Mavi bir taş gibi yontulmuş Acapulco,
uyandığın zaman şafak atıyor kapındaki denizde, 
bir trompet salyangozu gibi 
gökkuşağı renkli ve kenarları işlemeli, 
ve taşlarının arasında kayıyor bir yıldırım gibi titreyerek 
denizin ışıltısıyla dolmuş balık. 
Sen o temiz ışıksın, göz kapaksız, salınan 
çıplak gün bir sahil çiçeği gibi 
suyun yayılmış enleri arasında 
ve dağ aydınlanmış balçık lambalarla. 
Senin yakınlığında verdi denizkulağı bana o sıcak 
öğle sonrası sevdayı hayvanlarla 
ve tropik bataklık ormanlarla, 
yuvalar dallarda düğümler gibi ve orada 
taşıdı balıkçılların kaçışı köpüğü yüceliklere, 
ve suda, bir cürüm gibi kızıl, ağızlardan 
ve köklerden oluşmuş, hapsedilmiş bir halk gürledi. 
Uysal ve çıplak, denizin taşıdığı Kaliforniya’nın 
kıyılarda çizemediği Topolobambo, 
Mazatlán, ey yıldız ışıklı gecesel liman, işitiyorum 
dalgalarının vurduğunu yoksulluğuna 
ve takımyıldızların senin, senin sadık 
koronun yürek atışı, 
ayın kızıl ağı altında şakıyan 
uyurgezer yüreğin senin. 
Guayaquil, mızrak hecesi, ekvatorsu 
yıldızın bıçak ağzı, bir kadının 
kanla ıpıslak örgüleri gibi dalgalanan 
nemli karanlık için açık kilit: 
yapraklara fildişi damlatan 
ve insan ağızlarına kayan 
deniz asidi gibi kemirici 
üzümleri ıslatan 
acı terin peşinde olduğu 
demir kapı. 
Mollendo’nun kayalıklarına tırmandım, o beyaz, 
sadece ışıltısını ve yara izlerini kurutmuş, 
hazinesini taşların arasında palamarla bağlamış 
yarılmış anakarasıyla bir krater, 
içe kapatılmış insanın dar mekanı 
arasında yalçın, çıplak kaya yüzeylerinin, 
o metalik yarıkların gölgeleri, 
ölümün sarı dağ burnu. 
Pisagua, acının harfi, işkenceyle 
lekelenmiş, senin boş harabelerinde, 
korkutan sarp kayalıklarında, 
taştan ve yalnızlıktan hapishanende 
denediler yok etmeyi insanın bitkisini, 
örmek istediler ölü yüreklerden 
bir halıyı, küçümsemek istediler bahtsızlığı 
insan değerinin ezilmesinin 
çılgınlığı için bir belirti: orada, o tuzla örtünmüş 
boş caddelerde, sallıyor umutsuzluğun 
hayaletleri pelerinlerini, 
ve o çıplak rezil yarıklarda 
duruyor tarih bir anıt gibi 
kırbaçlanmış yalnız deniz köpüğüyle. 
Pisagua, senin şakaklarının boşluğunda, 
o hiddetli ıssızlıkta, ayağa kalkıyor 
insanın gerçekliği 
çıplak, soylu bir anıt gibi. 
Sadece tek bir insan değil, sadece kan değil 
kirleten hayatı senin uçurumlarında, 
fakat bütün cellatlar zincirlenmiş 
yaraların bataklığına, cezalara, 
yas giysileri kuşanmış Amerika’nın kırlarına, 
ve senin ıssız ve yalçın kayalıkların 
dolduğunda zincirlerle, 
yalnızca bir sancak değildi yırtılan, 
yalnızca bir haydut değildi intikam heveslisi, 
tarihte tekrar dişlerini gösteren 
ve ölüm getiren bir bıçakla 
o bahtsız halkın yüreklerini delik deşik eden 
o utanç veren suların direyiydi fakat, 
kendilerini yaratan toprağı denetleyerek, 
kirleterek şafağın kumunu. 
Ardında memlekete acılar bırakan 
ve tırnağıyla acılı 
memleketimizin kabuğunu kazıyan 
bilinmedik o tanrıya altın getiren 
o gizli tuzda ve güherçilede boğulmuş, 
ey kumlu limanlar. 
Antofagasta, senin uzak sesin 
açılıyor o kristalsi ışıkta 
ve doluyor çuvallara ve silolara, 
ve dağıtılıyor o kısır sabahta 
gemilerin yönüne doğru. 
Kurumuş gül ağacı, İquiqe, 
senin beyaz tırabzanların arasında, çölün 
ve denizin ay ışığının yıkadığı 
çam duvarların boyunca, 
orada aktı halkımın kanı, 
orada öldürüldü gerçek, umut 
çözündü kanlı iliklere, 
gömüldü cürüm kumun altına, 
ve mesafe boğdu ölümün hırıltısını. 
Hayalete benzeyen Tocopilla, dağların altında, 
iğnelerle dolu çıplaklığın altında 
dolduruyor güherçile kuru karını 
söndürmeden kararlılığının ışığını 
ya da ölümün keseklerde sarstığı 
o karanlık elin kaygısını. 
İnsan sevdasının eziyet görmüş 
suyunu kovan çaresiz kıyılar, 
saklanmış senin kireç beyazı kıyılarında 
utancın en muhteşem metali gibi. 
Senin limanlarına indi o gömülmüş insan 
görmek için satılmış caddelerin ışığını, 
o ağır yüreği hafifletmek için, 
unutmak için kum ovalarını ve belâları. 
Geçip giderken, kimsin o halde sen, kim 
geçip gidiyor altın gözlerinden, kim izliyor seni 
o parlayan camlarda? İniyorsun aşağıya ve gülüyorsun, 
değerini biçiyorsun ağaçtaki sessizliğin, 
dokunuyorsun camların ışıltısız ayına 
ve başka bir şey yok: gözetim altında kalıyor insan 
et yiyen gölgeler ve demir çubuklar tarafından, 
uzanıyor yayılarak hastanesinde, uyuyarak 
barutun kör ışıltısında. 
Alnıma yaprakların yağmurunu 
deviren Güney’in limanları: 
iğnelerle dolu kaynağından 
acılarımın üstüne yalnızlığın yağdığı 
kışın acı çam ağaçları. 
Puerto Saavedra, buza kesmiş İmperial’ın 
sahilleri: o kumlanmış 
ırmak ağızları, kimsenin taçlarını sallamadığı 
ve fırtınayla kırbaçlanmış portakal ağaçları gibi 
yukarı yükselen martıların 
o buz gibi şikayet çığlığı, 
şefkatime doğru yolunu yitirmiş şirinler, 
o yabanıl denizde paramparça olmuş 
ve yalnızlıkların üstüne püskürtülmüş. 
Sonrasında kar vardı yolumda, 
ve boğaz boyunca uyuyan evlerde 
Punta Arenas boyunca, Puerto Natales’te, 
o uluyan fırtınanın mavi yayılışında, 
o hızla esen, o dizginsiz, 
yeryüzü üzerindeki nihai gecede gördüm 
dayanmış kalası, yaktım lambaları 
zalim rüzgârın altında, indirdim ellerimi 
o çıplak Antarktik ilkbaharda 
ve öptüm en son çiçeklerin soğuk tozunu.
Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Büyük Okyanus"tan