Şiir, Sadece: Macaristan Şiiri
Macaristan Şiiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Macaristan Şiiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Mart 2014 Cumartesi

Flora

Şimdi iki milyarlar zincirlemek için beni
Benden bir çoban köpeği yapmak için kendilerine
Fakat iyilik, şefkat ve incelik duyguları
Göç ettiler onların dünyasından Güney'e.
Artık ışık içinde göremiyorum bu dünyayı
Göremiyorum, deney tüpüne bakan bir doktor rahatlığıyla
Diz çöküyorum, haykırıyorum yenilgimi
Sevgilim, bir an önce gelmezsen yardımıma

Köylü nasıl toprağa muhtaçsa
Yağmura, güneşe nasıl muhtaçsa, muhtacım sana
Bitki nasıl ışığa muhtaçsa
Ve klorofile, fışkırmak için topraktan.
Muhtacım sana, çalışan kalabalık
Nasıl işe, ekmeğe, özgürlüğe muhtaçsa
Ve nasıl avuntuya muhtaçlarsa kuşatıldıklarında
Çünkü gelecek doğmadı daha acılarından.

Bir köye nasıl okul, elektrik
Su, taştan evler nasıl gerekliyse
Çocuk nasıl gereksinirse oyuncaklara
Isıtan bir sevgiye;
İşçi için bilincin
Ve gözüpekliğin anlamı neyse
Yoksul için onurun;
Ve bulanık çocuklarına bu toplumun
Bir hayat çizgisi nasıl gerekliyse
Ve nasıl gerekliyse hepimize
Akıl, uyanıklık, yol .gösteren bir ışık
Flora! Yüreğimde yerin işte öyle.


Attila Jozsef
Çeviren: A. Behramoğlu

28 Şubat 2014 Cuma

Anne

Bütün bir hafta, aralıksız
Annemin görüntüsü geçti gözlerimden
Kolunda ağır çamaşır sepeti
Çatı katına tırmanırken

Ve ben yaramaz, delişmen çocuk
Bağırır, tepinirdim yerimde
Bıraksın da koca sepeti
Çatıya beni taşısın diye

O, söylenmeden, bana bakmadan
Çıkar, sererdi çamaşırları
Göz kamaştıran aklıkta çamaşırlar
Sallanır, döner, hışırdarlardı.

Ağlamak için çok geç şimdi;
Annemi uçuşan kır saçlarıyla
Görüyorum gökyüzü sonsuzluğunda
Göğün suyuna katarken çivitini...


Attila Jozsef
Çeviren: Ataol Behramoğlu

27 Şubat 2014 Perşembe

Yurdum

(VI)

Yoksulun karşısında ürküntüden titrer zengin
Yoksul korkudan titrer zenginin karşısında
Çünkü aslolan şey korkudur hayatımızda
Ve düzenbazlık, ama orada yeri yok ümidin.

Karınlarını köylünün ekmeğiyle şişirenler
Dışına sürmüşlerdir onu tüm hakların
Kıraç toprak kadar cılız şu gündelikçi kadın
Hakkını arayacağına bir köşeye siner.

Ve bin yıldır yürünmüş keçi yolunda
Halkın çocuğu ortaya çıktığında
Sırtında zavallı bir çıkın vardır.

Bir uşaklık bulmak için baştanbaşa dolaşır şehri
Ve yapabileceği şey, elindeki değneği
Babasının kemiklerinin bulunduğu mezara vurmaktır.


(VII)

Her şeyiyle Macar, ama kendi içine sürgün ruhum
Haykırıyor bir özlemi tüm gücüyle
Sonunda sadık oğlu olabileyim diye
Sonunda beni bassın diye bağrına sevgili yurdum.

Boynuna zincir vurulmuş bir hayvandan
Kaderim farklı olsun isterim, insanca yasamak, şairce.
Ve emrediyorum savcıya, hiç değilse
Kalemim koparılmasın çırpınışlarından

Ah yurdum, sen ki okyanus ötesine gönderdin köylülerini
Onlara dehasını ver Macar toprağının
İnsanlara insanca duygular ver şimdi,

Bir Alman sömürgesi olmasın bu ülke
Dizelerim, parlak bir güzellikle ışıldasın
Artık sevinç sinsin türkülerime


Attila Jozsef
Çeviren: Ataol Behramoğlu

26 Şubat 2014 Çarşamba

Yaban Ördekleri

Genç yıllarımın pırıl pırıl göğünde
Çizgi çizen mühendisler gibi
Göründü yaban ördekleri
Yalpa vuran uçuşlarıyla

O ilkel desenlerinde
Bir eski mesajı okuyorum
Ürkek yüreğimde uyanan:
"işte sonbahar! Uslu öğrenci!"

Döküyor, önüme sorunları gök,
Gizli bir elin kara tahtada
Tanrısal denklemler halinde,
Yazıp sonra sildiği.

Bin kere yazılmış formül
Sırrını arıyor kalbim,
Anlamadan, eskisi gibi
Gitmek gerek, ayrılmak bu yerden.

Senden de ayrılmak gerek, anam,
Uzak ve yabancı bir dünyaya doğru,
Çılgınlığım acı olsa da
Benim güzüm, benim kaderim bu.

Boyun eğdim, ezik yürekli, kaçtım,
Olduğumdan başkası olmadığıma,
Olmak istediğimi olamadığıma
Acınarak, inanır mısınız?

İşte geliyorlar, danslarını düzelterek
Çığlıklarla, dalgalanıp rüzgarda;
Çocukluğumun mavi yaban ördekleri
Kımıltılı gökte kaçıp gidiyorlar.


Gyula İllyes
Çeviren: Yaşar Nabi

25 Şubat 2014 Salı

Zorbalık Üstüne

Yalnız orda yok zorbalık,
zorbalığın olduğu yerde,
yalnız tüfeklerin ağzında,
yalnız hapishanede.

Yalnız sorgu odalarında
yok zorbalık,
ve gecenin içinde bağıran
nöbetçinin sesinde.

Yalnız karanlık ve dumanlı
iddianamede yok o.
yalnız tutuklunun
itiraflarında yok.

Yalnız "suçlu" diye haykıran
yargıcın soğuk yargısında,
yalnız "hazır ol!" da
yok zorbalık

"Ateş!" komutu veren katılıkta,
trampetlerin çalışında yok yalnız,
yalnız bir cesedin mezara
atılış biçiminde yok.

Gizlice aralanmış
kapıların arasında
korkuyla fısıldanan
haberlerde yok yalnız.

Yalnız dudağa götürülen parmakta yok o.
ki "sus!" demek ister.
Daha başka yerlerde de var o,
daha başka yerlerde de.

Hapishane duvarı gibi örülmüş
bir yüzün çizgilerinde yok yalnız,
yalnız parmakların arkasında
acılı, perişan çığlıklarda yok.

Dilsiz gözyaşlarının
sessizliğe eklenen
coşkun selinde yok yalnız,
yalnız irileşmiş gözbebeklerinde yok.

Zorbalık gösterilerde
yok yalnız,
ayakta bağıra çağıra
yaşa'larda, şarkılarda yok.

Yalnız orda yok zorbalık,
zorbalığın olduğu yerde,
yalnız alkış tutan ellerde
yorulmadan hiç.

Zorbalık çocuk yuvalarında,
zorbalık babanın öğütlerinde
Gülümsemelerinde ananın,
verdiği karşılıklarda çocuğun yabancı birine.

Zorbalık dikenli tellerde yok yalnız,
kitapların satırları arasında,
bize dikenli tellerden iyi görünen
ve bizi aptallaştıran sloganlarda.

Veda öpücüğünde bile
var o aslında,
sesinde var kocasına soran kadının:
Ne zaman geleceksin, sevgilim?

Sokaklarda makine gibi tekrarlanan
"Nasılsın? "larda var o,
birden daha da rezilleşen
el sıkışmalarda.

Sevgilinin yüzünde,
buz kesiliveren apansız,
tam şu sıra,
onunla buluşurken.

Sorgularda yok yalnız,
itiraflarda yok yalnız,
şarabın içinde sinek gibi
sarhoşluğunda tatlı sözlerin.

Çünkü sen düşlerinde bile
artık yalnız değilsin,
gelin odasındadır o
belki hazdan daha önce.

İnanma boş yere
sana sahip olduğuna bir kez,
sevdiğini sandığından beri onu
yatıyordun onunla.

Tabaklarda ve bardaklarda o,
burunda ve ağızda,
soğukta ve karanlıkta,
içinde ve dışında senin odanın.

Sanki evin az ötesinde
bir gaz kaçağı varmış gibidir,
dalar gibidir açık pencereden
ağır, pis bir koku.

Konuşurken sen kendi kendinle
odur, zorbalıktır sorguya çeken seni,
özgür değilsin artık
düşünürken bile.
.......................
Konuşur zorbalık
çanların sesinde.

Günah çıkaran papazın ağzında,
vaazlarında papazın,
sökün ederler aynı tiyatroya kol kola
kilise, parlamento ve darağacı.

Gözlerini boş yere açıp kapama,
o durmadan seni gözler,
o hep senin yanında,
hastalık gibi anı gibi.

Bir tümcenin uyumunda gider katar,
sen mahpussun, mahpus,
ister dağda ol, ister denizde,
zorbalıktır soluduğun.

Şimşek çaktı mı bil ki o,
her gürültüde patırtıda o,
beklenmeyen her ölgün ışıltıda,
mide bulantısında bile.

Gücü tükenmişlikte bile o var,
kelepçelerin bezginliğinde bile,
parmaklıkları gökyüzüne dek çıkan
sağnağın çarpışında.

Hücrenin duvarları gibi seni saran
ak karın yağışında var,
köpeğinin gözleri içinden
odur bakan sana.

Her tasarıda hazır o,
senin gelecek günlerinde,
senin güvencelerinde,
tüm davranışlarında hazır,

Hem izlersin, hem yaratırsın onu
yatağında akan ırmak gibi,
hele bir dene menzilinin dışına bakmayı,
o da bakar o saat sana aynada.

Kollar seni, kaçamazsın,
hem gardiyansın, hem tutuklu,
siner kumaşına esvabının,
siner tütünün tadına.

İşler ta iliklerine dek,
daha da derinlere hatta
düşünmek istersin bir şeyler,
onun sözleri gelir aklına.

Bakayım dersin şöyle bir,
görürsün onun gösterdiklerini,
çevrende çoktan kül olmuş gitmiş
tek bir kibritle tutuşan orman,

Ezilip söndürülememiştir
o kibrit atılırken yere,
Bekler zorbalık senin başında,
fabrikada, tarlada, evinde.

Artık bilmezsin yaşamak ne,
et ne, ekmek ne,
istemek ne bir şeyi,
istemek ölesiye.

Böylece olursun kölesi kendi kendinin,
olursun taşıdığı zincirleri döken ocak,
dünyaya getirdiğin çocukları
besler büyütürsün o yesin diye.

Zorbalığın olduğu yerde
her şey zincirin bir halkası,
veba gibi dört yandan sarar seni,
olursun sen de zorbalığın ta kendisi.


Gyula İllyes
Çeviren: A. Kadir - E. Canberk

24 Şubat 2014 Pazartesi

Budapeşte, Mayıs 1945

İşte yeniden köşemdeyim!
Süprüntüler, kiremit tozları her yanda.
Yarı yarıya yakılmış evim;
Fakat sürüyor yaşam, olağan akışıyla.
Çalışma odama yürüyorum
Geçip altından tavanda açılmış deliklerin.
Bahçedeki mezar ürkütmüyor beni
Kendim kazdım onu ölüler için.

Yerle bir olmuş, ne varsa;
Kağıtlar, eşyalar, raftaki kitaplar.
Yazı masamın üstündeki camda
Bomba kırıntıları var.
Yerleşiyorum yuvama
Şiirler yazıyorum ve dinliyorum sesini
Cıvıldayan kızımın, avluda.
Ve kuşların tasasız türkülerini.

Bana öyle geliyor ki - ve böyle bu gerçekten de -
Yurdumun yıkıntıları arasında oturmaktayım.
Fakat karanlık aydınlanmada git gide
Hüzün ve acılar gibi silinmez sandığım.
Geçmişin dünyası üzerinden süzülüyorum
Takıp kanat yerine özgür düşünceyi;
Şafağı türkülerle karşılıyorum
Türkücü kuşlar ve çocuklar gibi.


Gyula İllyes
Çeviren: A. Behramoğlu

22 Şubat 2014 Cumartesi

Kendi Bıraktığım İzlerde

Kendi bıraktığım izlerde yürümeye
Ne gücüm var, ne de anlamı var bunun.
Varsın tersyüz olsun yüreğim.
Varsın peltekleşsin dilim;
Konuşmayı unutan ya da
Yeni bir dile başlayan gibi.
Tüm bu yararsız, anlamsız döküntüleri
Kurumuş çalılar gibi ateşe vermek istiyorum
Yeşil ormanı bırakıp yalnızca.
Kullanılmış, sıradan sözcüklere -
Neden sığınmalı, onlar-
Satılık kadınlar gibi tıpkı
Hazırdırlar satılmaya.
Sözcükler sözcükler sözcükler ...
Ve yitiyor arada, aslolan.
Amaçsız, yabanıl, boş bir danstan başka
Nedir sözcüklerden kalan?
Varıyor iflasın eşiğine mantık. Durmalı öyleyse.
Biz ki tıka basa doymuşuz yalan sözcüklere.
Ey benim şiirim! Bir ölüm iniltisi ol
Titreyen iniltisi ol son nefesin.
Ya da yeni doğanın haykırışı -ki.
Bu sesin altında henüz
Yoktur çizgileri nesnelerin.
Bırak, yaşamın sıcak kucağı
Şiiri beslesin. Bırak, savrulup gitsin sözcükler
Sapın ayrılması gibi başaktan.
Bırak, çağrısına onun
- hiçbir söze gerek duymaksızın -
Titreyerek yanıt versin yakın bir can.


Josef Fodor
Çeviren: A. Behramoğlu

21 Şubat 2014 Cuma

Ölüme Doğru

Dere tepe aşarak, ovalardan geçerek
Askerler uzaklara, savaşmaya gittiler.
Dinlediler uğursuz top gürültülerini,
Sonunda içlerinden dedi ki yaşlı bir er:

Ne mutlu genç olan kimseye, kuzum
Ne karısı vardır, ne de çocuğu,
Ölürse geride kalmayacaktır,
Ne dulu, ne öksüz bir yavrucuğu.

Dere tepe aşarak, ovalardan geçerek
Askerler uzaklara, savaşmaya gittiler.
Dinlediler uğursuz top gürültülerini,
Cevap verdi bir ara içlerinden genç bir er:

Ne mutlu sizlere ey ihtiyarlar,
Yetmez mi güldünüz, kederlendiniz,
Başlangıçta bile değiliz henüz
Aşkın tan vaktinde ölüyoruz biz.


Jösef Erdelyi
Çeviren: Sami N. Özerdim

20 Şubat 2014 Perşembe

Yalnız

Küçük odada üç kişi vardık;
Ben, geceyarısı bir de sessizlik.
Üçümüz de candan arkadaştık.
Kurt yemiş, aşınmış, köhne odamda
Üst katta, bir tavan arasındaydık,
Ben, geceyarısı bir de sessizlik.

Çabucak ayrıldı geceyarısı,
Yavaşça, geldiği gibi çekildi.
Biz ikimiz kaldık, iki yakın dost.
Sevinçle kederle, ben ve sessizlik.

Sessizlik, hafif bir kadın örneği,
Dizime oturdu ve beni sardı
Öpüşü kanımı dondurdu sanki
Vücudumu baştanbaşa ürpertti.
Bağırarak ağlamaya başladım.

Arkamda çatlayıp gıcırdadılar
Köhnemiş eşya.
Ve tembel sessizlik kahkahalarla
Çekildi gitti...
Tavan arasında kaldım yapayalnız.


Sandor Forbath
Çeviren: Sami N. Özerdim

19 Şubat 2014 Çarşamba

Bir Şeyin Belirmesini Bekliyorum

Ve yürüdükleri zaman kanatlarının gürültüsünü duydum.
Hezekiel 24


Melekler kederli. Görmez misin ellerindeki kılıcı?
Şimşekler salarken onlar ışığın içine
uçarlar ışıltılı kara lekeleri üzerinden güneşin,
ve güneş açılıverir önlerinde, çünkü onlar ellerinde kılıçla
uçmaktalar.
Melekler kaparlar zavallı gözlerini ve bağırırlar yukardaki
ışınlara
"Ulu tanrı! Ulu tanrı! ulu tanrı!"
Ve ışınlar meleklerin önünde kalkarlar şaha.- Öyle ya.
Ve güneşle ay küçük köpekler gibi büzülürler yanında onların.
Ve yıldızlar dağılırlar çil yavrusu gibi
ve aşırı bir alçak gönüllükle patlayıp o saat sönüverirler.

Gene de bu melekler ne kadar kederliler. Geçtiler kemiklerin
içinden kemik tarlası üzerinde uçarlarken.
Ve bu kemikler de kederliydiler, sularda boğulmuşlar, ateşte
yakılmışlardı bu kemikler,
o kadar yanmışlardı ki bir beyazlık kalmıştı tarlalarda kala kala.
Kemik tarlası üzerinde, diyorum. Orada bile yankı yaptı
meleklerin çığlığı
Karşılık vermediler miydi tarladaki bu kemikler de "ulu tanrı!
Ulu tanrı! Ulu tanrı!" diye onlara. Öyle ya.
Oysa sular boğmamış mıydı bu kemikleri, ateş yakmamış mıydı
bu kemikleri?
Çürük evlerinde bıraktıkları çocukları tütüyordu gözlerinde bu
kemiklerin gene de.

Ah! Düşünce o kadar büyük mü gerçekten, söyle bana
Vladimir İliç, o kadar büyük mü gerçekten?
Geçecek kadar hayatın ve ölümün üzerinden, kemiklerin içinden
geçecek kadar,
ve hiç var olmayan bir şey kalacak kadar iliklerde?
Söyle bana, madem tanrı üç kere ulu, öyleyse uludur onun adı,
bütün varlıklar üzgünken bile, kederliyken bile, bunu iliklerinde
duyar,
dahası var, en acı umutsuzluklar içinde öfkeliyken bile
iliklerinde duyar bunu,
düşünmesi bile insanı ürpertir ama sen gene de söyle bana,
böyle içten bağlılığı varlıklara kim öğreten?
Ah! Yumuşacık bir yürek var sende ve de korkunç bir yürek,
söyle öyleyse, Düşünce nedir biliyordun sen çünkü,
biliyordun, Düşünce kan dökücü, Düşünce iyilik, ama iyiliği
istediği için kan dökücü,
insanoğlunun ilk günahıyla lekelerini yenen güneş gibi
savaşmak zorunda olduğu için kan dökücü,
karanlıklar taşıyan her çağın içine sinmiş kötülüklerle savaşmak
zorunda olduğu için kan dökücü.
Sen ki o kadar iyisin, cezalandırdın gene de - oysa iyilik isteği de
dağlar gibi büyüktü sende,
ve işte öylesine büyük oldu, dağın tepesine çöken bulut gibi
öylesine büyük senin alnına inen keder ve karanlık.
Ey Vladimir İliç, yardım edebilir misin insanoğluna? Boşuna
bunu sana sormam.
Karanlık daha karanlık olur yeni bir çağın eşiğinde, geceler daha
derin.
Ben bu dünyanın vadilerinde hiçbir karşılık duymam.
Boşuna otururum burada ve beklerim görünmesini bir şeyin ne
zamandır, ama hiçbir şey kıpırdamaz.
Sadece resmin başını eğer ve kederli gözlerin bir şeyler söylemek
ister arada bir.
Bir de senin dev gibi eserin.


Milan Füst
Çeviren: A. Kadir - Mahir Şaul

18 Şubat 2014 Salı

Geceye Açılmış Pencere

Kara bir karga gibi bu gece
Kara bir karga gibi bu gece
Nerde kaldı dikişçi küçük kız
Nerde sabahların horozu

Öt horozcuk öt artık
Bitsin sessizliğin korkusu
Bitsin sessizliğin korkusu
Nerde kaldı dikişçi küçük kız
Nerde uçuşuyor kısa etekleri

Kara bir karga gibi bu gece
Kara bir karga gibi bu gece
Nerelere gideyim nerelere
Seni bulmak için sabahtan önce

Kara bir karga gibi gece.


Lajos Kassak
Çeviren: Adalet Cimcoz

17 Şubat 2014 Pazartesi

Bir Çember İçinde

İşte yetmiş iki yaşındayım
Yazgısını düşünün ki bir taşra delikanlısının
Silkinip şöyle bir, çıkmıştı dünyaya.
Görünen ve görünmeyen olguların
Bulmak ve kavramak için uyumunu.
Çünkü her şey bir tuhaf geliyordu ona.

Yürüyerek, yaylıda, trende ya da
Gidiyordum amaca doğru.
Bilmiyordum kendim de
Onun ne olduğunu.
Karşıma çıkan her şeyi
Yığıyordum omzumdaki torbaya:
Göğü ve toprağı, hışırtısını rüzgarın
Şiir dizelerini, açlıktan bayılmaları,
Bakışlarındaki parıltıyı sevdiğim kadınların.

Ve işte yetmiş iki yaşındayım.
Nasıldıysam öyleyim şimdi de.
Hiç bir şey doyundurmuyor beni
Her şey bir tuhaf yine.
Demek bitmemiş daha göreceklerim
Fakat sıçramıyorum artık şuraya buraya
Bir karış dışarda dilim.
Oturmuşum kapalı pencerenin arkasına
Biraz yorgun hissediyorum kendimi;
Ve sigara içerek üst üste
Bir kız anımsıyorum çocukluğumdan
Yabani erik ağacının altına oturmuş
Mavi çiçekler işleyen
Beyaz ketenden masa örtüsüne.


Lajos Kassak
Çeviren: Ataol Behramoğlu

15 Şubat 2014 Cumartesi

İlkbaharda Haykırış

Bir çift söz konuşabileceğim kim var, kime vereyim yarısını ekmeğimin?
Kiminle paylaşayım sadık sazımı
Yıllardır pekiştirdiğim, bilediğim?
Acı var bu sözlerde, acı ve kaygılı bir sancı
Ve onlara karşılık verecek bir kardeşe rastlamadım daha
Yalın ve bilgece sözcüklerle.

Çarpışmadayız, savaştayız, dinliyorum çevremi - yazık!
Ölüler görüyorum her yanda, vadilerde, yamaçlarında tepelerin.
Aydınlık bir bakış, bir sevinç çığlığı bilinmiyor burada

Bir akşamüstü, açıldım sandalla, ağımı atmak için;
Balık avlıyordum - cesetler çıkardım sudan:
Genç bir kız, rahminde doğmamış çocuğuyla ve bir delikanlı
Yüreğinde bir mutfak bıçağı paslanan.
İşte onlar, yeni kuşak, diye düşündüm ve ısıtmayı denedim onları kollarımda
Fakat sessizce uyuyorlardı, bulutsuz, yıldızlı göğün altında.

Zaman aşağıladı bizi, yer kaydı ayaklarımızın altından
Fakat, haykırıyorum: eğer yoksa sazımızla çalacak bir şey
yukarı kaldıralım kaslarla kaplı kollarımızı, bir adalet aracı gibi!
Yaşamımız adına! Acı çeken kardeşlerimizin yaşamları adına!

Kırbaçlananların kemikleri çelikten olmalıdır
canlı canlı gömülenler dirilmelidir, ölüler içinden hatta.
Kardeşler, diplerden yüze doğru yükselmenin zamanıdır
madenlerin derinliklerinden, kapanmış fabrikaların yıkıntılarından.

Ekmeğimizin taş gibi kaskatı ve gecelerimizin uykusuz olduğu
bu acı günlerde artık kendi kendimize hizmet etmenin zamanıdır.


Lajos Kassak
Çeviren: Ataol Behramoğlu

14 Şubat 2014 Cuma

Gece Müziği

Ah! Fırtına ne güzel! Hızla dolandı gecenin ortasında ilkin
uykulu vadide, taşıyıp dağların serinliğini.
Sarstı yeri göğü küstahça, taşkın bir çatırtıyla, kuru yıldırımlarla
örülmüştü alevden kamçısı.
Kaldırdı yataklardan, uyandırdı sıcaktan bitkin köyleri, gördüm
pencereden, yanıyordu çayırda bırakılmış ot yığını
Hırçın ufuktan kıpkızıl bir parça koparılmıştı geceden ve keskin
bir biçimde belirdi ürkek karaağacın koyu görüntüsü karanlıkta
Gökgürültüsü yoruluyordu ve o zaman dibi delindi göğün,
alevler söndü ve yeniden karanlığın saltanatı başladı çevrede
Birden çıldırdı sanki yağmur olukları, anımsıyorum,
Hindistan'da böyle olurdu sağanaklar
Bir çınıltı dolaştı ağaçlarda, kıvrak damlalar akın akın
zıplıyordu çalıların sırtında, otların hıçkırığı duyuluyordu
Çayırlar göklerin cömert nemini içiyordu kuraklıktan sonra,
içkiye hasret kalmış ayyaş nasıl dayarsa şarap dolusu
testiyi dudaklarına
Ve ulu ağacın titremesini duydum benliğimde, tüm köklerimle
sarhoş özsuyunu toprağın emiyordum
Ve her bir yaprağımla, kendimden geçmiş, bağırıyordum
coşkuyla:
Ah! Fırtına ne güzel! Yaşam nasıl da başdöndürücü!


Lajos Aprili
Çeviren: Ataol Behramoğlu

13 Şubat 2014 Perşembe

Nasıldı

Sarışınlığı nasıldı; bilmiyorum artık?
Ama, bildiğim şu: kırlar da sarışındır.
Sararan yaz zengin başaklarla geldiğinde
Bu sarışınlıkta yeniden onu buluyorum.

Gözlerinin mavisi nasıldı; bilmiyorum artık?
Ama, güzle birlikte gökler açıldığında
Eylülün o baygın ayrılışında
Gözlerinin rengine yeniden dalıyorum.

Sesinin ipeği nasıldı; artık bunu da bilmiyorum?
Ama, baharın başında çayır iç çekerken
Öyle sanıyorum ki Anna'nın sıcak sözleri
Gök kadar uzak bir bahardan bana sesleniyor.


Gyula Juhasz
Çeviren: Sami N. Özerdim

12 Şubat 2014 Çarşamba

Paris'ten Geçti Sonbahar

Dün, sessizce geçip gitti Paris'ten sonbahar.
Saint - Michel'e bir sokağı iniyordu
Yürüyordu sıcaktan uyuklayan ağaçların altında.
Kararlı, bana doğru geliyordu.

Ağır adımlarla yaklaşıyordum Seine nehrine.
İçimde ölmüş ormanların ateşi şarkı söylüyordu.
Garip bir şarkı, acımasız, kan rengi
Bana kendi ölümümden söz ediyordu.

Yanıma geldi sonbahar. Bir şeyler söyledi kulağıma
Saint Michel Bulvarı korkudan tirtir titriyordu
Ve yol boyunca şen şakrak yapraklar
Neşe içinde dans ediyordu.

Bir an sürdü. Umursamadı yaz, tınmadı bile.
Ve güz gülerek ayrıldı Paris'ten ruh gibi bir anda.
Geçip gitti. Ama bilen kimse yok olan biteni
O ağır ağaçların altında benden başka.


Endre Ady
Çeviren: Özdemir İnce

11 Şubat 2014 Salı

Yarıda Kalan

Ah o yarıda kalan öpüşlerin ateşi,
Kalplerimizi yakan.
O serin akşamlarda koşan deli gibi
Mahvoluruz ağlamaktan,
Bulamayız o yeri.

Kaç kere yarım kaldı. Kaç kere .. sarmaş dolaş,
Ben raşeler içinde.
Arzu içinde yanan dudaklarımda telaş,
Seninkilerde telaş ...
Olmayacak bugün de.

Bir tek defa öpüşsek şöyle bir kana kana
Rahat ölebiliriz.
Ateş çağırıyor bak, gitmek lazım o yana.
Neden daha acaba biz
Vakit geçirmekteyiz?


Endre Ady
Çeviren: Orhan Veli

10 Şubat 2014 Pazartesi

Üç Damla Gözyaşı

Bir sonbahar öğlesinde, bir sonbahar öğlesinde
Ah, ne de güç
Gülüp geçmek genç kızlara.

Bir sonbahar akşamında, bir sonbahar akşamında
Ah, ne de güç
Durup bakmak yıldızlara.

Bir sonbahar öğlesinde, bir sonbahar akşamında
Ah, ne kolay.
Ağlaya ağlaya yere kapanmak!


Endre Ady
Çeviren: Sami N. Özerdim