Şiir, Sadece: 2013-06-30

6 Temmuz 2013 Cumartesi

Seslenerek Geliyor Bir Gün

Sayılar geliyor yankıdan,
ölen sayılar ve pislikle kaplanmış rakamlar,
nemli ışınlar ve kirli şimşek parıltısı.
Yeni bir dul gibi, büyür
yankıdan, yalnız geldiğinde gece,
bir güvercin ya da bir gelincik ya da bir öpüş gibi,
ve yayıldığında onun harika yıldızları.

Işık bulunur yankıda:
boğulur sesli harfler, düşer ağlayış yapraklara,
seslerden bir rüzgâr çarpar bir dalga gibi,
ışıldar ve o soğuk esnek balık şeneltir onu.

Sesteki balık, yavaşça keskin, ıslak,
kuyruğundaki damlalarla dışbükey altın yığını,
pullanmış köpek balıkları ve titreyen köpük,
donmuş gözlü maviş som balığı.

Düşen alet edevat, sebze bıçakları,
üzümlere basıldığı zaman çıkan gürültü,
suyla dolu kemanlar, taze patlamalar,
boğulmuş motorlar ve tozlu gölgeler,
fabrikalar, öpüşler,
lıkır lıkır şişeler,
gırtlaklar,
sesleniyor etrafımdaki gece,
gün, ay, zaman,
ıslak çanlarla dolu bir çuval gibi tumturaklı,
ya da kırılgan tuzdan yapılma ürküten ağızlar gibi.

Deniz dalgaları, heyelan,
eldeki tırnaklar, denizin adımları,
yaralanmış hayvanlardan anafor,
boğuk sesli sisteki düdük sesi
belirliyor o uysal şafağın seslerini
uyandığında terk edilmiş denizde.

Ruh sarmalanıyor yankıyla
düşerken düşlerinden,
kara güvercinleriyle çevriliyken daha,
yokluktan paçavralarıyla henüz astarlanmışken.

Ruh koşuşturuyor yankıya doğru
ve kutluyor ve hızlandırıyor hızlı düğünlerini.

Kabuğu dökülüyor sessizliğin, bulanık maviden,
karanlıktaki şişeler gibi, kapalı eczaneler,
sarmalanmış bir sessizlik saçta,
bacaksız atlarda dörtnal giden bir sessizlik,
ve uyuyan makineler, ve rüzgârsız yelken,
ve cesaretsiz yaseminlerden ve balmumumdan trenler,
ve ağzına kadar gölgelerle ve şapkalarla yüklü gemiler.

Anlık güllerle
yükseliyor ruh sessizlikten,
ve şafakta çöküyor
ve yüzükoyun boğuyor kendini çınlayan ışıkta.

Hiddetli ayakkabı ve hayvan ve kap kacak,
kendi çöplüklerini aşan saldırgan horozlar gibi dalgalar,
kuru karınlar gibi giden saatler,
sıkıştırılmış raylarda dönen tekerler,
ve tek gözlü güvercinler gibi
tahta gözlerle uyanan beyaz tuvaletler,
ve onların boğulmuş gırtlakları
şelale gibi ses verir bir kerecik.

Bak, nasıl da kaldırıyor küf gözkapağını
ve serbest kalıyor o kırmızı kilit
ve yayıyor çelenk söylemek istediklerini,
büyüyen şeyler,
büyük tramvaylarla ezilmiş köprüler
gıcırdıyor sevişme yatakları gibi,
kendi piyano kapılarını açar gece:
gün koşuyor bir at gibi mahkemesinde.

Yankıdan geliyor
büyümenin ve derecenin günü,
ve koparılmış menekşelerden ve perdelerden de,
genişliklerden, biraz önce kaçan gölgeden,
ve göksel kan gibi
göğün yüreğinden düşen damlalardan.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde İkinci Konaklama'dan"

5 Temmuz 2013 Cuma

Sessiz Olmak

Şimdi on ikiye kadar sayacak
ve hep birlikte susacağız.

Bir an olsun toprağın yüzünde
konuşmayalım hiçbir dilde,
bir saniye duralım,
sallamayalım kollarımızı bu kadar.

Acelesiz, motorlarsız
ne mis kokan bir an olurdu,
birlikte hepimiz
apansız bir gariplikte.

İncitmezdi balinayı
balıkçılar soğuk denizde
tuz toplayan adam
bakardı yaralı ellerine

Yeşil savaşlar hazırlayanlar,
gazlı savaşlar, ateşli savaşlar,
yaşayanı kalmayan zaferler,
temiz giysiler giyerlerdi
yürüyüp kardeşleriyle
gölgede, bir şey yapmadan.

İstediğim karıştırılmasın
kesin eylemsizlikle:
ne yaparsa odur yaşam
bir işim yok benim ölümle.

Götürebilmek uğruna hayatımızı
bu kadar sıradan olmasaydık,
ve bir an, hiçbir şey yapmasaydık,
belki dev bir sessizlik
yarıda kesebilirdi kederini
kendimizi hiç anlamayışımızın,
kendimizi ölümle korkutmanın,
belki de toprak öğretecek bize
ölü görünen her şeyin
aslında canlı olduğunu.

Şimdi on ikiye kadar sayacağım
sessiz olun, ben gideceğim.


Pablo Neruda

Sevebilir misin Beni, Ey Hece Kitabı

Sevebilir misin beni, ey hece kitabı,
ve öpebilir misin beni, ey zamir?

Bir gömüt müdür bir sözlük
ya da kapalı bir bal kovanı mı?

Hangi pencerede kalakaldım
izlerken gömülen zamanı?

Yoksa uzakta gördüklerim
henüz yaşamadıklarım mıdır?


Pablo Neruda
"Sorular Kitabı'ndan"

Seviyorum Barındırdığın Her şeyi, Valparaiso

Seviyorum barındırdığın her şeyi, Valparaiso,
Parlattığın her şeyi, ey okyanussu gelin,
daha da uzun senin kasvetli halenin vardığı yerde.
Seviyorum denizin gecesinde denizci için
fırlattığın şiddetli ışığını,
değil mi ki aydınlatıcı ve çıplaksın sen
- portakal çiçeği gülüm benim -,
ateş ve sissin.
İzin verme kimseye benden başka,
seni savunmayı ya da kızgın çekiciyle
sevdiğim şeyleri kırmaya gelenin yaklaşmasına,
ne de senin yayılmış çiy'den elyapılarının
arasındaki sesimden başka kimseye,
denizin tuzlu analığının
seni öptüğü basamakların üstünde,
benim dudaklarımdan başkasına izin verme
dorukların havasındaki yüksekliklerde
senin soğuk Siren-tacına doğru,
benim okyanussu sevgilim, Valparaiso,
Bütün dünya kıyılarının kraliçesi,
dalgaların ve teknelerin gerçek amacı,
sen ey içimde ay ya da korunun içindeki
rüzgârın yönü gibi.
Seviyorum senin suçlu sokaklarını
dağların üzerindeki ay'dan hançerini
ve bulvarlarındaki izinli denizcilerin
ilkbaharın mavisini giymelerini.

Anla bunu, rica ederim, limanım,
iyi de olsa kötü de olsa
sana yazmaya hakkım var,
çünkü acımasız lambalar gibiyim
kırık şişeleri aydınlattıklarında. 


Pablo Neruda
"El fugitivo", "Canto General'den"

4 Temmuz 2013 Perşembe

Seviyorum Suskunluğunu

Seviyorum suskunluğunu, sanki sen
yokmuşçasına burada
duyarsın beni uzaktan, dokunmaz sana sesim.
Uçup gitmiş gibi gözlerin
ve ağzın bir öpüşle mühürlenmiş.

Seviyorum suskunluğunu, çok uzakta
görünüyorsun
Sanki yas tutuyorsun, kumrular gibi cilveleşen
kelebek benzeri.
Uzaklardan duyuyorsun beni, ulaşmıyor sana sesim.
Bırak da varayım dinginliğine sessizliğinde.
Ve konuşayım sessizliğinle
bir lamba gibi parlak, bir yüzük gibi yalın.
Gece gibisin, suskunluğun ve takım yıldızlarınla
Yıldızlarınki gibidir sessizliğin, öyle uzak, önyargısız.

Seviyorum suskunluğunu, sanki sen yokmuşçasına burada
uzakta ve hüzün dolu, sanki ölmüşsün gibi.
İşte o zaman bir sözcük yeter
Uçarım, uçarım sevinciyle yaşadığının.


Pablo Neruda

Sewell'de Yıkım

Sanches, Reyes, Ramirez, Nunez, Alvarez.
Bu adlar Şili'nin temel direkleri.
Halktır memleketin temel direği.
Bu insanları ölmeleri için bırakırsanız
yıkılır memleket ve kan kaybedip düşer yere.
Ocampo demişti ki bize: her dakika
yaralanıyor biri ve her saat ölüyor birileri.
Her dakika ve her saat
akıyor kanımız, ölüyor Şili.
Bugün dumanıdır yangının,
dün maden ocağının gazıydı,
dünden önceki gün çöküntü, yarın deniz ya da soğuk,
makina ve açlık, dikkatsizlik ya da asit.
Ama denizcinin öldüğü yerde,
ama bozkır insanlarının öldüğü yerde
erkeği, kadını ve çocuğuyla insanlar dışında
her şey yerli yerinde, makinalar, çerçeveleriyle camlar,
aletler ve kağıtlar.
Sewell'de öldüren gaz değil: açgözlülüktür.
Sewell'deki bu kuru musluk tek damla su düşmesin diyedir
maden işçilerinin berbat kahvelerine,
suç ortada bakın, yok ateşin hiç bir suçu.
Toplumun her yerinde kesilmiş suyu muslukların
ki dağıtılmasın diye hayatın suyu.
Ama bütün soyumuzu, çiçeği, Şili'nin temel direklerini,
paçavraları, şu sefil evi bile yokeden
açlık ve soğuk ve ateş
karneye bağlanmamış, her vakit bulunur onlardan
birilerinin yaralanması için her dakika başı
saatte bir ölmesi için birilerinin.
Yok yakaracak bir tanrımız.
Yalvara yakara kuruttu gözyaşlarını
karalar giyinmiş yoksul analar.

Yalvarmıyoruz.
Stalin'in dediği gibi: 'En büyük değerimiz
insandır',
temel direklerimiz, halkımız.
Stalin yüceltiyor, temizliyor, kuruyor, güçlendiriyor,
saklıyor, görüyor, koruyor, besliyor,
ama cezalandırıyor da.
Ve işte size söylemek istediğim şey, yoldaşlar:
cezalandırmak kaçınılmaz.
Bu insan çözülüşü durdurulmalı,
bu sevgili memleketin damarların boşaltılması,
halkın yüreğinden akan bu kan
her bir dakikada, bu ölüm
her saat başı.
Benim adım onlar gibi, ölenler gibi.
Ben de Ramirez'im, Munoz'um, Perez'im, Fernandez'im.
Benim adım Alvarez'dir, Nunez'dir, Tapia'dır, Lopez'dir,
Contreras'tır.
Bütün ölenlerin soyundanım, halkım ben,
ve dökülen bütün kan için yas tutuyorum.
Yurttaşlar, Sewell'li ölü biraderler,
Şili'li ölüler, işçiler, kardeşler, yoldaşlar,
suskun olduğunuz bugün konuşacağız asıl.

Ve bırakın şehitliğiniz yardım etsin bize
hem çiçeklendirecek hem de cezalandıracak
yılmaz bir anayurt kurmak için.


Pablo Neruda
"La tierra llama Juan", "Canto General'den"

Sınır

Gördüğüm ilk şey ağaçlardı, yabanıl
çiçeklerin muhteşem güzellikleriyle süslenmiş yarıklardı,
nemli çayırlardı, alazlanan ormanlardı,
ve dünyanın son noktasındaki benzersiz kışlardı.
Çocukluğum ıpıslak ayakkabılardı, sık ormanda devrilen
çürüyen ağaçlardı, sarmaşıkların ve böceklerin yuttuğu,
başaklarda ışıldayan günlerdi
ve demiryollarının geniş dünyasına giden
babamın altın sakallarıydı.

Evimizin yanına derin çatlaklar açmıştı
Güney’in suyu, kederli balçıktan oluşan bataklıklar,
sanki yaz dokuz aylık buğdayın ağırlığı altında
yük arabalarının inleyip zorlandığı
sarı bir bataklıktı.
Güney’in güçlü güneşi:
yolların alaz kızılı kumları üzerindeki
kütük tarlaları, toz bulutları,
muhteşem ırmak yatakları,
öğle saati balının ışıldadığı
tarlalar ve ağıllar.

Toz grisi dünya yavaş yavaş daldı
barakaların içine,
çıraların ve halatların arasına
fındıkların kırmızı özüyle dolu silolarda.

Kendimi yazın aşırı sıcağında buldum
tepeleri tırmanan hasat makineleriyle birlikte,
makilerin arasından fırlayan
ve kökü kolay kazılamaz
toprağın çalılık topluluğu üzerinde,
yapışıyor tekerlere çiğnenmiş et gibi.

Çocukluğum uçuşuyor iklimlerin arasından: rayların
arasından, yeni devrilmiş ağaçlardan yapılan bekçi evinde,
davarla ve elma ağaçlarının özlem dolu kokusuyla
kısmen çevrilmiş, şehir dışındaki o evde
yaşadım ben, zayıf bir çocuk,
soluk bedeni insansız ormanlarla ve silolarla örselenmiş.

Pablo Neruda
"Yo soy", "Canto General'den"
(1904)

Sınırsız

Görüyor musun bu elleri? Bunlar ölçtü
yeryüzünü, ayırdı
mineralleri ve mısır türlerini,
barıştı ve savaştı,
yendi uzaklıkları
bütün denizlerde ve ırmaklarda,
ama gene de,
yolculuk edip dururken sende,
ey küçüğüm,
ey buğday tanem, ey toygarım,
tam olarak algılayamazlar seni,
göğsünde ya dinlenen ya da uçan
ikiz güvercinleri
avlamaktan yorulurlar,
dolanırlar bacaklarının mesafesinde,
dolanırlar belinin ışığında.
Benim için bir hazine odasısın, sonsuzca
varsılsın denizden ve onun yığıntılarından,
ve beyazsın ve mavisin ve enginsin
bağ bozumunda toprak gibi.
Bu bölgede,
ayaklarından alnına,
dolanarak, dolanarak, dolanarak,
geçireceğim hayatımı.


Pablo Neruda
"Kaptanın Dizeleri'nden"

Silva’ya Mektup

Caracas’taki Miguel Otero Silva’ya Mektup (1948)



Nicolas Guillén verdi bana mektubunu, yazılmış
görünmeyen sözcüklerle onun ceketine, gözlerine onun.
Ne mutlusun, Miguel, ne mutluyuz bizler!
Taşlaşmış çıbanlardan bir dünyada
sadece bizler kalmışız, sonsuz mutlu.
Uçup geçişini gördüm kuzgunun, bir zararı dokunamaz bana.
İzliyorsun akrebi ve siliyorsun gitarını. Vahşi hayvanların
arasında yaşıyoruz bizler, şarkı söyleyerek, ve dokunduğumuz zaman
bir insana, şu ya da bu olduğunu sandığımız bir maddeye,
ve küflenmiş bir pasta gibi dağılırken o,
toparlıyorsun o zaman kurtarılacak ne varsa
Venezüella ata yadigarından, savunurken ben
hayatın kömür ateşini.
Ne sevinç, Miguel!
Soruyorsun bana nerede olduğumu. Söylemek isterim sana
- Hükümete sadece önemli olmayan ayrıntıları veriyorum -
ki tarlayla denizin, dalgalarla çamların,
kartallarla fırtına kuşlarının, köpüklü dalgalarla çayırlıkların
bir olduğu bu sahilindeyim yaban öncesi taşın.
Bütün gününü harcayarak ve yakından izledin mi
deniz kuşlarının nasıl uçtuğunu? Sanki
dünyanın mektuplarını taşıyorlar gitmeleri gereken yere.
Pelikanlar uçuşuyor rüzgârın tekneleri gibi,
diğer kuşlar uçuyorlar ok gibi ve getiriyorlar
ölmüş krallardan iletileri, And kıyılarında
turkuvaz kordonlarla gömülmüş prenslerden,
ve bilye yuvarlağı beyazlıktan yaratılmış martılar
unutuyorlar sürekli olarak iletilerini.
Ne kadar da mavi hayat, Miguel, doldurduğumuz zaman
bizler onu sevda ve kavgayla, ekmek ve şarap gibi sözcüklerle,
daha sataşamayacakları sözcüklerle,
çünkü çıktık sokaklara bizler tüfek ve şarkılarla.
Önümüzde yitip gittiler onlar, Miguel!
Bizi öldürmekten başka ne yapabilirler ki, ve bunu yapmaları bile
kötü bir şey olur onlar için, yapabilecekleri tek şey
karşımızdaki binada bir daire kiralayıp bizi gözetlemek olabilir
nasıl gülündüğünü ve ağlandığını öğrenmek için bizlerden.
Aşk şiirleri yazdığım zaman ve dolup taşarken her yer
bu şiirlerle ve ben ölürken cesaretsizlikten,
kararsız, terk edilmiş, kemirirken alfabeyi,
dediler ki: “Ne büyüksün, ey Theokrit! ”
Theokrit değilim ben: tutundum hayata,
karşılaştım hayatla çırılçıplak, öptüm onu bırakıncaya dek kendini,
ve gittim maden dehlizleri arasından
görmek için nasıl yaşadığını diğer insanların.
Ve ellerim kirle ve acılarla lekeli olarak gittiğim için
kaldırdım ellerimi, gösterdim onları altın zincirlere
ve dedim: “Suçlarınıza ortak olmuyorum ben”.
Öksürdüler, nefret ettiler benden, selam vermediler bana,
artık çağırmıyorlardı beni Theokrit diye, ve en sonunda
arkamdan konuşup gönderdiler polis ordusunu üzerime
hapsetmek için beni,
çünkü artık metafizik şeylerle uğraşmıyordum ben.
Fakat sevinci fethettim ben.
O zamandan beri erkenden kalkıp okuyorum deniz kuşlarının
uzaklardan kendileriyle birlikte getirdikleri mektupları,
ıslak gelen mektupları, yavaşça ve emin bir şekilde
peyderpey çevireceğim iletileri: bu garip uğraşta
bir mühendis gibi kesin ölçüm yapıyorum.
Ve ansızın gidiyorum pencereye. Şeffaflıktan bir
dikdörtgendir, berrak uzaklıktır
çayırlara ve kayalara, ve işte böyle çalışacağım
sevdiğim bu şeyler arasında: dalgalar, taşlar ve yabanarıları,
esrikleştiren, denizin taşıdığı bir mutlulukla.
Fakat kimse hoşlanmıyor sevinçli olmamızdan, biçmişler
sana iyi huylu adam rolünü: “Fakat abartmayın şimdi,
kendinize kaygı yaratmayın” diyorlar
ve beni de gözyaşlarının adamı olarak
bir böcek koleksiyonu için şişe geçirmek istiyorlar gibi,
boğsun diye beni gözyaşları ve onlar da mezarımın başında
konuşmalarını yapsınlar diye.
Anımsıyorum tuzlu güherçile bozkırlarında
bir günü, beş yüz adam
grevdeydi. Tarapacá’nın kor gibi
öğleden sonrasıydı. Ve yüzler yutmuşken
bütün kumu ve çölün kanayan, kuru güneşini,
fark ettim ben – nefret ettiğim plastik bardak gibi – o eski
melankolinin kalbime sökün ettiğini. Bu kriz zamanında
tuz çöllerinin avuntusuzluğunda, yenilebileceğimiz
zayıf anında bu kavganın,
söyledi madenlerden gelen soluk, küçük bir kız
cesur sesiyle kristalle çeliğin buluştuğu yeri,
senin bir şiirini, Amerika’da, anayurdumda bütün işçilerle köylülerin
kırışmış gözleri arasında dolaşan eski şiirlerinden birini senin.
Ve senin şarkının bir parçası ışıldadı ansızın
ağzımda bir eflatun çiçek gibi
ve döküldü kanımın içine, yeniden doldurdu
senin şarkından doğmuş, taşan bir sevinçle.
Ve sadece seni düşünmedim, fakat senin acılı
Venezüella’nı da düşündüm.
Bir kaç yıl önce bir öğrenci görmüştüm
bilekleri taşıyordu bir generalin yol açtığı yaraları, ve anlatmıştı
zincire vurulmuşların nasıl çalıştıklarını yollarda
ve yitip gidilen hapishanelerde. Böyle çünkü Amerika’mız:
yok eden ırmaklarla bir yayla ve kelebeklerden
takımyıldızları (bazı yerlerde zümrüt serttir elmalar gibi) ,
fakat kenarında gecenin ve ırmakların
her zaman kanayan bilekler vardır, daha önce
yakınındaydı petrolün, bugün yakınında güherçilenin,
Pisagua’da, kirli bir zorbanın ülkemin çiçeğini
ölsün diye gömdüğü ve kemiklerini satabileceği yerde.
Bu yüzden, bu yüzden işte söylüyorum şarkımı,
şerefi lekelenmiş ve yaralı Amerika’mızın kelebeği
tekrar titresin ve toplasın diye zümrütlerini
cellatların ve esnafların ellerinde kurumuş
korkutan kanı olmaksızın cezanın.
Anladım mutlu olduğunu, Orinoco yakınlarında,
şarkını söylerken avuntusuzca ya da evine şarap satın alırken,
kavgada ve sevinçte dururken yerinde,
bu çağın şairleri gibi omuzları geniş,
- beyaz giysiler ve gezinti ayakkabılarıyla.-
O zamandan beri hep yazmayı düşündüm sana,
Ve Guillén geldiğinde, senin hakkındaki anlatılar
düşerken giysisinden onun
ve yayılırken evimin etrafındaki kestane ağaçlarına,
söyledim kendi kendime: “Şimdi” diye,
ama gene de yazamadım sana.
Fakat bugün artık zamanıdır: penceremin önünden
uçan yalnız bir tane deniz kuşu değil, fakat binlercesidir,
ve kaybolup gidene dek dünyanın genişliklerine yayılan
kimsenin okumadığı mektupları okumak için kavrıyorum onları.
Ve okuduğumda yazdığın her bir sözcüğünü
ve yazdığım, düşlediğim, şakıdığım gibiydi onlar,
ve o zaman sana pencereden bizim olan dünyaya bakmak için
burada bitireceğim bu mektubu göndermeye karar verdim.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Şarkının Irmakları" adlı bölümünden
"Canto General", "Los rios del canto"



Çeviri notları:

Theokrit: Yaklaşık olarak İ.Ö. 324-265 yılları arasında yaşamış Yunan şairi. Çoban şiirlerinin yaratıcısı. Klasik antik çağın en önemli şairlerinden sayılmaktadır.

Guillén: Nicolas Guillén: 1902-89 yılları arasında yaşamış Kübalı şair. Şiirinin en önemli temeli Afrika zenci kültürüyle yoğrulmuştur.

Silvestre Revuelta’ya

Silvestre Revuelta’ya, Meksika’dan,
Ölüm Haberi Üzerine (Küçük Oratoryo)



Silvestre Revuelta gibi bir adam geri dönmüşse
son olarak toprağa,
yükselir bir mırıltı, bir dalga
seslerden ve inlemelerden atılarak hızla ileri ve
ilan ederken gidişini onun.
O küçük kökler diyor ki samanlara: “Öldü Silvestre! ”
ve mısır dalgalandırıyor onun adını bayırlıklarda
ve yakında bilir ekmek.
Bütün Amerika’nın ağaçları biliyor şimdiden,
bizim Arktik ülkemizin buz soğuğu çiçekleri bile.

Suyun damlaları götürüyor ileri,
Araukanya’nın evcilleştirilmez ırmakları
tanıyor şimdiden haberi.
Kar yığıntısından göle, gölden bitkiye,
bitkiden ateşe, ateşten dumana:
yanan, şarkı söyleyen, çiçeklenen, dans eden
ve yeni bir hayat bulan her şey,
kalıcı olan her şey, yükselmiş ve derinde
alıyor onu Amerika’mızda:
piyanolar ve kuşlar, düşler ve sesler, havada
bütün gökleri birleştiren o titreşen ağ,
sallanıyor ve gönderiyor mezar şarkısını öteye.
Öldü Silvestre, tırmandı içine Silvestre müziğinin yekununa,
çınlayan sessizliğine.

Toprağın oğlu, toprağın çocuğu, bugünden
tırmanıyorsun zamanın içine.
Bugünden itibaren müzikle dolu senin adın, uçacak yüksekte
anayurdun bir çan gibi çınlarken
hiç duyulmamış bir sesle, sen olan bir sesle,
birader.
Senin katedral yüreğin çevreliyor bizi bu anda
gök kubbe gibi,
ve senin muazzam, muhteşem şarkın, volkanik şefkatin,
dolduruyor yüceleri kor bir heykel gibi.
Niçin akıttın hayatı? Niçin
boşalttın kanını her bir kadehte? Niçin
aradın
kör bir melek gibi, çarparak o karanlık kapılara?
Ah, fakat senin adından çağıldıyor müzik,
ve senin müziğinden, bir pazardan gelir gibi,
çağıldıyor rayihalı defnelerden çelenkler
ve kokuyla ve simetriyle dolu elmalar.

Bu bayramsı ayrılış günü sensin ayrılan,
fakat işitmiyorum seni artık,
soylu alnın özleniyor ve sanki
büyük bir ağaç özleniyor insan evinin ortasında.

Fakat gördüğümüz ışık bugün başka ışıktır,
kıvrıldığımız sokak başka bir sokaktır,
dokunduğumuz elin bugün gücü vardır,
bütün bunlar emiyor dinlenişinin gücünü,
ve taşlardan yükselecek göğe saflığın
göstermek için bize umudun ışığını.

Dinlen yalnızca, birader, günlerin bitmekte,
uysal ve müthiş ruhuna doldurdun
ışığı onunla, gün ışığından daha da haşmetli,
ve bir ses, göğün sesi gibi mavi.
Biraderin ve arkadaşların istediler benden
bir kez daha söylememi adını Amerika’nın havasında,
pampadaki boğa bilsin diye, ve kar,
deniz yıksın geçsin diye ve rüzgâr konuşsun diye hakkında.

Şimdi Amerika’nın yıldızları anayurdundur senin
Ve bugünden itibaren evin kapısız Toprak’tır.



Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Şarkının Irmakları" adlı bölümünden
"Canto General", "Los rios del canto"

Siste Ölür Miranda

Günün geç saatinde Avrupa'nın içine daldığınızda
yüksek şapkanızla birden çok baharla
süslenmiş bahçede fıskıyenin mermeri
yanında düşerken eski altından yapraklar
İmparatorluğun üstüne
kapıda çiziktirilir bir biçimin hatları
Sankt Petersborg'un gecesine doğru.
Büyük kızağın çanı titreşir
ve birileri o beyaz yalnızlıkta ya da
aynı türden
bir adım aynı soru
eğer çıkarsan Avrupa'nın
süslü kapısı arasından siyah giysili efendi bir bay
zeki tanıma işareti altından bir emir şeriti
Özgürlük Eşitlik bak alnına O'nun
yankılanan ağır toplar arasından
adalarda tanıdı halılar O'nu
Sanıyorum girdi içeriye okyanusları alan
Bütün gemiler ve sis
adım adım izliyor O'nun gündüz işini
mason localarının kitaplıklarındaki bir oyukta bulunan
şöyle ya da böyle bir eldiven kılıç bir kartla
yazı dosyası ağzına dek dolmuş olarak
havagemileriyle dolmuş kentlerle
Trinidad'ta sahile karşı duman
bir savaştan ve bir başkası daha ve deniz taptaze
ve bir kez daha Bay caddesinin merdivenleri atmosfer
ki solunmazmışcasına karşılıyor O'nu
bir elmanın yoğun özü gibi
ve bir kez daha bu asilzade eli bu maviye çalan
savaşçı eldiveni saray odasında
sonsuz yollar savaşlar ve bahçeler
yenilgi dudaklarında başka bir tuz
başka bir tuz değişik bir yakıcı sirke
Cadiz zincirlenmiş duvara
ağır halkalarla düşünceleri soğuk
korku kılıçtan zaman tutsaklık
farelerin arasına inecekseniz bu yeraltı tüneline
ve cüzzamın granit kayasına bir başka kilit var
asılı tabutta o eski yüz
ki ölüp gitti orda ölü bir söz
bir söz adımız bizim dünya
adımlarının gittiği yere doğru
özgürlük titreşen alevi için O'nun
batırıyorlar O'nu suya halatlarla
düşman toprak selâm sabah yok ve soğuk
mezar soğukluğu Avrupa'da.


Pablo Neruda
"Los libertadores'den, Canto General"
(1816)

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Soğuk Gökler

Terk edilmiş dünya kuytulukları! Yangın parıltısı
ve hiddetli dikenlerin elektrik mavi
tabaka oluşturduğu kızgın çizgi.
Taş, bakır iğnelerle
dövülmüş durmuş, somut sessizlikten
anayollar, taşın tuzuna
batmış dallar.

Buradayım ben, buradayım,
bir insan ağzı, fincan ya da kalça gibi
bırakılmış durdurulmuş bir zamanın soluk dehlizine,
kıstırılmış suyun ana hapishanesi,
biçilmiş ağaç, bedensel çiçek,
sağır ve kaba kumdan başka bir şey olmayan.
Benim anayurdum, dünyevi ve kör
kumda filizlenen bir diken gibi, sana benim bütün
ruhumun temeli, sana benim kanımın
sonsuz göz kapağı, eve döndüğümde
yabanıl gelinciklerden oluşan öğünüm senin için.
Sun bana geceleri, dünya bitkilerinin arasında,
bayrağında çiyle birlikte uyuyan o ürkek gül,
sun bana aydan ve topraktan ekmeğini, senin
korkunç, karanlık kanınla lekelenmiş:
kumdan ışığın altında
bulunmaz hiç bir ölü, sadece büyük dolaşımı tuzun,
gizemli, ölü metalden mavi dallar.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı'dan"

2 Temmuz 2013 Salı

Sonat ve Yıkımlar

Onca kararsız yollardan sonra, yetkiler hakkında
şaşırmış olarak, emin olmayarak özel bölgelerden,
zavallı bir umudun, vefasız arkadaşların
ve huzursuz düşlerin ardından,
seviyorum gözlerimde hâlâ yaşayan katılığı,
yüreğimde işitiyorum süvari adımlarımı,
ısırıyorum uyuyan ateşi ve mahvolmuş tuzu,
ve geceleri, atmosfersi karanlıkta ve uçucu üzünçte,
arazi kampının nöbetçisiyim ben,
gezginim, işe yaramaz dirençle silâhlanmışım,
büyüyen gölgelerin ve titreyen kanatların arasında mahkum gibi
hissediyorum var olduğumu, ve taştan kolum koruyor beni.

Ağlayışın bilimleri arasında ve kokusuz
şafaklarla tartışmalarımda şaşkın bir sunak vardır,
ayın uyuduğu ıssız yatak odalarımda,
miras kalan örümcekler ve bana şirin gelen çürüme arasında
tapınıyorum kendi yitik varlığıma, noksan maddeme,
gümüşten nabzıma ve sonsuz kaybıma.
Islak üzüm alazlandı, ve onun mezar suyu
titriyor hâlâ, ve o verimsiz miras,
ve o hain mesken, duruyor orada hâlâ.

Kim düzenledi külün törenini?
Kim sevdi o yitik olanı, kim korudu en sonuncuyu?
Babanın kemiklerini, o ölü geminin tahtasını,
ve kendi sonunu, kaçışı bile,
hüzünlü gücünü, acınası tanrısını?

İşte böyle bakıyorum o hayatsız ve acı dolu olan şeye,
ve verdiğim o garip tanık ifadesine,
acımasız etkisiyle ve tercih ettiğim
unutuşun bu biçimi küle yazılmış,
toprağa sunduğum isim, düşlerimin değeri,
her gün bu dünyada, kış gözlerimle
paylaştığım o sonsuz miktar.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Birinci Konaklama'dan"

Sonbaharda Unutulmuş

Saat yedi buçuktu
sonbahardı
ve bekliyordum birini
önemli değil kim olduğu.
Benimle olmaktan bıkmış
zaman
ağır ağır terk etti
ve yalnız bıraktı beni.

Günün kumuyla, suyla,
ölüp giden hüzünlü bir haftanın
yıkıntısıyla
baş başa kalmıştım.

“Neler oluyor? ” diye sordu bana
Paris’in yaprakları? “Kimi beklersin? ”

Ve bir kaç kez küçük düşürülmüştüm,
ilkinde bıraktığında beni ışık,
ondan sonra köpekler, kediler ve polisler.

Çimde geceyi gündüzü bilmeyen,
yalnızca kışın tuzunu bilen
yalnız bir at gibi
yalnız bırakıldım.

Kaldım
yapyalnız ve bomboş,
en sondaki yapraklar ağladılar bana,
ve sonrasında
duydular göz yaşları gibi.

Ne daha önce
ne de daha sonra
ansızın yalnız hissetmedim kendimi hiç.
Ve birini beklemekti buna yol açan –
anımsamıyorum,
çılgıncaydı,
uçucu,
ve birden yalnızlık yalnızca,
ki o an,
yol boyunca yitmişti
duygusu bir şeyin,
varlığının uzun bayraklarını yayan
bir şeyin gölgesi gibi ansızın.

Sonra kaçtım
o yalnız köşeden,
olabildiğince hızlı yürüdüm,
kaçarmışçasına geceden,
siyah ve yuvarlanan bir kayadan.
Söylediklerim önemli değil,
fakat bunlar başıma gelmişti
beklerken bir gün birini.


Pablo Neruda
"Estravagario'dan"

Sonlanış

Matilde, yıllar ya da günler
uykuda, ateşte,
burada ya da orada,
enjektörlerle
kırılmış bir omurgada,
kanamak gerçek kanı,
uyanmak belki
ya da göçüp gitmek,
sona ermek yavaşça:
hastane yatakları, yabancı pencereler,
suskun beyaz önlükler,
ayaklardaki hantallık.

Ondan sonra bu yolculuklar
ve benim denizimde yeniden:
başın yastıkta,
uçan ellerin
ışıkta, benim ışığımda,
toprağımın üstünde.

Öyle güzeldi ki yaşamak,
yaşarken sen!

Dünya daha mavi ve topraksı
geceleri, uyuduğumda,
o kadar büyük, senin ince, küçük ellerinde.


Pablo Neruda
"El Mar y Las Campanas'dan"

Soğuk Uğraş

Söyle bana, işitmiyor musun acaba
zamanın kasvetli iniltisinin yankılandığını
kendi uysal yarıküresinde?

Hissetmiyor musun azar azar,
titreyen ve açgözlü zahmetinde,
o çabalayan gecenin geri döndüğünü?

Ürperen tanık kuru tuzlara
ve havai kana, baş aşağı
çağıldayan ırmaklara.

Karanlık bir çoğalması duvarların,
şiddetli bir büyümesi kapıların,
çılgın kemiyeti tahriklerin,
amansız dolanım.

Etrafımda, dur duraksız,
cızırdar uzay ve şeneltir kendi kendisini,
artsız arkasız çoğalmasında
kararlı ve silahlı çenesiyle.

İşitmiyor musun zamanın sürekli utkusunu
yaşayan varlıkların yarışında,
zaman, ateş gibi yavaş,
emin ve diri ve Herkül gibi,
yığıyor uzayı
ve ekliyor kendi üzgün liflerini?

Sonsuz bir bitki gibi büyüyor
onun ince, solgun ipi,
sessizce, yalnızlıkta
düşen damlalarla ıslak.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Birinci Konaklama'dan"

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Sonsuz Bir Mutfak Olmak

Sonsuz bir mutfak olmak
istemez mi en sonunda ölüm?

Dağılmış kemiklerin ne ister acaba,
tekrar aramak mı senin biçimini?

Başka bir sesle ve başka bir ışıkla
birlikte erimek mi ister yıkıntın?

Köpeklerin mi yoksa kelebeklerin mi
parçası olmak ister senin solucanların?


Pablo Neruda
"Sorular Kitabı'ndan"

Sonsuzluk

Yeni kurumuş bir toprak için yazıyorum, henüz
taze daha çiçeklerden, çiçek tozundan ve harçtan,
beyaz kubbelerinin yuvarlak boşluklarını temiz kara karşı
tekrarlayan bir kaç krater için yazıyorum,
ifade ediyorum kendimi uçurumdan yeni yükselmiş
demir grisi dumanın beraberinde getirdiği şey gibi,
herhangi bir adı olmayan fakat yalnızca yosunun küçük çanını,
terli erciklerini ya da kısrakların alazlandığı
o sert çalılıkları tanıyan bölgeler için konuşuyorum.

Nereliyim ben, bu özgün, mavi özlerden değil mi
birbirinin içinden süzülen, kabaran
ya da bastıran birbirlerini,
yayılan gürültüyle ya da uykuda akan,
ya da tırmanan havaya ve ağacın iskelesini oluşturan,
ya da batan toprağa ve bağlayan bakırın hücresini,
ya da kızgınlaşan ırmakların dallarında ya da yiten
kömürün gömülü soyunda ya da parıldayan
üzümün yeşil karanlığında?

Irmaklar gibi uyuyorum ben geceleri, dur duraksız
çağıldayarak, bir şeyleri kırarak, ve ben
hızlandırıyorum yüzen gecede, kaldırıyorum saatleri
ışığa doğru, yokluyorum gizemli
resimleri, kirecin uzaklaştırdığı gibi, bronzun arasından kalkıyorum
disiplinli şelalelere doğru, ve
suyun yollarından birinde değiyorum sadece
doğmamış gülün sunduğu şeye, batık yarıküreye.
Dünya solgun göz kapaklarından bir katedraldir,
sonsuzca birleşmiş ve toplanmış
bölümlerden oluşan bir lodos gibi, bir kubbenin tuzunda,
bağışlanmış sonbaharın sonsuz renklerinde.
Sizde yok, asla dokunmadınız yollarda
çıplak sarkıtın sunduğu şeye,
buz soğuğu fenerler arasındaki eğlenceye,
siyah yaprakların dehşetengiz soğuğuna,
benimle birlikte dalmadınız
toprağın saklı tuttuğu liflerin içine,
tekrar doğmadınız ölülerden,
mısırdan mısıra, tuzun basamaklarından,
çiyin taçları
yeniden örtünmüş açılmış bir gülle,
sizler yaşayamazsınız ölü olarak dolaşmadan
mutluluğun yıpranmış giysisinde.

Fakat ben metalik ışınımın çemberiyim, gökyüzüne
zincirlenmiş yüzüğüm ben, bulutlara ve ülkelere,
dokunan dökülen ve cılızlaşan sulara
ve yeniden karşı koyan zamanın sonsuz kaosuna.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı'dan"

Soru

Sevgilim, bir soru var
seni tümüyle mutsuz eden.

Geri geldim sana
o dikenli kuşkudan.

Dosdoğru olmak isterim sana
kılıç ya da yol gibi.

Fakat sevmediğim
gölgeden bir köşe
saklamak istersin ille de.

Sevgilim,
doğru anla beni,
her şeyinle seviyorum seni,
gözlerinden ayaklarına, tırnaklarına,
içinden,
sakladığın bütün paklığına kadar.

Kapını çalan benim
sevgilim.
Daha önce ikirciklenen
hayalet değil,
pencerenin önündeki.

Deviriyorum kapıyı:
giriyorum tüm hayatından içeri:
geliyorum ruhunda yaşamaya:
engelleyemezsin beni.

Kapı üstüne kapı açmalısın,
sözümü dinlemelisin,
incelemem için
açmalısın gözlerini,
görüyorsun nasıl gidiyorum
ağır adımlarla
kör gibi, uzanmış beni bekleyen
bütün yollarda.

Korkma,
seninim ben,
fakat
ne yolcuyum ne de dilenci,
kendini uzaklaştırdığın ve beklediğin,
efendinim senin,
ve şimdi giriyorum
hayatından içeri
asla çıkmamak üzere,
sevgilim, sevgilim, sevgilim,
kalmaya geliyorum.


Pablo Neruda
"Kaptanın Dizeleri'nden", 1952

Yort Savul

Arkadaşım Moria Pia için


Atlasları getirin! Tarih atlaslarını! 
En geniş zamanlı bir şiir yazacağız 

Harbi karşılık verecek ama herkes 
Göğünde kuş uçurtmayan şu üç soruya: 

Bir, Yeryüzünde nasıl dağılmıştır 
Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar? 

İki, Daha yavuz bir belge var mıdır ha 
Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden? 

Üç, Boğaziçi bir İstanbul ırmağıdır 
Nice akar huruc alessultanlarda bayraksız davulsuz? 

Nerede kalmıştık? Tarihe ağarken üç ağır yıldız 
Sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk 

Çocuklar! ile bile muhbirler! ve bütün ahali! 
Hep birlikte, üç kez, bağırarak, yazınız 

Kurşunkalemle de olabilir 
Yort Savul! 


Ece Ayhan

Söyle Bana, Çıplak mıdır Gül

Söyle bana, çıplak mıdır gül,
ya da başka giysisi mi yoktur?

Niçin saklar ağaçlar acaba
köklerinin görkemini?

İşiten var mıdır ki
suçlu bir arabanın vicdan azabını?

Yağmur altındaki bir trenden daha hüzünlü
başka bir şey bulunur mu ki dünyada?


Pablo Neruda
"Sorular Kitabı'ndan"

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Söyle Lanetlenmiş, Nedir Elinden Gelen Rüzgâra Karşı?

Söyle lanetlenmiş, nedir elinden gelen rüzgâra karşı?
Nedir elinden gelen, ey lanetlenmiş,
çiçeklenip filizlenene karşı,
sessizce ve tetikte beni bekleyen ve seni kınayana karşı?
Ey lanetlenmiş, satın aldığın her şey
ihanetinin salkımında sallanır,
ve sürekli yıkamak zorundasın onu parayla.
Ey lanetlenmiş, gönderebilirsin sürgüne,
tutuklayabilirsin ya da işkence edebilirsin
ve tezelden ödeyip
satın alabilirsin pişmanlıkları,
ne ki rahat bir uyku yok sana
kısa namlulu tüfeklerinle çevrilmiş olsan da
ben anayurdumun bağrında
bir sığınmacı olarak yaşadıkça!

Ne de acıklı senin küçük ve uçucu
utkun! Aragon, Ehrenburg,
Eluard, Paris-şairleri,
yürekli yazarları Venezuella'nın
ve diğerleri,
başkaları
ve daha da başkaları benimleyken,
sen lanetlenmiş olansın
Escanilla'yla Cuevas arasında,
Peluchoneaux ile Poblete arasında!
Halkımla yükselmiş merdivenlerde
halkım tarafından saklanmış derin mahzenlerde,
memleketimin toprağında ve onun güvercin-kanatlarında
uyurum ben, düşlerim ben, altını üstüne getiririm tezgahların.


Pablo Neruda
"Sığınmacı" (El fugitivo), "Canto General'den"

Söylenmeli Adları

Yazı yazarken kınıyor beni sol elim.
Diyor ki: neden anıyorsun onların adını? nedir onlar?
anlamı nedir onların?
Neden bırakmıyorsun kalsınlar anonim olarak
kış çamurlarında, atların işediği o çamurlarda?
Ve cevap veriyor sağ elim: “Doğmuşum ben
çalmak için kapıları, kavramak için kavgaları,
o zehirli örümceğin asalaklaştığı
en son tenha gölgeleri yakmak için”.
Söylenmeli adları. Anayurt, sen vermedin bana
senin şebboylarında ve köpüğünde
senin adını söylemenin o nefis ayrıcalığını sadece,
bana sözcükleri vermedin sen, anayurt, sadece altından,
çiçektozlarından, rayihadan adlarla çağırmak için seni,
emreden siyah yelenden düşen
çiyden damlalar seçmek için:
senin karnında kımıl kımıl bu soluk solucanların adlarını
söylemek için gereken heceleri
bana sütle ve etle verdin,
senin kanına eziyet edenleri ve hayatını yağmalayanları.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı'nın" "Karanlıktaki Anayurduma Yeni Yıl İlahisi" adlı bölümünden

Stalingrad’a Şarkı

Geceleri uyur çiftçi, uyanır ve batırır
elini karanlığa ve sorar şafağa: anlatın bana,
ey seher, ey sabah güneşi, ey gelen gün ışığı
insanın pak elleri savunur mu hâlâ
onurun kalesini, söyle bana ey şafak,
çatlamak üzere mi alnındaki çelik,
yerli yerinde mi insan, yerli yerinde mi şimşek,
söyleyin bana der çiftçi, o kanlı kahramanların kanı
topraksı gecenin sonsuzluğuna düşer de
işitmez mi dünya, söyle bana,
gökyüzü ağacın üzerinde mi asılı hâlâ
söyle bana, şakır mı barut hâlâ Stalingrad’da?

Ve korkunç denizde dolanır denizci,
nemli yıldızların çalkantısında arar
birini, yanan kentin kızıl yıldızını,
ve bulur yüreğinde bu yanan yıldızı,
ve mağrurluğun yıldızı ellerinde dokunmayı özler,
gözlerinin oluşturduğu o ağlayışın yıldızı.

Ey kent, kızıl yıldız der deniz ve insan,
ey kent, kapat ışınlarını, kapat sert kapılarını,
kapat ışıltılı ve kanlı defnelerini ey kent,
ve kılıçtan bir gezegenin arkasında
bırak titresin gece gözlerinin karanlık ışıltısıyla.

Ve İspanyol anımsar Madrid’i ve der: diren
bacım, sen onurun başkentisin, diren:
topraktan fışkırır İspanya’nın döktüğü kan,
ve İspanya için ayağa kalkar yeniden,
ve yüzünü duvara çevirmiş İspanyol
Stalingrad yaşıyor mu diye sorar:
ve adınla duvarları delik deşik eden
kara gözlerden bir zincir vardır hapiste,
ve İspanya’da silkelenir kanın ve ölülerin,
çünkü sen ruhunu ödünç vermiştin ey Stalingrad
kahramanların gibi kahramanlar doğarken İspanya’da.
İspanya senin bugün bildiğin gibi
biliyor yalnızlığı ey Stalingrad,
tırnaklarıyla yardı toprağı İspanya
her zamankinden daha alımlıyken Paris.
İspanya döktü kandan o muazzam ağacını
Londra, Pedro Garfias’ın anlattığı gibi,
bakım yaparken çimenliklerine ve kuğu göllerine.

Bugün artık kendin biliyorsun, ey güçlü bakire.
Bugün tanıyorsun soğuğu ve yalnızlığı, ey Rusya.
Yararken binlerce el bombası yüreğini,
zehirleri ve suçlarıyla akrepler yaklaşıp
bağırsaklarını ısırmak için yaklaşırken sana, ey Stalingrad,
dans ediyor New York, düşünüp duruyor Londra,
ve sana “ısır” diyorum, çünkü artık dayanmıyor yüreğim
ve yüreklerimiz
artık dayanmıyor, artık dayanmıyor
kahramanlarının yalnız öldüğü bir dünyada.

Yalnız mı bırakacaksınız onları? Sıra size de gelecek sonra!
Yalnız mı bırakacaksınız onları?
Hayat mezara mı girsin, ve insan gülüşleri boğulsun mu
lağımlarda ve acı dolu hikayelerde?
Gökyüzüne değene dek istiflenecek daha çok
ölü mü istiyorsunuz Doğu Cephesi’nde?
Fakat o zaman da sadece cehennem kalacak geriye.
Madagaskar’da generallerin ellibeş tane maymunu
kahramanca öldürmesi gibi
çocuksu işlerden bıktı artık dünya.

Bir şemsiyenin yönettiği
sonbahar toplantılarından usandı dünya.
Ey kent, ey Stalingrad, dokunamıyoruz
duvarlarına, uzaklardayız.
Biz Meksikalıyız, Araukanyalıyız,
Patagonyalıyız, Guaranyalıyız,
Uruguaylıyız, Şililiyiz,
milyonlarca insanız.

Tesadüfen ailede akrabalarımız var hâlâ,
fakat henüz seni savunmaya gelemedik, anne.
Ey kent, sen ateşin kentisin, diren geleceğimiz
güne kadar, kazazede yerliler yetişmeyi umut eden
oğullarının öpüşleriyle dokunana dek duvarlarına.

İkinci Cephe yok daha Stalingrad,
fakat düşmeyeceksin sen, gece ve gündüz
kemirse de seni demir ve ateş.
Ölsen bile, ölmeyeceksin!

Değil mi ki biliyor şimdi insanlar ölmemeyi,
fakat zafer senin ellerine geçene dek
sürdürüyorlar dövüşmeyi düştükleri yerde,
ne kadar yorgun, delik deşik ve ölü olsalar bile.
Değil mi ki, ellerin düşerken ekecek diğer kızıl eller
kahramanlarının kemiklerini toprağa
ki doldursun diye tohumun bütün dünyayı.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama'dan"



Not: Neruda'nın "Stalingrad'a Şarkı" adlı şiiri Sociedad de Amigos de la USSR (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin Dostları Derneği) tarafından plaket olarak çok sayıda bastırılıp, Mexico City'nin duvarlarına asılmıştır.

Stalingrad’a Yeni Sevda Şarkısı

Zaman ve su hakkında yazdım,
üzünç ve onun mor metali hakkında yazdım,
gökyüzü ve elma hakkında yazdım,
şimdi Stalingrad hakkında yazıyorum.

Önceleri mendilinde saklamıştı sevgilim
sarmalanmış şimşeğini aşkımın,
şimdi dünyadadır yüreğim,
Stalingrad’daki dumanda ve ışıkta.

Biliyorum ki, ciltlenmiş bir kuğu gibi
o eski uçarı şeyler yazan delikanlı
çözüyor bildik acısını
Stalingrad’a sevda şarkımda.

Savuruyorum yüreğimi nereye istersem.
Mürekkeple ve hokkayla harmanlanmış
yorgun kağıtla beslenmiyorum ben.
Stalingrad’a şarkı söylemek için doğmuşum.

Duvarların önünde ezilmiş
o büyük ölülerin arasında
öldüğünü görürken, bir çan
ve rüzgâr gibiydi sesim, ey Stalingrad.

Şimdi öldürüyorlar çöldeki yılanı
beyaz ve siyah Amerikan askerleri
el bombaları gibi.
Yalnız değilsin artık, Stalingrad.

Yeni kurumuş gözyaşları üzerinde
dalgalanan öfke bayraklarıyla
geri dönüyor eski barikatlara Fransa.
Yalnız değilsin artık, Stalingrad.

Bugün, sınanmış dağlarının altında
yalnız değil artık gömülmüşlerin:
alnına dokunmuş ölülerin etleri
titreyerek yatıyor, ey Stalingrad.

Parçalanmış saldırganların elleri,
ezilmiş askerin gözleri,
kapılarından giren çizmeler
kanla dolu, ey Stalingrad.

Mavi çeliğin mağrurluktan yapılı,
taçlı gezegenlerden saçın,
paylaşılan ekmekten mendireğin
ve kasvetli sınırın, ey Stalingrad.

Çekiçlerden ve defnelerden Vatan’ın,
kar beyazı ışıltındaki kan,
Stalin’in kardaki bakışı
birleşmiş kanınla, ey Stalingrad.

Ölülerinin toprağa eklediği
onur nişanları delip geçti göğüsleri
ve ölümün ve hayatın titreyişlerini,
ey Stalingrad.

Kaygı duymuş insanın yüreğine
kızıl kaptanların dallarıyla
yeniden getirdiğin o derin tuz
kanından doğmuştur, ey Stalingrad.

Bahçelerde filizlenen umut
beklemiş ağacın çiçeği gibi,
tüfeklerle belirlenmiş kitap sayfası,
ışığın harfleri, Stalingrad.

Yüceliklerde yansıttığın kule,
taşın kanlı sunakları,
olgun çağının savunucuları,
teninin oğulları, Stalingrad.

Taş yığınlarının alazlı kartalları,
ruhunla emzirilmiş metaller,
muazzam gözyaşlarının vedası,
ve sevginin dalgaları, Stalingrad.

Ölümcül yaralanmış canilerin kemikleri,
kapanmış gözkapaklarıyla saldırganlar,
ve yıldırım ışıltının ardında
kaçışta fatihler, Stalingrad.

L’arc de Triomphe’u küçük düşürenler,
ve Seine’in sularını delik deşik edenler
kölenin kabullenişiyle,
durduruldular Stalingrad’da.

Gözyaşlarıyla kaçışanlar güzelim Prag’a
ihanet ettiler ona ve sessizlikle vurdular,
ve ayaklarıyla çiğnediler gözyaşlarını,
işte onlar öldü Stalingrad’da.

Yunanistan’ın mağarasına tükürenler
kristal berrağı damlataşını kıranlar,
ve klasik mavisini seyreltenler,
söyle Stalingrad, neredeler şimdi?

İspanya’yı yakanlar ve mahvedenler
ve bu annenin yüreğini zincirleyenler,
askerlerin ve meşenin annesinin yüreğini,
ayaklarının dibinde çürüyor onlar, ey Stalingrad.

Hollanda’da laleleri ve suyu
kanlı çamurda kirletenler
ve kırbaç ve kılıçla hükmedenler
şimdi yatıyorlar Stalingrad’da.

Norveç’in beyaz gecesinde
donmuş ilkbaharı yakanlar
çakalın çılgın ulumasıyla,
lal oldular Stalingrad’da.

Havanın getirdiği neyse onundur onur,
dünün ve yarının şarkılarının,
annelerinin ve oğullarınındır
ve torunlarınındır onur, ey Stalingrad.

Siste savaşanındır onur,
askerindir ve komiserindir,
senin ayının arkasındaki göğündür,
Stalingrad’daki güneşindir onur.

Şiddetli bir köpük sakla benim için,
bir tüfek ve bir pulluk sakla benim için,
ve memleketinin bir başağıyla birlikte
mezarıma koy onları,
ki sana olan sevgimden ötürü öldüğümden ve senin de
beni sevdiğinden kuşku duyanlar böylelikle bilsin ki,
yanı başında dövüşmediysem bile
bu kara el bombasını bırakıyorum şerefine,
Stalingrad için bu sevda şarkısını.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde Üçüncü Konaklama" kitabının 5. bölümünden


Not: Neruda bu şiiri Meksikalı genç entelektüellerin siyasî şiir yazılmasına yönelik itirazlarına yanıt vermek amacıyla yazmıştır.

Standard Oil Company

Delgi kendine yol açtığında
o taşlı gırtlakta
ve yeraltındaki mülklere
boşalttığında merhametsiz bağırsaklarını,
ve ölü yıllara, çağların
gözlerine, mahkum
bitkilerin köklerine
ve o kepeklenmiş sistemler
suda bir tabaka olduğunda,
yükseldi ateş borulardan
dönüştü soğuk sıvıya;
yüceliklerin gümrük istasyonlarında,
bu dünyanın kasvetli
derinliklerinin çıkışında
karşılaştı o bir soluk mühendisle
ve “sahip” tanımıyla.

Petrolün yolları dolansa da
kendi kendisine, yeraltı su tabakaları
sessiz yerlerini terk etse de
ve toprağın mideleri arasına
kaldırsa da hakimiyeti,
salladığında su parıltısı
parafinden dallarını,
geldi Standard Oil zamanından önce
hukukçuları ve çizmeleriyle,
çekleriyle ve tüfekleriyle,
hükümetleriyle ve mahkumlarıyla.

Şirketin şişman imparatorları
yaşıyorlar New York’ta, pek uysallardırlar,
ipek, naylon, purolar satın alıyorlar
bu gülümseyen katiller,
küçük zorbalar, diktatörler.
Ülkeler satın alıyorlar, şehirler, denizler,
polisler ve vekiller,
açgözlüler altınını nasıl korursa
mısırını öylesine koruyan yoksulların yaşadığı
uzak bölgeleri:
uyandırıyor onları Standard Oil,
üniformalarla donatıyor, onlar için
o düşman biraderi seçiyor,
ve Paraguaylı adam savaşıyor kavgasında,
ve Bolivyalı adam yok oluyor
vahşi ormanda makineli tüfeğiyle.

Bir damla petrol için
öldürüldü bir Devlet Başkanı,
milyonlarca hektarlık
ipotek, canlı bir
yaylım ateş, ölümcül
bir ışık sabahı, taşa dönüşmüş,
Patagonya’daki devrimci mahkumların
yeni bir kampı,
bir ihanet, karşılıklı ateş
altında yağlı parıltılı ayın,
kurnaz bir kabine değişikliği
başkentte, petrolden medcezir gibi
bir fışkırma,
ve toynakların savaşından bu yana, ama sen
göreceksin buluların üzerinde ışıldadığını,
denizlerin üzerinde, kendi evinde,
Standart Oil’in harflerinin
parıltılarla durduğunu
bütün kolonilerin üzerinde.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı'dan"