen batarsın dibe, düşersin
sessizliğinin çukuruna,
bilinçli öfkeden uçurumunda,
ve neredeyse
geri dönemezsin, hayatının
derinliklerinde karşılaştığın
şeylerin kalıntısı var üstünde hâlâ.

Sevgilim, bulduğun nedir
kapalı kuyunda?
Yosunlar, bataklıklar, kayalıklar mı?
Acılanmış ve yaralanmış olarak
neler görürsün kör gözlerle?

Benimsin, kalmak istemezsin
düştüğün kuyuda, bulmak istersin
tepelerde senin için sakladığımı:
şebnem damlalarıyla bir demet yasemin,
uçurumundan daha da derin bir öpüş.

Korkma benden, yeniden düşme
kendi kızgınlığına.
Silkele seni yaralamaya gelen sözcüklerimi,
ve bırak uçsun gitsin açık pencereden.
Sen bir şey yapmaksızın
geri gelecek beni yaralamak için,
değil mi ki katı saniyeyle doldurulmuş,
ve o saniye patlayacak göğsümde.

Gülümse bana, ey ışıltılı,
yaralarsa ağzım seni.
Ben peri masallarındaki
o kör çoban değilim, fakat seninle
toprağı, rüzgârı ve dağ dikenlerini
paylaşan iyi bir oduncuyum.

Sen sev beni, gülümse bana,
yardım et iyi olmama.
Boşuna yaralama kendini bende,
yaralama beni, yaralarsın çünkü kendini.


Pablo Neruda
Kaptanın Dizeleri
1952

10 Ocak 2014 Cuma

Beaujon Hastanesi

I
 
Göğsümde 
bir tren devrildi. 
Ben bir kazanım. 
Bir lastik teker. 
Şarkıların biraz 
oksijen istedikleri 
bu yaşlı yüreği sakinleştirmeye 
yeter mi bir iğne? 
Göğsümde bir demir yığını 
bağımsız olmak istiyor. 

II 
Yüzüm yok benim: 
bir grafik, yanan bir düğme, 
ekranda bir zigzag. 
Kan benim kanım değil, 
bir şişeden geliyor, 
bir tur atıyor ve kentin altında 
üvezağaçlarının ortasında 
bir kanaldan çekip gidiyor. 
Anonimliği öğreniyorum. 
Bir sayıyım ben. 
Süngerim. 

III 
Evren bir yatak, 
ovası var, plajı, tatlı tatlı 
inleyen ırmağı var. 
Buradakileri ziyaret ediyorum: 
havlu, küvet, 
kendisiyle tartıştığım şırınga 
çünkü yaşam karmaşa, çünkü yaşam pıhtı. 
Bazen bir örtü altında tir tir 
bakım isteyen bir şiir 
buluyorum. 
Yatak, evrenim oluyor. 

IV 
Küçülmeyi öğrenmek gerek. 
Dört duvar sarı 
uzakta bir hastalık ateşi gibi 
geniş alanım varken. 
Pencere hiçliğe bakıyor, 
gece korkuya. 
Çıkarıp atıyorum ceketimi, ayakkabılarımı 
ve on iki sözcüğe indiriyorum şu eski sözlüğü. 
Giysi dolabı herhangi bir çocukluktan söz ediyor bana. 
Tavandan biraz yaklaşmasını istiyorum. 
Tek kola ihtiyacım var 
ve yarım bir dize. 
Bir saat sürüyor bir yüzyıl. 
Siliyorum bir perşembeyi, pazarı, salıyı. 
Tasarruf ediyorum yaşlılıktan. 
  
V 
Söyler misiniz, kimin kanıdır 
damarlarımda dolaşan? 
Cesaretiniz yok mu yanıtlamaya? 
Laboratuar analizlerinden 
yeterli bir sonuç çıkmıyor. 
Ne şu adama ait bu kan 
ne safkan ceylanlara, 
ne de şafaktan önce 
benim için toplanan yıldızlara. 
Bir hemşire sır veriyor: 
ÒDenizin kanı bu: 
onca köpük, bir camgöz, 
bir ada ve bir yığın esriklik!


Alain Bosquet

Bilgisayar

Jean Ghata'ya


Tıraş bıçakları ikiye bölüyorlar sözcüklerimizi.
Kimin ağzından çıkıyoruz? Evren, şafağın 
sislerinde yitmiş bir Boeing. 
Hiçbir şeyi sevmiyoruz bilgisayar çağında. 

Yıldızların gebeliğini öngörmek yeterli. 
Kapak mankeni kızlar geveze şairlere 
randevu vermiyorlar artık. Anlamak isteyenler 
dom dom kurşunu yiyecekler karınlarına.

Ruh, çok pahalı bir köpek: sandviç atılsın kendisine! 
Özlem mühürlenmiş. Kuşkunun onuruna 
sıkıntımızdan daha uzun metrajlı bir film çevireceğiz. 

Kim boşaltacak karşılıksız gözlerimizi 
bir banka gibi? Kutsal dağ hapını içiyor 
ve hiç gebe kalmayacak.


Alain Bosquet

Çakıl Dostum

Çakıl,
demek yerine:
“Günaydın çakıl”,
imrenirdim sana
yıllarca,
kabul etmekle
konuşmayı benim yerime.
“Günaydın ozan”
demeliydin, hatta
“Günaydın çakıl”,
tanıtlamak için bana
aldanmayasın diye sözcüklerle.
Ben çakıl olduğum zaman,
daha değerli senden,
özlerdim
insan olmayı.
Biz kardeş olurduk,
ve öyle kıskanç
kıyıcı doğamızla.


Alain Bosquet

Deniz

Deniz mavi bir balık yazıyor,
siliyor gri bir balığı.
Deniz alev alan bir kruvazör yazıyor,
siliyor kötü yazılmış bir kruvazörü.
Şairlerden daha şair
müzisyenlerden daha müzisyen
benim yorumcumdur,
eski deniz,
geleceğin denizi,
taçyaprak taşıyıcısı
kürk taşıyıcısı.
Yerleşiyor içimin derinliğine:
yeşil bir güneş yazıyor,
siliyor  eflatun bir denizi.
Yarı açık bir güneşi yazıyor deniz
kaçıp giden bin köpekbalığı üzerine.


Alain Bosquet

İnsanı İnşa Etmek

Çok büyük oldu cömertlikleri.
Kaplan dedi: “Ona gözlerimi veririm.”
Ayçiçeği: “Yolculuk edebilsin,
taçyapraklarımın yolculuk etmesi gibi,
doğudan batıya.”
Deniz: “Gitsin gelsin,
yeniden gitsin yeniden gelsin diye.”
İguana: “İşte pullarım
korusunlar diye kendi ısırıklarından.”
Tuz: “Birkaç yakıcı hasreti olsun
yakıcı oluşum gibi.”
Dağ: “Ona büyük olmayı öğreteceğim.”
Kanarya: “Ona şarkı söylemeyi öğreteceğim.”
Albatros: “Ona katı temizliğimi bırakıyorum.”
Kömür: “Binlerce yıl sonra
benim gibi olacağını bilecek mi?”
Orkide: “Ona tenimi saklıyorum;
var mı ondan yumuşağı?”
Yıldız: “Benim baş dönmem ona kanıtlayacak 
üstesinden gelmek zorunda olduğunu.”
Arı: “Ona iş bulacağım.”
Zaman: “Benden daha tembel olsun,
mutluluk formülümdür bu.”
Uzay: “Hafif olsun, küçük olsun,
benim olmak istediğim gibi.”
İpek: “Ona hiçbir şey sunmuyorum,
bana benzesin isterim.”
Sayı üç: “Kendini ikiye bölsün
ve yedekte korusun, ey kutsal üçlü!”
Irmak: “Kaynağım ona, ırmak ağzım ona,
bilsin diye kan nereye koştuğunu.”
Tanrı: “Bütün gücüm ona, yerimi alsın diye.”


Alain Bosquet

Kadın

Orkide canına kıyıyor senin ellerinde.
Ölüyor kalçalarını yalayan okyanus.
Neden zorla tutuyorsun içinde
beyaz arılar giyinmiş iskeletimi?
Çürük meyvelerden bir kolye gibi
satıyorsun ekvatorumu. Bir deniz hayvanı
kabuğuyum sağ göğsüne asılı.
Küfür dersleri için hangi öğrencileri seçeceksin?
Sözcüklerin ağır, boğazına kadar kan dolu.
Masalın cahil. Al kırbacını
ve güçsüz sözümden al hıncını.
Kadın, senin etinde kendi üzerime tükürüyorum.


Alain Bosquet

9 Ocak 2014 Perşembe

Kuşku

Neden gözlerin yaralı, neden gövden,
neden memelerin üzgün avuçlarımda,
neden ağırsın: birkaç pişmanlık acısı,
birkaç amaçsız kar, biraz reçine?
Bir adam orada kendi darağacıyla
dinleyen serçe sıcaklığı arasında;
burada bir kadın, ama göze alamıyor aklı
başkaldırmayı kuşkuya.
İkisi de insancıl sözcükler yaratırlardı,
imgeler yaratırlardı, her ikisi de
ama ne yapıyorlar şimdi, artık
yalnızca bir yabanıl hayvan olan elleriyle?
Neden kitaplar yazalım isteksizce,
neden yetinelim boş sayfalarla,
neden yaşayıp duralım
her sözün yeni bir intihara sürüklediği
düş kırığı ozanlar?


Alain Bosquet

Ozanın Aşkı

Bir ozan seviyor sizi
dişi bir meşe olmak
hakkı tanıyor size
yüz tapınaklı bir ırmak
gezgin bir kuyrukluyıldız
bir ozan seviyor sizi
alıştırmak için sizi
kenar mahallelerine
siz olacak evrenin
bir ozan seviyor sizi
ve sorumlu tutuyor sizi
çok uzun bir sonsuzluktan
uysal tanlardan
uçan balıklı göllerden
bir ozan seviyor sizi
ve her şey izinli size
mutlu böcek
kutsalın kutsalı günah
bir ozan öldürüyor sizi
daha çok sevmek için
sizinle besleyeceği sözcükleri


Alain Bosquet

Rüzgar

Koş, bir burnu tutmaya koş.
Koş, bir omuzu ısırmaya
altı halkalı bir gözü derlemeye koş.
Koş, bir yüze, çeneye 
dokunup geçmelisin.
Koş, pazar rüzgârı,
beyaz sayfalar gibi
koyunları toparlamaya koş. 
Çıplak kollarımı aldın,
sana dolanan bacaklarımı
ve yitirdin.
Yüz buruşturmalarımı sakla hiç olmazsa.


Alain Bosquet

Şiirin Derkenarındaki Yazı

İç geçirmelerimi satın alın.
Kuşkularımı alın.
Size bir külah yüz buruşturması mı vereyim?
Her şeyi sattığımda
Kendimden uzakta yeniden doğmaya gideceğim
bir hintkirazıyla çok yumuşak bir öpücük 
adsız birkaç nesne arasında.
Umutlarımı satın alın.
Gerçekliklerimi alın.
Bir külah gülücük mü vereyim? 
Ben dört mevsim satarım.

*

Neden 
çınardan uzaktadır çınar?
Neden
ırmağın dibinde değil ırmak? 
Neden 
duvar terketti duvarı?
Çıktılar kendilerinden
anlamak için
benimsemek için kendilerini.
Ben de terkediyorum kendimi:
tanıyorum mutluluğu
sahte çınar,
kuru ırmak,
çok yumuşak
bir duvar olarak.

*

Dilinize hiç özen göstermiyorsunuz:
işte onun için
ahududularınız yılan üretiyor,
takımadalarınız kan öksürüyor,
parçalanıyor tepeleriniz
likör bardakları gibi,
güneşleriniz sakat
ve çökmüş yatakların üzerine otturmaya gidiyorlar.
Diliniz
hiç özen göstermiyor size:
öleceksiniz
ilk düzyazı bunalımı geçirir geçirmez.


Alain Bosquet

Sıradan Gün

Kır saçlı bir adamım
sabahleyin ateş yiyici
sürüngenlerin koşturduğu 
düşlerinden sıyrılan.
Bu adam selamlar eşini,
“Artık okşamalarımızı anımsamıyorum”
dermiş gibi.
Tartılır, traş olur, 
gözlerinin altında torbalar, boks yapar. 
Çırılçıplaktır çayını içerken:
tembelliği üstesinden gelir güvensiz gülüşünün.
Mektuplarını çöpe atar. 
Rastgele telefon eder,
bilmez kime ettiğini:
“Kusura bakmayın hanımefendi:
iyi kaynaktan aldım haberi, 
yarın öleceksiniz.”
Tozunu alır bir eşyanın.
Kimseye göstermeden
tükürür şiirlerinin üstüne.
Bir kanaryası olsaydı
yolardı tüylerini.


Alain Bosquet

8 Ocak 2014 Çarşamba

Sözcüklerin Yazgısı

Her sabah at sözcüğü
kalkıp yemini yiyor.
Giyip yeşil gömleğini
saban sürüyor mevsim sözcüğü.
Bir yıldız parçası için
canla başla çalışıyor
leylek sözcüğü.
Tartışıyor inatçı umutla
sürgün sözcüğü.
Yalnızca okyanus sözcüğü
daha özgür sayabilir kendini:
Durmadan yolculuk yapıyor
genç balinalarla.
Emeklilik hakları yoktur,
İyi davranın sözcüklere.


Alain Bosquet

Şu Ertesi Gün

yırtıcı bir ufukla buluşacağım
senden söz etmek 
yalan söylemek
yenik düşmek için
mektubunu yüksek sesle okudum
gezegenin hemen yıkılıveren
on dört başkenti karşısında
sana bulutlarda doğmuş zebralar gibi
tatlı nehirler getireceğim
zehirli ve okyanuslarda
zıplayan köpekbalıklarından
daha değerli bulacağım seni


Alain Bosquet

Tan Olmak

Tan olmak
kutsamak için tanı;
kuş olmak
hayran olmak için kuşa;
çimen olmak
yaraşmak için çimen yaşamına:
yitmekti sevmek
sevilende.
Yele oldum
(günaydın, kısrak!)
Taşyaprağı oldum,
(iyi akşamlar, gelincik!)
ve şu yassı çakıl
öteki çakılların arasında
dalgaların çarptığı.
Değişim,
artık değişmek istemiyorum:
seviyorum.
Aşk,
artık sevmek istemiyorum:
değişiyorum.


Alain Bosquet

Tanımsız

sevgi
çılgın antiloplara bu okyanus
sevgi
zil zurna sarhoş yıldıza
gözümü çivileyen bu göz
sevgi
bize benzeyen tukanların
uyudukları bu valiz
sevgi
kendi dizleri altında sürgün olmaya
karşı çıkan bu güneş
sevgi unutuş
ve mandalina belleğimizi
kemiren bu aç sözcükler


Alain Bosquet

Tanımsız Şiir

Şiir, boğazın orta yerindeki bu ülser.
Şiir, kafatasını temizleyen bu akbaba.
Şiir, aklını yitirdiğin bu poker.
Şiir, gerçeklikten bu kaçma ödevi.
Şiir, sözcüklerin birbirini öldürdükleri sessizliğin.
Şiir, bu çığırtkan ve etobur çiçek.
Şiir, derinin altında yatan bu kızkardeş.
Şiir, en tatlı şeylere edilen bu küfür.
Şiir, sevecenliğin dibindeki bu isyan.
Şiir, görünür krallığı reddedişin.
Şiir, sana kuşku şırıngalayan bu zehir.
Şiir, ağaçları deli bu bahçe.
Şiir, artık hiçbir şey öğrenmemek için aldığın ders.
Şiir, doğduğun okyanusa dönüşün.
Şiir, senden başkası olma mutluluğun.


Alain Bosquet

7 Ocak 2014 Salı

Uzun Liste

Listeniz o kadar uzun ki!
Külü kendine eş edinen Shelley 
Varlığın ve yokluğun en iyi dostu Keats.
Aşkı savunduğu için katledilen Puşkin
Lermontov ve yazı tura yaşamı.
Kendini karikatürü sanan Tristan Corbière.
Bütün yüzleri reddeden Lautréamont.
Arpa ve buğday gibi biçilmiş Peguy.
Ruhu delinip ameliyat edilmiş Apollinaire.
Saçma ve başkaldırı arasındaki Mayakovski.
Divitini damarlarına banan Yesenin
Listeniz çok fazla uzun!
Genç şairler,
bağışlayın beni
sizden iki kat fazla yaşadığım için.


Alain Bosquet

Yalancı Çınar

sevgili filozofu olacaktı.
Sayısız görevler:
buyruk vermek yağmura göğe dönmek için,
temizlemek eski yanardağı
donuk salyalarından,
yaymak denizi yatay,
öğretmek asfalta
birkaç sevi sözcüğü,
olmayı sonunda bir çakıltaşı
yuvarlanan yuvarlanmayan.
Kül anlam taşır yalnız.


Alain Bosquet

Yanardağları Sen Biçimlersin

Yanardağları sen biçimlersin,
yanardağlar seni.
Leylekleri tutan sen suçlularevinde,
leylekler seni tutuklar.
Adaları avlayan sen,
etçil adalar
sen avlar
o denli uzak ki, sen kendin bile değilsin
Ey sen, karşılıklı etki.

Uygarlaştırırsın 
birkaç nesneyi: Pencereyi, gemi günlüğünü,
evini öksüzün.
Umut taşırsın
birkaç ırmağa
denize ulaşamıyan.
Savunursun birkaç meşeyi
savunurcasına dilini
yabancı bir dile karşı.
Elma sence
konuşan elma olur.
Sence uzayıp gider göçü serçelerin.

Nesnesin
düşünce onu güzelleştiren,
kavram onu öldüren.
Bu sarı boyunbağı,
ondan sorumlusun
öldürüm gibi eski bir bahçe eşiğindeki.
Sen adlandırınca
mavi gökyüzünü, denizi, yıldız yellerini,
özgürlüğünden edersin.
Sözcüklerin,
kızarmış demir yokluğun omuzunda.
Bozuyorsun
çok anlamakla.

Olacağı söylersin
öğrenildiği gibi a b c, iki artı iki.
Yeniden yaratırsın
yüreği, şu sin yazıtını güvercinlerin uyuduğu.
Yüzün yok,
çaldın onları çakmak taşından,
kısraktan, kasımpatıdan.
Saltı taşıyorsun
kendinle, bir torbada, bir kilo pirinç gibi.
Egemen olduğunu sanırsın sonsuza
bunca tüyler altında sen
tozlara saldırır toz ancak.


Alain Bosquet

Yaşamak Öldürmektir

- okuyorsun
- yürekte bir puma
- görüyorsun
- gözlerde bir volkan
- korkuyorsun
- omuzun üzerinde bir ada
- yaşıyorsun
- yaşamak öldürmektir toprağı
- ölüyorsun
- ölmek yıpratmaktır uzayı


Alain Bosquet

Yazacağım

yazacağım bu şiiri
bana tukan 
kanatları gibi yumuşak
bir ırmak versin diye
yazacağım bu şiiri
sana bir şafak sunsun diye
gece olunca boğazın
ve koltukaltın arasında
yazacağım bu şiiri
on bin kestane ağacı
uzatsın diye tatillerini
her çatının üzerine
bir kuyruklu yıldız gelip otursun diye
yazacağım bu şiiri
kuşku, o yaşlı kurt 
sürgüne gitsin diye
bütün nesneler
müzik derslerini alsınlar diye
yazacağım bu şiiri
sevmek için nasıl sevilirse şaşarak
saygı duymak için nasıl sevilirse unutarak
yaraşmak için bilinmeyene dokunulamayana
yazacağım bu şiiri
memeli ya da ağaç
hiç bir şeye mal olmaz
öylesine değerli
yaşamımdır bedeli


Alain Bosquet

6 Ocak 2014 Pazartesi

Küba'daki Varadero

Varadero'dan koparılmış, o elektrikli sahilden,
paramparça edilmiş olarak kalçasında karşılaştığında
La Antilla'yı, ateş böceklerinin ve suyun en büyük saldırısını
fosforun ve ayın o parıltılı sonsuzluğunu,
ölmüş turkuvazın gergin cesedini,
ve o esmer balıkçı aklını çeldiğinde metallerin
deniz menekşelerinin birleşik bir kuyruğunu.


Pablo Neruda
"América, no invoco tu nombre en vano", "Canto General"den

Küba

Öldürüp duruyorlar Küba’da!

Yeni satın alınmış bir tabutla
kurtuldular şimdi Jesús Menéndez’den.
Çıkmıştı ortaya halkın kralı gibi,
araştırdı derin kökleri,
durdurdu yanından geçenleri,
vurdu uyuyanların göğüslerine,
ayağa kaldırdı çağımızı,
toparladı çatlamış ruhları
ve kaldırdı şekerden
o kanlı kamışları ışığa doğru,
taşı çürüten tere,
sordu yoksul
mutfaklarında: kimsin sen? yiyecek neyin var?
burada dokundu bir kola, orada bir yaraya,
ve topladı bütün bu sessizlikleri
tek bir sese, Küba’nın
kısık, soluyan sesine.

Bir önemsiz kaptan tarafından öldürüldü,
küçük bir general: bir trende
dedi ki ona: benimle gel, ve arkadan
ateş etti bu küçük general
kesilsin diye kısık sesi
şeker kamışı tarlalarının.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

Küçük Amerika

Amerika’nın şekline
baktığım zaman haritada,
gördüğüm sensin, ey sevdiğim:
başında bakır tepeler,
memelerin buğday ve kar,
ince belin,
şiddetli, nefes nefese ırmaklar, uysal
yücelikler ve çayırlar,
ve güneyin soğuğunda biter ayakların
altının ikiz coğrafyası.

Sevgilim, dokunduğumda sana,
ellerim yalnızca
güzelliğini araştırmadı,
fakat dalları ve ülkeleri de, meyveleri ve suları da,
sevdiğim ilkbaharı,
çölün ayını, yabanıl güvercinin
bağrını da araştırdı,
denizin ya da ırmağın sularıyla
aşınmış taşın yumuşaklığını,
ve susuzlukla açlığın pusuda olduğu
yabanıllığın kızıl sık ormanını.
Ve böylelikle karşılar beni muazzam memleketim,
küçük Amerika, bedeninde.

Hatta dahası var, sen dinlenirken
yulaf renkli teninde görürüm
aşkımın yurttaşlığını.
Çünkü omuzlarından
bakar bana
alazlı Küba’dan kamış kesicisi,
esmer ter içinde,
ve gırtlağından
kıyının nemli evlerinde titreyen
balıkçılar
gizlerini şakırlar benim için.
Ve böylelikle kesilir öpüşlerim,
ülkeler ve halklar barındıran
bedenin boyunca
ey hayran kalınan küçük Amerika,
ve yok etmeden aramızda yanan ateş
tutuşturmaz
yalnızca senin güzelliğini,
fakat aşkla çağırır beni
ve hayatın arasında
özlediğim o hayatı verir bana
ve aşkın tadı için eklenir balçık,
bekler beni toprağın öpüşü.


Pablo Neruda
"Kaptanın Dizeleri"nden
1952

Lanet

Ey kırışmış yurdum, yemin ediyorum: külünde
doğacaksın bir çiçek gibi sonsuz sudan,
yemin ediyorum: senin kuruyan ağzından fışkıracak
ekmeğin taçyaprağı ve israf olmuş,
kutsanmış başak. Lanet olsun,
lanet, lanet olsun toprak arenasına gelen
balta ve yılan sahiplerine, lanet olsun onlara
Mağripli ve haydut için meskeninin kapılarını
ta bugüne kadar açanlara:
neler yapmıştınız? Gel, gel lambayla,
bak o ıslanmış toprağa, bak o küçük kara kemiğe
ateşlerin tükettiği, İspanya’nın giysisi
mermilerle delik deşik.


Pablo Neruda
"Yürekteki İspanya", "Yeryüzünde Üçüncü Konaklama"dan

Lautaro

Kuvartzdan bir geçite dokunuyor kan.
Büyüyor taş damlanın düştüğü yerde.
Böylece doğuyor Lautaro topraktan.


Pablo Neruda
"Los libertadores"den, "Canto General"

5 Ocak 2014 Pazar

Lautaro Kâşifler Arasında

Evine girdi Valdivia'nın.
Işık gibi izledi O'nu.
Hançerlerle örtülü olarak uyudu.
Kendi kanının döküldüğünü gördü,
gözlerinin parçalandığını,
ve ahırlarda uyurken
arttırdı gücünü.
Ve acıları ezberlediği zaman
tek bir saç bile kımıldamadı kafasında:
daha da ötesine baktı rüzgârın erişebileceğinden
koparılmış soyuna doğru.

Açtı gözlerini Valdivia'nın ayakları dibinde.

Duydu bu vahşi açgözlü düşün
merhametsiz bir direk gibi büyüdüğünü
kasvetli gecede.
Tanıdı bu düşleri.
Kaldırabilirdi havaya uyuyan
kumandanın altın sakalını
ve kesebilirdi düşü gırtlağından,
ama öğrendi - gözetlerken hayaletleri -
doğru zamanlamanın gecesel yasasını.

Gündüzleri yürüdü, okşadı
memleketinin içlerine dalan
atların nemli tenlerini.
Anladı bu atları.
Yürüdü erişilmez tanrılarla.
Anladı onların zırhlarını.
Tanık oldu savaşlara
adım adım dalarken
ateşli Araukanya'nın içlerine doğru.


Pablo Neruda
"Los libertadores"den, "Canto General"

Lautaro Kentaur'a Karşı

Sonra saldırdı Lautaro, dalga dalga.
Dayakla yola getirdi Araukanya gölgelerini:
daldırdı öncelikle Kastilya'lı bıçağı
bu kızıl kitlenin göğsünün ortasına.
Bugün dayanışma oldu gerilla
bütün ormanın kanatları altında,
taştan taşa, bataklıktan bataklığa,
göz gezdirdi copihue-çiçeklerinden,
gözetledi öteyi kayaların altında.

Geri dönmek istiyordu Valdivia.

Çok geç.

Lautaro geldi şimşek giyitlerinde.

Öteye çekildi dehşete düşmüş Fâtih.
Yol açtı kendine güneysi akşamın
nemli çalısında.

Yaklaştı Lautaro
atların siyah dörtnalasında.

Bitkinlik ve ölüm sürükledi
Valdivia'nın taburunu bu sık yapraklara.

Daha yakına geldi Lautaro'nun mızrakları.

Ölüler ve yapraklar arasında yitti Pedro de Valdivia
bir yeryüzü deliğindeymişcesine.

Bu karanlığa daldı Lautaro.

Valdivia taşlı Extramadura'yı düşündü
altın yağı, mutfağı,
denizler ötesinde geri bırakılmış yasemini.

Tanıdı tekrar Lautaro'nun savaşçılığını.

Kuzuları, güvenli çiftlikleri,
beyaz duvarları, Extramadura akşamlarını.

Çöktü Lautaro'nun gecesi.

Kandan, geceden ve yağmurdan sarhoş
başladı kaptanları sersemleyerek geri çekilmeye.

Vızıldadı Lautaro'nun okları havada.

Düşüşten düşüşe geri çekildi
kanayarak kumandan küfürü.

Şimdi dolanıyordu Lautaro'nun bağrında.

Valdivia ışığın gelişini gördü, şafağı,
belki hayatı ve denizi.

Bu Lautoro'ydu.


Pablo Neruda
"Los libertadores"den, "Canto General"

Leviathan

Sen hiddetli barışsın, ey gemi, kayan
hayvansı gecesin, Antarktik yabancı,
gölgeden buzdağınla geçip gidemezsin önümden
tırmanmadan ben
duvarlarına bir gün ve kaldırmadan
deniz altı kışının zırhını havaya.

Güney’e doğru çatırdadı dışlanmış gezegenden
siyah ateşin, yosunları kımıldatan
ve sıklığın çağını sallayan
sessizliğin ülkesi.

Sadece biçimdi o, meşinden haşmetinin ileriye kaydığı
bir dünya titreyişiyle kuşatılmış büyüklük, ürkütülmüş
kendi gücünden ve şefkatinden.

Öfkenin gemisi, tutuşmuş
kara karın meşaleleriyle,
senin kör kanın doğduğunda,
uyudu denizin zamanı bahçelerde,
ve kendi beyaz mekanında çözdü ay
fosfor ışıltılı mıknatıstan kuyruğunu.
Çatırdadı hayat
mavi bir ateş gibi, denizanasının anası,
yumurtalıkların devasa fırtınası,
ve bütün bitkiler saflıktı,
deniz asmalarının bir vuruşu.

İşte senin canavarın böyle direk oldu
dikilmiş arasında suların
geri dönen kanı gibi anneliğin,
ve gücün kirletilmemiş geceydi
köklerin üzerinde çağıldayan.
Şaşkınlık ve korku salladı
yalnızlığı, ve senin anakaran yüzdü
uzaklarda gözde adaların arkasında:
fakat dehşet geldi buz gibi ayın
gülleleri üzerine ve girdi etinden içeri,
senin korkutan, sönmüş lambalarını
kollayan yalnızlıklara saldırdı.
Seninleydi gece: yattı sana sarılarak
fırtınalı yapışkan bir çamurla,
ve senin kasırganın kuyruğu yaraladı
yıldızın uyuduğu buzu.

Ey büyük yaralanmış, yarılmış
şimşek gürültüsünü zıpkınların mülkleri üzerine
fırlatan sıcak kaynak, boyanmış
dökülen kanın deniziyle,
uysal ve uyuyan hayvan kaçırılmış
bir siklon gibi yarılmış yarı kürelerden
ispermeçet için kara gemilere,
şenelmiş kötülükle ve vebayla.

Ey heykel, ölmüş ve muazzamsın
polar ayın kristalleri arasında, içe işleyen gök
ağlayan dehşetten bir bulut gibi
ve örtüyor okyanusu kanla.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan


Not: Leviathan: Tevrat’ta (Esaya 27:1) kötülüğü temsil eden bir ejderhanın adı olarak geçmektedir. Tevrat’a göre, dünyanın yaratılması sırasında Jehova tarafından yenilgiye uğratılmıştır. “Leviathan” bir su canavarı olarak algılanmaktadır.

Lima’daki Resmi Geçit

Omuzlarında aziz ikonalarıyla
sayısızdılar, dut renkli fosfor parıltısında
bir nehir ağzı gibiydi
kalabalık
bu büyük insan topluluğu.

Fırladılar ve dans ettiler
kasvetli küçük davullarla
ve yemek kokularına karışan
törensi, kesintisiz bir mırıltıyla.
Menekşe yelekler, menekşe
ayakkabılar ve şapkalar
doldurdu caddeleri mor lekelerle
katedralin anlamsız camlarına
dökülen irin dolu
hastalıklı bir ırmak gibi.
Tütsü gibi, anlatılamaz
kasvetli bir şey, çıbanların sonsuzca
yığılması gibi,
yaraladı gözleri, kaynaştılar birlikte
doluşan insan ırmağından
yayılan kösnül alazlarla.

Şişman toprak sahibinin
terlediğini gördüm tören gömleğinde
ve kutsal spermanın büyük damlalarını
ellerinde ovuşturduğunu.

Çorak dağların
sefil solucanını gördüm,
içki maşrapasında kaybolmuş yüzüyle
yerliyi, uysal lamaların
çobanını, papaz odalarının
huysuz kızlarını,
mavi, aç yüzleriyle
köy öğretmenlerini.
Erguvan kızılı tunik giyinmiş
uyuşturulmuş dansözler gibi
görünmeyen trampetleri
teperek geçti zenciler.
Bütün Peru yaralandı
göğsünden ve bakakaldı
gök mavisi ve gül pembesi
süslü püslü kadının anıtına
yöneldi bütün başlar,
titreşerek geçti şekerlemeden gemisinde
ağır terden havada.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan
1947

Limanlar

Mavi bir taş gibi yontulmuş Acapulco,
uyandığın zaman şafak atıyor kapındaki denizde,
bir trompet salyangozu gibi
gökkuşağı renkli ve kenarları işlemeli,
ve taşlarının arasında kayıyor bir yıldırım gibi titreyerek
denizin ışıltısıyla dolmuş balık.

Sen o temiz ışıksın, göz kapaksız, salınan
çıplak gün bir sahil çiçeği gibi
suyun yayılmış enleri arasında
ve dağ aydınlanmış balçık lambalarla.

Senin yakınlığında verdi denizkulağı bana o sıcak
öğle sonrası sevdayı hayvanlarla
ve tropik bataklık ormanlarla,
yuvalar dallarda düğümler gibi ve orada
taşıdı balıkçılların kaçışı köpüğü yüceliklere,
ve suda, bir cürüm gibi kızıl, ağızlardan
ve köklerden oluşmuş, hapsedilmiş bir halk gürledi.
Uysal ve çıplak, denizin taşıdığı Kaliforniya’nın
kıyılarda çizemediği Topolobambo,
Mazatlán, ey yıldız ışıklı gecesel liman, işitiyorum
dalgalarının vurduğunu yoksulluğuna
ve takımyıldızların senin, senin sadık
koronun yürek atışı,
ayın kızıl ağı altında şakıyan
uyurgezer yüreğin senin.

Guayaquil, mızrak hecesi, ekvatorsu
yıldızın bıçak ağzı, bir kadının
kanla ıpıslak örgüleri gibi dalgalanan
nemli karanlık için açık kilit:
yapraklara fildişi damlatan
ve insan ağızlarına kayan
deniz asidi gibi kemirici
üzümleri ıslatan
acı terin peşinde olduğu
demir kapı.

Mollendo’nun kayalıklarına tırmandım, o beyaz,
sadece ışıltısını ve yara izlerini kurutmuş,
hazinesini taşların arasında palamarla bağlamış
yarılmış anakarasıyla bir krater,
içe kapatılmış insanın dar mekanı
arasında yalçın, çıplak kaya yüzeylerinin,
o metalik yarıkların gölgeleri,
ölümün sarı dağ burnu.

Pisagua, acının harfi, işkenceyle
lekelenmiş, senin boş harabelerinde,
korkutan sarp kayalıklarında,
taştan ve yalnızlıktan hapishanende
denediler yok etmeyi insanın bitkisini,
örmek istediler ölü yüreklerden
bir halıyı, küçümsemek istediler bahtsızlığı
insan değerinin ezilmesinin
çılgınlığı için bir belirti: orada, o tuzla örtünmüş
boş caddelerde, sallıyor umutsuzluğun
hayaletleri pelerinlerini,
ve o çıplak rezil yarıklarda
duruyor tarih bir anıt gibi
kırbaçlanmış yalnız deniz köpüğüyle.
Pisagua, senin şakaklarının boşluğunda,
o hiddetli ıssızlıkta, ayağa kalkıyor
insanın gerçekliği
çıplak, soylu bir anıt gibi.

Sadece tek bir insan değil, sadece kan değil
kirleten hayatı senin uçurumlarında,
fakat bütün cellatlar zincirlenmiş
yaraların bataklığına, cezalara,
yas giysileri kuşanmış Amerika’nın kırlarına,
ve senin ıssız ve yalçın kayalıkların
dolduğunda zincirlerle,
yalnızca bir sancak değildi yırtılan,
yalnızca bir haydut değildi intikam heveslisi,
tarihte tekrar dişlerini gösteren
ve ölüm getiren bir bıçakla
o bahtsız halkın yüreklerini delik deşik eden
o utanç veren suların direyiydi fakat,
kendilerini yaratan toprağı denetleyerek,
kirleterek şafağın kumunu.

Ardında memlekete acılar bırakan
ve tırnağıyla acılı
memleketimizin kabuğunu kazıyan
bilinmedik o tanrıya altın getiren
o gizli tuzda ve güherçilede boğulmuş,
ey kumlu limanlar.

Antofagasta, senin uzak sesin
açılıyor o kristalsi ışıkta
ve doluyor çuvallara ve silolara,
ve dağıtılıyor o kısır sabahta
gemilerin yönüne doğru.

Kurumuş gül ağacı, İquiqe,
senin beyaz tırabzanların arasında, çölün
ve denizin ay ışığının yıkadığı
çam duvarların boyunca,
orada aktı halkımın kanı,
orada öldürüldü gerçek, umut
çözündü kanlı iliklere,
gömüldü cürüm kumun altına,
ve mesafe boğdu ölümün hırıltısını.

Hayalete benzeyen Tocopilla, dağların altında,
iğnelerle dolu çıplaklığın altında
dolduruyor güherçile kuru karını
söndürmeden kararlılığının ışığını
ya da ölümün keseklerde sarstığı
o karanlık elin kaygısını.

İnsan sevdasının eziyet görmüş
suyunu kovan çaresiz kıyılar,
saklanmış senin kireç beyazı kıyılarında
utancın en muhteşem metali gibi.
Senin limanlarına indi o gömülmüş insan
görmek için satılmış caddelerin ışığını,
o ağır yüreği hafifletmek için,
unutmak için kum ovalarını ve belâları.
Geçip giderken, kimsin o halde sen, kim
geçip gidiyor altın gözlerinden, kim izliyor seni
o parlayan camlarda? İniyorsun aşağıya ve gülüyorsun,
değerini biçiyorsun ağaçtaki sessizliğin,
dokunuyorsun camların ışıltısız ayına
ve başka bir şey yok: gözetim altında kalıyor insan
et yiyen gölgeler ve demir çubuklar tarafından,
uzanıyor yayılarak hastanesinde, uyuyarak
barutun kör ışıltısında.

Alnıma yaprakların yağmurunu
deviren Güney’in limanları:
iğnelerle dolu kaynağından
acılarımın üstüne yalnızlığın yağdığı
kışın acı çam ağaçları.
Puerto Saavedra, buza kesmiş İmperial’ın
sahilleri: o kumlanmış
ırmak ağızları, kimsenin taçlarını sallamadığı
ve fırtınayla kırbaçlanmış portakal ağaçları gibi
yukarı yükselen martıların
o buz gibi şikayet çığlığı,
şefkatime doğru yolunu yitirmiş şirinler,
o yabanıl denizde paramparça olmuş
ve yalnızlıkların üstüne püskürtülmüş.

Sonrasında kar vardı yolumda,
ve boğaz boyunca uyuyan evlerde
Punta Arenas boyunca, Puerto Natales’te,
o uluyan fırtınanın mavi yayılışında,
o hızla esen, o dizginsiz,
yeryüzü üzerindeki nihai gecede gördüm
dayanmış kalası, yaktım lambaları
zalim rüzgârın altında, indirdim ellerimi
o çıplak Antarktik ilkbaharda
ve öptüm en son çiçeklerin soğuk tozunu.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Büyük Okyanus"tan