Şiir, Sadece: Nerde Antigone
Nerde Antigone etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nerde Antigone etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2016 Cuma

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka IV

Korkunç, biz buna sonbahar diyoruz, oysa bir böceğin vızıltısı
Bir yaşlı çocuktan azalan sesi dünyanın — bir böceğin vızıltısı
Pis lokantalarda çekilmez akşamüstleri — bir böceğin vızıltısı
Bilmem. Kimi duymak istiyorum ben? Sizi mi? — bir böceğin vızıltısı
Ah şimdi o taş evin sıcağında — sanki bir anmak istediğim öyle uzak ki, nasıl
Nasıl bir hüznün başkaldırışı — bile değil — bir böceğin vızıltısı
Herkes ne çabuk göçüyor. Azıcık korkuyorum. Dün biri gitti
Olanlar oluyor işte — ne yaparsın — bir böceğin vızıltısı
Akşamları uykum kaçıyor. Kaçsın — Yaşlı teyzem diyor ki
Diyor ki — vallahi anlamıyorum — bir böceğin vızıltısı
Bir de hep unutuyorum — anlamadığımı — özürler diliyorum durmadan
Ohoo!. Teyzem mi? uyumuş oluyor çoktan — şu kantolar ülkesinde canım
Eski bir Üsküdarda, bir gül kokusu ağırlığında dolaşıyor belki
Hay Allah! nereden çıktı şimdi? bu saatte kim olabilir ki
Yani ben kimseyi tanımıyorum ki — kendimi bile — ah şu böceğin vızıltısı
Bir gün kırmızı gözlü birinin gülbahar oynayışında beraberdik.
Her neyse, amcamın namuslu günleri..
Neden bana kız resimli çakısını vermedi acaba, bir türlü öğrenemedim
İstemem düşünmeyi bile — Yahu ben demin sokaktaydım, şimdi nerdeyim, meyhanede miyim
Konyak mı içiyorum? niye mi sevmiyorum Mısır ehramlarını,
Osmanlı tarihini
Bu hangi şarkıcı — sıkıyor beni — kolyenizi sevdim Nermin
Hanım!
Bu kaçak tütünü niye mi içiyorum? Bilmem ki.. Hani bir sorguya çekseler beni
Çeksinler, ne suçum var sanki, suçsuzum ben vallahi billahi
Azıcık dalmışımdır — ha şunu anlasaydınız — bütün suç dalgınlığımda
Polis mi? tutsak mıyım? ne adamsınız siz! götürün bari ilgisizliğimi
Bu konyak niye çok pahalı, ben bu orospuyla yattım diye mi, ayıp
Çok ayıp! hem birazdan gene yatacağız, öyle değil mi sevgilim
Siz şu hesabı getirin hele, ben böyle kalçalar görmedim ne zamandan beri
Gülmeyin canım! şu hayvan suratlı adam bize bakıyor da ondan, kızıyorum
Bu turunç likörünü kim içiyor sabah sabah? demeyin, sahi ben gene mi yalnızlıyorum
Gene mi, ah niye ağlayamıyorum bu güneşli İstanbul vakti
Hani ben böyle istiyorum da, bırakın böyle olsun, öyle mi.
Olsun. Herkes ne güzel kıyılarda ne güzel ayaklarına bakıyor
Bir gökyüzü dinleniyor içimizde, bir huysuz at, bir soru, derken bastırıyor o böceğin vızıltısı
Gittikçe bastırıyor, iyi bastırıyor şimdi, örneğin ben o vızıltıyla uyanıyorum sabahları
Ne gelirse yapıyorum elimden — duymamak için — sanki bir dilim ekmeği bir yıl kadar uzatıyorum
Sanki bir istasyona vuruyorum ilkin, şöyle bir ilk çağa vurur gibi. İyi mi?
Ya da bir tren geçiyor da az ötemden, ben o trenin Doğu yolcuları
Bir süre değişik, bir süre anlamamış, giderek tam eskisi gibi kendime bakıyorum
Dedim ya, ne gelirse yapıyorum elimden — unutmak için —ah şu böceğin vızıltısı
Bastırıyor durmadan. Bense yalnızlığa daha bir yalnızlık koyuyorum, hepsi bu
Yani bir böcekte yaşıyorum — dersem inanın — onu deviniyorum hep, bilmem ki..
Bilmem ki., üstelik sevmiyorum da, neyi sevmiyorum, yalnızlığı, öyle mi
Kim bilir belki de, bütün gün sesleniyorum çünkü — nereden
Örneğin bir sonbahar sözcüğünden, bir dilbilgisi yanlışından, bir satır başından belki. Belki de...
Bir Doğu kentinden, bir ölü gömme töreninden, sesli bir manastırdan az çok, bin adet bir ak güvercinden.
Kendimden, yanlış ve eksik olan bir yerden; bir nymphe masalından sanki: korkuyla sinen, şehvetle yiten, ses olan doygunsuzluğuma, benimle eşitlenen
Her şeyden, ama her şeyden; değil bir eşkiya çatışmasından yalnız, kuru bir dereden, dural bir kargadan, ölümün yepyeni bir sözlüğünden
Yepyeni bir sözlüğünden. Ölümün. O yılgın silahlardan. Yani bir şiir parçasından belki. Bir sokak kargaşasından. Cinsel bir çekişmeden
Arta kalan bir yerden: bitkisel gözlerinden, katılmış içlerinden, o kansız evlerinden, sürekli hüzünlerinden
Bilmem ki neden. İşte bir çocuk durgunluğu gibi. Ama tam öyle gibi. Önce bir sorguya takılı: uyumlu, ürkek, bitimsiz derinleşen
Ve içsel bir bulantıdan. Ve çirkin bir gülüşten. Ve güçsüz bir atılımla belirsiz bir av hayvanının döllerinden
Gelince birden gelen; nedensiz bir üşüntüden, kıyısız bir denizden, ışıksız bir lambadan, az konuşan, iletken
Onların dillerinden, onların kuşkusundan, onların her şeyinden, dışardan hiç bilinmeyen
Sinsi pis çentiklerden. Sanki bir tortu gibi. Arınmaz kirler gibi, gelişen artan, kendini biriktiren
Nedense biriktiren. Sonra hep dışa vuran. Birden. Öyle bir pas lekesi. Gibi. Kararsız sözlerinden, dengesiz aşklarından, tanrısız ellerinden
Yenilgen. Ve karşıt bir yörüngeden: dualarda eriyen, kuytularda direnen, içkilerde küçülen
Atılgan bir duruşla o sonrasız, edilgen 
Böyle hep seslenirim ben. Duyan kim? Ama ben seslenirim —
Nereden
Nereden? — Baktıkça üreyen, saydıkça çoğalan, vardıkça yetişilmeyen
Seslenirim kendimden: öyle soy, öyle güzel, öyle çekici
Vardır ya, sirenler gibi işte: “Size ben öğreteceğim dünyanın gizlerini!”
Gel gör ki anlatamam, vardıramam sözlerimi.
Bildiniz, hep o böceğin vızıltısı
Durmadan bastırıyor. Kötü bastırıyor şimdi. Örneğin ben o vızıltıyla bakıyorum yanıma yöreme
Bakınca bir baş dönmesi — o kadar hızlı ki her şey — Bir kalın testere bir gökyüzünü kesiyor tam ortasından
Bir katılık bir katılığa yapışıyor. Bir çark dönüyor iç mavileriyle. Şu, bu..
Bir çocuk ip atlıyor. Biri bir tel çekiyor karşıya. Bir mağaza vitrini gürültüyle duruyor anlatılamaz
Ha babam yazıyor biri. Bir haham tevratı dört dönüyor —
Yahu bu sokaklar da kim
Yapmayın, meyhanedeyim ben, çok kadehten bir kadehim yok benim
O kadar hızlıyım ki, başım dönüyor — bari şu vızıltı olmasa
İyi ya, belki de yalnız değilim — değilim de — durmuşum bir yalnızlıkta
Durmuşum, bunu anlıyorum, duyurmak istiyorum üstelik
İstiyorum — duyurmak — düşmeden bir kayıtsızlığa.
Yani ben böyle istiyorum, bırakın böyle olsun
Diyorum — pek uzaktan — sevgilim, boş geçirmeyelim mi geceyi
Ben o senin omuzlarını düşündüm, bundandır, şimdi gözlerim beyaz
Benim gözlerim beyaz — hem nasıl — bilmiyorum, ya seninkisi
Ne dersin, hayır mı, boş geçirmeyelim mi geceyi
Kapasak mı pencereyi acaba
Geçiyor — anneniz mi — eskimiş yün kazaklarla
Babanız — daha erken — gelmeyen babanızla
Gelecek! — annenizdir — çoğalan gözleriyle kapıda
Gelmiyor — babanızdır — bulunmuş eşyalar arasında
Ağlıyor — annenizdir — yok canım, biraz oyalansanıza!
Gibi oyalansanıza
Girerekten mutfağa soraraktan o kalaylı taslara
Çünkü o baş dönmesi ya orda, ya yukarda tavan arasında
Güveler, hep güveler, bir delik, bir delik daha
Biraz oyalansanıza!
Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka.
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

3 Mart 2016 Perşembe

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka III

Ben sanki unuttum da yaşamakta olan her şeyi
Acıyı, sevinci, aşkı, o her zamanki her şeyi
Derim ki vakit olmayacak, olmayacak pek şimdi
Hanlarda, ve pirinç karyolalarda, ve deliksiz uykularda gibi
Tadarken bir ekmeği hep, kurarken bir cep saatini
Tam öyle gibi, çok alıngan birinin doyumsuz yalnızlığında
O karanlık sözlerin daha bir kesinleştiği
Gibi
Vakit olmayacak pek şimdi.

Bir bir gezindim de ben bütün mezarlıkları
Zakkumları gördüm ve erguvanları
Ölüler gördüm ölüler, bir avuç kemikle o sonsuz
Onlar ki ne yaparlar, hiç bilmem — ben sevmem omuzlarımı
Ayaklarımı da
Takır da takır, takır da takır omuzlarımı
Ayaklarımı
Ayaklarımı, omuzlarımı
İçimde yürürler doldurup uykularımı
Dışımda yürürler, ki benden değiller gibi kaskatı
Ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını
Yaşarken olmadığını, sonra hiç olmadığını
Ve nasıl isterim ki, açınca bağrımı birden
Der gibi, diyerekten: ey Lazar çık dışarı!
Çık dışarı, çık dışarı!
Oysa ne mezarlar konuşur, ne Lazar çıkar dışarı
Ne de bir ses olur ağzımda: kaygılı, titrek
Göstermek için sizlere yaşıyor diye insanı
Ne sanki bir böcek gibi olduğum yerde kurumak
Süpürün kabuklarımı!
Ne öyle balıklar gibi vurmak kıyıya
Döndürmek için sulara bir balık boyu yaşamı
Ah nasıl bilirim ben vakit olmadığını
Yaşarken olmadığını, belki hiç olmadığını
Ya sonra nasıl işte, kuşkuyla soraraktan

İnsan, insan, insan! ben miyim başkaları mı
Ben miyim başkaları mı — yani bin köşeli, bin kıyılı
Bir kavrayışla
İstesek bir şey değil
İstesek daha fazla
Takır da takır, takır da takır omuzlarıyla
Ayaklarıyla
Nedir mi insan? — ya nedir sahi, biraz anlatsanıza!.
Hadi anlatsanıza!
—Elbette, anlatırız, niye anlatmayalım
—İnsan mı dedik, ne dedik? haa, tamam, bize kalırsa..
—Evet, size kalırsa
—Hiç canım, biraz oyalansanıza!.

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey! İşte çok beyaz yataklarda çok beyaz öğlen uykuları
Bir suçun olmazlığı, bir elin çalmazlığı kapınızda
Bir deniz — ta dibinden — süresiz duyduğunuz
Kutsal ama din değil, bir tutku kafanızda

Dersiniz: bir konser sonu, geçmekte yaz ikindilerinden
Bir pencere sapsarı; ya sizden, ya müziğin renginden
Dersiniz hiç çekinmeden
Dersiniz: niye kullanmayayım ben bu duygusal zamanı
Örneğin bir balkonu, oradan
Balkona ekleyerekten bir dağ başını
Sonra balkonla dağı
Ansızın bitiştiren
Öyle bir kuş sürüsü tek kuşa benzeyerekten
Bir aşağı bir yukarı
Niye kullanmayayım ben bu duygusal zamanı.
Niye kullanmayayım öylesi bir ustalıkla
Bularaktan bir yüzü, okşayaraktan saçları
Derim ki tam sırası, yakaraktan bir cıgara
Üfleyip tutaraktan bir sürü akçıl dumanı
Ve nasıl bir fiyakayla elleri cebe sokmalı
Bilirim, böylece vakit olmalı.

Bilirim böylece vakit olmalı
Bir caddeyi kullanmalı az çok, bir göğü, bir kadeh siyah şarabı
Denedim, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı
Yerler var, boyunca sokaklar, geçince çok duvarları
O duvarlar ki hep öyle: akasya, Erzurum, askerlik fotoğrafları
Ya kâğıtlar — ne de çok — çok gözlü bir deniz hayvanı kâğıtlar..
Nerde bir Alaska var, nerde bir Alaska yok, işte onları
Nerde bir Afrikayı
Afrika., ve akılda tutulan yerleşik insan kokuları
Diyorum kullanmalı
O durmuş saatleri, başbaşa evrensiz kalmaları
Şehvetli çarşıları; çarşılar., yağ, balık, gül yazıları
Kocaman evleri sanki, bir kocaman anahtarları
Bulanık bir göz gibi — tam öyle gibi — çok kaygan odaları
Odalarda yan yana, erinçli, hür yatmaları
Diyorum kullanmalı
“Nereye? — Bilmem ki..” işte o adamları
Eskimiş kanları az çok, bir filmin koptuğu yeri, resimsi bakışları
Peygamber soylarını, o uysal ateşleri, hurma şaraplarını
Ve kutsal kitapları
Öyle ya, sen varsın ya, sen olunca bir o kadar dayanıklı
Bu ölümsüz kalmaları
Yani bir sonsuza varmayı boyuna — biz ikimiz seninle
Ama sen kimsin işte? bunu hiç sormamalı
Bunu hiç sormamalı; bitmesin, sürsün diye
Böylece, azıcık vakit olmalı.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka II

Ben mutsuz kişiyim, size yüzümü getirdim bu anlamda
Nasıl seğirttim işte, kızmayın işte, dün o hekim dedi ki
Dönünce birden yüzüme, yüzümün bu en yitik çağma
Dedi ki: siz niye yoksunuz acaba
Bilmem ki — doğrusu bilmiyorum — niye yokmuşum ben
Sahi ben niye yokmuşum — öyle ya — elbette sordum ona
Dedim ki — ne desem beğenirsiniz — iri bir top çekiyor gibi bilardo masasından
Dedim ki, falan filan..
Örneğin ölüversem şu daralmış yüreği kullanaraktan
Ölüversem şuracıkta
Bakınca herkes orama burama
Derler mi bir ağızdan: bu ölen de kim
Hey tanrım! bu ölen de kim, yani kim yaşamış kendi adına.

Yani kim yaşamış kendi adına
Vardır ya, hani hep görürsünüz, berber dükkânlarında
Tam önünde kapının, beyazla kırmızı bir şey döner
Döner de döner öyle; hani bir simge, bir şey
Hani ne başlar ne biter
Hani ne vardır ne yoktur
Tanrısal bir harekettir din adamlarınca
Bana sorarsanız büsbütün hareketsizlik
Çıldırtır insanı, zorlanmaya görsün insan bakmaya
Hem sonra şaşarım buna, niye olmalı insansak bu akıntıda
Herkes gibi bir şey niye olmalı
Bakınca işte şurdan şuraya
Masalar, masada yazı makinaları
Derim ki, niye olmalı
Bu yenilgin elleri, düzensiz, ak kâğıtları
Sürüngen parmakları
Çağrısız yüzleriyle önce ve ıssız
Hayata bir şey demeyen bu garip adamları
Bu cami önlerini, bu mühür kazıcılarını
Mühürlere yazılmış loş, kuytu, serin

Yıllarca unutulmayan o kadın adlarını
Ve duvar diplerini, kararmış, dik yakaları
Bilmem ki niye
Yani masalar işte, masada yazı makinaları
İstemem, niye olmalı
Evleri, evlerde kalmaların umutsuz şarkıları
Devingen çocukları, kırılgan bardakları, kirli — mor balkonları
Bakımsız avluları
Avlular... ve uzun ve esmer domino oyuncuları
Sonra gene upuzun kahveye çıkmaları
Öyle hep çıkmaları, güneşli, düz sokaklardan
Bitmeyen bir zamandan devşirmek yaşlılığı
Kadınsa — nasıl artık — seğirtken bir ürperişle
Yeniden bir erkekle... ama hiç ummadığı
Öyle ya ummadığı, çünkü korkmakla bundan
Nemli bir vücut gibi düşürüp yalnızlığı
Ki sevinsin diyerek çardaklı kahvelerde
Yaş masalar üstünde onların anlamadığı
Derim ki, niye olmalı
Niye olmalı bilmem
Şöyle bir yol kenarında yerini sektirmeden
Ölümsüz bir şey gibi sevimsiz dilenci suratları
Ve akşamüstlerini, kıvrılan dudakları
Değişmez bakışları
Bir hüzün gibi değil, doğrusu değil
Hüzünden daha fazla, ölümsüz duyguları
Derim ki, niye olmalı
Şu oynak bacakları, yıkanmış köpekleriyle yan yana
Kadife ayakları
Bir sarı yol üzerinde neşesiz kadınlarla
Hep aynı çizgiyi peyleyen o yorgun çocukları
Niye olmalı
Herkes gibi bir şey niye olmalı

Varken kendini bulmak, bulmalı
Hem nasıl bulmalı ki, çılgınca uzaklaşan
Sizlere gelmek için, geçerek bir ot kokusundan
Atlayıp bir çiti birden, okşayıp bir kediyi
Ah nasıl istediğim, sizlere gelmeli belki
Sizlere, sizlere gelmeli bitirmiş gibi bir şiiri
Öyle ki, kalmadan artık yapacak bir şey kalmadan
Üstelik — bilmiyorum ya — biliyormuş gibi en azından
Ben sizin hangi ülkenizde olduğumu o zaman
O zaman şimdi ne zaman, iyi bilerek
Gelirim de sizlere, alınınca odaya
Şöyle bir köşeye oturuncaya
Kadarki o sıkıntıyı geçerek
Başlarım konuşmaya.

Derim ki, öksürmüyorum, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi
Tıraş olmuştum ayrıca
Bu gömlek yepyenidir, bakmayın ucuzdur, kötüdür, dayanılmaz kokusuna
Ya sonra kaç kere şaştım o tuhaf çarşılarda
Aynalar, danteller, cins baharatlar satılan orada
Bilseniz kaç kere duydum bir kızın neyi duyduğunu
Bahçesiz bahçelerde, ağaçsız ağaç altlarında günlerce uyunduğunu
Ya nasıl istedim ki, “çok iyi”, “ah ne güzel” dediklerini
Kırlarda, ot yiyen bir tavşanda süresiz olmak gibi
Ve nasıl yitirdim ben kendimi.
Durmadım, geldim işte, iyi bir fırçalamıştım dişlerimi
Tıraş olmuştum ayrıca
Gömlekten söz açınca aklıma geldi
Ben omuzlarımı sevmem, o geldi birden aklıma
Bir sürü kemiktir onlar, salt kemik, takır da takır boyuna
Sevmiyorum ayaklarımı da
Yok koyacak bir yer, bulamıyorum, gözlerim var iyi ki
Çünkü ben mutsuz kişi, durmadan onları kullanıyorum
Gözleri, göz bildiğim her şeyi

Yazık ki bir fırtınayla her zaman kirleniyorlar
Bir şehrin içinden geçen nehirler gibi
Sürüyüp götürüyorlar olanca pislikleri

Kaskatı bir intiharı, yok yerden bir cinayeti
Bir sevişmeyi., o benim yapayalnız gözlerime fırlatıyorlar
Hıh!. işte bunlar da kendi gözleri
Kızarmış aklarıyla kendi gözleri
Her gün bir o kadar görmeyle kayboluyorlar
Ve dalgın bir bakışta yansıtıp yüreklerini
Kayboluyorlar bir bir
Öyle ki — ben diyelim — yeniden bulmak için onları
Yeniden bulmak için
Çırpınıp duruyorum dört duvarında kendimin.

O zaman gelsin omuzlarım, gelsin ellerim
Ayaklarım da
Öyle bir üst kat manzarasıyla, bir vurgu gibi
Takır da takır, takır da takır boyuna
Yürüyüp gidiyorum onlarla
Parklara gidiyorum üstüste niyetler çekmeye
İhtiyar kumruların ağzından
Kocaman kamyonlara düzenle sıralanan
Kutulardan birini
Çekiyor gibi en altından
Alışıyorum buna da, bu fırtınaya da
Bir ellik, bir avuçluk, bir anlık bu avuntuya
Çünkü bu hep böyle oluyor her zaman.

Derken bir “hey!” çıkıyor çok kısık bir sesle ağzımdan
Hey, sana söylüyorum, park bekçisi, serseri!
Bir parça şarabım var altından
Yaş desen kırkı bulmuş, ölümümden bir parça
Yani bak kısa yoldan bir toplam
Nasıl da çizgilendim, büsbütün aklaştı saçlarım
Ve yorgun bir duman gibi savrulup çay ocaklarından
Düzlere vursam düzlerden
Dağlara vursam dağlardan
Önce bir kendime doğru: kimsesiz, ince, sokulgan
Sonra hep her şeye doğru, o denli hızlanaraktan
Ve cansız, ve soluk kilise resimleri gibi
Acılı, bungun, geçerim dalgınlığınızdan
Öyleyse de bana, nasıl anlamam
Tükenmiş sevgilerce mektuplarda bulunan
O “her şey” kelimesi gibi
Anlamı bitmek olan
Nasıl anlamam ben kendimi
İşte hey park bekçisi serseri
Bir parça şarabım var altından
Çeksem diyorum kafayı, sen bari açma çeneni
Açma ya, istiyorum, azıcık anlayıver beni
Bilsen ki o enayi, hani cam tacirinin karısı
—Hani ben memurdum yanlarında —
Gelecektir birazdan. Öff!. şimdiden ne sıkıntı ha
Giyinmiş, sürünmüş, takınmıştır şirretliğini
Geçecektir karşıma, bir beni süzecektir, bir elimdeki şişeyi
Ama ne denir sanki, bilmez mi işte o da
Her şeyi nasıl teptim, bilmez mi
Oysa kaç kere yüz verdi, üstüme saldı gözlerini
Baktı ki iş yok bende, üstelik aldırmıyorum
Bir akşam yemeğinde, dostlarıyla beraber
Eliyle dürterekten yanındaki erkeği
Beni göstererekten: ha ha ha, hi hi hi..
Gerçi sarhoştu biraz, bana ne onun sarhoşluğundan
Sonra bilmem ki nasıl, öyle bir canlıydı ki elleri
Durmadım, çıktım sokağa, sokaksa ne güzeldi
O cansız, o soluk kilise resimleri gibi
Bir tanrı duruyordu az ötelerde
Mutluydum, niye mi? çünkü ben yaratmıştım o tanrıyı, o şeyi
Ah yaşasam diyorum, o günü bir daha yaşasam
Ve hüzün... isterik bir kadın gibi üstüne çekse beni.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka I

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey! Kadınlar geçtiği o kadın kokusu anlarında
Yıkanmış, mayhoş ve taranmış duygularıyla
Dönüşür içlerimizde az menekşe, bir sarmaşık
Menekşe hadi neyse, mor deriz sarmaşıklara
Mor deriz, mor bilinir çünkü, bir yandan güneşler kurur
Her yerde güneşler kurur, sanki yaz günüyledir
Bir adam kayboluyordur bir taşra sıkıntısıyla
Deriz ki, “şuram ağrıyor” bir de, “başım dönüyor”, “yanıyor avuçlarım”
Belki de bir çığlık mı bu, bu seziş, bu yakınma
Bir çığlık, hem de nasıl, katılmış, donmuş, yaşıyorcasına
Uzansak ellerimizde uzansak avuçlarımızda, bir çığlık
Nedir mi ellerimiz — korkunçtur bir elin bir köşesinde insan olmalarıyla —
Korkunçtur insan olmalarıyla kıyısında bir yüreğin
Kıyısında gibi yangından, çok karanlıktan geçilmez caddelerin
Ve korkunç anlamsız gözlerinde ha dünya ha bir park bekçisinin
Korkunçtur insan olmaları, bir ceset, suda bir şapka gibi sallanaraktan

Bitmeyen bir selam gibi, hastayken, inceyken, yalnızlıklarda aranan
Korkunçtur — bunu anlıyoruz — bir yüzün en çoğul beyazında
Korkunçtur insan olmaları güz ortalarında, eriyen türbe ışıklarında
Ve korkunçtur eriyip kaybolmaların bir köşesinde insan olmalarıyla
Korkunçtur korkunç!
Diyerek: ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum ayrıca
Neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
Tüketen kim. Hani bir yarışın sonuna varmış gibi
Hani görmeden daha, sezmeden her şeyin bittiğini
Ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
Çökerken üstümüze bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz inceliği
Ansızın bir ürperişle: bitti mi, her şey bitti mi
Yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
Bir rüzgâr, duyulup binlercesi birden bir rüzgâr
Bırakıp beni bir kenara, bir uzağı, ya da bir boşluğu bırakır gibi
Ve ben ki hazırımdır bir süre unutulmaya
Ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba.
Ben şimdi ne yapsam, ben şimdi ne yapsam kaç kere yalnız
Hem bunu kaç kere söylemek, ne türlü söylemek adına
Eskimiş fırçalarda, kırılmış şişelerde, tozlanmış ilaç kutularında
Okunmaz kitaplarda uzaksı giyişlerde, çocuksuz avlularda
Anlamsız kahvelerde, bir yolun çok ucunda, asılmış koyun butlarında
Ben şimdi ne yapsam, ben işte ne yapsam kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, ama kaç kere yalnız, gene kaç kere insan olmalarımla.

Kapansam, evlere kapansam, yıkanmış bir deniz bulacaksam orada
Anılar bulacaksam — anılar mı dediniz? ne sesli bir vuruşma
Odalar bulacaksam, odalarda kadınlar, çiçekler, çok aynalar
Rakılar, gene rakılar, kırıklar, sonsuz yaralar
Bulacaksam orada, bir koltuğu bir koltuğa doğru
Bir yüzü bir yüze, bir eli bir ele doğru yaklaştıran çocuklar
Sinekler bulacaksam, kaskatı yapan boşluğu, sinekler
Zorlanmış bir gülüşten — iğrenip birden — kusmalar, bulantılar
Bulacaksam belki de: susanlar, bilmem ki niye susanlar
Ölüler bulacaksam — ölü gözleri onlar, cesetler, giderek dışa vurmalar
Ne dedik, dışa vurmalar mı, yani ilk aydınlığı mı ölümün
Ölümün ilk aydınlığı mı, ne dedik, sahi biz ne deseydik bu konuda
Ne deseydik bilmiyorum, ama var bu kadarcık bir şey insanın sonsuzunda
Bu kadarcık bir şey — İyi ya, peki, şimdi kim var sırada
Sakın haaa!. biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
Yok deyin, çünkü biz., biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
Ne güzel ellerimizle.. Başlayın, hadi başlasanıza
Örneğin bir kahve falı? Az müzik? Diyorum biraz İskambil!..
Ama hiç seslenmeyelim — seslenmeyelim — içimizden oynayalım ayrıca
—Dört kişiyiz!
—Hayır, on!.
—Bin kişiyiz!
—Bana kalırsa..
Ne kadarcık bir fark var bizimle bütün insanlar arasında
Öyleyse başlayalım: Koz kupa! Ah şu sinek onlusu, bire bir unutulmaya
Çayınız soğuyacak! Çayınız mı dediniz? Ne tuhaf biraz anlıyorum

—Üç karo!
—Pas diyorum!
—Susalım baylar, dört kupa!
Ah şu sinek onlusu! Koz kupa! Çayınız mı dediniz? Susalım!
Susalım — Niye susalım — Anılar mı dediniz? Ne sesli bir vuruşma!
Ya sonra? — Bırakın şu sonrayı, bilmem ki nedir o sonra
Gene mi, başladınız mı? peki şimdi kim var sırada
Sakın haa! biz yoğuz, bizi unutun, yok deyin adımıza
Yok deyin, çünkü biz., biz işte korkuyoruz ne güzel korkumuzla
Ne güzel ağzımızla.. Yok canım, ben var ya, istiyorum sırada
olmayı istiyorum — Sahi mi — ama isterseniz siz olun
Siz olun, biz olalım, kim olacak? — Hep böyle oyalansanıza
Yani “Şu sinek onlusu, susalım baylar, koz kupa.”
Gibi oyalansanıza
Biraz oyalansanıza.

Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey! Kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek, biliyorum
Kimse bir gün kimseyi sevmeyecek korkuyorum
Bir yaşlı kadın en erkek boyutunda
Kendisiyle çiftleşecek kaç kere yalnız
Kaç kere yalnız, kaç kere şaşırmış, bitkin kaç kere
Bir ölgün ses bulacak sesinden çok uzaklarda
Vardır ya, hani bir yer, uzakta çok uzakta
Ölüm mü — yok canım, çok sesli bir evrende çok erken daha
Üstelik bilmiyoruz da, doğrusu bilmiyoruz, ölüm mü, bunu hiç bilmiyoruz
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla
Tavşansı sıçramalarla bitirsek şu ormanı
Böylece, niye olmasın, işte bir orman daha
Sanki bir gölgeye geldik; yorulduk, acıktık, susadık biraz
Ve doyduk, ve içtik, ayıldık bir anlamda
Ayıldık ve sorduk, baktık ki hep ormandayız
Kaç kere ölmemişiz, kaç kere sormamışız, bu kaçıncı dalgınlığımız
Yani kaç sesli bir evrende kaç kere yalnız
Ne ölmek, ne ansımak! sadece yaşamakla
Tam öyle gibi.. Demeyin: eh, biraz yorulsak da
Demeyin, sakın haa, yok şu kadarcık bir şey insanın sonsuzunda
Şu kadarcık bir şey — öyleyse., yani biz şimdi ne yapsak acaba
Biz şimdi ne yapsak, biz şimdi ne yapsak, biz işte biraz bilmiyoruz ya
Diyoruz: yaşasak çıkmazları, sevişsek olmayanlarla.


Edip Cansever 
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

2 Mart 2016 Çarşamba

Salıncak IV

İyi bir gün başlar. Dünyadayız artık. Dünya!
Şu tatlı pencereniz. Sizin. Bunu anlamayacak ne var? Pencere
Tanıklık ediyor işte. Gün mavisi bir şey. Tanıklık ediyor
Pek açık değil. Değil de... Size. Tanıklık ediyor bir de
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yanıtlar varlığı olmayan bir söz
Yok canım! kimsenin bir şey dediği yok, söylenmiş bazı sözler yaşıyor, o kadar
İşte
Yaşamış bir kadın yaşıyor orada
Yitmek, hani durmadan yitmek, ulaşmak bir aşkınlığa
Var ya
Orada
Tek imge kayalardır, işte orada
Yaşar hiç konuşmadıklarınız, işte orada
Dışa vurmadıklarınız, şimdi orada
Her şey hep kayalardır; otlar da böcekler de, sular da
Günler de, zamanlar da
-Görünen bir zamandır çünkü orada-
Bir el yana düşmemiş, kaldı ki birden havada
Değilse bir hareket bu, yalnız orada
Orada
Bir ayak boyu yerde, bir kadın
Bırakılmış gibi yıllarca
Tanrım ona bir salıncak!
Taş kesilmesin diye taş
Donakalmasın diye boşlukta.

Hani o balıkçılla yarışan çaylağa
Kırpışan gözleriyle bakan gemici
Gibi
Baksın o da görmeden
Ne çıkar ustaymış, erginmiş uzağı görmekte gözleri.

Tanrım size bir salıncak!


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

Salıncak III

Sonra ne? Sabah! İyi bir gün başlar ne de olsa
Tepeden tırnağa beyazlar giyinmiştir kadın
Ne var ki bir kadın gibi değil, bir aşk, bir umut gibi değil
Bir aralık gibi durur dünyada
İşte bir soru!
Okurken elinde tuttuğu; okumaz, gene elinde tuttuğu
"Önce hep gece vardı" diyen bir kitapla
Biz buna bir sorunun sınırsız gerilimi diyoruz
Diyoruz; çünkü o kadın
Ne yapsa, neye uygulansa
Bir aralıktır şimdi dünyada
Bir aralık, bir aralık!
Yıllanmış ağaç kabuklarında bir yara
Bir geçit, bir su akıntısı, bir bıçak izi
Ve batık gemilerden şimdiye arta kalan
Bir batışın korkunç, ama hiç bitmeyecek izlenimi
Tanrım ona bir salıncak!
Bir gidip bir geliversin diye boşlukta
Umutla, erinçle, tutkuyla
Kendine kendine kendine katlanarak
Hani görmeden daha, bilmeden darıldığı kendine
Tanrım
Ona bir salıncak!
Tam burda
Gözlüklü, kış akşamları yüzlü bir bahçıvan
Sorar o sokak kedisinin dilindeki hızla
Sorar o çiçekleri -bir çiçek olmayan yalnız- sorar sorar sorar
Nereye kadar bilinmez
Hani bir sormasa... korkunç!

Hani bir çalgıcı vardı, başını çalgısına koymasa uyuyamaz
Sonra?
Sonra ne? İşte bir çamur gibi sıvanmış odaya
Karanlık bir kilisenin
İhtiyar zangoçunun ağzıyla
Günaydın!
İyi bir gün başlar ne de olsa


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

Salıncak II

Gün ışır iyiden iyiye, odanın orta yerinde bir kayalık
Sarı bir kertentele... onunla her şey bir iki sıçrar, durur
Başkaldırır, düşer
Bir çorak bağırışı, bir taşın ikiye bölünmesi işitilir. Sonra?
Bir su arayışı, bir bozgun... Biz buna her şey diyoruz, her şey her şey her şey
Çünkü o, kadın
Uzanır, sağar bir yokluğun içinden
Gene bir yokluğu sağar, üşenmez
Bir gül çukuru tersine döner, bir alev kıyısı doğurganlaşır
Çıkar boş kuyulardan katılaşmış akşamüstleri
Böler o bakışları bir sarkaç gibi binlere
Ama bir zaman gibi değil, bir sarkaç gibi böler
Yani olanlar olmuştur bir kere
Bir kartal donakalmıştır sıcaktan. Bir U sesi duyulur
Yaratılmaya uygun bir ses, U
Uzağa bakar kartal. O kadar bakar ki, bakmaz
Taş kesilmiştir taş, boynu ileri düşmüştür
Tanrım bize bir salıncak!
Çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri
Bir daha, bir daha, bir daha
Unutmak, unutmak, unutmak
Tanrım!
Taş kesilmemek için taş
Bunu evrenin sonsuzluğu diye yorumlar varlığı olmayan bir söz

Kadınsa kımıldamak ister, olmaz
Yer değiştirmek ister, olmaz
Solumak birdenbire
Gene olmaz
Olacak bir şey boşuna aranır, boşuna boşuna boşuna
Bir kaya daha çatlar
Başlar ufacık taşlar yuvarlanmaya
Eser bir silinti, bir sisin dağılışındaki öz
Çıkar o yunus balığı, o heykel
Yaz kelebeği, kapı
Sonra?


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

1 Mart 2016 Salı

Salıncak I

Büyük bir oda. Bahçeye açılan bir pencere
Ortada bir masa
Yanda bir kapı
Daha birkaç şey: Örneğin bir yunus balığı camdan, bir heykel
Sabah. Duvarda gün tanrıları
Rezneler, sedef otları, küpe çiçekleri görünür pencereden
Görünür ama görünmez
Yani hiçbir şey yerinde değil pek. Bugün ne?

Salı! O bile yerinde değil
Bir bardak, bir sürahi yerinden edilmiştir, nereye koysak
Nereye?
Bilmem!
Bir çıkrık bir zaman dışını kolaçan eder şöyle
İyi. Biz buna bir durumun sınırsız gelişimi diyoruz
Diyoruz; sanki o her şey kadar bir her şeyi getirir, yığar
Çıkrık
Bir su gürültüsü, bir pul koleksiyonu, bir duanın yaratılışı duyulur bu ara
Duyulmaz ama duyulur
Başlar çünkü onlar da; yani pul, su gürültüsü, dua
Başlar bir insan gibi; süreyi, düzeni, ölümü taşımaya

Sabah. Duvarda gün tanrıları
Birinin süresiz terlik giyeceği tutmuştur yukarı katta
Aşağıda
İskemle gıcırtısı, ayak
Tütün kokusu, koku
Yaz kelebeği tadında bir soluma
Yer değiştirme, kımıltı
Tekrar soluma
Kadın
Sessizlik.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

Dağılgan

Sesini söyle sesini
Görünen ağzında yarı çıplak
Seni sevdiğimin görünüşü gibi.

Güzdü, yapraklar vardı
Biz yitirmek için yaşadık bu ölmezliği
Güzdü, yapraklar vardı
Her bir bakışıyla o şimdi
Dağılan beni sevdiğinin dağılışı gibi.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

Sevişen

Seni seviyorsam bununla her yerin
Öyle iç çekişlerin gibi bir değil iki
Nasıl yaşamaya başlar daha çok
Buluşan iki mısra gibi. Bir şiirin
Kokusuz, tatsız çocuk adları gibi.

Bir kuş da gözlerine uygulanmış sesiyle
Öter durur kıyısız boş saatleri
Ben niye titriyorum’la birlikte
Sonsuzluk alanıdır yüreğin.

Bir anlık gecesinde bir günlük mevsimlerin
Bildik mi yaşamayı ikimizce
Biz getirdik demektir anlamayı evrene
Sevişmek alanıdır yüreğin.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

29 Şubat 2016 Pazartesi

Şairin Kanı

Kanıdır şairin bu sevilmeyen yüz
Gözleri bir köpeğin, bırakmış köpeğini
Tanrısız, kimsesiz, her şeysiz biraz
Gözleri bir başına insanlar gibi
Kanıdır şairin ölümle kımıldamaz.

Kanıdır, bilirim, şairin kanı
Kocaman bir aşk lekesi yıkanmış eski evlerde
Kanıdır, bir adam ki düşürüp ellerini
Önce yorgun ve asil, sonra mahzun ve ürkek
Beyazı unutulmuş ortaçağ resimleri.

Kanıdır şairin, gecenin her yerinden
Sevişmeye gireriz korkunç ve bıçak gibi
Açılıp yataklara amansız güllerimizle
Sanki biz her cinsel olayda biraz gemici
Bir gidip bir geldiğimiz o hayal illerinde.

Yüzüdür şairin kanarsa yalnızlıktan
Bir yüz ki upuzun kadınsız günler gibi
Ve nasıl bir acıdır ki, acıyla anlatılmaz
Bir hiçin bir ağızla duraksız kemirildiği
Öyle bir sıkıntı ki ölümle kımıldamaz.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

Ölü Öldü

Dün bütün gün yağmurlardı, bugün yaprak
Ben yaprak diyorum ya
Bizim yıkık manastır yüreğimiz
Ağrısı tutmuş bir tayfa, yalınayak
Konuşmayı bitirmiş sessizliğe geçiyor
Sessizliği bitirmiş ölümü kullanarak
Bizim yıkık manastır yüreğimiz
Bir pencere, üç iskemle ve İshak.

“Ben, ben olanım” diyen tanrısı İshak’ın
Bizim yıkık manastır yüreğimiz
Sonu gelmiş bir dağ yolu gibi kendine katlanarak
Bir kaçış, bir bıçak altı, bir zehirli su
Ve bakışlarımız günün en büyük satranç oyuncusu
Elimizden bir şey gelmiyorsa
Bu zehirler bize sabahı bulduracak.

Ben İshak’a bakıyorum, İshak bana bakıyor, İshak
Yüzün ışıklarını söndürdü, ölü öldü
Çekip gidecek bir gün buralardan koparak
Eski bir yazı makinesine benzeyen gözleriyle
Ne acı, ne hüzün, ne işkence
Sadece gözleriyle, o kadar
Saati kurmadık ya, hiçbiri aklımızda kalmayacak.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

Bakır Heykel

Yüzümü suya uzatıyorum su buysa
Giysilerimi unutuyorum birden, çıplaklığımı
Gece yarısı çalınan çalgılar olmasa
Gece dediğim belki hiç olmasa
Ben bir tırnak iziyim kanımın akmadığı
Bir çentik, bir kırık şey., aranızdayım nasılsa.

O zaman neresiydi, hepsi hep karanlıkta
Bir garip ev içiydi, ışıklar kirli
Herkesin ellerinde bir şeyler gizlediği
Alıp okşadığım şimdi çok eski bir olaysa
Yenisini bulmalı — önce hafif bir yelken
Bir bakış, bir serüven, kısa bir hastalık hiç olmazsa.

Ben belki de daha çok dağlarda, su başlarında
Bir uykuydum üşümüş avcılar karışmasa
Kimseler karışmasa, ne ışık, ne parıltı
Gölgesi içe vurmuş bir yaratık olmalı
Söyleyin, bir bakır heykelim ben, çünkü çocuklar korkmasa.

Bana kalırsa bunu
Çocuklara anlatmalı asıl
—Gövdesi var kocaman!
— Sahi mi?
—Gözleri nasıl?


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

27 Şubat 2016 Cumartesi

Yılkı

Ben burda bir sıkıntıyım, atımdan iniyorum
Benim atım her zaman
Kim bilir kime sesleniyorum, sessizlik
Yosunlar, taşlar, o mezar yazıtlarından
Yaz gelmiş, zakkumlar açmış, elimi bile sürmedim
Sürsem bile ne çıkar, ama sürmedim
Ölü bir şey kalıyor dünyadan, yapraklardan.

Ben burda bir sıkıntıyım, atımdan iniyorum
Benim atım her zaman.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

Bedevi

Gözlerimin ıssız, donuk, kahverengi kentinde
Geçiyor ak boyunlu develer, yorgun sürücüleri
Günlerdir, öyledir, bir daha anlamak üzere
Bakıyorlar durmadan çok uzakta bir yere
Sorsanız görmüşler mi bir masal kadar olsun gördüklerini
Gözlerimin ıssız, donuk, kahverengi kentinde.

Bilinmez bir yere doğru, ne güne, ne ölüme
Bakıyorlar sadece
Ak dikenler içinde durmuş da bir bedevi
Tanrılar, güneşler, yalgınlar içinde
Bir ateş bile değil, bir bitki, bir dua bile değil
Gözlerimin ıssız, donuk, kahverengi kentinde.

Ne arar, bilinmez ki, bir kanımlık su belki de
Ne durak, ne dinlenme
Gelseler de duyamaz ak boyunlu develer
O yorgun sürücüler çökseler de önüne
En soğuk bir çöl kuşunun bir daha ölüşü gibi
Dünyanın tekdüzenli renginde.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

Medüza

Naci’ye


Derin, sessiz, iyi böylece
Güz, ölülerini bırakan kuşlar
Yer kalmadı acıya ülkemizde
Derin, sessiz, iyi böylece
Gün ortası alacakaranlık bakışlar.

Bir buluşma yeridir şimdi hüzünlerimiz
Biz o renksiz, o yalnız, o sürgün medüzalar
Aşar söylediklerimizi çeker gideriz
Ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz
Kıyısında camların bozbulanık rakılar.

Çizeriz yeryüzünü kaygısız ayaklarla
Yüzümüzdür bir yağmur ağırlığınca düşer
Sonra pek anlamadan içkiler ne çabuk biter
Ne kadar konuşursak o kadar bir sessizlik olur
Adımızı sorarız birine, o bize adını söyler.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

Kumcul

Kum, o nisan günlerinin ufalanmış gölgeleri
Kuruyan gözlerimde kirli bir rüzgâr
Kül renkli bulutlarla bir yangın sonu
Güneşler, şeytan minareleri, yıldızlar
Orda burda sayısız ayak izleri
Niye hiç kimse konuşmuyor kadar.

Öyle durgun ki nasıl, çok sıkılan bir yüzde
Hep aynı şeyi düşünmek kadar
Yaşadığınız gibidir uçsuz bucaksız
Upuzun bir kuşa benzer
Gövdesini gördüğünüz yalnız
Kıyılar, gökyüzü, büyütülmüş bardaklar.

Kımıldar ellerinizde kendi elleriniz
Bir balıkçıl tadına alçalır, bu da var
Gelir bir ölüm gibi korkusuz, sessiz
Ve gider geldiğince sesi doygunluk olan kanatlar
Gözleri gördüğü yerden bakar
Yılgınlar, yitikler, yalnızlar.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil

26 Şubat 2016 Cuma

Kar Yangını

Neden bu kadar kar, bu kadar yıl, bu kadar yağış
Bu kadar uzaklardan nedir bu kadar gelen
Bir uzun çan kulesi bembeyaz Samatya’da
Bir oğlan bir martıyla upuzun seviştiğinden
Yaslı bir kadın gibi gözleri kendine bakan
Kendine baktıkça da çocukları olan hüzünden.

Belki bir söz yığını, yıllar var konuşulmamış
Çıkarlar kar yangını her biri duyduğu yerden
Yüzleri, saçlarıyla, bir de gözbebekleri
Asılırlar boşluğa çocuksu seslerinden
Birtakım dünyalarla önce ve güzel
Kış güneşi, sarmaşık, kim ne anlıyor sanki ölümden.

O yanık ikindiler, sonrasız, loş gecelerden
Üstlerinde bir sürü çocuk gözleri
Tutuşurlar ne zaman karların ateşinden
Bir ölüm kadar şaştığımız onlar ve kendileri
Yani bu dünyanın en yılgın havarileri
Orada çan kulesi bembeyaz öldüğünden.


Edip Cansever
Nerde Antigone
Yerçekimli Karanfil