Şiir, Sadece: Silva’ya Mektup
Silva’ya Mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Silva’ya Mektup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Temmuz 2013 Perşembe

Silva’ya Mektup

Caracas’taki Miguel Otero Silva’ya Mektup (1948)



Nicolas Guillén verdi bana mektubunu, yazılmış
görünmeyen sözcüklerle onun ceketine, gözlerine onun.
Ne mutlusun, Miguel, ne mutluyuz bizler!
Taşlaşmış çıbanlardan bir dünyada
sadece bizler kalmışız, sonsuz mutlu.
Uçup geçişini gördüm kuzgunun, bir zararı dokunamaz bana.
İzliyorsun akrebi ve siliyorsun gitarını. Vahşi hayvanların
arasında yaşıyoruz bizler, şarkı söyleyerek, ve dokunduğumuz zaman
bir insana, şu ya da bu olduğunu sandığımız bir maddeye,
ve küflenmiş bir pasta gibi dağılırken o,
toparlıyorsun o zaman kurtarılacak ne varsa
Venezüella ata yadigarından, savunurken ben
hayatın kömür ateşini.
Ne sevinç, Miguel!
Soruyorsun bana nerede olduğumu. Söylemek isterim sana
- Hükümete sadece önemli olmayan ayrıntıları veriyorum -
ki tarlayla denizin, dalgalarla çamların,
kartallarla fırtına kuşlarının, köpüklü dalgalarla çayırlıkların
bir olduğu bu sahilindeyim yaban öncesi taşın.
Bütün gününü harcayarak ve yakından izledin mi
deniz kuşlarının nasıl uçtuğunu? Sanki
dünyanın mektuplarını taşıyorlar gitmeleri gereken yere.
Pelikanlar uçuşuyor rüzgârın tekneleri gibi,
diğer kuşlar uçuyorlar ok gibi ve getiriyorlar
ölmüş krallardan iletileri, And kıyılarında
turkuvaz kordonlarla gömülmüş prenslerden,
ve bilye yuvarlağı beyazlıktan yaratılmış martılar
unutuyorlar sürekli olarak iletilerini.
Ne kadar da mavi hayat, Miguel, doldurduğumuz zaman
bizler onu sevda ve kavgayla, ekmek ve şarap gibi sözcüklerle,
daha sataşamayacakları sözcüklerle,
çünkü çıktık sokaklara bizler tüfek ve şarkılarla.
Önümüzde yitip gittiler onlar, Miguel!
Bizi öldürmekten başka ne yapabilirler ki, ve bunu yapmaları bile
kötü bir şey olur onlar için, yapabilecekleri tek şey
karşımızdaki binada bir daire kiralayıp bizi gözetlemek olabilir
nasıl gülündüğünü ve ağlandığını öğrenmek için bizlerden.
Aşk şiirleri yazdığım zaman ve dolup taşarken her yer
bu şiirlerle ve ben ölürken cesaretsizlikten,
kararsız, terk edilmiş, kemirirken alfabeyi,
dediler ki: “Ne büyüksün, ey Theokrit! ”
Theokrit değilim ben: tutundum hayata,
karşılaştım hayatla çırılçıplak, öptüm onu bırakıncaya dek kendini,
ve gittim maden dehlizleri arasından
görmek için nasıl yaşadığını diğer insanların.
Ve ellerim kirle ve acılarla lekeli olarak gittiğim için
kaldırdım ellerimi, gösterdim onları altın zincirlere
ve dedim: “Suçlarınıza ortak olmuyorum ben”.
Öksürdüler, nefret ettiler benden, selam vermediler bana,
artık çağırmıyorlardı beni Theokrit diye, ve en sonunda
arkamdan konuşup gönderdiler polis ordusunu üzerime
hapsetmek için beni,
çünkü artık metafizik şeylerle uğraşmıyordum ben.
Fakat sevinci fethettim ben.
O zamandan beri erkenden kalkıp okuyorum deniz kuşlarının
uzaklardan kendileriyle birlikte getirdikleri mektupları,
ıslak gelen mektupları, yavaşça ve emin bir şekilde
peyderpey çevireceğim iletileri: bu garip uğraşta
bir mühendis gibi kesin ölçüm yapıyorum.
Ve ansızın gidiyorum pencereye. Şeffaflıktan bir
dikdörtgendir, berrak uzaklıktır
çayırlara ve kayalara, ve işte böyle çalışacağım
sevdiğim bu şeyler arasında: dalgalar, taşlar ve yabanarıları,
esrikleştiren, denizin taşıdığı bir mutlulukla.
Fakat kimse hoşlanmıyor sevinçli olmamızdan, biçmişler
sana iyi huylu adam rolünü: “Fakat abartmayın şimdi,
kendinize kaygı yaratmayın” diyorlar
ve beni de gözyaşlarının adamı olarak
bir böcek koleksiyonu için şişe geçirmek istiyorlar gibi,
boğsun diye beni gözyaşları ve onlar da mezarımın başında
konuşmalarını yapsınlar diye.
Anımsıyorum tuzlu güherçile bozkırlarında
bir günü, beş yüz adam
grevdeydi. Tarapacá’nın kor gibi
öğleden sonrasıydı. Ve yüzler yutmuşken
bütün kumu ve çölün kanayan, kuru güneşini,
fark ettim ben – nefret ettiğim plastik bardak gibi – o eski
melankolinin kalbime sökün ettiğini. Bu kriz zamanında
tuz çöllerinin avuntusuzluğunda, yenilebileceğimiz
zayıf anında bu kavganın,
söyledi madenlerden gelen soluk, küçük bir kız
cesur sesiyle kristalle çeliğin buluştuğu yeri,
senin bir şiirini, Amerika’da, anayurdumda bütün işçilerle köylülerin
kırışmış gözleri arasında dolaşan eski şiirlerinden birini senin.
Ve senin şarkının bir parçası ışıldadı ansızın
ağzımda bir eflatun çiçek gibi
ve döküldü kanımın içine, yeniden doldurdu
senin şarkından doğmuş, taşan bir sevinçle.
Ve sadece seni düşünmedim, fakat senin acılı
Venezüella’nı da düşündüm.
Bir kaç yıl önce bir öğrenci görmüştüm
bilekleri taşıyordu bir generalin yol açtığı yaraları, ve anlatmıştı
zincire vurulmuşların nasıl çalıştıklarını yollarda
ve yitip gidilen hapishanelerde. Böyle çünkü Amerika’mız:
yok eden ırmaklarla bir yayla ve kelebeklerden
takımyıldızları (bazı yerlerde zümrüt serttir elmalar gibi) ,
fakat kenarında gecenin ve ırmakların
her zaman kanayan bilekler vardır, daha önce
yakınındaydı petrolün, bugün yakınında güherçilenin,
Pisagua’da, kirli bir zorbanın ülkemin çiçeğini
ölsün diye gömdüğü ve kemiklerini satabileceği yerde.
Bu yüzden, bu yüzden işte söylüyorum şarkımı,
şerefi lekelenmiş ve yaralı Amerika’mızın kelebeği
tekrar titresin ve toplasın diye zümrütlerini
cellatların ve esnafların ellerinde kurumuş
korkutan kanı olmaksızın cezanın.
Anladım mutlu olduğunu, Orinoco yakınlarında,
şarkını söylerken avuntusuzca ya da evine şarap satın alırken,
kavgada ve sevinçte dururken yerinde,
bu çağın şairleri gibi omuzları geniş,
- beyaz giysiler ve gezinti ayakkabılarıyla.-
O zamandan beri hep yazmayı düşündüm sana,
Ve Guillén geldiğinde, senin hakkındaki anlatılar
düşerken giysisinden onun
ve yayılırken evimin etrafındaki kestane ağaçlarına,
söyledim kendi kendime: “Şimdi” diye,
ama gene de yazamadım sana.
Fakat bugün artık zamanıdır: penceremin önünden
uçan yalnız bir tane deniz kuşu değil, fakat binlercesidir,
ve kaybolup gidene dek dünyanın genişliklerine yayılan
kimsenin okumadığı mektupları okumak için kavrıyorum onları.
Ve okuduğumda yazdığın her bir sözcüğünü
ve yazdığım, düşlediğim, şakıdığım gibiydi onlar,
ve o zaman sana pencereden bizim olan dünyaya bakmak için
burada bitireceğim bu mektubu göndermeye karar verdim.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Şarkının Irmakları" adlı bölümünden
"Canto General", "Los rios del canto"



Çeviri notları:

Theokrit: Yaklaşık olarak İ.Ö. 324-265 yılları arasında yaşamış Yunan şairi. Çoban şiirlerinin yaratıcısı. Klasik antik çağın en önemli şairlerinden sayılmaktadır.

Guillén: Nicolas Guillén: 1902-89 yılları arasında yaşamış Kübalı şair. Şiirinin en önemli temeli Afrika zenci kültürüyle yoğrulmuştur.