Şiir, Sadece: Yeryüzünde İkinci Konaklama
Yeryüzünde İkinci Konaklama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yeryüzünde İkinci Konaklama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2014 Cuma

Ağaca Giriş

Biraz akıl yürütmeyle, parmaklarımla,
yavaşça taşkın altında kalan yavaş sularla,
düşüyorum unutmabenilerin krallığı içine,
üzüncün inatçı yarıküresi içine,
unutulmuş harap bir oda içine,
acı yoncaların bir demeti içine.

Düşüyorum gölge içine, ortasında
tam da mahvolmuş şeylerin,
bakıyorum örümceklere, ve otlatıyorum
ormanları gizli bitmemişliklerle, ve dolanıyorum
arasında bileği bükülmüş ıslak liflerin,
özden ve sessizlikten yaşayan hayatın.

Uysal madde, ey kuru kanatların gülü,
çöküşümde tırmanıyorum yapraklarına
kırmızı bitkinlikten ağır ayaklarla,
ve katı katedralinde eğiliyorum yere
ve dövüyorum dudaklarımı bir melekle.

Benim duran orada, dünya renginin önünde,
önünde solgun ölü kılıcının,
önünde birleşmiş yüreklerinin,
önünde sessiz yığınının.

Benim duran orada, ölen kokulardan dalganın önünde,
sarmalanmış sonbaharla ve dirençle:
benim bir gömü yolculuğuna çıkan
senin sarı yara izlerinin arasında.

Başlangıcı olmayan ağlayışımla gelen benim,
besinsiz, uykusuz, yalnız,
karartılmış dehlizlere giren
ve senin gizemli özüne ulaşan.

Görürüm senin kuru akıntının devindiğini,
görürüm engellenmiş ellerinin büyüdüğünü,
işitirim deniz bitkilerinin
gıcırdadığını, denizle ve öfkeyle sarsıldığını,
ve duyumsarım içe doğru ölen yaprakları
ve senin korunmasız kımıltısızlığınla
yeşil maddelerini birleştiren.

Gözenekler, damarlar, şirinliğin dolaşımı,
ağırlık ve sessiz sıcaklık,
düşmüş ruhunu delmiş oklar,
uyuyan varlıklar kalın ağzında,
tatlı tüketilmiş ilikten toz,
sönmüş ruhlarla dolu kül,
gel bana, benzersiz düşüme benim,
gecenin düştüğü ve ezilmiş su gibi
sonsuzca düştüğü yatak odama düş benim,
ve bağla beni onların hayatına, onların ölümüne,
ve onların uysal maddelerine,
onların ölü nötr güvercinlerine,
ve tutuşturalım ateşi, ve sessizliği, ve sesi,
ve yakalım, ve susalım, ve çanlar.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

20 Kasım 2014 Perşembe

Ailelerdeki Melankoli

İçindeki bir kulak ve bir resimle
saklıyorum mavi bir şişeyi:
gece mecbur ettiğinde baykuşun tüyünü,
kısık sesli kiraz ağacı yolduğunda kendi dudaklarını
ve deniz esintisi çoklukla
delik deşik ettiği kabuklarla tehdit ettiğinde,
bilirim bulunur batmış büyük yayılmalar,
külçelerce kuvars,
balçık,
mavi sular bir vuruşa,
onca sessizlikten, yenilgiden ve kâfur ağacından,
kaybolmuş eşyalardan, madalyalardan,
okşayışlardan, paraşütlerden, öpüşlerden
çok sayıda damarlar.

Tek bir günün adımları var yalnızca öbürüne doğru,
yalnız bir şişe denizlerde yolcu,
ve güllerin vardığı bir yemek odası,
bir yemek odası, terk edilmiş
bir diken gibi: konuşuyorum
ezilmiş bir kadeh hakkında, bir perde hakkında,
taşları sökerek akan bir ırmağın çağladığı
ıssız bir odada bulunan derinlik hakkında, bu bir evdir
yağmurun temelleri üzerinde duran,
olmazsa olmaz pencereleriyle ve kayıtsız şartsız sadık
yaban şarabıyla iki katlı bir ev.

Gidiyorum akşamlar boyunca, ve dönüyorum eve
kirle ve ölümle dopdolu,
getirerek beraberimde toprağı ve köklerini
ve cesedin buğdayla, metallerle, devrilmiş fillerle
birlikte uyuduğu toprağın sınırsız karnını.

Fakat her şeyden önce korku dolu,
korku dolu ve ıssız bir yemek odası var
kırılmış yağdanlıklarıyla
ve akıyor sirke masaların altından,
ve durdurulmuş bir ay ışığı,
karanlık bir şey, ve arıyorum
bir karşılaştırmayı kendimde:
belki denizle çevrilmiş bir dükkândır bu
ve hırpanî paçavralar damlıyor tuzlu sudan.
Yalnızca ıssız bir yemek odası var
ve etrafında sonsuz genişlikler,
suyun altına konulan fabrikalar,
sadece benim bildiğim enlemler,
çünkü hüzünlüyüm ben ve yolculuktayım
ve tanıyorum toprağı ve hüzünlüyüm.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

Alberto Rojas Jiménez Geliyor Uçarak

Korkutan kanatların arasından, arasından gecelerin,
manolyaların arasından, arasından telgrafların,
Güney’in rüzgârı arasından ve denizle ıslanmış Batı’dan,
geliyorsun uçarak.

Mezarların altından, altından külün,
donmuş salyangozların altından,
en son yeraltı sularının altından,
geliyorsun uçarak.

Daha da derinde, boğulmuş kızların arasında
ve kör bitkilerin arasında, çözülmüş balıkların
daha da derininde, bulutların arasında yeniden,
geliyorsun uçarak.

Kanla kemiklerin ötesinde,
ötesinde ekmeğin, şarabın ötesinde,
ötesinde ateşin,
geliyorsun uçarak.

Sirkenin ve ölümün ötesinde,
arasında çürümenin ve menekşelerin,
göksel sesinle ve ıslak ayakkabılarınla,
geliyorsun uçarak.

Elçilerin ve eczanelerin üstünden,
ve tekerin, ve avukatların, ve gemilerin,
ve yeni çekilmiş kırmızı dişlerin,
geliyorsun uçarak.

İri kadınların geniş elleriyle
saçlarını çözüp tarağı düşürdüğü
çökmüş çatılı kentlerin üstünden,
geliyorsun uçarak.

Şarabın sessizlikte loş, bulanık ellerle
kızılca bir ağaçtan yavaş ellerle
olgunlaşacağı mahzenleri geçerek,
geliyorsun uçarak.

Yitik havacıların arasından,
kanallar ve gölgeler boyunca,
gömülmüş zambaklar yanında,
geliyorsun uçarak.

Acı renkli şişelerin arasından,
anason ve bela çemberleri arasından,
ellerin yukarda ve ağlayarak,
geliyorsun uçarak.

Diş hekimleri ve toplantılar üstünden,
sinemaların ve tünellerin ve kulakların üstünden,
yeni bir takım elbiseyle ve sönmüş gözlerle,
geliyorsun uçarak.

Ölümünün yağmuru yağarken
tayfaların yolunu yitirdiği
duvarsız mezarının üstünden,
geliyorsun uçarak.

Boşanırken yağmur parmaklarından,
boşanırken yağmur kemiklerinden,
düşerken iliğin ve gülüşün,
geliyorsun uçarak.

Eriyip gittiğin taşlar üstünden,
aceleyle kışa doğru, zamana doğru,
yüreğin düşerken damlalarda,
geliyorsun uçarak.

Çimentoyla ve kara katip yürekleriyle,
ve hiddetli atlının kemikleriyle
çevrilmiş olan, sen değilsin oradaki,
geliyorsun uçarak.

Ey deniz gelinciği, ey benim soyum,
ey arılarla giyinmiş gitarcı,
saçındaki bütün bu gölgeyle yanlış bu:
geliyorsun uçarak.

Seni kovalayan bütün bu gölgeyle yanlış bu,
onca ölü kırlangıçlarla yanlış bu,
onca sızlanmayla kararmış toprakla:
geliyorsun uçarak.

Valparaíso’nun kara rüzgârı
dağıtıyor kömürden ve köpükten kanatlarını
geçip gittiğin göğü süpürmek için,
geliyorsun uçarak.

Vapurlar var, ve ölü denizin soğuğu,
ve kaval sesleri, ve aylar, ve bir koku
sabah yağmurundan ve kirli balıklardan:
geliyorsun uçarak.

Rom var, sen ve ben, ve benim ağlayan ruhum,
ve hiç kimse, ve hiçbir şey, çatlamış basamaklarıyla
bir merdiven yalnızca, ve bir şemsiye:
geliyorsun uçarak.

Orada uzanıyor deniz. Geceleri gidiyorum ve dinliyorum
deniz altından uçarak gelişini, yapyalnız,
bende şenelmiş deniz altı karartılı:
geliyorsun uçarak.

Duyuyorum kanatlarını ve senin sakin uçuşunu,
ve ölü suların sana çarpışını
kör ve ıslak güvercinler gibi:
geliyorsun uçarak.

Geliyorsun uçarak, terk edilmiş, yalnız,
ölüler arasında tek, her zaman yalnız,
geliyorsun uçarak gölgesiz ve adsız,
şekersiz, ağızsız, gülsüz,
geliyorsun uçarak.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama


Alberto Rojas Jiménez 1900-1934 yılları arasında yaşamış, Neruda’nın arkadaşı Şilili bir şairdi. Züppelik derecesinde şık giyimliydi. En büyük hobilerinden biri, İspanyol şair Miguel de Unamuno’dan öğrendiği şekilde kağıttan kuşlar yapmaktı. 1930 yılında yayınlanmış “Chilenos en París” (”Paris’teki Şilililer”) adlı bir şiir kitabı bulunmaktadır. Paris’te yaşadığı dönemde Chagall’ın tablolarına özenerek yaptığı bazı resim çalışmaları da bulunmaktadır.

8 Kasım 2014 Cumartesi

Barkarol

Yalnızca yüreğime dokunsaydın,
yalnızca ağzını yüreğimin üstüne koysaydın,
o güzel ağzını, dişlerini,
dilini kırmızı bir ok gibi bıraksaydın
tozlu yüreğimin çarptığı yere,
üfleseydin yüreğimde, yakınında denizin, ağlayarak,
kasvetli bir gürültüyle duyulurdu, uyuyan
tren tekerlerinin sesiyle,
huzursuz sular gibi,
bol yapraklı bir sonbahar gibi,
kan gibi,
göğü yalayan ıslak alevlerin gürültüsüyle,
düşler ya da dallar ya da bulutlar gibi bir sesle,
ya da avuntusuz bir limandaki sis düdüğü gibi,
üfleseydin yüreğime, yakınında denizin,
beyaz bir hayalet gibi,
köpüğün tepeleri boyunca,
ortasında esintinin,
zincirlerinden kurtulmuş bir hayalet gibi, ağlayarak
deniz kıyısında.

Muhteşem bir yokluk gibi, ani bir çan gibi
dağıtıyor deniz yüreğin sesini,
yağmur yağarken akşama doğru yalnız bir kıyıda:
iniyor gece kuşkusuz,
ve kazazede bayraklarının hüzünlü gri rengi
şeneltiyor kendisini boğuk sesli gümüş gezegenlerle.

Ve sesleniyor yürek somurtkan bir salyangoz gibi,
bağırıyor, ey deniz, ey şikayet, ey çözülmüş korku
belaların ve bodur dalgaların arasında dağılmış:
Yankıyla suçluyor deniz
dinlenen gölgelerini, yeşil gelinciklerini.

Hüzünlü bir kıyıdaysan ansızın,
çevrilmiş o ölü günle,
dalgalarla dolu
yeni bir geceyle yüz yüzeysen,
ve üflemişsen yüreğime soğukla vuran korku gibi,
üflemişsen yüreğimin yalnız kanına,
üflemişsen alazlı güvercin dalgalanmasına,
kara kanlı hecelerini duyardın yüreğimin,
dur durak bilmez kızıl suları yükselirdi,
ve işitilirdi, gölgelerin sesleri,
ölüm gibi sesler,
çağırırlardı rüzgârla ya da ağlayışla dolu bir boru gibi,
ya da kısa püskürtülerle korku fışkırtan bir şişe gibi.

İşte böyle, ve yıldırımlar örtecekti senin beliklerini,
ve yağmur sızacaktı gözlerinden içeri
hazırlamak için gizlice sakladığın ağlayışını,
ve denizin kara kanatları dönecekti
çevrende, muazzam pençelerle ve boğuk çığlıkla ve kaçışla.

O yalnız hayalet mi olmak istiyorsun, deniz boyunca
hüzünlü, verimsiz çalgısını üfleyen?
Sadece çağırdın mı
uzatılmış sesini, kötücül ıslığını,
yaralı dalgalardan düzenini,
gelirdi biri belki,
biri gelirdi,
adaların şakaklarından, denizin kızıl derinliğinden,
gelirdi biri, biri gelirdi.

Gelirdi biri – üfle bir çılgın gibi,
bırak işitilsin batmış bir gemiden siren gibi,
bir şikayet gibi,
köpüğün ve kanın ortasında bir kişneme gibi,
dişleri kesen ve yankı veren acımasız bir su gibi.

Deniz mevsiminde
bir çığlık gibi döneniyor onun gölge salyangozu,
deniz kuşları hor görüyorlar onu ve kaçışıyorlar,
onun seslerden yoklaması, hüzünlü parmaklıkları
kalkıyor ayağa ıssız denizin kıyısında.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama


Barkarol: 1) Venedik gondolcularının söz ve müziği önceden yazılmadan, içlerinden geldiği gibi söyledikleri şarkı. 2) Ritmi üç zamanlı müzik eseri.

21 Ekim 2014 Salı

Cinsel Su

Ağır yalnız damlalarda,
dişler gibi damlalarda,
reçelden ve kandan dolgun damlalarda,
damlalardaki bir kılıç gibi,
hiddetli bir cam ırmak gibi,
suya düşen
ağır damlalarda,
düşüyor aşındıran şey,
çarpıyor o simetrik mihvere, yapışıyor ruhun çivilerine,
eziyor terk edilmiş şeyleri ve kanla suluyor karanlığı.

Sadece bir soluktur, gözyaşından daha da nemli,
bir sıvı gibi, bir ter, adsız bir yağ gibi,
oluşan ve sıkışan
keskin bir devinim,
düşüyor suya
yavaş ağır damlalarda
denizine doğru, kuru okyanusuna doğru,
susuz dalgasına doğru.

Görüyorum o muazzam yazı, ve bir çıtırtı
tahıl ambarından, görüyorum şarap mahzenlerini,
ağustosböceklerini, köyleri, cazibeleri,
odaları, elleri yüreklerinde uyuyan
ve düşlerinde haydutları ve yangınları gören
kızları,
görüyorum gemileri,
ilikten ağaçları
hiddetli kediler gibi dik bakışlı,
kanı görüyorum, hançerleri ve kadın çoraplarını
ve erkek saçlarını, görüyorum yatakları,
bir bakirenin çığlık attığı koridorları,
yün battaniyeleri ve organları ve otelleri.

Görüyorum suskun düşleri,
dayanıyorum o son günlere,
ve vesilelere, hatıralara,
acımasızca koparılmış bir göz kapağı gibi,
bakıp duruyorum.

Ve sonrasında şu ses:
kemiklerin kızıl bir gürültüsü,
etin birbirine yapışması,
ve birbirinde eriyen başaklar gibi sarı baldırlar.
Kulak veriyorum çırpıntılı öpüşlere, kulak veriyorum,
alçıyla hıçkırık sesleri arasında titremiş.

Bakıp duruyorum, kulak veriyorum,
denizde yarım ruhla, yarım yeryüzünde,
ve her iki ruhun yarı parçasıyla bakıyorum dünyaya.

Ve gözlerimi kapattığım ve kalbimi
büsbütün örttüğüm halde, görüyorum derin sesli
bir suyun düştüğünü ağır damlalarca.
Jelatinden bir tayfun gibi, spermalardan
ve denizanalarından bir çağlayan gibi.
Görüyorum bulanık gökkuşağının yükseldiğini.
Görüyorum sularının kemikler arasından sızdığını.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

10 Eylül 2014 Çarşamba

Denize Düşen Saat

Ne de kasvetli bir ışık var havada
ve ansızın sarılaşan ne çok boyut,
çünkü düşmüyor rüzgâr
ve soluk almıyor yapraklar.

Denizde tutuklu kalmış bir pazardır,
batmış bir gemi gibi bir gün,
pulun saldırdığı bir damla zaman
zalimce kuşanmış o saydam nemde.

Kapalı gözlerimizle ağlarken, koklamak istediğimiz
bir giyside ciddice yığılmış aylar vardır,
ve yeşille dinlenen suyun
basit kör bir işaretinde yıllar vardır, ne parmakların
ne de ışığın tutuklu kılabildiği çağlar vardır,
parçalanmış bir yelpazeden daha pahalı,
mezardan çıkarılmış bir ayaktan daha da sessiz,
balıkların geçip gittiği hüzünlü bir mezarda
o çözünmüş günlerin düğün zamanı vardır.

Düşüyor sonsuzca zamanın yaprakları
gökyüzüne benzeyen uçucu şemsiyeler gibi,
etrafımda büyüyor neredeyse
kimsenin görmediği bir çan gibi,
su altında kalmış bir gül, bir denizanası, uzun
ve çatlamış bir yürek atışı:
fakat bu değil, ancak hissediyor ve yıpranıyor,
sessiz ve kuşsuz şaşkın bir iz,
rayihadan ve zürriyetten bir soluk.

Tarlada yosuna yayılmış ve elektrikli biçimiyle
bir kalçaya çarpan saat,
koşuyor gevşekçe ve yaralanmış o dalgalanıp duran
korkunç suyun altında, içsel bir dalgayla titreyen.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Düğün Maddesi

Uzanarak yayılmış, titreyen ve soluyan ve beyaz,
ve meme uçları ayrılmış iki sayı gibi
ve bacakların gül kızılı buluşması
cinselliğinin gecesel kirpiklerini kırpıştırdığı yerde
bakıyorum kağıttan ve aydan bir kıza,
kabuksuzum ya da çiçeksiz bir kiraz ağacı gibi düzüm,
sıra dışıyım, bağnazım, damarlı ve tükürüklü
ve parmaklı ve testisli.

Solgun, oynak,
battığını hissederim ağzımda sözcüklerin,
boğulmuş çocuklar gibi sözcükler,
ve yola çıkar, ve dişler gemilere dönüşür,
ve sulara ve alevler içindeki enlemlere.

Bir kılıç ya da bir ayna gibi yatıracağım onu,
ve öldüresiye ayıracağım onun korkunç bacaklarını,
ve ısıracağım kulaklarını ve damarlarını,
ve kapalı gözlerle çekilmesi için bırakacağım onu,
yeşil tohumdan koyu bir ırmakta.

Gelincik ve yıldırım taşkınıyla basacağım onu,
dizini, dudaklarını, iğnelerini sarmalayacağım,
ağlayarak gireceğim derisinden içeri, ağır ağır,
ve suçlu güçle ve kanla ıpıslak saçla.

Soluk alış ve tırnaklar arasında kaçmasını sağlayacağım,
hiçbir zaman, hiçbir şeye,
tırmanarak o yavaş iliğe ve oksijene,
yapışarak anılara ve nedenlere
yalnız bir el gibi, aciz tuzdan
bir tırnağı oynatan kesilmiş bir parmak gibi.

Uyuyarak koşacak deriden yolları
kül grisi kauçuktan ve külden bir ülkede,
bıçaklarla ve çarşaflarla ve karıncalarla savaşarak,
ve kendisinde batan ölmüş gözlerle,
ve kör balıklar ya da koyu sudan bilyeler gibi
kayan siyah maddeden damlalarla.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

5 Haziran 2014 Perşembe

Etkisizlik

Yitirilmiş kağıtlarla dolu güvercin,
göğsü lekelenmiş silgilerle ve haftalarla,
cesetten daha beyaz kurutma kağıdıyla
ve kendi kasvetli renginden korkan mürekkeple.

Gel benimle idarelerin gölgesine,
şeflerin mat, ince, solgun rengine,
takvimler gibi derin koridorlara,
o bin sayfalık üzünçlü tekere.

Haydi şimdi araştıralım unvanları ve şartları,
özel kağıtları, uykusuz geceleri,
tiksinç sonbahar dişleriyle istemleri,
o üzünçlü kararların hiddetinin kül grisi kaderlerini.

Yaralı kemikler hakkında bir anlatıdır,
acı durumlar ve sonsuz takım elbiseler
ve ansızın ciddiye alınan çoraplar.
Derin gecedir, yıldırımın parçaladığı
bir şişeden dökülür gibi
günün birden düştüğü damarsız kafa.

Ayaklar var ve saatler ve parmaklar
ve ölen sabundan bir lokomotif
ve ıslak metalden ekşi bir gök
ve gülümseyişlerden sarı bir ırmak.

Her şey ulaşır çiçek gibi parmak uçlarına
ve şimşek gibi tırnaklar, solmuş koltuklar,
her şey ulaşır ölümün mürekkebine
ve mühürlerin menekşe ağzına.

Haydi ağlayalım toprağın ve ateşin ölümüne,
kılıçlara, üzümlere,
köklerden haşin krallıklarıyla cinsiyetlere,
gemiler arasında yüzüyor sarhoşluğun gemisi,
ve geceleri dizlerinde dans eden güzel koku
ve sürüklüyor delik deşik güllerden bir gezegende.

Haydi şimdi köpek giysilerinde ve alınlarda lekelerle
batalım kağıtların derinliğinde,
zincirli sözcüklerin hiddetinde,
inatçı ölü bildirimlerde
ve sarı yapraklarla sarmalanmış sistemlerde.

Gel benimle ofislere, o şüpheli kokusu
bakanların ve mezarların ve damgaların.
Gel benimle ölen o beyaz güne
öldürülen bir gelin gibi çığlık çığlığa.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

2 Haziran 2014 Pazartesi

Evimdeki Hastalıklar

Gül dişli sevincin özlemi
kemirdiğinde bir çok aydır düşen kükürdü,
ve onun doğal ağını, gelir ezgi dolu saçı
kısık adımlarıyla sönmüş odalarıma,
çarpar lanetli dikenlerden güle,
örümcekli duvarlarda, orada,
ve ezilmiş camda savaşır kan,
ve gökyüzünün tırnakları yığılır üst üste,
böylece gidilemesin dışarı, ve akıllı bir şey yapılamasın,
öyle yoğun ki sis, dolanıp duran sisi pisletilmiş kuşlarla,
öyle büyük ki duman, dönüşmüş sirkeye,
ve merdivenleri delik deşik eden keskin havası onun:
günün mahvolmuş tüylerle düştüğü bu anda,
yalnızca gözyaşı var, gözyaşından başka şey yok,
yalnızca acı çekme, yalnızca acı çekiş,
ve gözyaşından başka bir şey yok.

Deniz yıllardır bir kuşun ayağına dokunmaya çalışır,
ve kırbaçlar tuz ve kemirir köpük,
bir ağacın kökleri bir kızın elini tutar,
bir kızın elinden daha büyüktür ağacın kökleri,
göksel bir elden de daha büyüktür,
ve bütün yıl didinir durur her ay ışığı gün,
yükselir kız kanı yücelere ayla lekeli yapraklara,
ve çocukların gece vakti düştükleri
suyu zehirleyen bir gezegen var
korkunç dişli, ve yalnızca ölüm var,
yalnızca ölüm, ve gözyaşından başka şey yok.

Sessizlikte bir buğday tanesi gibi, fakat
kim af dileyecek buğday için?
Olduğu gibi bak şeylere: onca tren,
ezilmiş dizleriyle onca hastane,
ölen insanlarla onca butik:
nasıl olacak? ne zaman?
Soğuk bir ayın renginde kim dileyecek bir çift gözle,
dalgalanan mısır gibi kocaman bir yürekle?
Yalnızca tekerlek var ve düşünüp durmak,
büyüyen miktarlarda yiyecek,
yıldız çizgileri, içine
bir şey düşmeyen bardaklar, gece yalnızca,
ölümden başka şey yok.

Ezilmiş adımlarla sendeleyerek gitmeliyiz,
sislerin ve üzünçlerin arasından yürümeliyiz,
harlayan bir şey yanarken ıslak alazlarla,
yağmur gibi hüzünlü çaputlar arasında bir şey,
yanan ve hıçkıran bir şey,
bir hastalık bulgusu, bir sessizlik.
Bırakılmış konuşmalar ve koklanmış nesneler arasında,
kaderin taçlandırıp bıraktığı bir şey ifade etmeyen çiçekler,
bir yaraya düşen bir ırmak var,
kırık bir okun gölgesine vuran okyanus var,
bir öpüşü delik deşik eden bütün gök var.

Yardım edin bana, yüreğimin sessizlikte
taptığı yapraklar, yolsuz patikalar, güneyin kışları,
dünyasal terimde yıkanmış kadın zülüfleri,
o yapraksız gökteki güney ay,
gel bana acısız bir günde,
damarlarımı inceleyeceğim bir dakikayla.
Bir damla rahatsız eder beni,
tek bir taç yaprağı yaralar beni, ve bir iğne deliği
arasından yükselir avuntusuz kanın ırmağı,
ve boğulurum gölgede çürüyen çiyin sularında,
ve bir şeye dönüşmeyen bir gülüş yüzünden,
tatlı bir ağız yüzünden,
gül çalısının sevebileceği parmaklar yüzünden,
yalnızca bir şikayet olan bu şiiri yazıyorum,
yalnızca bir şikayet.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Federico García Lorca’ya Ağıt

Korkudan ağlayabilseydim ıssız bir evde,
söküp yiyebilseydim gözlerimi,
sesinin hüzünlü portakal ağacı için yapardım bunu,
ve çığlıklarda yükselen şiirin için.

Değil mi ki senden ötürü boyuyorlar maviye hastaneleri
ve okulları ve kıyılarda büyüyen varoşları,
ve yaralı melekler süslüyor seni tüyle,
ve düğün balıkları örtüyor seni pulla,
ve kirpiler yükseliyor havaya:
kendi kara zarlarıyla dikimevleri
senden ötürü dolduruyorlar seni kaşıklarla ve kanla
ve yutuyorlar kırmızı kurdeleleri,
ve öpüyorlar birbirlerini ölesiye,
ve beyaz giyiniyorlar.

Bir şeftali gibi giyinmişsin uçarken,
pirinç tanesi gibisin güldüğünde,
damarlarını ve dişlerini titrettiğinde,
boğazın ve parmakların
şarkı söylemek için,
ölebilirim şirinliğin için,
ölebilirim sonbaharda düşmüş bir küheylan
ve kanla lekeli bir tanrıyla
ortasında yaşadığın o kızıl göller için,
ölebilirim su ve mezarlarla
kül grisi ırmaklar gibi akan
mezarlıklar için,
geceleri, boğulmuş çanların arasında:
birden mermer numaralarla ve çürümüş taçlarla
ve cenaze yağlarıyla
ırmaklardaki ölüme doğru kabaran
hasta askerlerle tıkış tıkış
yatakhaneler gibi tüten ırmaklar:
ölebilirim geceleri boğulmuş haçların
geçip gidişine bakabilmen için,
ayakta ve ağlayarak,
çünkü ağlıyorsun ölümün ırmağı kıyısında,
yaralı, terk edilmiş,
ağlayarak ağlıyorsun, gözlerin dolu
gözyaşlarıyla, gözyaşlarıyla, gözyaşlarıyla.

Yalnız ve kaybolmuş, geceleri
yığabilseydim unutuşu ve gölgeyi ve dumanı
kara bir bacayla
trenlerin ve vapurların üstüne
ısırırken külü ben,
yapardım bunu içinde büyüdüğün ağaç için,
toparladığın o altın suların yuvası için,
kemiklerini örten ve sana gecenin
gizlerini anlatan boru çiçeği için.

Nemli soğanlar gibi kokan şehirler
bekliyor senin kısık bir şarkıyla geçişini,
ve sessiz tohum gemileri izliyor seni,
ve yeşil kırlangıçlar yapıyor yuvalarını saçlarında senin,
ve salyangozlar da ve haftalar da,
dolanmış direkler ve kiraz ağaçları
dönüveriyorlar etrafında, görüldüğünde
onbeş gözlü soluk başın
ve kanda boğulmuş ağzın.

İsle doldurabilseydim belediye binalarını
ve hıçkırarak sökebilseydim duvar saatlerini,
yapardım senin evine geldiklerini görmek için:
çatlamış dudaklarıyla yaz gelsin diye,
ölmekte olan giysilerle bir sürü insan gelsin diye,
parıltılı hüzünlü bölgeler
gelsin diye, ölü pulluklar ve gelincikler
gelsin diye, mezarcılar ve atlılar
gelsin diye, gezegenler ve kanlı haritalar
gelsin diye, külle örtülü dalgıçlar
gelsin diye, kendileriyle kızları götüren
uzun bıçaklarla yaralanmış maskeli adamlar
gelsin diye, kökler, damarlar, hastaneler,
kaynaklar, karıncalar,
örümceklerin arasında ölmekte olan
yalnız süvarili yatağıyla
gelsin diye gece,
bir nefret gülü ve iğneler
gelsin diye, sarı bir gemi
gelsin diye, bir çocukla rüzgârlı bir gün
gelsin diye, Oliveiro, Norah,
Vicente Aleixandre, Delia,
Maruca, Malva, Marina, María Luisa ve Larco’yla
ben geleyim diye,
La Rubia, Rafael Alberti,
Carlos Bebé, Manolo Altolaguirre,
Molinari,
Rosales, Concha Méndez,
ve adını hatırlayamadığım diğerleri.
Gel, taçlandırayım seni, sağlığın
ve kelebeklerin delikanlısı, saf delikanlılıksın
kara bir şimşek ışıltısı gibi, her zaman özgür,
ve konuşalım birlikte,
kayalıklar arasında hazır kimse yokken şimdi,
konuşalım açıkça adam gibi:
çiyden başka ne işe neye yarar ki şiir?

Geceden başka ne işe yarar ki şiir,
acı bir hançer bulurken bizi, o gün için,
o alacakaranlık için, insanın vurulmuş yüreği
hazırlanırken ölmeye o düşmüş köşede?

Her şeyden önce geceleri,
geceleri var onca yıldız,
yoksullarla dolu bir evin
pencerelerindeki kurdeleler gibi
bir ırmağın içinde hepsi.
Bazıları ölmüş, belki yitirmişler
yerlerini ofislerde,
hastanelerde, asansörlerde,
madenlerde,
ağır yaralı yaratıklar acı çekiyor
ve amaçlar var orada ve gözyaşları her yerde:
aceleyle yitip giderken yıldızlar sonsuz bir ırmakta
daha çok ağlanılıyor pencerelerde,
gözyaşlarıyla aşınmış eşikler,
yatak odaları halıları ısırmak için
dalga dalga gelen gözyaşlarıyla ıpıslak.

Federico,
görüyorsun dünyayı, caddeleri,
sirkeyi,
istasyonlarda ayrılışları
kaldırırken duman kararlı tekerleğini
sadece bazı vedaların, taşın ve demir yolu izinin
bulunduğu yer doğru.

Onca insan var aynı soruyu soran
her yerde.
O kanlı kör, o öfkeli, ve o
cesaretsiz,
o zavallı dikenli ağaç,
sırtında kıskançlığıyla o soyguncu.

Hayat böyle işte, Federico, burada
benim hüzünlü adam
dostluğumun sunabileceği şeyler bunlar.
Bunların bir çoğunu yaşadın zaten,
ve daha fazlasını da giderek öğreneceksin.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

12 Nisan 2014 Cumartesi

Geri Dönüyor Sonbahar

Düşüyor çanlardan hüzünle giyimli bir gün
huzursuz bir dulun titreyen peçesi gibi,
bir renk bu, toprağa batmış
kiraz ağacından bir düş,
suyun ve kıyıların rengini değiştirmek için
durmaksızın gelen dumandan bir kuyruk bu.

Anlaşılıyor muyum bilmiyorum: gece
yaklaştığında yücelerden, yalnız şair
penceresinde işittiğinde dörtnaldaki adımları ve teperek
ezen korkunun yaprakları hışırdadığında damarlarında,
bir şey vardır gökyüzünde, şişman bir öküzün dili gibi,
gökyüzünün ve havanın belirsizliği gibi.

Yerine oturuyor şeyler yeniden,
olmazsa olmaz avukat, eller, zeytinyağı,
şişeler,
hayatın bütün izleri: yataklar, her şeyden önce,
kanlı bir sıvıyla dolu,
sırlarını kirli kulaklara teslim ediyor insanlar,
merdivenden iniyor katiller,
fakat bu değil, o eski dörtnaldır bu,
titreyen ve dayanan atıdır o eski sonbaharın.

O eski sonbaharın atı kızıl sakallıdır
ve korkunun köpüğü örter yanaklarını
ve onu izleyen hava bir deniz biçimdedir
ve kokar gömülmüş uçucu çürümeyle.

Güvercinlerin yeryüzü üzerinde paylaştırması gereken
kül grisi bir renk düşer her gün gökten
gözyaşları ve unutuş gibi örülmüş halatlar,
uzun yıllar çanlarda uyumuş gibi zaman,
her şey,
eski paçavra giysiler, karın geldiğini gören kadınlar,
ölmeden önce kimsenin göremeyeceği o siyah gelincikler,
her şey düşüyor yağmurun ortasında
kaldırdığım ellere.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama'dan

1 Mart 2014 Cumartesi

Güney Denizi

O yalnız denizdeki güller
ince tuzdan ve tehlikedeki bir boğazdan,
gene de dalgalı sudan
ve korkunç kuşlardan,
ve günden sonra gelen
gece var yalnızca, ve bir barınaktan sonra
geliyor gün,
bir soytarı, bir sessizlik.

Sessizlikte büyüyor rüzgâr
tek bir yaprağıyla ve kırbaçlanmış çiçeğiyle,
ve yalnızca dokunuşu ve sessizliği olan kum,
hiçbir şey yok, yalnızca bir gölge,
devrilen bir atın izi,
zamanın kabullendiği bir dalgadan başka bir şey yok,
çünkü bütün sular götürür denizin derininde
dik dik bakan zamanın soğuk gözlerine.

Ölmüş sudan ve güvercinlerden gözleri ölüdür şimdi,
ve kanlı dişleriyle balıkların geçip gittiği
acılı bölgeden iki deliktir onlar,
ve balinalar peşindedir zümrütlerin,
ve solgun süvarilerin iskeletleri çözünmüştür
yavaş denizanalarından, ve yanı sıra
zehirli nanelerin değişik birliklerinden,
yalnız eller, oklar,
pul pul tabancalar,
dur duraksız çalışıyor yanakları boyunca
ve yiyip bitiriyor çıplak tuzdan gözlerini onun.

Ay teslim ettiğinde kendi gemi batışlarını,
kasalarını, erkek gelinciklerle örtünmüş
kendi ölülerini,
giysiler gömüldüğünde denizde
düşer ayın torbası
onların uzun acılarıyla, yolunmuş sakallarıyla,
su gibi kafalarıyla ve gurur talep etmişti
zamanı ve sonsuzluğu,
o zaman işitilir her yerde
denizin dibine düşen diz, taş torbasında ayın
getirilmiş buraya, gözyaşlarıyla yıpranmış
ve ısırmış kasvetli balıklar.

Doğrudur, ayın battığı
zalim sallamalarda bir sünger gibi, alıkonulmaksızın,
yalpalayıp duruyor ay hayvanların inleri etrafında,
suyun çığlığıyla kemirildi ay,
ayın mideleri, pulu hızla ayrılmış çelikten:
ve şimdiden sonra
iniyor aşağıya okyanusun sonuna doğru,
mavideki mavi, içe işlemiş mavi renkler,
kör maddenin mavi kör renkleri,
ve sürüklüyor kendi çürümüş yükünü kendiyle,
dalgıçlar, kalaslar, parmaklar,
denizin yüce ışıltısındaki büyük felaketlerde
akan kandan yapılmış bir balıkçı karısı.

Fakat bir sahil hakkında konuşuyorum, orada deniz
kırbaçlar öfkeyle ve dalgalar çarpar
külden duvarlara. Nedir bu? Bir gölge midir?
Hayır, gölge değil, kumdur o kederli cumhuriyette,
alglerden bir sistemdir, kanatları var, bir gagalama
göğün bağrında:
ey yaralı dalgaların yüzeyi,
ey denizin kaynağı, eğer güvence veriyorsa
yağmur senin gizlerine, eğer o sonsuz rüzgâr
öldürüyorsa kuşları, eğer yalnızca gökyüzü varsa,
kıyılarını yalnızca ısırmak ve ölmek isterim,
gizlerin aktığı, köpükle dolu taşların ağızlarından
yalnızca uzun uzun bakmak isterim.

Yalnız bir bölgedir, daha önce
hakkında konuştuğum bu ıssız bölge,
denizle çevrilidir toprak
ve kimse yoktur – yalnızca bazı at izleri,
rüzgâr dışında hiç kimse, hiç kimse
denizin sularına düşen rüzgârdan başka,
hiç kimse, yalnızca yağmur büyür deniz üstünde.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama'dan

21 Ocak 2014 Salı

Josie Bliss

Yok edilmiş fotoğrafların mavi rengi,
çiçek yapraklı deniz gezintili mavi renk,
çelik katısı bir darbeyle öldürülen
haftaların üstüne düşen nihaî ad.

Hangi giysi, hangi ilkbahar geçip gidiyor,
hangi el arıyor durmaksızın memeleri, başları?
Boşuna düşüyor zamanın açık seçik dumanı,
boşuna mevsimler,
dumanın düştüğü veda anları,
bir kılıçla bekleyen o ani olaylar:
ansızın bir şey,
kızıl derilerin şaşkın bir atağı gibi,
kanın ufku titriyor, bir şey var,
gül çalılarını şüphesiz titreten bir şey.

Gecenin yaladığı göz kapaklarının mavi rengi,
patlatılmış kristalden yıldızlar, deri
parçalar ve hıçkıran sarmaşıklar,
gümbürdeyerek kumu kazan ırmak gibi renk,
büyük damlaları hazırlayan bir mavi.
Kadınları solgun maviyle giydiren
belli kasvetli bir hıçkırıkla
havanın ağlatacağı bir sokakta
yaşamayı sürdürürüm belki:
var olurum bu paylaşılmış günde,
bir taşa bir öküzün bastığı gibi var olurum orada,
bir şahit gibi orada şüphesiz unutulmuş.

Unutuş kuşunun mavi kanadı,
deniz tümüyle ıslattı kanıyla tüyünü,
onun kokmuş asidi, solgun ağır dalgası
ruhun kuytuluklarında yığılmış şeylere sıkıntı verir,
ve duman vurur boşu boşuna kapıları.

Oradalar, oradalar, öpüşler sürüklenmiş
tozun arasından, avuntusuz bir gemi boyunca,
orada o yitik gülüşler, bir elin salladığı giysiler
çağırırken şafağı:
görünüşe göre ısırmıyor ölümün ağzı yüzleri,
parmakları, sözcükleri ve gözleri:
Oradalar yeniden göğü tamamlayan büyük balıklar gibi
onların mavi sonsuzca yenilmez maddesiyle.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama


Josie Bliss, Neruda’nın Burma’da Şili konsolosu olarak bulunduğu dönemde tutkulu bir aşk yaşadığı Burmalı kadının adıdır. Josie Bliss’in aşırı kıskançlığı yüzünden, Neruda kendi hayatını kurtarmak için bu aşk ilişkisini sonlandırarak kaçmıştır.

17 Ocak 2014 Cuma

Kerevizin Zirvesi

Gürültünün asla dalamayacağı o pak
merkezden, o dokunulmamış balmumundan,
gelir o berrak, doğrusal yıldırım,
sarmallara meraklı güvercinler,
gölge ve balık kokulu
geç sokaklara doğru.

Kerevizin damarlarıdır bunlar! Bunlar
kerevizin köpüğü ve kahkahası ve zirvesidir!
Kerevizin işaretleridir bunlar, onun
ateşböceği tadı,
boğulmuş renklerden haritası,
ve yeşil melek başı düşer,
ve zarif zülüfleri kaygı dolu,
ve yaralı sabah pazarları
gelir kerevizin ayaklarına, hıçkırıklar arasında,
ve kapanır kapılar geçerken onlar oradan,
ve o uysal atlar kapaklanırlar diz üstü.

Kesilmiş ayakları geçip gider, yeşil gözleri
heba olup gider, her daim batar onlarda
bilmeceler ve damlalar:
yükseldikleri denizin tünelleri,
kerevizin öğüt verdiği merdivenler,
talihsiz boğulmuş gölgeler,
havanın ortasındaki kararlar,
taşın dibindeki öpüşler.

Biri ıslak elleriyle vurur gece yarısı
sis içindeki kapıma,
ve işitirim kerevizin sesini, o derin sesi,
tutsak rüzgârdan o kaba sesi,
sularla ve köklerle yaralanmış olarak şikayet eder,
indirir kekre ışıltılarını yatağıma,
ve boğulmuş yüreğimin ağzını ararken
deler bağrımı düzensiz makasları.

Ne istiyorsun, kırılgan korseli misafir,
benim cenaze siyahı odalarımda?
Seni çevreleyen o mahvolmuş yarıküre neyin nesidir?

Karanlıktan ve ağlayan ışıktan lifler,
uysal sutaşları, buruşmuş enerjiler,
hayatın ırmağı ve gerçek lifler,
sevilen güneşin yeşil dalları,
buradayım ben, gecede, dinlerim gizleri,
uykusuzlukları, yalnızlıkları,
ve dalarsınız içime, sisin ortasında batmış,
sizler bende büyüyene dek, ifşa edene dek bana
o karanlık ışığı ve yeryüzünün gülünü.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

3 Ocak 2014 Cuma

Mahvolmuş Cadde

O yaralı demirin üzerinden, alçı gözlerin üzerinden,
kayıyor yıllardan değişik bir dil
zamandan. Bir kuyruktur kaba at kıllarından,
öfkeyle dolu taş eller, ve evlerin rengi
ölüp gidiyor ve çatlıyor mimarlığın kararları,
korkulu bir ayak kirletiyor balkonları:
ağır ağır, yığılmış gölgeyle,
kışla ve miskinlikle yaralanmış maskelerle,
gidiyor günler yüksek alınlara
aysız evlerin arasında.

Su ve alışkanlık ve yıldızın savurduğu
o beyaz çamur, ve özellikle
öfkeyle çanların dövüp durduğu hava,
yıpratıyor eşyaları, dokunuyor
tekerlere, duruyor
puro butiklerinin önünde,
ve saçaklarda büyüyor o kızıl saç
uzun bir ağıt gibi, düşerken dibe
anahtarlar, saatler
ve unutulmaya alışkın çiçekler.

Nerede yeni doğmuş menekşe? Nerede
kravat ve o bakire kızıl batı rüzgârı?
Meskenlerin üzerinden
yaklaşıyor çürük tozdan bir dil,
kırıyor çemberleri, kemiriyor boyayı,
sessizce ulutuyor siyah sandalyeleri,
ve örtüyor çimentodan gül süslemelerini,
yolunmuş metalden iskeleler, deniz ve yün,
alazlanan fotoğrafların büyütülmüşü
yağmurla yaralanmış, yatak odalarının susuzluğu,
ve panterin gök gürlemesiyle savaştığı
o muazzam sinema afişleri,
sardunyaların mızrakları, bozulmuş balla dolu butikler,
öksürükler, parıldayan kumaştan giysiler,
her şey örtülür yenilginin ve nemin
ve kötülüğün ölümcül tadıyla.

Belki yıpranır boğulmuş konuşmalar, bedenlerin sürtünmesi,
yorgun bayanların faziletleri, dumanda kalanlar,
acımasızca öldürülmüş domatesler,
hüzünlü bir alaydaki atların adımları,
birçok isimsiz parmağın bastırdığı ışık,
aşındırıyor kirecin düz lifini,
çevreliyor dış cepheleri nötr bir kokuyla
bıçaklar gibi: tehlikenin havası
kemirirken koşulları
ve tuğlaları, su gibi aşar tuz üzerinden,
ve kalın akslı yük arabaları yalpalayıp gider.

Ezilmiş güllerden ve deliklerden dalga! Rayihalı
damarların geleceği! Merhametsiz nesneler!
Kimse göçmesin! Kimse açmasın kollarını
o kör suda!
Ey devinim, ey ağır yaralayan isim,
ey şaşırmış rüzgârla
ve kırbaçlanmış renkle dolu! Ey mavi gitarların
ölümlerine doğru düştüğü yara!


Pablo Neruda
"Yeryüzünde İkinci Konaklama"dan

4 Eylül 2013 Çarşamba

Sadece Ölüm

Issız mezarlıklar var,
sessiz kemiklerle dolu mezarlar,
yürek bir tünelden geçmek zorunda,
karanlık, karanlık, karanlık,
bir geminin batışı gibi ölüyoruz içimizden,
boğuluyoruz sanki yüreğimizde,
sanki sıyrılarak derimizden düşüyoruz ruhumuza.

Ceset var,
yağdan ayaklar, soğuk mezar taşı,
ölüm var kemiklerde,
saf bir ses gibi,
köpeksiz bir havlama gibi,
duyuluyor bazı çanlardan, bazı mezarlardan,
şişerek gözyaşı ya da yağmur gibi ıslaklıkta.
Yalnızken, görüyorum ara sıra
yelkenli tabutları
solgun ölülerle hafif çapaları,
ölü zülüflü kadınları,
melekler gibi beyaz somuncuları,
noterlerle evli düşünceli kızları,
ölülerin dikey ırmaklarına gidiyor tabutlar,
o mor ırmağa,
akıntıya karşı, ölümün sesiyle dolu yelkenlerle,
ölümün sessiz sesiyle dolu.

Yankıyla geliyor ölüm
ayaksız bir ayakkabı gibi, elbisesiz bir adam gibi,
geliyor ve vuruyor yersiz ve parmaksız bir yüzükle,
geliyor ve bağırıyor ağızsız, dilsiz, gırtlaksız.
Gene de işitiliyor adımları,
ve giysisi ses veriyor, bir ağaç gibi suskunca.

Bilmiyorum, biraz anlıyorum sadece, nerdeyse görmüyorum,
fakat sanıyorum ki şarkısı ıslak menekşe renginde,
toprağa alışkın menekşelerden,
çünkü yeşildir ölümün yüzü,
ve yeşildir ölümün bakışı,
içe işleyen rutubetiyle ve öfkeli kıştan
karanlık renkleriyle bir menekşe yaprağının.

Fakat ölüm bir süpürge biçiminde yürüyor dünyada da,
yalıyor yeryüzünü bulmak için ölüleri,
süpürgededir ölüm,
ölüleri arayan ölümün dilidir o,
ipi arayan ölümün iğnesidir o.
Ölüm yatıyor kışla yataklarında:
o yavaş döşeklerde, o siyah battaniyelerde
yaşıyor aylakça uzanarak, ve birden uluyor:
uluyor çarşafları dolduran kasvetli bir ses gibi,
ve yataklar yelken açıyor amiral kılığına girmiş
ölümün durup beklediği limana doğru.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde İkinci Konaklama"dan

6 Temmuz 2013 Cumartesi

Seslenerek Geliyor Bir Gün

Sayılar geliyor yankıdan,
ölen sayılar ve pislikle kaplanmış rakamlar,
nemli ışınlar ve kirli şimşek parıltısı.
Yeni bir dul gibi, büyür
yankıdan, yalnız geldiğinde gece,
bir güvercin ya da bir gelincik ya da bir öpüş gibi,
ve yayıldığında onun harika yıldızları.

Işık bulunur yankıda:
boğulur sesli harfler, düşer ağlayış yapraklara,
seslerden bir rüzgâr çarpar bir dalga gibi,
ışıldar ve o soğuk esnek balık şeneltir onu.

Sesteki balık, yavaşça keskin, ıslak,
kuyruğundaki damlalarla dışbükey altın yığını,
pullanmış köpek balıkları ve titreyen köpük,
donmuş gözlü maviş som balığı.

Düşen alet edevat, sebze bıçakları,
üzümlere basıldığı zaman çıkan gürültü,
suyla dolu kemanlar, taze patlamalar,
boğulmuş motorlar ve tozlu gölgeler,
fabrikalar, öpüşler,
lıkır lıkır şişeler,
gırtlaklar,
sesleniyor etrafımdaki gece,
gün, ay, zaman,
ıslak çanlarla dolu bir çuval gibi tumturaklı,
ya da kırılgan tuzdan yapılma ürküten ağızlar gibi.

Deniz dalgaları, heyelan,
eldeki tırnaklar, denizin adımları,
yaralanmış hayvanlardan anafor,
boğuk sesli sisteki düdük sesi
belirliyor o uysal şafağın seslerini
uyandığında terk edilmiş denizde.

Ruh sarmalanıyor yankıyla
düşerken düşlerinden,
kara güvercinleriyle çevriliyken daha,
yokluktan paçavralarıyla henüz astarlanmışken.

Ruh koşuşturuyor yankıya doğru
ve kutluyor ve hızlandırıyor hızlı düğünlerini.

Kabuğu dökülüyor sessizliğin, bulanık maviden,
karanlıktaki şişeler gibi, kapalı eczaneler,
sarmalanmış bir sessizlik saçta,
bacaksız atlarda dörtnal giden bir sessizlik,
ve uyuyan makineler, ve rüzgârsız yelken,
ve cesaretsiz yaseminlerden ve balmumumdan trenler,
ve ağzına kadar gölgelerle ve şapkalarla yüklü gemiler.

Anlık güllerle
yükseliyor ruh sessizlikten,
ve şafakta çöküyor
ve yüzükoyun boğuyor kendini çınlayan ışıkta.

Hiddetli ayakkabı ve hayvan ve kap kacak,
kendi çöplüklerini aşan saldırgan horozlar gibi dalgalar,
kuru karınlar gibi giden saatler,
sıkıştırılmış raylarda dönen tekerler,
ve tek gözlü güvercinler gibi
tahta gözlerle uyanan beyaz tuvaletler,
ve onların boğulmuş gırtlakları
şelale gibi ses verir bir kerecik.

Bak, nasıl da kaldırıyor küf gözkapağını
ve serbest kalıyor o kırmızı kilit
ve yayıyor çelenk söylemek istediklerini,
büyüyen şeyler,
büyük tramvaylarla ezilmiş köprüler
gıcırdıyor sevişme yatakları gibi,
kendi piyano kapılarını açar gece:
gün koşuyor bir at gibi mahkemesinde.

Yankıdan geliyor
büyümenin ve derecenin günü,
ve koparılmış menekşelerden ve perdelerden de,
genişliklerden, biraz önce kaçan gölgeden,
ve göksel kan gibi
göğün yüreğinden düşen damlalardan.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde İkinci Konaklama'dan"

29 Haziran 2013 Cumartesi

Dul Adamın Tangosu

Ey kindar, artık bulmuş olmalısın mektubu,
şimdi ağlamış olmalısın hiddetten,
ve sataşarak anısına annemin şimdi
çürümüş kancık
ve köpekanası diye çağırmış olmalısın O'nu,
sen şimdi terk edilmiş, yapayalnız
içiyor olmalısın akşam çayını
bakışlarını dikerek benim eski, hep boş kalacak potinlerime
ve artık anımsamak istemeyeceksin hastalıklarımı,
gece düşlerimi, öğünlerimi,
sanki hâlâ ordaymışım gibi küfredişini bana
ve tropiklerden, Corringhi hamallarından,
beni oldukça sarsan zehirli sıtmadan
ve hâlâ nefret ettiğim o berbat İngilizlerden yakınmanı bana

Sen, kindar, işin doğrusu, nasıl da büyük gece,
nasıl da yalnız toprak!
Issız yatak odalarında buldum yeniden kendimi, yenilerde
savuruyorum döşemeye pantolonu ve gömleğimi,
askı yok odamda, hiç kimselerin yok duvarlarda resmi.
Ruhumun karanlığından ne kadarını vermezdim ki
alabilmek için seni geriye,
ve ayların adı nasıl da tehdit edercesine gelmiyor bana,
ve hangi kasvetli davul sesine sahip değildir ki kış sözcüğü.

Bulacaksın sonra palmiyelerin altına gömülü bıçağı,
beni öldüreceğinden korktuğum için saklamıştım oraya
ve tam da birdenbire koklamak isterdim elinin ağırlığına ve
ayağının ışığına alışmış olan o mutfak çeliğini:
toprağın rutubeti altında, sağır kökler arasında,
bütün insansı dillerin işe yarar aleti tanıyor yalnızca
senin adını,
ve kalın toprak kavrayamıyor esrarlı ve
tanrısal maddelerden yaratılmış adını.

Böylece acı veriyor bana
bacaklarının berrak gününü düşünmek
uzanırlarken birbirleri üzerinde
güneş suyu gibi keskin ve usul,
ve gözlerinde uyuyarak ve titreyerek yaşayan o kırlangıcı,
ve yüreğinde barındırdığın o öfkeli köpeği düşünmek,
şimdiden sonra aramızda kalacak
ölümü de böyle görüyorum,
ve soluyorum havada külü ve yıkılışı,
her zaman
beni kuşatan uzun, yalnız odada.

Bu dev deniz esintisini vermek isterdim
tez soluk alışların için,
uzun gecelerde işitilmiş, unutuşa karıştırılmamış,
atın teniyle kırbaç gibi bütünleşmiş havayla.
Ve işerken işitmek için seni karanlıktaki evin arkasında,
sanki sen ince, titrek, gümüş beyazı, serkeş bir balı döktün.
Kaç kere ödüllendirmezdim ki
sahip olduğum bu gölge korosunu,
ve yüreğimde işitilen işe yaramaz kılıcın gürültüsü,
ve alnımda yalnız oturan kanlı güvercin
ve çağırır yitirilmiş şeyleri, yitirilmiş yaratıkları
tuhafça ayrılmazmış gibi ve yitirilmiş maddeleri.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde İkinci Konaklama'dan"


Tango Del Viudo (Orijinal)

14 Haziran 2013 Cuma

Şikayetli Bir Kaside

Ey güller arasındaki kız, ey güvercinlerin sıkışıklığı,
ey balıktan ve gül çalısından hapishane,
ruhun susamış tuzla dolu bir şişedir
ve üzümlü bir çan tenin.

Ne yazık sadece tırnaklar var sana verecek,
sadece kirpikler ya da erimiş piyanolar,
ya da yüreğimden fışkıran düşler,
tozlu düşler tırıs giden siyah atlılar gibi,
hızla ve kazayla dolu düşler.

Sadece seni sevebilirim öpüşler ve gelinciklerle,
yağmurla ıslanmış çelenklerle,
dik bakarak kül grisi atlara ve sarı köpeklere.
Sadece seni sevebilirim sırtımda dalgalarla,
arasında kükürdün tok vuruşlarının ve düşünceli dalgaların
yüzüyorum mezarlıklara göçüp giden
belli ırmaklarda
ıslak ve coşkun çayır o hüzünlü alçı mezarların üzerinde
yüzüyorum boğulmuş yüreklerin ve gömülmemiş
çocukların solgun listeleri arasından.

Çok ölüm var, çok gömülüş
aciz tutkularımda ve umutsuz öpüşlerimde,
su var kafama düşen
uzarken saçım,
zamandan bir su, kendini koparmış siyah bir su
bir gece sesiyle, yağmurdaki
kuş çığlığıyla, kemiklerimi koruyan
ıslak kanatlardan sonsuz bir gölgeyle:
giyinirken ben, aynalarda
ve camlarda bakarken kendime sürekli,
işitiyorum nasıl beni izlediğini birinin ve hıçkırarak
beni çağırdığını hüzünlü bir sesle, zamanla çürümüş.

Duruyorsun toprakta, dolusun
dişlerle ve yıldırımlarla,
yayıyorsun öpüşlerini ve öldürüyorsun karıncaları.
Ağlıyorsun sağlıktan, soğandan, arıdan,
yanan alfabeden ötürü.
Mavi ve yeşil bir kılıç gibisin,
ve sana dokunduğum zaman durguncasın bir ırmak gibi.
Gel benim beyaz giyimli ruhuma bir buket
kanlı gülle ve külle dolu kupalarla,
gel bir elmayla ve bir atla,
çünkü karanlık bir oda var burada ve kırık bir şamdan,
kışı bekleyen bir çift titreyen sandalye,
ve ölü bir güvercin, bir sayıyla.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde İkinci Konaklama"dan

16 Mayıs 2013 Perşembe

Unutuş Yok Sonatı

Nerdeydin diye sorarsanız
“olabilir” demeliyim.
Toprağı karartan taşları söylemeliyim,
inatla kendini tüketen ırmağı:
kuşların yitirdiği şeyi biliyorum sadece,
bırakılmış denizi, ya da ağlayan bacımı.
Niçin bunca yöre? Niçin birleşiyor
bir gün başka bir günle? Niçin birikiyor
siyah bir gece ağızda? Niçin ölüler?
Sorarsanız nerdensin diye
söylemeliyim mahvolmuş şeyleri,
aşırı acılanmış aletleri,
genellikle çürümüş davarları,
ve üzünçlü yüreğimi.

Anımsayış değil birbirleriyle kesişen,
unutuşta uyuyan o sarışın güvercin değil,
fakat gözyaşlı yüzler,
gırtlaktaki parmaklar,
ve yapraklardan düşen şey:
geçen bir günün karanlığı,
hüzünlü kanımızla beslenmiş bir gün.

Burada işte menekşeler ve serçeler,
bize sevimli gelen her şey,
zamanın ve şirinliğin gezdiği
şirin kartpostallarda, uzun kuyruklarıyla.

Fakat geçmeyelim bu dişlerin ötesine,
ısırmayalım sessizliğin yığdığı o kabukları,
bilmiyorum çünkü nasıl yanıtlayacağımı:
ne çok ölü var,
ve ölü güneşin çatlattığı ne çok mendirek,
ve gemilere çarpan ne çok kafa,
ve öpüşlere kapanmış ne çok el,
ve unutmak istediğim ne çok şey.


Pablo Neruda
"Yeryüzünde İkinci Konaklama"dan