Şiir, Sadece: 2014-04-20

26 Nisan 2014 Cumartesi

Gemi

Madem ki ödemişiz bu dünyanın bilet parasını
niçin, niçin bırakmıyorlar oturalım ve yemek yiyelim?
Bulutu izlemek, yüzümüzü güneşe çevirmek
ve tuzun kokusunu hissetmek istiyoruz,
kimseye müşkül çıkarmak değil istediğimiz,
çok basit söylediğimiz: biz de yolcuyuz.

Yoldayız hepimiz ve zaman bizimle:
geçip gidiyor deniz, veda ediyor gül,
gölge ve ışığın arasından gidiyor dünya,
ve biz de gidiyoruz, yolcuyuz hepimiz.

Fakat neler oluyor?
Niçin onca hırçınlar?
Kimi arıyorlar tüfekle?

Bilmiyorduk ki
her şey ayırtılmış,
bardaklar, sandalyeler,
yataklar, aynalar,
deniz, şarap ve gökyüzü.

Şimdi durum şu ki
masamız yok bizim.
Mümkün değildi, diye düşündük.
Böyle olamaz ama.

Karanlıktı geldiğimiz zaman gemiye.
Çıplaktık.
Hepimiz aynı yöreden geldik.
Hepimiz erkekle kadından geldik.
Hepimiz açtık ve dişlerimiz çıktı çabucak.
Hepimizin gözü ve elleri büyüdü
çalışmak ve arzulamak için.

Fakat anlaşılıyor ki bir şey alamayacağız,
gemide yer yok,
selâm vermiyorlar bize
ve oyun oynamak istemiyorlar.

Fakat niçin haddinden fazlası onlara?
Daha doğmadan onlar, kim verdi kaşığı onlara?

Çok hoş değil artık burası,
dayanılır gibi değil artık.

Yolculuk ettiğimde
görmek istemiyorum köşelerde sefaleti,
aşksız gözleri ve aç ağızları.

Güz için örtecek giysi yok,
ve daha azı, daha azı, daha da azı var yaklaşan kış için.
Onca taşlı yollarda ayakkabılarımız yokken
nasıl tanıyacak ki ayaklarımız dünyayı?

Nerede yemek yeriz masasız?
Nerede otururuz sandalyesiz?
Eğer korkunç bir şakaysa bu, sevgili beyler,
artık son verin buna,
ve ciddi konuşun şimdi.

Çünkü acımasız deniz.

Ve kan yağıyor.


Pablo Neruda
Estravagario

Gemideki İnsan

Geminin dümen suyunun uzağında
çağıldayan tuzla örülmüş
düşlere sızan ölü yağlanmaların arasında,
uyuyor gemici çıplak bir yorgunlukta,
nöbetteki biri taşıyor metal zinciri,
geminin dünyası
yankılanıyor, rüzgâr gıcırdıyor tahtalarda,
aptalca vuruyor sakatatın demiri,
yüzüne bakıyor aynada ateşçi:
bir parça kırık camda tanıyor yeniden
bu kemikli, isle kararmış maskenin arkasında
bir çift gözü: Graciela Gutiérrez’in sevdiği
gözlerdi bunlar, ölmeden önce, sevdiği
bu gözler olmaksızın, görebilmişti ölüm döşeğinde
ve sürmüştü kendisiyle beraber en son yolculuğa,
kömürün ve petrolün arasında o günün işinde.
Onları yolculuklar ve bu armağanlar arasında
birleştiren öpüşlere rağmen şimdi yok kimse,
kimse yok evde. Denizin gecesinde seğirtiyorum
sevdaya bütün uyuyanların döşeğinde, yaşıyorum
en dibinde geminin havaya ipliklerini fırlatan
gecesel bir yosun gibi.

Başkaları yayılarak yatıyor deniz yolculuğu gecesinde,
boşlukta, düşlerin altında deniz olmaksızın,
hayat gibi, parçalanmış tepeler, gecenin
cam kırıkları, düşlerin parçalanmış ağını
uzaklaştıran kayalıklar.
Gecenin toprağı istila ediyor denizi kendi dalgalarıyla ve örtüyor
o zavallı uyuyan yolcunun yüreğini
tek bir hecesiyle toz, tek bir
kaşık dolusu ölümü talep ediyor geriye.

Her okyanussu taş okyanustur, denizanasının
en küçük morötesi kuşağı, gökyüzü
bütün yıldızla lekelenmiş boşluğuyla, aydır
sahibi ölü denizlerin kendi benzerlerinde:
fakat kapatıyor gözlerini insan, kemiriyor biraz
kendi izlerini, tehdit ediyor kendi küçük yüreğini,
hüngürdüyor ve tırmalıyor geceyi tırnaklarıyla,
arayan toprak, solucana dönüşen.

Topraktır suların örtemediği şey, yok edemediği.

Balçığın gururudur ölecek olan testide,
şakıyan damlalarını yayan ve toprağa kararsız
eklenişini sabitleyen bir kırılışta.

Arama denizde bu ölümü, bakma o
kıta toprağına, saklama bir avuç tozu
el sürmeden sunmak için toprağa.

Bu sırrı söyle şakıyan sayısız dudaklara,
devinim ve dünyadan oluşan koroya,
yitip giden suyun sonsuz anneliğinde.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı'dan

Kırık Portreler

I.

Ali'nin oğlu, bir garip hekim,
kaftanı işlemeli, sarığı beyaz,
her zaman bir Kur'an
masanın üzerinde, elinin altında.

Dualar ararım gözlerinde
arapça yazılar.
Yazgısını bulurum orada yalnızca:
Boy boy çukurlar bıraktı bize
aile mezarlığında.


II.

Büyük dedem mi?
Pantolon giyen bir Sahih.
Hayal kırıklığına uğratmıştır beni yalnızca,
Elleri görünmez
resim salonunda çekilmiş fotoğrafta
Ama güçlüdür aynı eller
atları ya da uşakları
kırbaçladığı zaman.

Öfkeyle çevirirdi gramofonun kolunu
iğne dönmeye başlardı .
Malika Pukhraj'ın şarkıları üzerinde,
sarhoş olurdu, parçalardı gömleğini
ve ağlardı plaktaki şarkıcının
"Henüz gencim" diyen sesini
duydukça.


III.

Yakışıklı dedem,
deliliğe kayıp gitti
Srinagar'ın içinde.
Esrar içiyordu
bir karanlık dükkanda.
Sufi'lerden
mistik dizeler okuyordu durmadan ...
Babam alıp onu eve getirdi.

Yaşlandıkça Eflatun'a yöneldi,
homurdanıyordu "Kral - Filozof" diyordu.
Napoleon'sa her zaman ağzında.
Odasına oturmuş nargile içerken
Sibirya karlarının
Fransızların kemiklerini dondurduğunu
söyledi.

Düşlerinin kadehinde
dönüp duruyor Sokrat.

Örümcek ağları sarkıyor
dilsiz sözlerinden
dedelerimin,
örümcek ağları sarıyor
albümlerde
farelerin kemirdiği
yüzlerini
dedelerimin.

Kimse gelmiyor arlık
Kandahar'dan
Sevgili Ali,
çadır kurmak için
Jhelum'un yanına
akağaçların altına sonbaharda
kimse peygamber torunu olduğunu
ileri sürmüyor.

Portren yapayalnız duruyor
tahtaları gıcırdayan bir sofada


Agha Shahid Ali
Çeviren: Özdemir İnce

25 Nisan 2014 Cuma

Gemiler

Işıklı denizin üzerinde kayıp giden ipek gemiler,
o menekşe mavisi sabahta yükselen,
kızıl flamalı denizin güneşini çaprazlayan,
yolunmuş ercik gibi hırpanî,
altın kasalardan gelen o sıcak hava
bıraktı tarçını kemanlar gibi çınlasın diye,
ve ovuşturulan ellerden bir fırtınada
limanlarda fısıldayan o soğuk tamahkârlık,
yeşim taşının hoş gelmiş yeşil
şirinliği ve ipeğin solgun tahıl tanesi,
bir rüzgârın yolu gibi hızla geçti her şey denizden,
kaybolan anemonların dansı gibi.

Zayıf hızlı gemiler geldi, denizin
güzelim aletleri, yelkenli balıklar,
buğdayla parıldayarak, kaderi
kül grisi yüklerin,
çünkü taşın taşkını gibi yanıp sönüyor
yelkenleri arasında düştüğünde ateş gibi,
ya da ağzına kadar doldurulduğunda kükürt sarısı çiçeklerle,
koparılmış tuzun çorak tarlalarında.
Başkaları zincirlere vurulmuş halk ırkları taşıyordu,
aşağıdaki rutubete gönderilmişler,
geminin ağır tahtasını çizen
gözyaşlarıyla mahkûm gözler.

Biraz önce fildişinden ayrılmış ayaklar, kızgınlıklar
yığılmış üst üste yaralı meyveler gibi,
derisi yüzülmüş geyik gibi acılar: yazın
elmaslarından pis kokulu
gübrenin derinliğine düşmüş başlar.
Hem buğdayla yüklü, rüzgâr gibi
ovaların mısır başakları arasından süzülürcesine
dalgaların üstünde titreyen:
balina avlanmalarının gemileri, katı zıpkınlar gibi
dikelmiş yürekler,
avla ağırlaşmış, dolu ambarıyla
Valparaíso’ya doğru giden,
yağlanmış yelken, oraya buraya fırlatılmış,
soğukla ve yağla yaralanmış,
geminin fincanı dolana dek
hayvanın yumuşak avıyla.
Denizin öfkesinde bir batıştan öbürüne
hatırasına ve geminin son parçalarına
insanların yapışıp durduğu,
deniz bölümlerinin
kesilmiş eller gibi
o ölüm savaşında köpüklenen denizi
dolduran dar ağızlara götürdüğü
direksiz araçlar.
Güherçile gemileri, karinası dar
ve yılmaz yunuslar gibi neşeli
yola koyulmuş yedi okyanusa doğru, kayarak
rüzgârla kendi görkemli çarşaflarında,
parmaklar ve tırnaklar gibi dar,
tüy ve kavga aygırları gibi hızlı,
memleketimin metallerini kemiren
karanlık denizdeki gemiler.


Pablo Neruda
Büyük Okyanus
Evrensel Şarkı

Uzak Bir Başlangıç

Bu gece de göçüp gidecek
kendi ağırlığı altında
tıpkı öteki geceler gibi.

Yıkıcılardan sonra
ağıtçılar gelecek, yeni arkeologlar
ve küçük hırsızlar gün ışığında.

Nerede bulacağım
kendi gerçek kalıtımı -
çılgın yazılarında ağaçların
ya da aydınlık bir dalışta
sayısız ihanetlerin havuzuna?

Bütün düşler çiçek açarlar ancak uykusuzlukta
ve bütün gölgelerimiz
geri dönerler
yeni başlangıç için.


Daud Kamal
Çeviren: Özdemir İnce

24 Nisan 2014 Perşembe

Genç Hükümdar

Okunan şeyin devamı gibi ve sonraki sayfanın öncesinde aşkın bölgesine doğru yol göstermeliyim yıldızıma.

İki uzun sıcak kolla sınırlanmış memleket, uzun paralel arzuyla, ve elmaslardan bir yer gibi savunulmuş sistemle ve matematiksel savaş bilimiyle. Evet, Mandalay’daki en güzel kadınla evlenmek istiyorum, sırrımı söylemek istiyorum dünyasal kılıfıma yemek pişiren bir kadının bu gürültüsüne, bu çırpınan eteğe ve devinen ve rüzgârla yapraklar gibi birbirine karışan bu çıplak ayağa.

Küçük ayaklı ve büyük purolu hoş bir kız, yavşanlarla kendi temiz, silindirsi saçında, tehlikeli yaşıyor ağır kafasıyla ve sert özüyle bir zambak gibi.

Ve deniz kıyısındaki karım, aradığım mırıltının yanında, benim Burmalı karım, kralın kızı.

Ve öpüyorum onun toplanmış siyah saçlarını, ve onun her daim şirin ayağını: ve gece indiğinde şimdi ve çalıştığında gecenin değirmeni, dinlerim kaplanı ve ağlarım burada olmayan onun için.


Pablo Neruda
Yeryüzünde Birinci Konaklama'dan

Bir Sokağı Tekrar Görmek

Bir beyaz güvercin iniyor
bir merdiveni basamak basamak,
bir taş duvara yaslanarak,
koltuk değneğini düzeltiyor bir yaşlı dilenci,
Paçavralar içinde çocuklar (koluna siliyor burnunu biri)
kaydırak oynuyorlar bir güneşli avluda.

Büyük bir değişim olmuş, belli,
son otuz yıl zarfında.
Daha uzun süre kalıyor turistler, daha çok para harcıyorlar.
Sinema afişleri kışkırtıcı mı kışkırtıcı.
Coca - Cola almış buzlu şerbetin yerini,
gaz lambalarıysa daha az görünüyor.

Bu sokağın ötesinde başka sokaklar var ...
Bir kişiliksiz evler ormanı ...
Suyuna tirit yemekler pişiriyor gene mutfakta
göğsü çökmüş anneler.
Mutluluk varsa eğer, dedikleri gibi
rüzgar gibi geçip gitmiş olmalı yanlarından.


Daud Kamal
Çeviren: Özdemir İnce

23 Nisan 2014 Çarşamba

Gençlik

Eriklerden yapılmış ekşi
bir kılıç gibi bir koku bir yolda,
şekerin öpüşü dişlerde,
hayatın damlaları kayıyor parmaklar boyunca,
o şirin, kösnül eten,
hasat tarlası, ekin ambarları, kışkırtıcı,
gizli yerler geniş evlerde,
uyuyan eski döşekler, tepeden bakılan
o haşin yeşil ova, o saklı pencereden:
bütün bir gençlik ıpıslak ve pırıl pırıl
devrilmiş bir lamba gibi yağmurda.


Pablo Neruda
América, no invoco tu nombre en vano
Canto General

Bu Zincire Vuruluş, Bu Darağacı Anı

Bu bekleyiş saati sarmış tüm patikaları,
Hiçbir saat vurmuyor özlenen bahar anını,
Ve gündelik tasalar çökmüş üstüne ruhlarımızın.
İşte mihenk anıdır bu, aşkımızın nöbetini devretmek için.

Bu kutsal andır, sevgili bir yüzü gözümüzün önüne getiren,
Bu kutsal saattir, dinmek bilmez yüreği dindiren!
Şarap kadehi de saki de geri çevrilir, boşuna!
Serin bulutlar geçtiği zaman üstünden dağın,
Bir selvi ya da çınar yaprağının,
Paylaşamayacaksak artık hiçbir dostla
Oynaşan gölgelerini, yeşil saatlerini onların.

Sızladı durdu bu yaralar çoktan beri, ama böylesi-
Bu zincire vuruluş, bu darağacı ve bu sevinç
Bu kaçınılmaz seçme vaktindeki
Bu tüm dostlardan ayrılış vaktindeki gibi sızlamadı hiç!

Sözünüz geçse de hücreye, hükmedemezsiniz bahçeye
Kırmızı gül goncaları açtığında, o taze an geldiğinde,
Hiçbir ilmik yakalayamaz şafak rüzgarının ayaklanışını.
Hiçbir ağa tutsak düşmez baharın uyanışı.

Görecekler başkaları, ben görmesem de o anı
Bülbülün şakıdığı ve çiçeğin açtığını.


Faiz Ahmed Faiz
Çeviren: Halil Köksal

22 Nisan 2014 Salı

Genelevler

İstiflenmiş banknotların
bayraklarını izleyen
servetten doğdu genelev:
başkentin saygıdeğer
mağaraları, çağımın gemisindeki
soğuk odacıklar.
Makineleştirilmiş genelevler
inşa ettiler Buenos Aires’in
yelelerinde, taze et
ihraç ettiler şehirlerdeki
sefaletten ve ıssız yörelerden
paranın su taşıyan kadına pusu kurduğu
ve zarif boru çiçeğini hapsettiği taşradan.
Kırsal pezevenkler geceleri,
kışları, atları sırtında
köylüklerin kapılarında
ve satılan düşüncesiz kızlar
ve tekrar satılanlar
düştüler patronun pençelerine.
Üzüm hasadının diktatörleri
kentin varlıklıları
uyuşturuyor cinsel geceyi
korku salan hırıltılarıyla
kesat taşra genelevlerinde.
Saklanmış köşelerde
bir fahişe sürüsü, kaypak
hayaletler, ölümcül trenin
yolcuları, çoktandır mahkum olmuşsunuz,
çoktandır bu kirlenmiş ağdasınız,
artık geri dönemezsiniz denize,
çoktandır aldatılmış ve avlanmışsınız,
çoktandır ölmüşsünüz boşlukta
hayatın en yaşayan bölümünde,
çoktandır bırakmışsınız gölgelerinizin kaymasını
duvarlar üzerinde: ölümden
başka hiç bir yere
götürür topraktaki bu duvarlar.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı'dan

Hapishanede Bir Akşamüstü

Adım adım iniyor gece
Takımyıldızların salınan merdivenlerinden;
Yakın, şefkatle fısıldayan bir ses gibi yakın
Esiyor hafif bir rüzgar;
Avludaki ağaçlar.
Boynu bükük mahkumlar,
Kayboluyor rüzgarın fırıl fırıl eteğinde.

Ay ışığının ince parmakları merhametle
Işıldıyor çatının tepesinde;
Toza karıştı yıldızların avizesi.
Göğün mavisi akkorlaştı.
Kurşuni gölgeler kaplıyor yeşil kuytuları
Tereddüt içinde hasretin
Acıyla girdaplanışı gibi beyinde.

Bir düşünce dolanıp duruyor yüreğimde-
Öyle bir bengi sudur ki hayat bu anda
Ona zehirlerini katan tiranlar
Ne bu gün ne yarın, asla kazanamayacaklar.
Ne çıkar aşkın taht odasını aydınlatan
Mumu söndürseler de? Güçlüyseler
Ayı söndürsünler, görelim hele.


Faiz Ahmed Faiz
Çeviren: Halil Köksal

21 Nisan 2014 Pazartesi

General Franco Cehennemde

Ey uğursuz, ne ateş ne de volkansı cadının yuvasındaki
kaynayan sirke, ya da yiyip tüketen buz
ya da ölü bir kadının sesiyle havlayan, ağlayan
ve karnını tırmalayan o çürümüş kaplumbağa
avlarken nişan yüzüğünü ve boynu vurulmuş çocuğun oyuncağını,
karanlık ve mahvedilmiş bir kapıdan
daha fazla anlam taşıyacak senin için.

Gerçekten.
Bir cehennemden öbürüne, ne fark eder?
Senin lejyoner uluman, İspanyol analarının
kutsal sütünde, sütte ve ayaklar altında ezilmiş memelerde,
yollar boyunca hâlâ bir köy var, hâlâ bir sessizlik,
ve kırık bir kapı daha.

Buradasın. Sefil gözkapakları,
netameli mezar tavuklarının pisliği, koyu tükürük, kanın
asla silemeyeceği imzası ihanetin. Kimsin o halde,
ey tuzun sefil yaprağı, ey toprağın köpeği,
ey kötü doğmuş, solgun gölge.

Külsüz geri düşüyor alev,
cehennemin tuzlu susuzluğu, acının
çemberleri soluyor.

Lânet olası, insana ait olan her şey
kovalasın seni, yok olmayasın eşyaların
mutlak ateşinde, yitip gitmeyesin
zamanın basamaklarında, ve ne alazlanan bardak
ne de hiddetli deniz köpüğü delip geçsin seni.
Yalnız, yalnız, bütün
birleşmiş gözyaşları için, ölmüş ellerin
ve çürümüş gözlerin sonsuzluğu için, cehenneminde
yalnız bir çukurda, suskun irinle ve kanla beslenesin,
lânet olası, yalnız bir sonsuzlukta.
Hak etmiyorsun uyumayı
gözlerin iğneyle kapansa bile: uyanık kalacaksın
General, sonsuza kadar uyanık kalacaksın
sonbaharda kurşunlanmış çürümüş loğusalar arasında.
Herkes, ve bütün üzüntülü, uzuvları kesilmiş,
kaskatı çocuklar, asılı duruyor cehenneminde ve bekliyor
bu soğuk bayram gününü: senin gelişini.
Çocuklar, kararmışlar patlamalardan,
kızıl beyin topağı, yumuşak bağırsaklarla
dolu koridorlar, herkes bekliyor seni, herkes
yaşarkenki durumunda,
caddeyi geçerken tam da, tekmelerken topu,
yutarken bir meyveyi, gülümserken ya da doğarken.

Gülümserken. Şimdi
kanla lekelenmiş gülüş var,
ve bekliyor ayrılmış, toplanmış dişlerle,
ve karmakarışık maskeler, boş yüzler gömülmüş
amansız barut dumanında, ve isimsiz
hayaletler, o karanlık
ve saklanmış, harabelerdeki yataklarını
asla terk etmeyenler. Seni beklemekle
geçiriyor herkes geceyi. Dolduruyorlar koridorları
çürümüş yosunlar gibi.
Onlar bizim, onlar
etimiz, sağlığımız,
demirhanelerden barışımız, havadan ve ciğerlerden
okyanusumuz. Kuru toprağı
çiçeklendirdiler. Şimdi ötesinde dünyanın,
dönüştüler mahvolmuş
öze, öldürülmüş maddeye ve cansız una,
bekliyorlar seni cehenneminde.

İğneleyen dehşet ve ağrı kaybolduğundan
beklemiyor seni ne dehşet ne de ağrı. Yalnız
ve lânetlenmiş olacaksın sen,
yalnız ve uyanık kalacaksın bütün ölülerin arasında,
ve kan düşecek yağmur gibi üzerine,
ve yarılmış gözlerden ölü bir ırmak
akacak yavaşça üzerinden ve dimdik bakacak sana
durmaksızın.


Pablo Neruda
Yürekteki İspanya
Yeryüzünde Üçüncü Konaklama

Dörtlük

Nereli olduğumu soruyorsun bana
Ben, ömrümce kendi içine kıvrılan adam;
Başıboş bir dalgayım ki okyanusta
Yokum, kendime kıvrılmasam


Muhammet İkbal
Çeviren: A. N. Tarlan - A. Behramoğlu