Şiir, Sadece: 2014-10-26

1 Kasım 2014 Cumartesi

Bitki Hükümdarlıkları

Sayısız, adsız ülkelerin üstünden,
başka yörelerden avlayarak geldi rüzgâr,
yağmur tanrısal iplikler getirdi,
ve gebe adak tanrıları
geri verdi hayatı ve çiçekleri.

Berekette büyüdü zaman.
Jacaranda ağacı denizaşırı parıltılı
çiçek köpüklerini patlattı havada,
fırlattığı kargılarıyla kudretle
doğruldu erkekördek kar'a doğru,
yaşlı maun ağacı bıraktı kanını tepesinden,
ve karaçam'ın Güney'indeydi
yıldırımağacı, kızılağaç,
dikenli ağaç, ana ağaç,
süfleğen kızılı lifdokusu, sakız ağacı,
dünyasal yığın ve uyum,
manzaraların yaşayan yaratığı.

Taze ve yaygın bir koku
doldurdu solukları bütün çatlakları
boyunca dünyanın,
dumana ve rayihaya dönüştü:
yabanıl tütün fırlattı gül çalısını
düşsel zerâfete.
Ateşle taçlanmış bir kargı gibi
boy attı mısır, ve yitirdi
taneleri gövdesi ve doğdu yenileri,
yaydı ununu ve köklerinin altında
sakladı öleni,
ve o zamandan beri gördü
beşiğinde büyüyen bitkisel tanrıları.

Bükülerek ve yayılarak
serpti sıradağların kuştüyüne;
meyve sapları ve filizlerden yoğun bir ışık
saygı gördü topraksı bir merhemden
amansız yağmur kuşakları,
karanlık, sudan doğmuş geceler
ve sabahın sarnıçlarından yapılma;
ve gezegenin
metal levha ovalarında da,
genç bir yıldız halkına boyun
eğdi otların hükümdarı ombu ağacı,
o özgür hava, o seğirtken kaçış,
ve sallandı durdu bozkırda, ve
dizginledi onu
kökleri ve dizginleri dallanmıştı çünkü.

Amerika, ağaçlarla koskocaman büyümüş,
yabanıl akdikençalısı bahçeler arasında,
kutuptan kutuba beşik salladın sen,
yeşil ihtişam, sık orman seni.
Gece, kutsal ağaçkabuklu kentlerde
izin verdi, çınlayan kerestede
kudretli yaprağın filizlenmesine,
başlangıcın saklı taşına
ve doğuşa.
Amerika'ya özgü, yeşil dölyatağı,
tohum ağırlığı savana, paketlenmiş kubbe,
bir dal bir ada gibi doğdu,
bir yaprak bir kılıcın biçimini aldı,
bir çiçek yıldırım ve denizanası oldu,
bir salkım cismini yuvarladı,
bir kök karanlığa batırdı kendini.


Pablo Neruda

Bizler Susuyorduk

Bilmek acı çekmektir. Ve bildik;
Karanlıktan çıkıp gelen her haber
Gereken acıyı verdi bize:
Gerçeklere dönüştü bu dedikodu,
Karanlık kapıyı tuttu aydınlık,
Değişime uğradı acılar.
Gerçek bu ölümde yaşam oldu.
Ağırdı sessizliğin çuvalı


Pablo Neruda

Bolívar’a Şarkı

Babamız bizim, suskun göklerimizin her yanında
toprakta, suda, havadasın,
ey Baba, meskenimizde adını taşır her şey:
adın yükseltir şeker kamışını şirinliğe,
Bolívar gibi ışıldar Bolívar kalayı,
Bolívar volkanı üzerindedir Bolívar kuşu,
patates, güherçile, o özel gölgeler,
akıntılar, fosfor ışıltılı taş damarlar,
bizim olan her şey senin sönmüş hayatından,
ırmaklar, ovalar, çan kuleleri bıraktın bizlere,
mirasımızı, ey Baba, gündelik ekmeğimizi.

Senin küçük cesur asker cesedin
yaydı metalik biçimini sonsuzca:
birden belirir parmakların karda,
ve Güney’in balıkçısı ağında titreyen
gülüşünü ve sesini getirir hemen günle.

Ruhuna yakın yerde diktiğimiz gülün rengi ne olmalı?
Adımlarını hatırlatacak kızıl renk olmalı gülün rengi.
Nasıl olmalı küllerine dokunan eller?
Kızıl olmalı küllerinden doğan eller.
Ve nasıl olmalı kızıl yüreğinin tohumu?
Kızıldır yaşayan yüreğinin tohumu.

Bundandır ellerden bir çemberin etrafında durması.
Elimin yanında başkası ve bir başkası onun yanında,
ve sonra bir başkası, ta o karanlık anakaraya dek.
Ve hiç tanımadığın başka bir el daha
uzanıyor eline doğru, ey Bolívar,
Teruel’den, Madrid’den, Jarama’dan, Ebro’dan,
hapisten, havadan, İspanya’da ölenlerden
gelir elinin çocuğu olan bu kızıl el.

Kaptan ve savaşçı, nerde bir ağız
özgürlük diye haykırsa, nerde bir kulak işitse,
nerde kızıl bir asker ezse kahverengi bir alnı,
nerde özgürlerin defneleri yeşerse, nerde yeni bir bayrak
süslense bizim ünlü şafağımızın kanıyla,
ey Bolívar, ey kaptan – orada görülür senin yüzün.
Barut ve dumanda doğar kılıcın yeniden.
Yeniden nakışlanır sancağın kanla.
Kötüler saldırır tohumuna yeniden,
insanoğlu başka bir çarmıha çakılır yeniden.

Fakat senin gölgen umuda götürür bizi,
kızıl ordularının defneleri ve ışığı
görür Amerika’nın gecesi arasından bakışınla.
Gözlerin izler denizleri,
eziyet görmüş yaralı halkı,
ateşler içindeki siyah kentleri,
doğar sesin yeniden, doğar elin yeniden:
savunur ordun kutsal sancakları:
kanlı çanları sarsar özgürlük,
ve insan kanıyla boyanmış şafağın
önünden gider korkunç bir acı ses.
Ey kurtarıcı, barıştan bir dünya doğar kollarında.
Barış, ekmek, mısır doğdu senin kanından:
senin kanından türemiş genç kanımızdan
barış ve ekmek ve mısır gelecek kuracağımız dünyaya.

Bolívar’a rastladım geniş bir sabahta
Madrid’de, Beşinci Kıta’da,
"Baba" dedim kendisine, "sen misin yoksa sen değilsen
kimsin öyleyse?"
Ve bakarak Cuartel de la Montaña’ya dedi ki:
"Halk uyandığında uyanırım ben de, yüzyılda bir".


Pablo Neruda
Yeryüzünde Üçüncü Konaklama

Bolivya

Kazandı zaferi Belzu. Gecedir. Yanıyor La Paz
son silah atımlarıyla. Kuru toz
ve üzünç dolu dans yükseliyor
tepelere doğru, dokunmuş ay solgunu alkolle
ve korkutucu yeni nemlenmiş eflatunla birlikte.
Düştü Melgarejo, kafası
çarpıyor kanlı zirvelerin
mineralsi yumurtasına, altından
iplikler, altın işlemeli
süvari üniforması, parçalanmış
gömleği yüzüyor kötülük dolu terde,
yatıyor at dışkısının
ve yeni vurulmuşun beyni yanında.

Ve arasında beyaz eldivenlerin ve diplomat fraklarının
kabul ediyor Belzu gülücükleri Saray’da,
ve bölüşülüyor güç ayyaş yaylalardaki
esmer halk üzerinden,
yeni gözdeler kayıyor
cilalanmış salonlardan,
ve gözyaşları ve lambalardan bir hâle
düşüyor üzerine yanan barutla yarılmış kavalın.

Dalgalanan yığın arasından
gidiyor Melgarejo, fırtına dolu bir hayalet,
sadece hiddetiyle ayakta duruyor.
Kendi çevresindekileri dinliyor,
dilsizleştirilmiş yığın, yırtılmış
çığlık, yüksek sevinçlerin parıltısı yanıyor
dağların üzerinde, yeni
fatihin penceresi.
Hayatı (bir parça
kör kuvvet ve opera, kopmuş
kraterlerden ve yüksek platolardan,
bir asker düşü
kartondan kılıçlarıyla korunmasız bölgelerde
boşaltılan üniformalar, fakat yara var
korkutan, gerçek ölümler
ve gerçekten boynu vurulanlar, taşra alanlarında:
orada yatıyor maskeli şarkı korosu
ve Majesteleri konuşuyor
at gübresi, ipek ve kan arkasında duruyor,
ve ölüler sırasıyla, yok edilmişler, kaskatı,
sağır eden merhemleriyle
atik mızraklardan delik deşik olanlar)
düştüler en derin toza,
küçük görülmede ve boşlukta,
belki alçaltılmada yüzen bir ölümde,
fakat yenilgiden açıyor ağzını havada
kralsı bir boğa gibi,
altını üstüne getiriyor metalik kumun
ve atıyor zalim, sendeleyerek ileriye adımını,
bu Bolivyalı Minotaurus yönelmiş
haykıran altından salonlara doğru.
Bölüyor kalabalığı ve kesiyor ortadan
isimsiz insan topluluğunu, tırmanıyor
terbiyesizce devrilmiş tahta
ve atılıyor üzerine o galip liderin. Belzu
düşüyor yere, kolalı gömleğinin ön tarafı lekeleniyor,
kırılıyor bardak ve döküyor akıcı ışığı onun,
göğsü sonsuza dek delik deşik artık,
yangının kanla lekeli
yalnız bizonu saldırdığında,
atıyor bütün bedenini balkonun üzerinden
ve bağırıyor: "Belzu öldü". "Kim yaşıyor",
"cevap ver". Ve alandan
boğuk bir çığlığı yükseliyor toprağın, panik ve korkudan
kara bir çığlık: "Yaşasın,
evet, çok yaşasın Melgarejo, çok yaşasın Melgarejo",
ölenin halkı da aynı halk yığınıydı,
orada yatan ve sarayın merdivenlerinde kanayan
cesedi esenleyen aynı halktı: "Çok yaşasın",
diye haykırıyor o devasa kukla
kaplıyor bütün balkonu o parçalanmış giysisiyle,
savaş meydanından gelen kir ve iğrenç kanla.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı


Notlar:

Melgarejo 1864-71 yılları arasında Bolivya Başkanı’ydı. Melgarejo’dan sonraki Bolivya Başkanı, Belzu idi.

La Paz: Bolivya’daki en büyük kent, İllimani ırmağının kenarında kurulmuştur. Denizden yüksekliği 3600 metredir.

Minotaurus: Yunan mitolojisinde, Girit’teki Mikene kentinde Kral Minos’un sarayında bulunan canavar. Bir labirentte kıstırılmıştı. İnsan cesetleriyle beslenirdi. Kral Minos’un kızı Ariadne’nin yardımı sayesinde Atinalı genç prens Thesus tarafından öldürülmüştü.

Boş Eylemlerin, Sıradan Olayların Uçsuz Bucaksız Mısır Ambarlarında

Boş eylemlerin, sıradan olayların uçsuz bucaksız
mısır ambarlarında
kılçıkları ayıklandı yaşayan her canlının
mısır için, birincisinden yedincisine,
sekizincisine kadar,
ve yalnızca bir ölü değil
ama birçokları geldiler
teker teker ve kendiliğinden:
her gün küçük bir ölü, toz, kurtçuk ve lamba
varoşların bataklarında söner gibi, küçük bir ölü
kalın kanatlarıyla
delerek kendisini her insanın içindeki
bir mızrakmışcasına,
ve kuşatılarak ekmek ve bıçaklarla insan oldu,
davar-besleyicisi: bahçelerin oğlu ya da sabanın
karanlık kaptanı oldu,
ya da dar sokakların kemirgen hayvanı:
ölümü beklerken öldü herkes orda, kısacık
gündelik ölüm:
ve onların günlük, kekre kederi
titreyişle içtikleri kara bir kadeh gibi.


Pablo Neruda
Alturas de Macchu Picchu
Canto General

Botanik

Kana susamış litre ağacı ve hayırlı boldo çalısı
yayıyor türünü
hayvansı zümrütten kışkırtıcı öpücüklerinde
ya da taşlar arasındaki kara suların antolojisinde.

Ağacın tacındaki fışkın ele veriyor
kendi kar beyazı diş yarasını
ve yabanıl fındık inşa ediyor sarayını
kitap sayfalarından ve damlalardan.

Altemisa ve chepica sarmalıyor
oregano çiçeğinin gözlerini
ve sınırın parıltılı defnesi
kokuya buluyor uzaktaki idari ofisleri.

Quila ve quelenquelén sabahları.
Fuchisiaların soğuk lisanı
kaybolan üç renkli taşların arasında
haykırıyor köpüğüyle: Yaşasın Şili!

Altın yüksükotu bekliyor
parmağını karın
ve yuvarlanıyor zaman ateşin ve şekerin
meleklerini birleştirecek düğünü olmaksızın onun.

Sihirli tarçın ağacı
yıkıyor yağmurda safkan dallarını
ve atıyor yeşil külçelerini aşağıya
Güney’in bitkisel suyuna.

Ulmo ağacının tatlı çarkları
ağzına kadar dolu çiçeklerle
kaldırıyor kırmızı copihuenin damlalarını
sezerken gitarların güneşini.

Yabanıl delgadilla
Ve göksel poleo
raks ediyor çayırlıklarda yakın zamanlarda
Toltén ırmağının uyandırdığı genç çiyle.

Gizemli doca
kumda boynunu vuruyor morunun
ve arıyor deniz üçgenlerini
kıyıların kuru aylarına karşı.

Cilalı gelincik,
şimşek ve yara, ok fırlatılışı ve ağız,
ekiyor kendi al işaretlerini
yanan buğdayın üzerine.

Belirgin patagua
süslüyor kendi ölülerini
ve dokuyor kendi ailesini
kaynak suyuyla ve ırmak madalyalarıyla.

Paico otu yakıyor fenerlerini
Güney’in ikliminde, aciz,
gece geldiğinde
hiç uyumayan denizin üzerine.

Yalnız uyuyor meşe,
dümdüz, çok yoksul, çok aşınmış,
o berrak çayırlıkta çok önemli
yıpranmış ve eziyet görmüş giysisiyle
ve kutsal yıldızlarla dolu kafasıyla.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

Bozkıra Gömülü İnsan

Ben sadece tangodan tangoya
denersem o sonsuz çayıra ulaşmayı,
yabanıl mısır, uyurken ben, büyürse
sadece ağzımdan dışarı,
duyarsam ovalarda
atların gürleyişlerini,
toynakların hiddetli fırtınası
gömülmüş parmaklarımın üzerinden geçerse hızla,
öperim tohumu o zaman dudaklarım olmasa da
ve iliştiririm gözlerimin izini
görmek için serkeşliğimin sevdiği dörtnalayı:
öldür beni, vidalita,
öldür ve dağıt özümü
gitarın kısık sesli metali gibi.


Pablo Neruda
América, no invoco tu nombre en vano
Canto General

Bozkırın Üstündeki Güherçilenin Şafağıydı

Bozkırın üstündeki güherçilenin şafağıydı.
Kar beyazı dondurucu bir odası olan
bir gemiyle yola çıkan azotla
titredi gezegen.
Bugün görüyorum iz bırakmadan
Büyük Okyanus'un kumuna açılanlardan
arta kalanları.
Gördüklerime bakın,
altın'dan yağmurun sürüklediği, kasvetli çöp
anayurdumun gırtlağındaki irinden bir kolye gibi.
Bırak izlesin seni, ey gezgin,
Valparaiso'nun göğüne zincirli
bu kımıldatılmaz, delik deşik edici bakış.
Şili'li yaşar
çöp ve Antartik rüzgârı arasında,
acımasız memleketin esmer çocuğu.
Kırılmış camlar, cüzzamlı kireç-pudrası,
yıkılmış duvarlar, çökmüş çatı,
gömülmüş kapı ve balçık taban
güçlükle sarılırlar
dünyanın ince ekmekkabuğuna.
Valparaiso, kirlenmiş gül,
denizin kıstırılmış lâhiti,
yaralama beni dikenli caddelerinle,
rezil sokaklarının tacıyla,
bırak görmeyeyim yoklukla ezilmiş
çocuğu senin ölümlü bataklığında!
Halkıma ağlıyorum bugün
Amerika denen bütün memleketim boyunca,
kemiklerine dek kemirdikleri her şeye,
tatlı, harap edilmiş memelerine
aç köpeklerin işediği
bayağı ve paramparça edilmiş bir tanrıça
gibi köpük içinde bıraktılar seni.


Pablo Neruda
Sığınmacı (El fugitivo)
Canto General

Böcek

Kalçalarından ayaklarına
uzun bir yolculuk yapmak isterim.

Bir böcekten daha küçüğüm ben.

Tırmanırım yulaf renkli
bu tepelere,
yalnızca benim bildiğim
dar patikaları var,
yanmış santimetreleri,
solgun perspektifleri.

Hiç ayrılmayacağım
bir dağ var burada.
Ah, nasıl bir yosun yığıntısı!
Ve bir krater,
nemli ateşten bir gül!

İniyorum bacaklarından aşağıya,
bir sarmal örüyorum
ya da uyuyorum bu yolculukta
ve geliyorum dizlerine,
yuvarlak ve sertler
ışıklı kıtalardaki
sert doruklar gibi.

Kayıyorum ayaklarına doğru,
yarım adaları andıran
ince ve yavaş olan
ayak parmakların arasındaki
o sekiz açılışa,
ve onlardan düşüyorum
beyaz çarşafın boşluğuna
ve arıyorum şimdi
kör ve açgözlüce
yakan vazonun hatlarını.


Pablo Neruda
Kaptanın Dizeleri

Böylelikle, Bir Geceden Ötekine

Böylelikle, bir geceden ötekine,
Şili topraklarına çökmüş karanlıkla
birlik bu uzun saatte,
dolandım kapıdan kapıya sığınmacı olarak.
öteki alçakgönüllü evler bütün Anayurttaki
her bir saban izindeki eller
bekledi benim adımlarımı.
Geçtin binlerce kez
sana hiç bir söz söylemeyen bu kapının önünden,
bu boyanmamış duvarın önünden,
kurumuş çiçekleriyle bu pencere önünden.
Benim için gizlilikti bu:
benim için vurdu hiddetle,
bulunurdu kömürün bölgesinde,
şehâdetle asitlenmiştir,
Antartik adalar denizinin yakınındaki
kıyı limanlarında bulunurdu,
bulunurdu, bak dinle, belki bu
yüksek sesli caddede, gün ortasında
caddelerin müziği arasında,
ya da öteki pencerelerden ayırt edilemeyen
halk bahçesinin yanındaki
bu pencerede, ve bekler gibi beni
hazır bir tabak çorba
ve masa üstündeki bir yürekle.
Benimdi bütün kapılar,
Söylediği şuydu herkesin: "Benim biraderimdir O,
gösterin ona yolunu bu yoksul evin,"
onca işkenceyle lekelenmiş ülkem
buruk bir şarapüzümü-sıkacağı iken.
Tenekeci-çırağı geldi,
genç kız anneleri,
hantal köylü,
sabuncu, kibar bayan yazar,
umutsuz yazı-dairesine
bir böcek gibi delgiyle tutuşturulmuş
genç adam,
bunların hepsi geldi ve kapıları sakladı
gizli bir işareti, bir kule gibi
gözetlenmiş bir anahtar,
ki çabucak girebileyim diye içeriye
geceleri, akşamları ya da gündüzleri
kimseyi tanımadan söyleyebilmek:
"Birader, biliyorsun elbette kim olduğumu,
sanıyorum beni bekliyorsun."


Pablo Neruda
Sığınmacı (El fugitivo)
Canto General

31 Ekim 2014 Cuma

Dayan Ey Sevdam

tüm dağlara kar yağsa
sarsa dorukları boran
ve tüm ışıkları yutsa fırtına
dayan
ey sevdam
ey sevdası yarınların
dayan

şimdi
kavrulsam da ayazdan
sarsılsam da kaygılarla
sımsıkı sarılmak zamanıdır umuda

umuttur sevgiyle ürer
ve sevmek yürek işidir
ve büyütmek sevdayı
emek işidir

bin yılların çilesini
ve tutkusunu geleceğin
nakış nakış dokuduğum bu kilimi
yani emeğimi
yani yüreğimi
adıyorum sana

ey sevdam
ey sevdası yarınların
durmadan
yılgınlığa varmadan
dayan


Ayten Mutlu

Dörtlükler

I

sarılırsan hayata bir çocuk sevincinde
bin bir rengiyle bahar çiçek açar bahçende
zaman ak telleriyle okşasa da başını
kolay ölür mü insan umut varsa içinde


II

dupduru bir yürekle sevebilmek ne güzel
bir gönüle bin gönül verebilmek ne güzel
bunca yarım kalmışlık içinde bir an oldu
yoğrulup bütünleştik diyebilmek ne güzel


III

karışırken saçların saçlarıma o akşam
hüzünlü bir ırmakta yıkanıyordu zaman
yalnızlık sarılırken tükenmiş sevgilere
kimsesizliğimizdi paylaştıkça çoğalan


IV

ne bir hoşçakal dedin ne de yüzüme baktın
oysa biliyordum sen dünden daha sıcaktın
tanıktır yüreğimiz yaşadık bu sevdayı
ve bilmedi hiç kimse bende neler bıraktın


V

ne kaygılar ne ölüm ne zulmü karanlığın
çaresiz komaz beni senin yokluğun kadar
insanım tükenirim içinde yalnızlığın
gel çiçeklensin evren erisin uzaklıklar


VI

açar mıydı çiçekler güzelliğe varmasa
çürür giderdi tohum toprağa sarılmasa
açlık ölüme gebe analar çocuklara
sabah olmazdı insan yarına inanmasa


VII

geçmiş yaratıyorken bağrında geleceği
günışığı siliyor yeryüzünden geceyi
nasıl doğarsa yaşam ölümün kendisinden
yalan da emziriyor memesinde gerçeği


VIII

boyun eğmekten farksız bu kavgada yan çizmek
hep zamana sığınmak hep yarını beklemek
oysa malûmdur zaman bir devim içre vardır
koyulsa da karanlık yola çıkıla gerek


IX

gece biter miydi gün ateşler yakmasaydı
nesil sürer miydi can bedene akmasaydı
var etmektir en kutsal gerçeği var olmanın
devran döner miydi kul emek katmasaydı


X

aşktır ölümlerin varamadığı 
o en gizli tapınağı insanın 
açar kapısını güzelliğine 
insanı insanda aramaların 


XI

o sessiz çığlıktır deli taylarla koşar 
aykırı rüzgârdır eslak yelelerinde 
yangındır o en derin okyanuslarda başlar 
yaşar karlı dağların sonsuz hürriyetinde 


XII

tutsak bir öfkedir aşkın tarihi 
yalınlığın bilgesi her gün yeniden yazar 
kırmızı bir güldür, kanar avuçlarında 
sevda sararmış bir gül olur ağlar 


XIII

iki taşın arasında yaşandı bu aşk 
iki uçurum boyu, öyle derin ve çıplak 
şimdi içim kanatsız bir sarıca 
artık hiçbir kovuğpa sığmayacak 


XIV

rüzgârın kollarına düşerken 
ebediyyen seninim diyordu yaprak 
sarı saçlarını okşayan dala 
güz ayrılık şarkısını unutuverdi


Ayten Mutlu

Femina

nasıl bir ayin gerek bu lanete Femina
yaşamının kırıkları birleşsin diye
hangi büyülü ezgiyle dans edeceksin
yeni günün şafağında?

bin yılların laneti bu Femina
başka gün yok başka dünya
hadi dans et, elinde bir tas zehir
ayak bileklerinde demirden halkalarla

sıkılgan hecelerin sedef çiçekleriyle
kanırt çivisini tüm kutsal kitapların
Femina dans et ince topuklarınla
sars kızıl opalini toprağın

uzun kürklü hayvanların ininde
soğuk yıldızların ince yılanı
gibi kıvrıl Kybele ananın suretinde

başka gün yok başka dünya
boyun eğişlerin gururlu zilleriyle
çal bin yıllık aldanışı Femina

içinde eskil ritim, yırtılan etin sesi
umarsız sessizliğin iç çekişleri
eşlik edecek senin dansına

işaret bekleme sim gölgeler çağından
ışığın içindeki gölge gibi gel
ballı şerbetleri yudumlar gibi
iç aykırılığın saf içkisini
yaz buğusunda yanan ülke gibi gel

aklın deliliğe çarpan kıyılarından
bay tanrının yatağından
sisten çık gel siyah tüller içinde

siyah güller içinde
dantel tencerelerin kızgın köpüklerinde

hadi dans et, çoktan başladı ayin
büyülü ellerinle çal aşkın zillerini
Femina, uysallığın çılgın gelini

dans et, siyah iplik gününde parlak taşların
dans et, lanetli çığlığıyla bataklık kuşlarının
dans et, usanmış askeri gündelik savaşların
dans et, çağıran ritmiyle kaybolmuş hayatların

başka gün yok başka dünya
yeni günün şafağında
Femina
dans et


Ayten Mutlu

Gitme

dur
uyanan güz çiçeklerinin
alazlanan taşların
çalınmış yazgıların
ve ıslak hüzünlerin
ülkesi olan

yanımda kal

o vahşi güzelliği gitmelerdeki
bu günlük
çöl rüzgârlarına bağışla ne olur

kalırsan
akşam ve bulut ve gökyüzü ve çimen
ve gün ve kahkaha ve hüzün
ve yalnızlık
-o gizi ömrümüzün-

bu eski hikâyede ne varsa yaşanmayan
başlayacak birazdan

gitme


Ayten Mutlu

Gitmek

gün gelir insan anlayıverir
tek başına yaşlanan bir ağaç olduğunu
o yüzden kederi yazmak isteyebilir
rüzgarın gövdesinde açtığı yaralara

sonbaharda şaşarak öğrenirsin
yaprakların rengine inanmamayı
ve zamanın o müthiş yalanını
o müthiş yalanını tutkunun, ihtirasın
anların, anıların,
çılgın bir nehir gibi kör koşularda
yaşadıklarının ve yaşayamadıklarının

dağlarda, odalarda, avunmalarda
çoğaldın sandığın azalmalarda
ışığını yitirmiş o ölü yıldızlarda
düşen bir yaprağın son gülüşünde açan
yankısız çığlıklarda

şaşarak öğrenirsin
zamanın ve hayatın büyük sırrını

gök sadece yağmura anlatır sonsuzluğu
oysa unutur damla toprağa değer değmez
yağmurun da kederli bir ülke olduğunu

unutmaktan başka güz yokmuş gibi
ve hayattan daha gerçek bir yalan

toprağa ne söyler yağmurun sesi
bir şarkı mı, bir şiir mi, bir güz hikayesi mi
yaşlı bir ağaç olsan, çırılçıplak bir ağaç
ne söylerdin, kalbinde esip duran rüzgara?

"beni terk et
içimde sonbahardan başka bahar kalmadı"

belki de gitmektir aşk, sadece gitmek
avare bir kederi sarıp yaralarına
rüzgarın devirdiği bir ağaç gibi
köklerini sessizce bırakarak toprağa


Ayten Mutlu

Göç

sürüklemek maviye doğduğun alacayı
serçenin kanadına
asıp bir akbabayı


Ayten Mutlu

Gün Bitecek

I

gün bitecek paramparça döneceksin kendine
silmeye çalışarak geceden suretini
aynaya bakacaksın içindeki deliye

kim bilir hangi aşkta bıraktığın gülüşün
kırıkları olacak yaralı bakışında
aynalarda gördüğün
son cesettir kendine öldürdüğün
diyecek gözlerinde kırılan ayna

sen geceden gizleyip suretini
gövdendeki hayalete sarılacaksın
tanıdık kokular kesecek bileklerini
yırtık fotoğrafları yeniden yırtacaksın


II

geceyi örtse de geçtiği mevsimlere
hâlâ yalanların en güzelidir aşk
sarışın acılar gizlenir gölgesine

böyle diyecek ayna, yine inanacaksın
ilk kez inanır gibi huzura ve lanete
paramparça bir yüzün son gülüşünden kalan
cam kırıkları hâlâ kanarken yüreğinde

geçtiğin sokaklara yeniden dönmek için
içindeki delinin ardından koşacaksın

sustuğun aşklar gibi konuşkan
yalnızlığın gibi bin parça
yeni bir gün çizerek yüzündeki aynaya
kendine yeniden başlayacaksın


Ayten Mutlu

Güz Kuşları Uçmadan

şimdi gidip yağmurları bulayım
ıslanayım güz kuşları uçmadan
ben bu şehirlerde duramam artık
usandım yabancı yaşamalardan

herkes kendine gitti, çürüdü hüzün bile
aşk belki de hiç yoktu, bir düştü anımsanan
yarım kaldı şiirlerim evrak masalarında
yoruldu sesim dönüp kendini aramaktan

kimseye bir şey olmaz, bırakın beni
saatler yine çalar kırılır uykuların elması
yine kusar minibüsler şarkılarını
sekiz vapuru bensiz de ayrılır sabahlardan

yapmayın, çocukları salmayın eteğime
bezginim çalan zillerden, telefonlardan
ben bu masaları koyar giderim işte
"iyi günler"iniz bile hüzünlenmez ardımdan

gitmeliyim o yağmurlar dinmeden
çekip gitmeden rüzgâr o düş sağanaklarından
bırakın yüreğimi aşklar böyle yaşanmaz
yaşanmaz keder bile sırılsıklam olmadan


Ayten Mutlu

Hayat

Hades'ten geliyorum, ayağım toprak 
yürüyorum Hades'e 
göğün mavi korlarına basarak


Ayten Mutlu

Her Şey Ne Kadar Yakın Ve Nasıl Uzak Şimdi

bilmem nasıl geçti elime
çocukluğumun anı defteri
uzun kumral bir saç teli
uzanıp eski yıllardan
merhaba deyiverdi

sanki buldum yeniden o günleri
beyaz yakamı, kardeşlerimi
omuzlarından çağlayan gibi inen
gür ve kumral saçlarıyla
yirmi sekizinde annemi

ne güzeldi ve ben onu nasıl gizli severdim
çalmak mıydı onu biraz kardeşlerimden
akşam üstleri uzatıp başını pencereden
adımı seslendiğinde yanıt vermeyişim
ve unuttuğunda söylemeyi
ellerimi yıkamadan oturuşum sofraya
nedensiz hırçınlığım
ağlamalarım sonra kimseye göstermeden

ah o benim Bandırma’lı çocukluğum
hiç anlamadan geçiveren yıllar

arada bir değişen ve hep birbirine benzeyen
o hiç suyu akmayan basık tavanlı
kira evlerinin gecelerinde
kısıp usulca gaz lambasını
uzun yol şoförü babamı beklerdi

bitmeyen bir yokuşu tırmanan yorgun
ve ağır tekerlekleri gibi kocaman bir kamyonun
bezgin miydi yüreği bekleyişlerden
o uzun gecelerin karanlığında
neler duyardı o yaban kasabanın
iplik iplik ördüğü yalnızlığında
ve neleri paylaşırdı babamla
geleneklerden
ve bizden başka

ne çok çiçek olurdu saksılarda
anlatırdı bazen köyünün uçsuz kırlarını
kırlangıçlarını, dere boyunu
ikinci savaş yıllarının
bıçak gibi kesiverdiği çocukluğunu
ama anlatmadı hâlâ
nasıl verdi toprağa
yiğit bir oğulu

hiç kendisinin olmadı hayatı
ve hiç yakınmadı yazgısından
asla bir şey istemedi kendisi için
kocasından ve tanrısından

şimdi ne kadar uzak kumrallığı
bilmiyorum saçları mı daha ak
yazgısıymış gibi taşıdığı yazması mı

o gülen gözlü çağlayan saçlı kadın
çıkıp gelse ötesinden yılların
suları dört yana saçılmış bir sebil gibi kırgın
ve çökmüş bu kadını
acaba tanır mı?


Ayten Mutlu

30 Ekim 2014 Perşembe

Islak Yaprak

Doğan Ergül için


I

şaşırmayı hâlâ unutmamışım
işte yine ağzımda o acı su
ne zaman öğreneceğim tanrım
her zamansız gidişin
bir yaprağın kalbine olduğunu

yaşamaktan yaralı bir tümce nasıl
şaşırırsa ölümüne sözcüklerinin
öyle şaştım ebedi sandığım sevinçlerin
bitivermesine orta yerinde

gözyaşı kadehi de kırılabilirmiş
acıyınca içinde biriken hayat
unutkan zamanın sırça teninde
bir çıt! sesiyle kırılan bir kalp
şaşarak anlarmış kanadığını şarap
lekeleri dağılırken geceye


II

yorgundun, yanıltmak içindi yorgunluğu
sessizce gülümserdin baktığın yere
dağılırken yüzünden siyah bir ışık
o siyah ışığın kırdığı rüzgâr
dindi işte, kederi yazmak için
gözlerinde taşıdığın şiire

susma, o eski yalana sarın ve söyle
sonsuzca açan gülüne aşkın
yağmurda izlerini arayan çöle
anlat
her zamansız gidişin
zamansız bir dönüşün ülkesi olduğunu

çekil şimdi biriktiğin gözyaşı damlasına
hiç bitmeyecek bir yoldan gelen
yağmurun çıplak bir ağaçta unuttuğu

o ıslak yaprağın içinde uyu


Ayten Mutlu

Kar Taneleri

ellerinden yağardı
en güzel yalanından dünyanın
bedenimde titreyen kar taneleri

hangi sevişme bir vedadan daha uzundur
nedir ki aşk çağımızda bir merhabadan başka?
demiştin ya, aşk
kış yorgunluğu gibi yürürken aramızda

bir merhaba yeterdi güneşi ısıtmaya

gecenin gömdüğü gümüş bir yıldız gibi
mermer bir unutuşun mücevherine
bağışladım kar sesini
yüreğinde
donup kalmış kışın merhametine

kurudu bir içdeniz, güneş çekildi
bir mevsim gözlerini bırakıp gitti
kar kokan bir rüzgarı çıkarıp sandığından

derken bir 'merhaba' sildi kendini
içimdeki ülkelerin haritasından

gecenin gömdüğü gümüş bir yıldız gibi
öyle sevdim ki, unuttum sevmeyi
bağışlamaz beni artık hiçbir hatıra


Ayten Mutlu

Nereye?

ömrün izdüşümünden
kırık bir çizgi gibi
sonrasız gelip geçen

kavakların sesinden
ayrışan kimya gibi
rüzgâr diline küsen

ey sen kesiştiğim güz
böyle gülsüz
nereye?

yıldız tozlarının diş izleriyle
soluğunda soluduğum kilitsiz
yüreğini koyup mendil cebine

soluk sahra güncesi, buluştuğum giz

sensiz
durmaz bu tül akşamsefalarında
cam kırığı geceden düşler de gider

bir üveyik bile geri kalmaz yangından

bu senin gittiğin ya
eşkiyalar inmez olur dağlardan

bırak çeksin tetiği bu aysız sayfa


Ayten Mutlu

O Düşler

o düşler
yüreğime yağmurlarla düştüler
geçerken içimdeki göçebe iklimlerden
beni bir kez olsun terk etmediler

o düşlerdi, anızlarda, çitlembik göllerinde
elmas küpelerinde çıngıllı sabahların
onlardı çılgın akasyaların
salkım saçaklarında
çangır çığlık uçuşan

çingene çiçekleri o köy evinin
göç yorgunu telgraf direkleri
günü-birlik kaygılar,
saz benizli sevinçler
elim- sende sevgiler, ak dikenler içinde

o düşlerdi gizlenen
yer altı kentlerinin loş tünellerinde
kıvılcımlar, korkular, yalınayak acılar
bataklıklar, ihanetler içinde

ve mercanlar içinde
mezarlıklar, karlar, buz tutmuş yollar
ateşler, genç ölüler
tutuşan parmaklıklar
karartılan ışıklar, çürüyen otlar
yalnızlıklar içinde

paramparça,
acımasız
ve korkunç güzeldiler

onlardı
kalbimde ateşlerle peşine düştüklerim
bir başıma soluksuz koştuklarım
onlaraydı, her yanlıştan bir kurşun

o düşler
kırılgan aşklar gibi mağrur
ve en baştan yeniktiler

nerde şimdi gözlerimden çalınan o gülüşler?

o düşler
köpüklerde eriyen martı sesleri
orman kokulu rüzgâr
yağmur sonrası inen derin sessizlik gibi
uzaklarda yittiler

-bana özlemlerin acı yeşili kaldı
derin nehirler gibi kocamış yeryüzünde

o düşler
yağmalayıp yüreciğimi
akan günle gittiler

ne yazık
ay ışığı bile onları geri veremez artık

örtün kalbim ıssızlığın mor yorganını


Ayten Mutlu

Ölüm

sırça atın mavi kanatlarına 
inen sabırsız balyoz 
karışırken yelesi rüzgârın saçlarına


Ayten Mutlu

Ölüm Gibi

işte sevişmek bitti
ölüm gibi devam ediyor gece

aşk henüz gidilmemiş bir ülkedir, diyorsun
ne kadar uzak gitsen çıkamazsın teninden
kendinden çıkamazsın ne kadar yakın gelsen

sessizce dinliyorum gecenin çanlarını
açık bir yara gibi çalıyor çanlar
vuruluyor sesinde çanların hayvanları

çıkamıyorum senden ne kadar uzak gitsem
sana varamıyorum
ne kadar yakın gelsem

gözlerinde
acının ürperen tenini okşuyorum
nereye akar, hangi ölü denize
istiridyeden koparılan incinin kanı
biliyorum

ölüm gibi devam ediyor gece
susamış bir yangını söndürerek kalbimde
çekiyorum körelmiş bir ateşin bayrağını
sesindeki çanların en yüksek kulesine

kapanıyor gecenin ağır kapısı
sonsuz mavi bir cam kırılıyor içimde

öpüyorum
öper gibi gözlerini son defa
ölüm gibi bir aşkın gözyaşlarını


Ayten Mutlu

Sen Gittin

rüzgârın şarkısı dindi
silindi ışıltısı akağaçların
bir karanfil daha düştü intihar akşamına
sen gittin

artık sonsuzca gittin
hangi hatmi açar artık bu kentin parklarında
örselenmiş yüreğinde gecenin
alıp gittin beklemeleri de

gittin
hangi dingin uykuda seninle giden
hangi düş avutacak yastığımda unuttuğun geceyi
bir bıçak kırıldı içimde
ey aşk
koru beni

yeniden başlamalar kapatsın kapıları
çeksin perdeleri alışkanlıklar
ödenecek ne kaldı
aşka

ah, yürüsem
bütün sokaklarını yürüsem ay ışığının
bütün kederleri denize giden


Ayten Mutlu

Sevdiğini Düşünmek

havuzlu bir bahçede
kuş sesleri gibi bir şey sevdiğini düşünmek
hapisten yeni çıkmış bir dostun
yanındaki iskemlede gülümseyen solgun yüzüne
dokunuvermek

düşünmek sevdiğini
çakıllara söylediğin o eskimeyen şarkı
yüreğinin en sıcak vuruşuyla
tutuşturmak sönen bir kıvılcımı

kaybolmuşken karanlığın içinde
çamurlarda bulduğun o yaralı kuş
yanıveren ışıklar uzak bir pencerede
yorgun ayaklarında düzlüğe varan yokuş

kalabalık sofralarda yerinin ayrılması
yalnız sana söylenmiş günahların
ağırbaşlı suskusu
akbardaklar kar altında uyurken
saçaktaki rüzgârın uğultusu

sevdiğini düşünmek
çekivermek denizden balıklı bir oltayı
çocukluğun gökkuşağı uçurtmasıyla
yakalamak en uzak yıldızları

tek başına bile kalsan yorgun kalabalıkta
bilmek haklı olduğunu
upuzun bir kavgada

ve anlamak ki sevmek
ilk ılık esintiye çiçeklerini açan
erik ağacı gibi kuşkusuz ve kaygısız
yüreğini serivermek
hayata


Ayten Mutlu

Sualimdir

al şafağı alda alazlandıran
ala günde gülhatmiyi güldüren
güzellikle yüreğinin arası
kaç adım a sevdiğim?

rüzgârda salınan başaklarını
ak una adayan akça buğdayın
onuruyla yüreğinin arası
kaç adım a sevdiğim?

gökçe çeç üstünde alıcı kuşlar
gömütlerde selvilenirken açlar
kavga ile yüreğinin arası
kaç adım a sevdiğim?

ceren hayat ensiz kılıç üstünde
sınanırken direnç gönül destinde
sevda ile yüreğinin arası
kaç adım a sevdiğim?


Ayten Mutlu

Taş Ayna

gecenin terli etinde
hayat, o ağır yele
savuruyor hiçliğin tozlarını
çınlayan reklam ışıklarına
demirli gölgelere

afişler kımıldıyor yorgun caddede
bir kahkaha, ipekten bir çekiçle
kırıyor taş aynasını
zamanın
rüzgâr kristalleri
dağılıyor gecenin ellerinde

dans ederek geçiyor şenlik alayı
ışıldayan altın külçeler gibi
gecenin buz tutmuş gözlerinde
parıldıyor
yalnız bir atın sessiz yaşları

hayat, o ağır yele
uçuşuyor
yıldızların sönmüş nefeslerinde
yaşlı bir at ölüyor
seğiren karlar üstünde

yaşlı bir at ölüyor
minicik bir yıldız gibi doğan bir at
bakıyor dünyaya soruların içinden
inleyen karlar üstünde

tanrılar ve adamlar görmüyor onu
zıplıyorlar gecenin neşeli güneşinde
bir geliyor bir gidiyor ışıklar
ürperen karlar üstünde

bir leke gibi duruyor at caddede
uçacak bir tüy gibi ağır ve ince
hayatın kıyıları uzaklaşıyor
soluyor kar çiçekleri yüzünde

dans ederek geçiyor şenlik alayı
kahkaha
çığlık
at
çöp yığını
hiç

gömülüyor
kalplerin çürüyen gecesine


Ayten Mutlu

29 Ekim 2014 Çarşamba

Telefonda

beni hiç merak etmemiştin sen
şimdi ben merak ettim,

sana ne oldu?
bu tınıyı bir yerden tanır gibiyim
gecenin bıçakları kalbime saplanırken
sözlerinden sesime dökülen yorgunluğu

hiç merak etmemiştin
kış güneşlerinin ağaçlarından
koparılmış bir yaprağın sarındığı uykuyu
ne zaman yağmurla insem ormanlarına
senin dallarında kuşlar uyurdu
ne oldu?

birdenbire anımsamış gibisin
bir yaz gecesi estiğin fırtınada
buzulun içine gömdüğün ruhu

beni hiç merak etmemiştin sen
küheylan bir rüzgar gibi çekip giderken
hiç merak etmemiştin savurduğun külleri

demiştin ya, unut beni
su bile dönüp bakmaz geçtiği kıyılara
beni eksik bir çan gibi
gömmüştün sesimden uzak uğultulara
şimdi ne oldu?

anlıyorum, seni de terk etmiş sevdiğin biri
üzülme,
ateş yakar ve söner
ve açmaya devam eder kır çiçekleri... 


Ayten Mutlu

Uyandırmak İçin Seni

uyandırmak için seni
ayışığı sonatından geceyi çaldım
ıssız bir şehre gittim hiç gitmediğin
sessizliğe bilmediğin şiirler fısıldadım

rüzgârların dindiği kıyılarda
öykünü dinledim ıslak kumlardan
deniz uyuyordu ayak ucunda
aramızda tüy gibi uçarken zaman

aralık perdelerden yüzüne düşen
ayın tenha seslerini okşadım
açıklarda yitmiş bir yelkenliden
eğilip sulara gölgeni öptüm

kimsesiz çocukların ince parmaklarıyla
dokundum düşlerinin kırılmış aynasına
eski resimlerin soluk çizgilerinden
ellerini seyrettim mağaralarda

uyandırmak için seni
bütün geçmişini yeniden yazdım
bir gül iliştirip yalnızlığına
unuttum ne varsa unutmadığın

uçucu bir kokuyla sardım yalnızlığını
bir dağ gecesi gibi ürperdi tenin
soluğundan soluğuma uzanan
uzun bir yol diledim

uyandırmak için seni
alnına solgun düşen saçlarını seyrettim
sonsuzluğu çağırdım avuçlarından
kayan bir yıldız gibi ölürken kalbim


Ayten Mutlu

Rüzgar

kadın kum tanesinden bile küçüktü 
daha küçüktü deniz kadındaki acıdan 

esip duruyordu o eski rüzgâr 
denize ve Samayolu'na aldırmadan 

ve kadın yürüyordu çıplak anılarıyla 
kumlara ve yıldızlara basmadan


Ayten Mutlu

Ve Gittikçe Irayan

buğulu bir camdan bakar gibisin
gözlerinde bu dalgın, bu yorgun bulut
yüreğimde güz kıyamet fırtınalar koparan
bu dargın bulut

yaban bir yağmur sonrası sesin
dallarına çekilmiş durgun bir çınar
gibi sakin
suskunluğu telâşsız sözlere sarıyorsun
yüreğim örselenmiş kırık kanatlarıyla
düşerken avucuna
anlamıyorsun

böyle mi biter aşklar
gün batımına uçan göçmen bir kuşun
yitivermesi gibi
bir rüyanın ansızın bitivermesi gibi

nasıl unutursun?
nasıl unutursun beni sevdin
harlı ateşler yaktın karanlığıma
aşkların haraç mezat satıldığı dünyada
yıldızları birer birer indirdin saçlarıma

seni sevdim
kocaman bir dağ gibi genişledi yüreğim

ne çok şeyimiz vardı anlatacak
kimsenin bilmediği ne çok şeyimiz
ne çoktuk, ikimizdik, ne çoktuk
ne güzeldik, hiç olmadığımız kadar

sen alır gelirdin kendini
beni getirirdin yüreğindeki
öyle anlardı, aşardık insanın yazgısını
nasıl unutursun?

giderdin
masamda söylenmemiş şiirleri bırakıp
sen gelinceye kadar
nasıl da yalnızlıktı yastığımda unuttuğun
ve artık hep yokluğun…

bir rüzgârdı, kapandı pencereler
son sesleri bunlar ezgimizin
duyuyor musun?
gidiyorum
kal, demiyorsun

şimdi bozkırlarda usul usul ağlayan
kahır yüklü ağır bir tren gibiyim
kimsesiz bir aşkın ayak izinden
uzak yıldızlara doğru yol alan
ve gittikçe ırayan
ve gittikçe ırayan


Ayten Mutlu

Yalnız Değildir İnsan

gece
ipince bir yağmur gibi indi
sustu sular
yıldızlar savurarak gümüşten saçlarını
toprakla öpüştüler

ufkun ulaşılmaz çizgisinde yer
yasladı yorgun başını göğün geniş göğsüne
bin yılların sevdalısı dalgalar
çakıltaşlarında harelendiler

titriyordu kirpikleri
uykusunda gülümseyen çocuğun
usul usul fısıldarken
sonsuzluğun o gizemli ezgisini rüzgarlar
Samanyolu'nda bir yerde
yalnız değildi insan
yalnız değildir insan


Ayten Mutlu

Yaralı Hayvanlar

ağır ölümlerdik hızın kanatlarında
sadece korkuydu bizi besleyen
ateşin ağzında yaşıyorduk gövdeyi

teni adımlıyorduk ateşin küllerinde
geceden sonrayı hiç bilmiyorduk
unutmuştuk nasıl sevdiğimizi
yaralı hayvanlardı aşklarımız da

yaralı hayvanlardık aşklarımızda
kendimizi ötekiyle değişiyorduk
çoğaldı yüzlerimiz azlığımızda
başkasıydık başkasını bilmeyen

ne çoktuk, var mıydık, sanıyorduk
uzun yolduk, yorulduk sesimizi
ormanları gömüp dallarımıza
sessizliğin köklerinde uyuduk

çürüdü sessizlikte köklerimiz de
değmeden okşadık etin yılanlarını
sanal sevişmelerin karanlığında
kalbimize buzdan şatolar kurduk

şatoların buz tutmuş kalplerinde
gövdenin ağzından öpüyorduk ateşi
yaralı hayvanlardık inlerimizde
korkuydu kanımızın yorgun bekçisi

korkuydu bekleyen kanımızın evini
zamanı yitirdik an’a sıkıştık
mermeri tırmalıyor içimizdeki hayvan
tümcesini yırtan bir kağıt gibi

kağıdını yırtan şaşkın bir tümce gibi
söküyoruz hayatın ilmeklerini
giyecek ben’imiz yok yalandan başka


Ayten Mutlu

Saklambaç

ebenin gözleri doğuştan kördü 
sobelemek isterken mavi Tansık Kuşu'nu 
açıldı gözleri ölümü gördü


Ayten Mutlu

Sen, Düşüm Benim

izlerinde içim gümüşleniyor
yerçekimsiz tozlarla uçuşuyor renklerim

ah, narin kürekleri savrulma duygusunun

tanıyorum ellerimle ürperen geyikleri
seslerin avcısına koşuyorum, gizlenen
yabanıl bir ışıkta saydamlaşıyor gizem

kıl heybemde bozkırın sirenleri
seriyorum kilimimi göçebe çadırına

ah, haritaların kılıçtan tapuları

bir barbar bir akıncı tenim
hoyratça dalıyor terinin ırmağına

ah, yılkıda koşuşan gecikmişlik duygusu
bu, atlarsız kalınan sabahın altın kurdu

dizlerinde gümüş, ah düşüm benim
kıl heybemde sirenleri bozkırın
gitmek gibi sızılı bir titreşim ışıklarda


Ayten Mutlu

Yalnızlık

ruhundaki delik deşik bıçkın kayığı 
terkedip girdapların çılgın dansında 
sığınmak mavisiz bir limana


Ayten Mutlu

Yol Ayrımında

hüzün ikizidir aşkın
birlikte otururlar yol ortasında

ah serkeş güzelliği elmas sevişmelerin
çağırmasın beni artık çılgın krallığına
diş izi çoğaldıkça bitiyor elma

kayalık dalgalarınla dinle beni
deniz çıplak uzanır tuzun beyazlığına
sen kendi düşlerinden asıldın mı hiç
yeni bir çığlık öğret yanıtlarına

hüzün derindeki izidir aşkın
birlikte susarlar yol ayrımında


Ayten Mutlu

28 Ekim 2014 Salı

Brezilya'lı Prestes

Majestik Brezilya, hangi sevdayı
beslemedim ki sana karşı
oturmak için kucağında senin,
sarıp sarmalamak için kendimi muhteşem yaprağınla,
o bitkisel gelişmende, zümrütlerin
yaşayan çöplüğünde: gözetlemek seni,
Brezilya, senden doğan
papazsı ırmaklardan,
dans etmek teraslarda ırmak-ayının
ışığında ve yaymak kendimi
senin ıssız bölgelerinde
ve beyaz metalik
kuşlarla çevrilmiş büyük hayvanların
çamurdan doğuşunu görmek.

Kaç tane körfez armağan etmeyecektin ki bana.
Ey, yeniden girmek içeri mısır holünden,
varoşlara gitmek, yabancı göreneklerinin
duyumsamak kokusunu, inmek aşağı
senin dolaşımının merkezine,
ta cömert yüreğine senin.

Ne ki yapamam.

Bir keresinde Bahia'da acının varoşunda
verdi kadınlar bana,
o eski köle-pazarında
(ki bugün aynı toprakta yaşıyor eskisi gibi
yeni kölelik, açlık,
paçavralar, acının koşulları) ,
bazı çiçekleri ve bir mektubu,
şefkatli bazı sözcükleri ve bir kaç çiçeği.

Ayıramam sesimi acı çeken her şeyden.
Biliyorum ne kadar görünmez gerçek
senin kıyıların, doğal sahiller
armağan etmeliydi bana:
Biliyorum bu gizli çiçek, bu başkaldırmış
sürüsü kelebeklerin,
bütün hayatların ve ormanların
bereketli mayası
bekliyor beni
sınırsız rutubet hakkındaki teorileriyle,
ne ki yapamam, yapamam
başka bir şey bir kez daha sessizliğinden
ayırmak halkın sesini,
yükseltmek onu yabanıl ormanın
en parıltılı tüyü gibi,
koymak onu yanıma ve sevmek onu
şarkı söyleyene kadar dudaklarımda.

Bu yüzden görüyorum Prestes'i özgürlüğün
yolunda, seninleymişcesine
Brezilya, kapalı sanılan kapılarda,
acıya tutuşturulmuş, açmak olanaksız.
Prestes'i görüyorum, sütunları yeniyor
açlığı, yolda yabanıl ormanı geçerek,
Bolivya'ya doğru, takibine uğramış
solgun gözlü zalimin.
Halkına geri döndüğünde ve dokunduğunda
kavganın çankulesine,
içeri tıkıyorlar O'nu, ve karısını
teslim ediyorlar Almanya'nın
kara cellatlarına.
(Şair, arıyorsun kitabında
eski Yunan acılarını,
dünyalar vuruldu zincire
geçmiş lânetlerle,
senin burulmuş gözkapakların aceleyle seğirtiyor
yeni bulunmuş acılara,
ve görmüyorsun kendi kapında
okyanusların halkın kara göğsünü
kırbaçladıklarını.)
Şehitliği sırasında doğar kızı.
Ne ki yok olur gider O
altında savaş baltasının, gazın içinde, Gestapo'nun
kaatil gölcüğü içinde
boğulmuş.
Ey, mahkumun
acıları! Ey, yaralı liderimizin
acılarından ayrılmış
öngörülemez acılar!
(Şair, okşa kitabınla
Promete'yi ve zincirlerini O'nun.
O eski masalın yok hiç
bütün bu sönmüş büyüklüğü,
bütün bu dehşet veren trajedisi.)

Onbir yıl tutuyorlar Prestes'i
arkasında demir parmaklıkların
ölümün sessizliğinde
cesaret edemeden öldürmeye O'nu.

Hiç bir haber ulaşmıyor halka.
Siliyor Prestes'in adını
zorbalık karanlık dünyasında.
Ve onbir yıl dilsiz kaldı adı.

Ama yaşadı adı bir ağaç gibi
halkının arasında,
onurlandırıldı ve beklenildi.

Özgürlük gelene dek
O'nu hapiste bulana dek
ve yeniden dışarıdaki ışığa yükselene dek,
sevgili, utkulu ve dostça,
kurtarılmış üzerine atılan
bütün o nefretten.

Anımsıyorum 1945 yılında
O'nunla Sao Paulo'da birlikte olduğumu.
(Zayıf ve sağlam bir yapısı vardı,
sarnıçtan alınmış
fildişi kadar solgun,
temiz havası kadar ince
yalnızlıkların,
büyüklük kadar ak-pak,
acıyla korunmuş.)
İlk kez konuştu
halkına, Pacaembe'da.
O büyük stadyum dolup taşıyordu
O'nu görmeyi ve O'na dokunmayı bekleyen
yüzlerce binlerce kırmızı yürekle.
Betimlenemez bir şarkı
ve şefkat dalgasıyla geldi,
yüzlerce binlerce mendil bir orman gibi
hoşgeldin diyordu sallanarak.
Ben konuşurken bakıyordu bana
derin gözleriyle.


Pablo Neruda
Los libertadores
Canto General
1949

Brezilya

Brezilya, Eurico Dutra, sıcak
ülkelerin ürküten tavus kuşu,
zehirli havanın
acı dallarıyla şişman,
kara kurbağa Amerikan ayımızın
siyah bataklığından:
altın düğmelerle ve küçük gözlerle
boz mavisi bir sıçan gibi:
Ah, Tanrım, zavallı aç
annemizin bağırsaklarından,
bütün bu düşten ve kurtarıcıların
parıltısından, maden dehlizlerindeki
bütün bu terden,
geniş tarlaların bütün bu
sonsuz yalnızlığından
kaldırıyorsun sen, Amerika, tek bir kerede
senin gezegensi ışığına
bir Dutra’yı, sürüngenlerinin uçurumlarından
zorla çekilmiş, senin tembel
derinliğinden ve tarih öncenden.

Ve işte böyle olmuştu!
Sizler, Brezilya’nın
duvarcıları, yumruklarınızla vurun sınıra,
sizler, balıkçılar, ağlaşın geceleri
kıyıların suları üzerine,
paramparça ederken Dutra küçücük
yabandomuzu gözleriyle
basımevlerini bir baltayla,
yakarken kitapları alanlarda,
hapse atarken, takip ederken ve kırbaçlarken
yayılana dek sessizlik
karanlık gecemizde bizim.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

Brüksel

Yaptığım her şeyden, yitirdiğim her şeyden,
şaşkınlıkla kazandığım her şeyden, kekre demirden,
yapraklardan, yalnızca birazını sunabilirim:

Korkutulmuş bir tat, bir ırmak o yakan
kartalların tüyü örter azar azar, kükürt ekşisi
azalması taçyapraklarının.

Artık bağışlamıyor beni bütün tuz,
ya da gündelik ekmek, ya da deniz yağmuruyla
tüketilmiş o küçük kilise ya da gizli köpüğüyle
kemirilmiş kömür.

Aradım ve buldum, zahmetle,
toprağın altında, korkutan bedenlerin arasında,
solgun ağaçtan bir çeşit diş
gelen ve giden altında o sert asidin,
ölüm savaşı maddelerinin
yakınında, ayla bıçaklar arasında,
karanlıkla ölmekte.

Şimdi, ortasında
değeri küçümsenmiş o hızın, hemen yanında
o ipsiz duvarların,
temelde düşmüş sonlanmalardan,
yıldızlarını yitirmişle birlikte buradayım ben,
bitkisel, yalnız.


Pablo Neruda
Yeryüzünde Üçüncü Konaklama

Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim

Şöyle diyebilirim: "Gece yıldızlardaydı
Ve yıldızlar, maviydi, uzaklarda üşürler"

Gökte gece yelinin söylediği türküler

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Hem sevdim, hem sevildim, ya da o böyle söyler

Bu gece gibi miydi kucağıma aldığım
Öptüm onu öptüm de üstümde sonsuz gökler

Hem sevdim, hem sevildim, ya da ben böyle derim
Sevmeden durulmayan iri, durgun bakışlı gözler

Bu gece en hüzünlü şiirleri yazabilirim
Duymak yitirdiğimi, ah daha neler neler

Geceyi duymak, onsuz daha ulu geceyi
Çimenlere düşen çiy yazdığım bu dizeler

Sevgim onu alıkoymaya yetmediyse ne çıkar
Ve o benimle değil, yıldızlıdır geceler

Yürek zor katlanıyor onu yitirmelere
Bakışlar sanki onu bana getirecekler

Böyle gecelerdeydi ağaçlar beyaz olur
Artık ne ben öyleyim ne de eski geceler

Sesim ara rüzgarı ona ulaşmak için
Şimdi sevmiyorum ya, eskidendi sevmeler

Şimdi kimbilir kimin benim olduğu gibi
Sesi, aydınlık teni, sonsuz uzayan gözler

Sevmiyorum doğrudur, yürek bu hala sever
Sevmek kısa sürdüyse unutmak uzun sürer

Bu gece gibi miydi kollarıma almıştım
Yüreğimde bir burgu ah onu yitirmeler

Budur bana verdiği acıların en sonu
Sondur bu onun için yazacağım dizeler


Pablo Neruda

Bu Gece Yazabilirim

Bu gece yazabilirim en hüzünlü dizeleri.

Yazabilirim örneğin: “Gece yıldız berrağı,
Ve yıldızlar uzaklarda öyle mavi ürperiyorlar ki soğuktan”.

Dönüyor gece rüzgârı gökte ve şakıyor.

Bu gece yazabilirim en hüzünlü dizeleri.
Sevmiştim onu ve ara sıra o da beni.

Bu gece gibi gecelerde uzanırdı kollarımda.
Sonsuz gökyüzü altında öperdim onu sayısızca!

Sevdi beni ve ara sıra ben de onu.
Büyük sakin gözlerini sevmemek olur mu ki!

Bu gece yazabilirim en hüzünlü dizeleri.
Düşünmek artık benim olmadığını. Hissetmek onu kaybettiğimi.

İşitmek sonsuz geceyi, onsuz gece daha da sonsuz.
Ve düşer dize ruha, çayıra düşen çiy gibi.

Sevdam onu bağlayamıyorsa, ne fayda.
Gece yıldız berrağı, ve benimle değil o.

Hepsi bu. Uzaklarda bir şarkı çalınır. Uzaklarda.
Hoşnutsuz ruhum benim, çünkü kaybetti onu.

Onu yakına getirir gibi arıyorum bakışlarımla.
Arıyorum yüreğimle onu, ve benimle değil o.

Aynı gecedir soluklaştıran aynı ağaçları
O yitik zamandan olan bizler, aynı değiliz artık.

Artık onu sevmediğim kesin, ama bir zamanlar, ah!
Erişmek için kulağına çağırmıştı sesim rüzgârı.

Bir başkasının. Bir başkasının olmak istiyor. Öpüşümden öncesi gibi.
Onun sesi, berrak bedeni. Dipsiz gözleri.

Artık onu sevmediğim kesin, ama gene de – belki.
Ne kadar kısa sevda ve ne uzun unutuş.

Bu gece gibi gecelerde uzanırdı kollarımda.
Hoşnutsuz ruhum benim, çünkü kaybetti onu.

Bu onun neden olduğu son acıdır ne de olsa,
Ve bu dizeler elimle yazılan son dizeler ona.


Pablo Neruda
Veinte Poemas de Amor y Una Cancion Desespera

27 Ekim 2014 Pazartesi

Bu Güneş Dünkü Güneşin Aynısı

Bu güneş dünkü güneşin aynısı mıdır
yoksa bunun korlu ateşi başka mıdır?

Bu geçici bereket için
nasıl teşekkür etmeli bulutlara?

Gözyaşı dolu kara çuvalıyla
nereden geliyor fırtınanın bulutu?

Geçen yılki tatlı pastalar
bütün bu adlar, neredeler onlar?

Donald, Clorinda, Eduvigis
bütün bu adlar nerede kaldılar?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

Bu Yılkinin Aynı Mıdır?

Bu yılkinin aynı mıdır
ormanın bıldır sarısı?

Ve tekrarlar mı kendisini
amansız deniz kuşunun siyah kaçışı?

Ve uzayın bittiği yere mi
denmektedir ölüm ya da sonsuzluk?

Hangisi daha ağır gelir kuşakta,
acılar mı yoksa anılar mı?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

Bu Zamanda

İyi yıllar... Bugün olduğu gibi
her iki tarafta da mutlusun ülkemde, birader.
Ben seven sürgün bir oğulum.
Yanıt ver, düşün ki yanındayım
ve soruyorum sana, düşün ki Ocak ayının rüzgârıyım
Puelche rüzgârı, o eski rüzgâr dağlardan
ki, açtığın zaman kapını, ziyaret eder seni
girmeksizin içeri, eserek sorar o hızlı sorularını.
Söyle bana, hiç dolandın mı arpa ya da buğday ekilmiş bir tarlada,
mısırın altın gibi durduğu? Konuş benimle eriklerin bir gününü.
Şili’nin çok uzağında düşünüyorum yuvarlak bir günü,
dut renkli, şeffaf, salkımlarında şekerle
ve sık, mavi mısır damlayan
kadehine şirinlikle dopdolu ağzımda.
Söyle bana, bugün geçirdin mi dişlerini bir şeftalinin
temiz beline ve doldurdun mu kendini ölümsüz tanrı yiyeceğiyle,
sen de toprağın kaynağı olana dek,
meyve meyve bırakılan dünyanın parıltısına?



Pablo Neruda
Karanlıktaki Anayurduma Yeni Yıl İlahisi
Evrensel Ballad

Buğdayın Türküsü

Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde.


Pablo Neruda

Bunların Hiçbiri Olmasın

Bunların hiçbiri olmasın,
Ağaçyarıcı, uyan!
Baltasıyla ve tahta tasıyla
gelsin Abraham
köylülerle birlikte yemek yemeye.
Ağaç kabuğundan kafası,
tahtaların ve meşe kerestesinin kıvrımları içinden
görünen gözleri
bırak yeniden görsün
seqioia-ağacından daha da yukarı yükselen
yapraklar üzerindeki dünyayı.
İzin ver eczaneye gidip bir şeyler almasına,
bırak da Tampa'ya giden bir otobüse binsin,
sarı bir elmaya dişlerini geçirmesine
ve sinemaya gidip sıradan insanlarla konuşmasına
izin ver.

Ağaçyarıcı, uyan!

Gelsin Abraham, kabarsın
ekşi mayası
İllionis'in altınsı ve yeşil toprağı,
kaldırsın baltasını adamlarının ortasında
yeni köle sahiplerine karşı,
köle kırbacına karşı,
basımevlerinin zehirine karşı,
satmak istedikleri o kanlı eşyaya karşı.
Beyaz tenli delikanlı ile siyah tenli delikanlı
şarkı söyleyerek ve gülümseyerek yürüsün
üstüne altın duvarların,
üstüne nefret fabrikatörlerinin,
üstüne kanlarının satıldığı ticarethanelerin,
şarkı söyleyerek, gülümseyerek ve utku kazanarak.

Ağaçyarıcı, uyan!


Pablo Neruda
Que despierte el lenador
Canto General