Şiir, Sadece

6 Nisan 2012 Cuma

Ebabil


Alıp içinde sesler uçuşan bu akşamdan
Hafızamı bir deniz kıyısına çeken yol,
Aydınlık rüyaların peşine düşen gondol,
Mavi bir denizde yüzer gibi yanan şamdan.

Tuşların üstünde karanlığın heyulası
Ve birden kalbe çırpınışlar veren hâtıra,
Çekmede beni saadet dolu dünyalara
Mine parmaklarında sadalaşan hülyası.

Sıyrılmada gözlerimden yıllarca geceler,
Ve yalnız kalmada bir yaza râm olan sahil,
Uçuşmada gökyüzünde bir sürü ebabil:
Sevgimi ve hasretimi ebedî kılan yer.

Açık pancurlarından seslerin dökülüşü.
Bir göl mü ürpermede ruhun uzaklarında?
En yakın sevgiyi duymayan dudaklarında,
Her yaşayıştan daha güzel olan gülüşü.

Ilık gölgelerde uyutup düşünceleri
Beyaz etekleriyle bana göründüğün an
Ve kapıları yeşil sabahlara açılan
Sıcak tahayyüllerle dolu yaz geceleri.

Renkli fanusların altına doğan dünyası,
Omuzlarında ayışığından örgülerle
Eklenmede içime hasret kaldığım yerle
Mine parmaklarında sadalaşan hülyası.


Orhan Veli
(Temmuz 1936/Varlık, 1.12.1936)

1 Nisan 2012 Pazar

Garip

Şiir, yani söz söyleme sanatı, geçmiş yüzyıllar içinde birçok değişikliklere uğramış; en sonunda da, bugünkü noktaya gelmiş. Bu noktadaki şiirin doğru dürüst konuşmadan oldukça ayrı olduğunu kabul etmek gerek. Yani şiir bugünkü durumuyla, doğal ve günlük konuşmaya göre bir ayrılık göstermekte, bir ölçüde garip karşılanmaktadır. Fakat işin hoş yanı, bu şiirin birçok atılımlar sonucunda kendini kabul ettirmiş, bir gelenek kurarak da, sözü geçen garipliği ortadan kaldırmış olması. Yeni doğup bugünün aydınınca eğitilen çocuk kendini doğrudan doğruya bu noktada kavrıyor. Şiiri, kendine öğretilen koşullar içinde aradığından, bir doğallaşma isteğinin ürünü olan yapıtları şaşkınlıkla karşılıyor. Garip anlayışı, öğrendiklerini doğal kabul edişinden gelmekte. Ona buradaki göreceliği göstermeliki öğrendiklerinden .kuşku duyabilsin.

Gelenek, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içinde korumuş.Nazmın belli başlı öğeleri vezinle kafiyedir.Kafiyeyi ilk insanlar, ikinci satırın kolay hatırlanmasını sağlamak için, yani yalnızca belleğe yardımcı olmak amacıyla kullanmışlardı. Fakat onda sonradan bir güzellik buldular. Onu, varlık nedeni aşağı yukarı aynı olan vezinle birlikte kullanmayı bir beceri saydılar.Şiirin de kökeninde, öbür sanatlarda olduğu gibi, böyle bir oyun özlemi vardır. Bu istek ilkel insan için gözönünde tutulabilecek önemdeydi. Oysa insan o zamandan beri çok gelişti. Bugünkü insan, öyle sanıyorum ve diliyorum ki, vezinle kafiyenin kullanılışında, kendini şaşkınlığa düşüren bir güçlük, ya da büyük heyecanlar sağlayan bir güzellik bulmayacaktır. Nitekim bu rahatsız edici gerçeği görmüş olanlar, vezinle kafiyeye «ahenk» denilen yeni bir şiir öğesinin atası gözüyle bakmışlar, bu yeni nimete dört elle sarılmışlar. Bir şiirde, eğer övülmeye değer bir ahenk varsa, onu sağlayan şey, ne vezindir, ne de kafiye. O ahenk, vezinle kafiyenin dışında da, vezinle kafiyeye karşın da vardır. Fakat onu şiirde bilinçli hâle getirip anlayışları en kıt insanlara bile bir ahengin var olduğunu haber veren şey, vezinle kafiyedir. Böylelikle farkına varılan, yani vezinle, kafiyeyle sağlanan bir ahenkten zevk duyabilmek ya da sözü bu basit ölçüler içinde söylemeyi beceri sayabilmek; saflıkların herhalde en görkemlisi olmalıdır bunun dışında bir ahenge inanmaksa, onun şiir için ne kadar gereksiz, hem de ne kadar zararlı olduğunu, biraz sonra anlatacağım.

Vezinle kafiyenin her şeye karşın birer sınırlama olduğunuda kabul edelim. Bunlar şairin düşüncesine,duyarlığına egemen oldukları gibi, dilin biçiminde de değişiklikler yapıyorlar. Nazım dilindeki söz dizimi gariplikleri, vezinle kafiye zorunluğundan doğmuş. Bu gariplikler belki de anlatımı genişletmesi bakımından,şiir için yararlı olmuştur. Üstelik onların, nazım kaygılarının dışında bile baştacı edilmeleri olasılığı vardır. Fakat bu kuruluş, bazılarının kafalarına «şiir dilinin kendine özgü yapısı» diye dar bir anlayış getirmiş. Bu tür insanlar birtakım şiirleri reddederlerken«Konuşma diline benzemiş,» diyorlar. Köklerini vezinle kafiyeden alan bu anlayış, gerçek akış yolunu arayan şiirde hep aynı görece garipliği bulacak,onu kabul etmek istemeyecektir.

Söz ve anlam sanatları çoğu kez zekânın doğa üzerindeki değiştirici, yıkıcı özelliklerinden yararlanır.Bilgisini, görgüsünü, geçmiş yüzyıllara borçlu olan insan için bundan daha doğal bir şey yoktur. Benzetme(teşbih), eşyayı, olduğundan başka türlü görmek zorudur. Bunu yapan insan, garip karşılanmaz, hiçbir olağandışılıkla suçlanmaz. Oysa benzetiden (teşbihten) ve iğretilemeden (istiareden) kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı sözcüklerle anlatan adamı, bugünün aydın kişisi,garip saymaktadır. Yanılgısı, türlü sapıtmalarla varılmış bir şiir anlayışını kendine çıkış noktası yapmasıdır. Yazının ortaya çıktığı günden beri yüz binlerce ozan gelmiş, her biri binlerce benzeti (teşbih) yapmış. Hayran olduğumuz insanlar bunlara birkaç tane daha eklemekle acaba edebiyata ne kazandıracaklar? Benzeti, iğretileme, abartma ve bunların bir araya gelmesinden oluşacak bir düşsel zenginlik,umarım tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.

Edebiyat tarihinde pek çok biçim değişiklikleri olmuş,yeni biçim, her defasında, küçük garipsemelerden sonra kolayca kabul edilmiştir. Güç kabul edilecek değişiklik, beğeniye ilişkin olanıdır. Böyle değişmelerin pek seyrek olduğunu; üstelik, böylece ortaya çıkan edebiyatlarda da her şeye karşın değişmeyen, yine sürüp giden, hepsinde ortaklaşa olan bir yan bulunduğunu görüyoruz. Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sanayi döneminin başlamasından önce de dinin ve feodal sınıfın köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramamış olan şiirde, bu değişmeyen yan,varlıklı sınıfların beğenisine seslenmiş olmak biçiminde beliriyor. Varlıklı sınıfları, yaşamak için çalışmaya gereksinmesi olmayan insanlar oluşturur.O insanlar geçmiş dönemlerin egemenleridirler. O sınıfı temsil etmiş olan şiir, lâyık olduğundan daha büyük bir kusursuzluğa erişmiştir. Ama yeni şiirin dayanacağı beğeni, artık azınlığı oluşturan o sınıfın beğenisi değildir. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar, yaşamak hakkını sürekli bir didişmenin sonunda buluyorlar.Her şey gibi, şiir de onların hakkıdır, onların beğenisine seslenecektir. Bu, söz konusu kitlenin istediklerini eski edebiyatların gereçleriyle anlatmaya çalışmak demek de değildir. Sorun, bir sınıfın gereksinmelerinin savunusunu yapmak olmayıp yalnızca beğenisini aramak, bulmak, sanata onu egemen kılmaktır.

Yeni bir beğeniye, ancak yeni yollarla, yeni araçlarla varılır. Birtakım kuramların söylediklerini, bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta hiçbir yeni, hiçbir sanatsal atılım yoktur. Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz yıllardan beri beğenimize, irademize egemen olmuş, onları belirlemiş, onlara biçim vermiş edebiyatların, o sıkıcı, o bunaltıcı etkisinden kurtulabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak zorundayız. Olabilse de, «şiir yazarken bu sözcüklerle düşünmek gerekir,» diyerek yaratıcı çalışmalarımızı engelleyen dili bile atabilsek,. Ancak böylelikle kendimizi, alışkanlıkların sürüklediği doğal olmayan sapmalardan kurtarmış; kendi özbenliğimize, kendi gerçekliğimize kavuşmuş oluruz.

Tarihin beğenerek andığı insanlar her zaman dönüm noktalarında bulunanlardır. Onlar bir geleneği yıkıp yeni bir gelenek kurarlar. Daha doğrusu kurdukları şey, içlerinden gelen yeni bir sınırlama sistemidir. Ancak ileriki kuşaklara ulaştıktan sonra gelenek olur. Büyük sanatçı, sonsuz sınırlamaların içindedir. Fakat bu sınırlamalar, hiçbir zaman, öncekilerce belirlenmiş değildir. O, kitapların öğrettiğinden daha çoğunu arayan, sanata yeni sınırlamalar sokmaya çalışan adamdır. 17'nci yüzyıl Fransız klasisizmi, kuralcı olmuş, fakat gelenekçi olmamıştır. Çünkü kurallarını kendi getirmiştir. 18'inci yüzyıl yazıcıları daha çok gelenekçi oldukları halde sanatçı yanları bakımından geleneği kuranların düzeyine yükselememişlerdir. Çünkü sınırlamaları duymamışlar, öğrenmişlerdir. Birşeyin ya gerekliliğim ya da gereksizliğini duymalı, fakat herhalde duymalıdır. Gerekliliği duyanlar kurucular, gereksizliği duyanlar yıkıcılardır. Her ikisi de toplumların düşünsel yaşamı için, düzeni sürdüren insanlardan daha yararlıdırlar. Bu tür insanlar belki her zaman başarılı olamazlar. Yaptıkları işin tutunabilmesi, işin toplumsal yapıdaki değinmelerle olan ilişkisine ve bu değişimlerin ağlıdır. Başarısızlığın nedenlerinden biri de yapmanın yapılması gerekeni bilmekten farklı oluşudur. Bir insan kurduğunu kusursuzlaştıramayabilir. Fakat kendisini hemen izleyecek olana değerli bir temel bırakır. Ya bir yol gösterir, ya da bir yolun yanlış olduğunu söyler. Bu insan bir davanın bayraktarı, sıra neferi ya da fedaisi demektir. Bir düşünce uğrunda fedai olmayı göze almış insan övünçle, kıvançla karşılanmalıdır. Yine de fedai olmayı gözle almış insanın ne övgüye ihtiyacı vardır, ne de alkışa. Çünkü bunlar,, ondaki güven duygusuna hiçbir şey kalmayacaktır. En koyu gericilik hareketlerinin,yürekliliğinden hiçbir şey eksiltmeyeceği gibi.

Ben, sanat dallarının birbiri içine girmesinden yana değilim. Şiiri şiir, resmi resim, müziği müzik olarak kabul etmeli. Her sanatın kendine özgü nitelikleri,kendine özgü anlatım araçları var. Anlatılmak isteneni bu araçlarla anlatıp bu özelliklerin içinde kapalı kalmak, hem sanatın gerçek değerlerine saygılı olmak,hem de bir çabaya, bir emeğe yer vermek demek değil mi? Güzel olanı sağlayacak güçlük, herhalde bu olmalı. Şiirde müzik, müzikte resim, resimde edebiyat,bu güçlüğü yenemeyen insanların başvurdukları birer hileden başka bir şey değil. Ayrıca bu sanatlar, öteki sanatların içine girince gerçek değerlerinden de birçok şeyler kaybediyorlar. Sözgelimi bir şiirde uyumlu birkaç sözcüğün yan yana gelmesinden ortaya çıkmış bir müziği, ezgilerindeki çeşitlilik ve akorlarındaki zenginlikle alabildiğine büyük bir sanat olan gerçek müzik yanında küçümsememeye olanak var mı? Kaynakları aynı olan harflerin bir toplanmasıyla oluşan 'öykünmeli uyum' (ahengi taklidi) da bu kadar basit, bu kadar adi bir hile. Ben bu gibi hilelerden tat almanın, o uyumu şiirde duymaktan gelen bir hoşnutluk olduğu inancındayım, insan, anlaşılmaz sandığı bir şeyi anladığı zaman hoşnut olur. Bu hoşnut oluşu,anlaşılmaz sanılan yapıtın başarısı saymak, insanın kendini yazarla bir tutmak, yani kendi kendini beğenmek isteğinden başka bir şey değil. Bu yüzden, halkın sevdiği yapıtlar, en kolay anlaşılanlar oluyor. Sözgelimi müzik beğenileri yeni oluşmaya başlamış insanlarÇaykovski'nin;konusu,Napolyon'un Moskova seferinden alınmış, olayları, resim gibi, hikâye gibi betimlenmiş olan 1812Uvertürü'nü hayranlıkla dinlerler. Yine onlar için Saint - Saens'ın, ölülerin gece saat on ikiden sonra mezarlarından kalkıp raks edişlerini, sabahın oluşunu, horozların ötüşünü, iskeletlerin yeniden mezarlarına girişini anlatan Danse Macabre'ı ile Borodin'in, bir kervanın su ve çıngırak sesleri arasında ilerleyişini anlatan Orta Asya Bozkırlarında adlı yapıtları ne büyük müzik yapıtlarıdır. Bence, müzik gibi anlatım olanakları olağanüstü geniş bir sanat dalında betimleme yoluyla avlanmak gibi basit bir hileye başvurmak, besteci için göz yumulamayacak derecede büyük bir kusur. Halkın, yukarıda anlattığım türden bir aşağılık kompleksine bağlı olan bu duygusunu, hiçbir büyük sanatçı sömürmemelidir. Sanatçı kendini verdiği sanatın özelliklerini keşfetmek, becerisini de bu özellikler üzerinde göstermek zorundadır. Şiir, bütün özelliği, söylenişinde olan bir söz sanatıdır. Yani tümüyle anlamdan oluşur. Anlam, insanın beş duyusuna değil, kafasına seslenir. Öyleyse, doğrudan doğruya insan ruhuna seslenen ve bütün değeri, anlamında olan gerçek şiir öğesinin, müzik gibi, bilmem ne gibi ikinci derecede hokkabazlıklar yüzünden dikkatimiz den kaçacağını da unutmamak gerek. Tiyatro için çok daha gerekli olan dekora karşı çıkıyorlarda, şiirdeki müziğe karşı çıkmıyorlar.

Apollinaire, 'Calligrammes' adlı kitabında, şiire bir başka sanat daha sokuyor: resim. Diyelim ki, bir yağmur şiirinin dizelerini sayfanın yukarı köşesinden aşağı köşesine doğru dizmiş. Yine aynı kitapta bir yolculuk şiiri var : harfleriyle sözcüklerinin sıralanışı gözümüzün önüne vagonlardan, telgraf direklerinden, aydan, yıldızlardan oluşmuş bir tablo çiziyor. Açık konuşmak gerekirse, bütün bunların bize bir yağmur havası, bir yolculuk havası verdiğini, yani Apollinaire'-in başka bir sanatla ilgili birtakım dalaverelerle bizi şiirin havasına soktuğunu söylemek gerekir.

Apollinaire, böyle bir hileye başvuran tek adam değildir.Resmi, biçim yoluyla şiire sokanlar çok.Sözgelimi Japon ozanları, çoğu kez konularını, kamışlar, göller, aylı geceler, hasır yelkenli kayıklar ve çiçeklenmiş erik ağaçlarına benzeyen biçimlerle anlatırlarmış. Haşim, alev sözcüğünün eski harflerle yazılışında gerçek alevi anımsatan bir büyü bulurdu. Bu örnekleri teker teker anışım, şiirin müzikten olduğu gibi, resimden de yararlanabileceğini anlatmak içindir.

Müzikten yararlanmayı kabul eden ozan, neden resimden,üstelik daha ileri gidilirse, heykelden ya da mimariden de yararlanmayı düşünmesin? Oysa heykelden yararlanmak, . resmin bile hakkı değil. Resmi bir aralık oylumlaştırmaya kalkışmış olan Picasso,bugün herhalde bu yanılgısını anlamıştır. Yalnız dikkat edilirse görülür ki, verdiğim örnekler, bizi, şiire sokulan resmin yalnızca biçimle ilgili yanı üzerinde durdurmakta. Böyle bir şiir, şimdilik sorun yapılacak kadar önem ve yandaş kazanmamış. Oysa bir de resmi şiire anlam olarak sokan ozanlar, bu ozanları tutan büyük de kalabalıklar var. Onlar, bütün üstünlüğünü betimlemeye dayamış yazıları şiir saymakta güçlük çekmiyorlar. Oysa o yazıların şiirliğini kabul etmemek gerek. Bu görüşü savunanlar, pek ileriye gitmedikleri zaman, düşünceleri akla yakınmış gibi görünür. Kendilerine hak vermek isteriz. Sanırız ki, betimleme, şiirin koşullarındandır, her şiir de az çok betimlemedir. Bu yanlış düşünce şiirin anlatım aracının dil oluşundan ileri geliyor. Dili oluşturan sözcükler ya doğrudan doğruya eşyanın, ya da düşüncelerimizin anlatım nesneleridir. Soyut düşünceler, gelişmiş kafalara dış dünya ile ilgisizmiş gibi görünür. Oysa, insan denilen yaratığın, en soyut düşünceleri bile bir somutla birlikte düşünmek, yani onu sürekli olarak maddeye,sürekli olarak eşyaya dönüştürmek eğilimi vardır.

Böyle olunca sözcüklerin yan yana gelmesiyle oluşacak sanatın, gözümüzün önüne doğadan birçok şeyler getireceğini de olağan karşılaman. Ama bu olağan karşılama, hiçbir zaman şiirin bütün servetinin bu sözcüklerle anımsanan bir dünyadan, bütün değerinin de bu dünyanın güzelliğinden başka bir şey olmayacağı sonucuna varmamalı. Şiirde betimleme bulunabilir.Ama betimleme -üstelik sanatçının tümüyle kendine özgü görüş merceğinden bile geçmiş olsa- şiirde te mel öğe olmamalı. Şiiri şiir yapan, yalnızca söylenişindeki özelliktir; o da anlama ilişkin bir şeydir.

Fransız ozanı Paul Eluard'ın dediği gibi, «bir gün gelecek, şiir yalnızca kafayla okunacak, edebiyat da böylece yeni bir yaşama kavuşacak.»

Edebiyat tarihinde her yeni akım, şiire yeni bir sınır getirdi. Bu sının elden geldiğince genişletmek,daha doğrusu, şiiri sınırdan kurtarmak bize düştü.

Oktay Rifat, bir mektubunda, bu görüşü, 'okul'kavramı üzerinde açıklamaya çalışıyor. Diyor ki: «Okul(ecole) düşüncesi, zaman içinde bir araverişi, bir duruşu simgeliyor. Hız ve devinime aykırı. Yaşamın akışına uyan, dialectique anlayışa aykırı düşmeyen akım, yalnızca okulsuzluk akımıdır.»

Ancak, sınırsızlık ya da okulsuzluk niteliği, şiirde tek başına, ayrı bir biçimde bulunabilir mi? Kuşkusuz ki hayır. Bu niteliğin insana birçok yeni alanlar keşfettireceğini, şiiri birçok ganimetlerle zenginleştireceğini doğal saymalı. Bizim, kendi hesabımıza, bu sınır genişletme işinde ele geçirdiğimiz ganimetlerin başlıcaları arasında saflıkla basitlik var. Şiirsel güzeli bunlardan çıkarma isteği, bizi şiirin en büyük hazinesi olan, insanı yaşamının bütün dönemlerinde kurcalayan bir evrenle yakından ilişki kurmaya yöneltiyor.Bu evren de bilinçaltıdır. Doğa, zekânın işe karışmasıyla değiştirilmemiş halde, ancak burada bulunabiliyor. Yine insan ruhu, burada bütün karmaşıklığı, bütün kompleksleriyle, fakat ham ve ilkel halde yaşıyor,ilkellikle basitliğin bir özelliği de bu karmaşıklık olsa gerek. Duyguların ya da heyecanların soyutlanmışlarına ancak ruh bilim kitaplarında rastlarız. Bunun için diyelim ki, bir şehvet şiiri yazmaya çalışan ozan,bir pintilik duygusunu anlatmak için sayfalar dolduran yazar, bizi, yaşamın olsun, bayağılıkların olsun,dışına sürüklüyorlar. Saflıkla basitliği, çocukluk anılarımızda aynı zenginlik, aynı içiçelik ve ayırıp soyutlamaya karşı duyulan aynı düşmanlıkla buluyoruz.Tanrının sakallı bir ihtiyar, cinlerin kırmızı cüceler,perilerin beyaz entarili kızlar biçiminde tasarlanması,bozulmamış çocuk kafasının soyut düşünceye direnci olmadığını gösteriyor.

«Şiiri en saf, en basit halde bulmak için yapılan,insanın bilinçaltını karıştırma işlemininsymboliste'lerinkabul ettiği gibi içimizdeki birtakım gizli tellere dokunma, ya daValery'nin yaratıcı eylemi açıklayan«bilinç dışında olma» kuramlarıyla karıştırılmamasını isterim. Bu konuda bizim isteğimize en çok yaklaşan-sanat akımı surrealisme akımıdır. Ruhsal otomatizmi düşünce sistemlerinin ve sanat anlayışlarının çıkış noktası yapan bu insanlar, vezni ve kafiyeyi atmak zorunda kaldılar. Ruhsal otomatizmle zekâ hokkabazlığının uyuşmaz şeyler olduğunu gören insan için, bu zorunluluk da apaçıktır, ikisinden birini seçmek gereğini açıkça ortaya koyan ve «bütündeğeri anlamında olanşiir»için bu küçük hokkabazlıkları gözden çıkarmaktan çekinmeyensurrealiste'ler elbette övgüye değer görülmeli. 

Bir yere kadar haklı bulduğumuz otomatizm düşüncesi, bizim ülkemizde, bu akımın tam bir açıklaması diye kabul edilmiş. Oysa bu, yalnızca bir çıkış noktası. Burada, bizlerce olduğu gibi, onlarca da şiirin ana işçiliği diye kabul edilen «bilinçaltını boşaltma»işleminin, her zaman bir kendinden geçme durumuyla birlikte bulunmadığını eklemeliyim. Eğer böyle olsaydı, herkes sanatçı olurdu. Oysa sanatçı, elde edilmiş bir beceriyi düş ve benzeri türden durumlar dışında da kullanabilen adamdır. Değeri olsun, büyüklüğü olsun, bu beceriyi kazanış ve kullanışındaki ustalıkla ölçülür. Alışkanlıklarla elde edilmiş bir bilincin, insana, bilinçaltı dediğimiz kuyuyu kazabilecek gücü getirdiğim,Freud'ü çok iyi bilen bir doktor ve sanatı düşünceleriyle başa baş bir şair olan Breton, bundan yıllarca önce söylemiş.

Bu güç acaba nedir? Ruhsal yaşamın yazılaşmış çalışmalarında bilincin denetimi —az olsun, çok olsun—her zaman vardır. Yani doğal koşullar içinde bilinçaltını yazıya dönüştürmemiz olanaksızdır. Öyleyse, olanaksız olan bu durumu bir yeti'S gibi göstermeye kalkışmak, büsbütün gereksiz bir çaba sayılmaz mı?Kesindir ki, bu yeti, bilinçaltını boşaltma yetisi değildir. Olsa olsa bilinçaltını taklit etme yetişidir. Bilinçaltında bulunan şeyler nasıl şeyler? Onu bir sanatçı bir bilginden çok daha iyi, çok daha derinden duyar. Yapıtı da bu duyuşun taklidinden başka bir şey değildir. Sanatçı kusursuz bir taklitçidir.

Usta sanatçı, taklitçi değilmiş gibi görünür. Çünkü taklit ettiği şey özgündür. 19'uncu yüzyılda yaşamış gerçekçi yazarın anlattığı doğa, özgün değildir; zekânın aracılığıyla taklit edilmiştir. Onun için de yapıt,kopyanın kopyasıdır. Basitlikle ilkellik, ikisi de, sanat yapıtına gerçek güzelliği getirirler. İyi bir sanatçı onları çok güzel taklit eder. Bu işi yapan adama«basit adam, ilkel adam» dememek gerekir. Sanatın yıllarca çilesini çekmiş, sonsuz aşamalardan geçmiş görürseniz, onun için hemen olumsuz yargılar vermeyiniz. Böyle bir şair «acemiliği taklit»te güzellik bulmuş olabilir. O zaman da o, acemiliğin ustası olmuş demektir.

Bütün bunlar gösteriyor ki sanat pek de öyle otomatizm işi falan değil, bir çaba, bir beceri işiymiş.Oysa biraz önce sürrealiste ozanlardan sözederken«ruhsal otomatizmi, düşünce sistemlerinin çıkış noktası yapan bu adamlar vezinle kafiyeyi atmak zorunda kaldılar,» demiştim. Madem ki insan böyle bir otomatizme inanmıyor ve madem ki bütün çabanın bir taklitten başka bir şey olmadığını ortaya çıkartabiliyor, o halde vezinle kafiyeyi de kabul etsin. Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına neden olan şey, yalnızca otomatizm düşüncesine bağlanış olsaydı, bu düşünce, belki doğru olabilirdi. Oysa, vezinle kafiyeyi önemsemeyiş- te başka nedenler de var. O nedenleri şimdilik konumuzun dışında sayıyorum.

«Vezinle kafiyenin ortadan kalkmasına neden olan şey, yalnızca otomatizm düşüncesine bağlanış olsaydı; bu bağlanışın yersiz olduğu anlaşılınca vezinle kafiyenin de şiirdeki yerini alması gerekirdi,» dedim. Oysa gerekmezdi. Çünkü sürrealiste ozanlar, şiire taklit yolu ile sokacakları bilinçaltını gerçekmiş gibi göstermek istiyeceklerdi. İşte bu yüzden vezinle kafiyeyi kullanmak zorundaydılar. Çünkü onlar taklit edilecek şeyi bilmenin yeterli olmadığını, taklitte de usta olmak gerektiğini kavramış insanlardı. Eğer böyle olmasaydı,biz Anların içtenliklerine inanmayacaktık. Sanatçı bizi,. söylediklerinin içtenlikli olduğuna da inandırmalı.

Şiirde saldırılması gerektiğine inandığım anlayışlardan biri de dizeci anlayıştır. Bir şiirde bir tek en iyidize'nin yeterliliğine inanç biçiminde beliren ve ilk bakışta insana basit görünen bu anlayışı, şiirin kötü bir özelliğine bağlanışın gizli bir anlatımı olduğu için önemli buluyorum. Şiirde bir «bütün»ün gerekliliğine inananlar bile dizeler arasında birtakım aralıklar kabul eder,bu aralıkları biribirine bağlayan anlam yakınlıklarını şiirdeki örülüsün kusursuzluğu için yeterli sayarlar. Bu anlayış, belki de saldırılmaya değecek kadar sakat bir anlayış değildir. Ama insanı şimdi sözedeceğim özelliğe ve o özellikten tat alma tehlikesine götürdüğü için buna da meydan vermemek gerek. Şiir öyle bir bütündür ki, bütünlüğünün farkında bile olunmaz.

Sıvanmış, boyanmış bir yapının tuğlaları arasındaki harcı göremeyiz. Yapı, bütünlüğünü, ancak bu harçla sağladığı zamandır ki, onu oluşturan tuğlaları teker teker görmek, onların nitelikleri üzerinde düşünmek fırsatını elde ederiz.

Dize'ci anlayış, ,bize, dizelerin olduğu gibi, onun parçalan olan sözcüklerin de incelenmesi, çözümlenmesi olanağını verir. Sözcük üzerinde düşünmek onun güzelliğini ya da çirkinliğini saptamaya çalışmak;şiire, sözcük halinde, soyut bir «şiir öğesi» anlayışı getirmiştir. Yüz sözcükten oluşmuş bir şiirde, yüz tane güzellik arayan insan vardır. Oysa bin sözcükten oluşmuş bir şiir bile bir tek güzellik için yazılır. Tuğla, güzel değildir. Sıva, güzel değildir. Ama bunlardan oluşan bir mimari yapıt güzeldir. Buna karşılık agat, helyotrop, gümüş gibi maddelerden bir yapı kurulabileceğini varsayalım. Eğer bu yapı, maddelerinin taşıdığı güzellik dışında bir güzellik taşımıyorsa, sanat yapıtı sayılmaz. Görülüyor ki, aslında güzel olan sözcüğün, şiire gereçlik etmesi, şiir için bir kazanç değil. Eğer söyleniş biçimlerini, kullanılış biçimlerini de birlikte getirmiş olmasalardı, bu sözcüklerin şiire bir zararı da olmazdı. Ama ne yazık ki o sözcükler ancak belli biçimlerde söylenebiliyor. Yani, kendi söyleniş biçimlerini kendileri belirliyorlar. İşte eski şiirin yukarıda sözünü ettiğim özelliği, bu söyleyiş biçimidir, adı da «şai-râne»dir.

Bu söyleyiş biçimine bizi sözcükler getirmiş. Fakat şiir beğenisini, şiir anlayışını bugünkü toplumdan alan insan çoğu kez karşı yönden yola çıkmakta, yani o sözcüklerden önce şairaneyi tanımaktadır. Bu söyleyiş biçimim getirebilecek sözcüklerden oluşmuş sözlük; yazarken şairane olmak isteyen, okurken de şairaneyi arayan insanın kafasında zorunlu olarak ortaya çıkar.O sözlüğün çerçevesinden kurtulmadıkça şâirâneden kurtulmaya da olanak yok. Şiire yeni bir dil getirme çabası, işte böyle bir kurtulma isteğinden doğuyor.«Nasır» ve «Süleyman Efendi» sözcüklerinin şiire sokulmasını sindiremeyenlerse şâirâneye katlanabilenler,hatta onu arayanlar, hem de özellikle arayanlardır.

Oysa «eskiye ait olan her şeyin, her şeyden öncede şâirânenin karşısına çıkmak gerek.»

* 1941 yılında çıkan yazı.

* Surrealisme'den birkaç kez böyle sevgiyle sözetmemiz de nolsa gerek —ya surrealisme'i ya da bizim şiirlerimizi okumamış kimi insanlar, hakkımızda yazılar yazarken— bizi bu adla adlandırdılar. Oysa sözünü ettiğim katılmalar dt-çında hiçbir ilgimiz olmadığı gibi, herhangi bir edebiyat akımına da bağlı değiliz.


Orhan Veli

Garip İçin

Güçlüklere, bir başına da olsa, karşı koyan insan güçlü insan olmalı. Ben bunu yalnız kalıp da umutsuzluk içinde olduğumu hissettiğim anlarda daha iyi anladım. Bununla birlikte, yıllardan beri, o kadar çok zamanlar yalnız kaldım ki, bu duruma neredeyse alışır,üstelik güçlü olmanın gururunu duyabilmek için zaman zaman yalnızlığı arar oldum. Şu anda gurur diye adlandırdığım bu duygu, başlangıçta bir avunma yoluydu. Yaşamlarının, benim gibi, acılarla dolu olduğunu sananlar, buna benzer bir sürü avunma çareleri bulmuşlardır. Bu çareler, yalnız kalmış insanların yalnızlık anlarındaki arkadaşlarıdır. Yaşamın karşısında sırasında ölümün bile karşısında, ancak bu arkadaşların yardımıyla tutunabiliriz. Benim, yukarıda sözünü ettiğim gurura benzer birkaç 'arkadaşım daha var. Vakit olsa da sizinle, onlar hakkında konuşabil-sem. Ne iyi olur! ama,Garip için yazacağım bir yazıda işi dertleşmeğe dökersem belki de bana kızarsınız.Onun için, size şimdilik, bunların yalnız bir tanesinden sözedeyim.


«Hiçbir yaptığımdan pişman olmayacağım,» diye bir karar vermişliğiniz var mıdır? Benim vardır. Çokta yararını gördüm. Yıllar öncesinde böyle bir karar vermemiş olsaydım, üzüntülü günlerimin sayısı kuşkusuz daha fazla olurdu. Bu arada «1951 yılında Garip adlı bir kitap yayınlamıştım,» diye dövünür durur, hele onun yeniden basılmasına dünyada yanaşmazdım.Garip yeniden basılırken, içimde böylece, «yiğitlikbende kalsın» dermişim gibi bir duygu var. Şiirdeki'garip' kavramı üzerinde bugün bir yazı yazmağa kalksam herhalde aynı şeyleri yazmam. Ama, bundan dolayı kim beni haksız bulabilir? Onları beş yıl önce yazmıştım. Beş yıl sonra da aynı şeyleri söyleyecek olduktan sonra ne diye yaşadım? O günden ölseydim olmaz mıydı? 1941 yılında söylediklerim, 1616 yılında52 yaşında iken ölenShakespeare'in, 377 yaşında söylemesi gereken sözlerdi. Aynı biçimde, bundan yüz yıl sonra yaşayacak bir ozanın sözleri de benim yüz otuz bir yaşında düşüneceğim şeyleri anlatmalıdır.


Bir oluş, bir kendimize geliş dönemindeyiz. Dilimizin, günden güne bile, ne kadar değiştiğini fark etmiyorsanız, benim bir bu yazıma, bir de o zamanlar yayımladığım Gartp'e bakın. Göreceksiniz ki fark çok büyük. Bu farkın bütün günahını sakın benim omuzlarıma yüklemeyin; aynı deneyimi, başka yazarların yazıları üzerinde de yineleyin; işin, değişen, daha ileriye, daha güzele giden bir toplumun işi olduğunu anlarsınız. Bu gidişe ayak uyduramamış insanlarla da karşılaşmanız olasıdır. Ama her ileriye gidişte bir sürü döküntü bırakmıyor, bir sürü fire vermiyor muyuz?Üstelik, çoğu kez, o döküntüler ayaklarımıza takılıp bizim de yolumuzda yürümemize engel olmuyorlar mı?


Yazdıkça fark ediyorum; Garip'in savunusuna kalkışmış gibi bir görünüşüm var. Garip'i kimseye karşı değil, kendime karşı savunmak isterim. Bunun, çevremi hiçe sayışımdan geldiğini de sanmayın. Garip'i başkalarından önce kendime karşı savunmak isteyişim, ondaki kusurları, başkalarından çok, kendim bildiğim içindir. «Benden başka bilen yoktur,» demiş gibi de olmayayım; başkalarından kastım, kitabım hakkında söz söylemiş olanlardır. Bunların içinde, üzerinde durulmaya değer, bir tek eleştri yazısı hatırlıyorum. O eleştiriyi yazan kişi, düşüncelerine gerçekten inandığım bir dostumdu. Topluma bağlı bir sanatın, bireyin ruhsal yaşamıyla ilgilenemeyeceğini söylüyordu. Ben bireyin ruhsal yaşamının, toplumdan büsbütün ayrı bir şey olduğunu ileri sürmemiştim ki. Yoksa o dostum mu işi böyle yorumluyor? Yapmaması gerek. Çünkü karşıt kuramların benim kadar uzlaştırıcı olmayan yandaşları bile, sırasında, kendi düşüncelerini karşı tarafın savlarıyla tamamlıyorlar. Sözgelimi hiçbir Freud'cü yoktur ki bilinçaltı'na itilen eğilimlerin oraya toplumlar tarafından itildiğini, dolayısıyla bilinçaltı dediğimiz dünyanın oluşmasında toplumun pek büyük bir payı olduğunu kabul etmesin. O zaman söylememişsem şimdi söyleyeyim; bilinçaltı'm bir varlık değil, bir düşüncenin açıklanması için ileri sürülmüş bir kavram diye kabul ediyorum. Hani birtakım insanların Tanrıyı kabul etmeleri gibi.


Bu konuyu derinleştirmek isterdim. Ama söyleyeceğim sözlerin bilgince olmasından korkuyorum. Şiir hakkında bilgince olmadan da söylenebilecek sözler var. Fakat Garip'i yazdığım zaman, daha çok,garipliğin nereden geldiğini düşünmüş, şiirin değerleri üzerinde o kadar durmamıştım. Gerçi o değerleri, o vakitler, pek de bilmiyordum ya. Ama bugün öyle değil.Şiir üzerinde hem deneyimim çok, hem bilgim. Bununla birlikte o deneyimleri, o bilgileri anlatmak bana,şu anda, o günkünden daha güç görünüyor. Daha doğrusu, anlatılmasından çok, anlaşılmasının güç olacağını sanıyorum. Hoş, böyle olmasa da, söyleyeceğim sözler neye yarayacak bilmem. Düşünce tarihi, bir düşünce madrabazlığı tarihinden başka bir şey değil. Bugüne gelinceye kadar bir sürü şeyler söylenmiş. Ama, gerçek olarak ne söylenmiş? Bir aralık, bir arkadaşım,«Sanat konularında, karşıtını kanıtlayamayacağım hiçbir sorun yoktur,» demişti. Karşıtı kanıtlanamayacak sorun yoktur demek, kanıtlanacak sorun yoktur demektir. Madem ki kanıtlanacak sorun yok; ne diye düşünüyor, ne diye konuşuyor, ne diye yazıyoruz? Sanattan sözetmek de, sanatla uğraşmak gibi, kaçınılmaz, onulmaz bir hastalık mı yoksa?


Orhan Veli (İstanbul, Nisan 1945)

15 Mart 2012 Perşembe

Oaristys

In Memoriam

Ey hâtırası içimde yemin kadar büyük,
Ey bahçesinin hoş günlere açık kapısı
Hâlâ rüyalarıma giren ilk gözağnsı,
Çocuk alınlarda duyulan sıcak öpücük.

Ey sevgi dalımda ilk çiçek açan tomurcuk,
Kanımın akışını yenileştiren damar,
Gül rengi ışıkları sevda dolu akşamlar
İçime yeni bir fecir gibi dolan çocuk.

Ey tahta perdenin üzerinden aşan hatmi
Ve havaları seslerimizle dolu bahar,
Koşuştuğumuz yollar, oynadığımız sular,
Kâğıttan teknesinde sevinç taşıyan gemi.

Duyup karşı minarede okunan yatsıyı
Yatağıma sıcaklığını getiren rüya.
Denizlerde onunla yaşadığım dünya
Ve ey ufku beyaz cennetlere giden kıyı.

Ah! Birçok şeyler hatırlatan erik ağacı
Ve o ilk yolculukla başlayan hasret, zindan;
Atları çıngıraklı arabanın ardından,
Beyaz, keten mendilinde sallanan ilk acı.


Orhan VELİ
(Haziran 1936/Varlık, 1.12.1936)

Gün Doğuyor


Dili çözülüyor gecelerin.
Gölgeler kaçışıyor derine.
Alıp sihrini bilmecelerin:
Gün doğuyor şehrin üzerine.

Korkarak şekl'alıyor bacalar,
Gün doğuyor şehrin üzerine.
Bakıyorlar günün gözlerine
Gözleri uykulu atmacalar.

Sallayarak dallarını kavak
Yükseliyor her günkü yerine,
Gün doğuyor şehrin üzerine,
Mavi bir ışıkla ağararak.

Gün doğuyor şehrin üzerine,
Renk renk hacimle doluyor her yer.
Dalıyor dağınık yüzlü evler
Hâlâ yanan sokak fenerine.

Toprak kımıldıyor yavaş yavaş,
Gün doğuyor şehrin üzerine;
Bembeyaz gece çiçeklerine
Sabahla düşüyor bir damla yaş.

Ve bir deniz hücumu halinde
Gün doğuyor şehrin üzerinde.



Orhan Veli
(Nisan1938/Varlık, 15.3.1937)

For Whom The Bell Tolls

No man is an Iland, intire of it selfe; every man is a peece of the Continent, a part of the maine; if a Clod bee washed away by the Sea, Europe is the lesse, as well as if a Promontorie were, as well as if a Mannor of thy friends or of thine owne were; any mans death diminishes me, because I am involved in Mankinde; And therefore never send to know for whom the bell tolls; It tolls for thee.


John Donne

23 Şubat 2012 Perşembe

Paul Revere’s Ride


Listen, my children, and you shall hear
Of the midnight ride of Paul Revere,
On the eighteenth of April, in Seventy-Five:
Hardly a man is now alive
Who remembers that famous day and year.

He said to his friend, — "If the British march
By land or sea from the town to-night,
Hang a lantern aloft in the belfry-arch
Of the North-Church-tower, as a signal-light, —
One if by land, and two if by sea;
And I on the opposite shore will be,
Ready to ride and spread the alarm
Through every Middlesex village and farm,
For the country-folk to be up and to arm."

Then he said good-night, and with muffled oar
Silently rowed to the Charlestown shore,
Just as the moon rose over the bay,
Where swinging wide at her moorings lay
The Somersett, British man-of-war:
A phantom ship, with each mast and spar
Across the moon, like a prison-bar,
And a huge, black hulk, that was magnified
By its own reflection in the tide.

Meanwhile, his friend, through alley and street
Wanders and watches with eager ears,
Till in the silence around him he hears
The muster of men at the barrack-door,
The sound of arms, and the tramp of feet,
And the measured tread of the grenadiers
Marching down to their boats on the shore.

Then he climbed to the tower of the church,
Up the wooden stairs, with stealthy tread,
To the belfry-chamber overhead,
And startled the pigeons from their perch
On the sombre rafters, that round him made
Masses and moving shapes of shade, —
Up the light ladder, slender and tall,
To the highest window in the wall,
Where he paused to listen and look down
A moment on the roofs of the town,
And the moonlight flowing over all.

Beneath, in the churchyard, lay the dead
In their night-encampment on the hill,
Wrapped in silence so deep and still,
That he could hear, like a sentinel's tread,
The watchful night-wind, as it went
Creeping along from tent to tent,
And seeming to whisper, "All is well!"
A moment only he feels the spell
Of the place and the hour, the secret dread
Of the lonely belfry and the dead;
For suddenly all his thoughts are bent
On a shadowy something far away,
Where the river widens to meet the bay, —
A line of black, that bends and floats
On the rising tide, like a bridge of boats.

Meanwhile, impatient to mount and ride,
Booted and spurred, with a heavy stride,
On the opposite shore walked Paul Revere
Now he patted his horse's side,
Now gazed on the landscape far and near,
Then impetuous stamped the earth,
And turned and tightened his saddle-girth;
But mostly he watched with eager search
The belfry-tower of the old North Church,
As it rose above the graves on the hill,
Lonely, and spectral, and sombre, and still.

And lo! as he looks, on the belfry's height,
A glimmer, and then a gleam of light!
He springs to the saddle, the bridle he turns,
But lingers and gazes, till full on his sight
A second lamp in the belfry burns!

A hurry of hoofs in a village-street,
A shape in the moonlight, a bulk in the dark,
And beneath from the pebbles, in passing, a spark
Struck out by a steed that flies fearless and fleet:
That was all! And yet, through the gloom and the light,
The fate of a nation was riding that night;
And the spark struck out by that steed, in his flight,
Kindled the land into flame with its heat.

It was twelve by the village-clock,
When he crossed the bridge into Medford town.
He heard the crowing of the cock,
And the barking of the farmer's dog,
And felt the damp of the river-fog,
That rises when the sun goes down.

It was one by the village-clock,
When he rode into Lexington.
He saw the gilded weathercock
Swim in the moonlight as he passed,
And the meeting-house windows, blank and bare,
Gaze at him with a spectral glare,
As if they already stood aghast
At the bloody work they would look upon.

It was two by the village-clock,
When be came to the bridge in Concord town.
He heard the bleating of the flock,
And the twitter of birds among the trees,
And felt the breath of the morning-breeze
Blowing over the meadows brown.
And one was safe and asleep in his bed
Who at the bridge would be first to fall,
Who that day would be lying dead,
Pierced by a British musket-ball.

You know the rest. In the books you have read
How the British regulars fired and fled, —
How the farmers gave them ball for ball,
From behind each fence and farmyard-wall,
Chasing the red-coats down the lane,
Then crossing the fields to emerge again
Under the trees at the turn of the road,
And only pausing to fire and load.

So through the night rode Paul Revere;
And so through the night went his cry of alarm
To every Middlesex village and farm, —
A cry of defiance, and not of fear, —
A voice in the darkness, a knock at the door,
And a word that shall echo forevermore!
For, borne on the night-wind of the Past,
Through all our history, to the last,
In the hour of darkness and peril and need,
The people will waken and listen to hear
The hurrying hoof-beat of that steed,
And the midnight-message of Paul Revere.


By Henry Wadsworth Longfellow

6 Ocak 2012 Cuma

Uzun İnce Bir Yoldayım

Uzun ince bir yoldayım 
Gidiyorum gündüz gece 
Bilmiyorum ne haldayım 
Gidiyorum gündüz gece 

Dünyaya geldiğim anda 
Yürüdüm aynı zamanda 
İki kapılı bir handa 
Gidiyorum gündüz gece 

Uykuda dahi yürüyom 
Kalkmaya sebep arıyom 
Gidenleri hep görüyom 
Gidiyorum gündüz gece 

Kırk dokuz yıl bu yollarda 
Ovada dağda çöllerde 
Düşmüşüm gurbet ellerde 
Gidiyorum gündüz gece 

Düşünülürse derince 
Irak görünür görünce 
Yol bir dakka miktarınca 
Gidiyorum gündüz gece
 
Şaşar Veysel işbu hâle
Gâh ağlaya gâhi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece
 
 
Aşık Veysel 

Sazıma

Ben gidersem sazım sen kal dünyada 
Gizli sırlarımı aşikar etme 
Lâl olsun dillerin söyleme yalan 
Garip bülbül gibi ah u zar etme 

Gizli  dertlerimi sana anlattım 
Çalıştım sesimi sesine kattım 
Bebe gibi kollarımda yaylattım 
Hayali hatır et beni unutma
 
Bahçede dut iken bilmezdin sazı 
Bülbül konar mıydı dalına bazı 
Hangi kuştan aldın sen bu avazı 
Söyle doğrusunu gel inkar etme 

Benim her derdime sen ortak oldun 
Ağlarsam ağladın gülersem güldün 
Sazım bu sesleri turnadan mı aldın 
Pençe vurup sarı teli sızlatma 

Ay geçer yıl geçer uzarsa ara
Giyin kara libas yaslan duvara
Yanından göğsünden açılır yara
Yâr gelmezse yaraların elletme

Sen petek misali Veysel'de arı
İnleşir beraber yapardık balı
Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı
Ben babamı sen ustanı unutma
 
 
Aşık Veysel 

Kara Toprak

Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sâdık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sâdık yârim kara topraktır

Nice güzellere bağlandım kaldım
Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sâdık yârim kara topraktır

Koyun verdi kuzu verdi süt verdi
Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi
Benim sâdık yârim kara topraktır

Âdem'den bu deme neslim getirdi
Bana türlü türlü meyva yedirdi
Her gün beni tepesinde götürdü
Benim sâdık yârim kara topraktır

Karnın yardım kazmayınan belinen
Yüzün yırttım tırnağınan elinen
Yine beni karşıladı gülünen 
Benim sâdık yârim kara topraktır

İşkence yaptıkça bana gülerdi
Bunda yalan yoktur herkes de gördü
Bir çekirdek verdim dört bostan verdi
Benim sadık yârim kara topraktır

Havaya bakarsam hava alırım
Toprağa bakarsam dua alırım
Topraktan ayrılsam nerde kalırım
Benim sâdık yârim kara topraktır

Dileğin varsa iste Allah'tan
Almak için uzak gitme topraktan
Cömertlik toprağa verilmiş Hak'tan
Benim sâdık yârim kara topraktır

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul da Allah'a
Hakkın gizli hazinesi   toprakta
Benim sâdık yârim kara topraktır

Bütün kusurumuzu toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarımı düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sâdık yârim kara topraktır

Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sâdık yârim kara topraktır
 
 
Aşık Veysel 

Güzelliğin On Par'etmez

Güzelliğin on par'etmez
Şu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa

Tâbirin sığmaz kaleme
Derdin dermandır yâreme
İsmin yayılmaz âleme
Âşıklarda meşk olmasa

Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk'olmasa

Güzel yüzün görülmezdi
Bu şak bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Âşık ve maşuk olmasa

Senden aldım bu feryâdı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı Veysel adı
O sana âşık olmasa
 
 
Aşık Veysel 

Gönül Bir Güzeli Sevmiş

Gönül bir güzeli sevmiş ayrılmaz
Dolanır peşinde çoban misâli
Hiç kimse bu derdin dermânın bilmez
Azmış yaraları perişan hali

Lokman çare bulmaz yoktur Eflâtun
Yârdan ayrılması ölümden çetin
Elde endaz ettim bu aşkın atın
Terk ettim sılayı vatanı ili

Ferhat Şirin için kestiği taşlar
Benim senin için döktüğüm yaşlar
Seni yaksın beni yakan ateşler
Yaktı bu sinemi savruldu külü

Arılar bal için bekler petekler
Alır her çiçekten verir emekler
Mecnun Leylâ için pınarı bekler
Ben de bir yâr için olmuşum deli

Evvelden var idi bu sevda bende
İlikte damarda cesette canda
Ölünce hû çeksin kemiğim sinde
Dünyada durunca Veysel'in dili
 
 
Aşık Veysel 

Gelmez Yola Gidiyorum

Selam saygı hepinize
Gelmez yola gidiyorum
Ne şehire ne de köye
Gelmez yola gidiyorum

Gemi bekliyor limanda
Gideceğim bir ummanda
Gözüm kalmadı cihanda
Gelmez yola gidiyorum

Eşim dostum yavrularım
İşte benim sonbaharım
Veysel karanlık yollarım
Gelmez yola gidiyorum
 
 
Aşık Veysel 

Dostlar Beni Hatırlasın

Ben giderim adım kalır 
Dostlar beni hatırlasın. 
Düğün olur bayram gelir 
Dostlar beni hatırlasın

 
Can kafeste durmaz uçar 
Dünya bir han, konan göçer 
Ay dolanır  yıllar geçer 
Dostlar beni hatırlasın

 
Can bedenden ayrılacak 
Tütmez baca  yanmaz ocak 
Selam olsun kucak kucak 
Dostlar beni hatırlasın 


Ne gelsemdi, ne giderdim
Günden güne arttı derdim
Garip kalır yerim yurdum
Dostlar beni hatırlasın


Açar solar türlü çiçek
Kimler gülmüş kim gülecek
Murat yalan ölüm gerçek
Dostlar beni hatırlasın


Gün ikindi akşam olur 
Gör ki başa neler gelir 
Veysel gider adı kalır 
Dostlar beni hatırlasın
 
 
Aşık Veysel 

Aldanma Cahilin Kuru Lafına

Aldanma cahilin kuru lafına
Kültürsüz insanın külü yalandır
Hükmetse dünyanın her tarafına
Arzusu hedefi yolu yalandır


Kar suyundan süzen çeşme göl olmaz
Gül dikende biter diken gül olmaz
Diz diz eden her sineğin bal'olmaz
Peteksiz arının balı yalandır


İnsan bir deryadır ilimle mahir
İlimsiz insanın şöhreti zahir
Cahilden iyilik beklenmez ahir
İşleği ameli hâli yalandır


Cahil okur amma alim olamaz
Kâmillik ilmini herkes bilemez
Veysel bu sözlerin halka yaramaz
Sonra sana derler deli yalandır
 
 
Aşık Veysel 

2 Ocak 2012 Pazartesi

Yadsıma

Bir güvercin gibi ak
o gizli kıyıda
susadık öğle üzeri:
ama tuzluydu sular.

Sarı kumların üstüne
adını yazdık onun,
ama bir rüzgâr esti denizden
ve silindi yazılar.

Nasıl bir ruh, bir yürek,
nasıl bir istek ve tutkuyla
yaşadık:yanılmışız!
Değiştirdik öyle yaşamayı.
 
 
Yorgo SEFERIS 

Yorgo Seferis Yöntemi İle

Nereyi gezsem Yunanistan yaralar beni.

Pilyo'da kestane ağaçları arasında Sentavr'ın gömleği
vücuduma sarılmak için yapraklar içinde kayardı,
yokuşu tırmanırken deniz izlerdi beni:
o da tırmanırdı termometrenin cıvası gibi
dağ sularına ulaşıncaya kadar.
Batık adalara elimi değdirirken Sandorini'de
sünger taşlarında çalınan kavalı dinlerken,
elimi küpeşteye çiviledi
yitik bir gençliğin uzak sınırlarından
ansızın atılan bir ok.
Büyük taşları, Atpidonlar'ın hazinesini kaldırdım Mikine'de
ve yanyana yattım "Menelaos'un Güzel Helen'i" otelinde onlarla;
Ancak sabah olup da kara boynuna asılı bir horozla
ötünce Kassandra kayboldular.
Bıktım midem bulandı gemici türkülerinden
Speçes'te, Pros'ta, Mikonos'ta.
Ne isterler acaba Atina ya da Pire'de
bulunduklarını söyleyen bütün bu insanlar?
Biri Salamina'dan gelip "Omoniya'dan mı geliyorsun" diye sorar ötekine,
"Hayır, Sintagma Alanı'ndan geliyorum" diye yanıtlar öteki, memnun
"Yani'yi gördüm, dondurma ikram etti bana."
Yunanistan geziyor bu arada
hiçbir şey bilmiyoruz, nasıl dışında kaldık sefere çıkan gemilerin, bilemiyoruz,
bütün gemiler seferdeyken denizlerde limanın çektiği acıyı bilmiyoruz
ve alay ediyoruz bu acıyı tanıyanlarla.
Atik'te bulunduklarını söyleyen ve hiçbir yerde olmayan garip insanlar; 
insanlar;
evlenmek için şekerlemeler alırlar
resim çektirirler ellerinde saç ilaçlarıyla,
Bugün kumrulu, çiçekli bir perde önünde otururken gördüğüm adam
ses çıkarmıyordu yaşlı fotoğrafçının
gökteki bütün kuşların yüzünde bıraktığı kırışıkları düzeltmesine.

Yunanistan geziyor bu arada durmadan geziyor Yunanistan,
ve eğer "cesetlerle çiçek açmış Ege'yi görürsek"
yüzerek yüce gemiyi yakalamak isteyenlerin cesetleridir
kımıldamayan gemileri beklemekten usanmış olanlardır:

ELSİ'yi, SAMOTRAKİ'yi, AVRAKİKOS'u.
Pire'de akşam olurken vapur düdükleri öter,
durmadan öter, öter, ama tek bir baba kımıldamaz yerinden
kaybolan ışıkta hiçbir zincir ıslanıp parıldamaz,
beyaz ve altın renkler içinde mermerleşerek durur kaptan.

Nereyi gezsem Yunanistan yaralar beni,
Dağ perdeleri, takımadalar, çıplak granitler...
AG ONİA 937 sefere çıkan geminin adı.


                              M/S Aulis, demir almasını beklerken,
                                                                      Yaz, 1936 
 
 
Yorgo SEFERIS 

Destansı Öykü

I
Üç yıl boyunca
hiç durmadan haberciyi bekledik
gözlerimizi dikip
çamlara, kıyıya ve yıldızlara.
Bir olup sabanın demiriyle, omurgasıyla geminin,
İlk tohumu arıyorduk
eski oyun yeniden başlasın diye.

Yaralarla döndük yurdumuza,
elimiz kolumuz tutmuyordu, ağzımız
tuz pas içinde.
Kuzeye doğru yol aldık uyandığımızda,
lekesiz kanatlarıyla bizi sislere salan
kuğuların yaraladığı yabancılardık.
Uluyan gündoğusu çıldırttı bizi kış gecelerinde,
yazları, ölmeyen günün acısında yitirdik kendimizi.

Birlikte getirdik dönüşte
Bu oyma kabartmalarını saygılı bir sanatın.

II
Yeniden bir başka kuyu bir mağara içinde.
Bir zamanlar kolaydı
Putlar, süsler çıkarıp derinliklerinden
Sevindirmek bize bağlı kalan dostları.
İpler kopmuş artık; yalnız kuyu ağzındaki izleri
Ansıtıyor bize, bizi koyup giden mutlulukları:
Kuyu ağzında parmaklar, ozanın deyişiyle.
Bir an taşın serinliğini duyuyor parmaklar
Ve taşa geçiyor gövdenin sıcaklığı,
Her kıpı, sessizlik dolu, damla akmadan
Ruhunu oyuyor mağara sanki kumarda ve yitiriyor.

III
"İçinde hançerlendiğiniz hamamı unutmayın."
Ellerimde bu mermer başla uyandım
Dirseklerimi yoran, nereye koyacağımı bilemediğim.
Bir düşe yuvarlanıyordu baş, ben düşten uyanırken,
Böylece birleşti yaşamlarımız, şimdi ayırması güç.
Bakıyorum gözlere, ne açık ne kapalı,
Konuşmağa çalışan ağıza konuşuyorum,
Tutuyorum derinin ötesine çökmüş yanakları.
Gücüm fazlasına yetmiyor.
Ellerim kayboluyor, sonra dönüyor,
Sakatlanarak.

IV
ARGONOTLAR
Ruha gelince,
tanıyacaksa kendini,
bir başka ruhun
derinliklerine bakması gerek:
hem yabancı, hem düşman, aynada gördük onu.

İyi çocuklardı  yoldaşlarımız, hiç yakınmıyorlardı
yorgunluktan, susuzluktan, soğuktan,
ağaçlar ve dalgalar gibi dayanıklıydılar 
rüzgârla yağmuru kabul eden,
geceyle güneşi,
onca değişim içinde  hiç değişmeden.
İyi insanlardı, günlerce başlarını eğip
hep birden soluyarak
küreklerde ter döktüler,
kanlarıyla kızardı uysal derileri.
Kimi zaman türküye durdular, başlarını eğip
hintincirlerinin bittiği ıssız adadan geçerken,
köpeklerin havladığı burnun ötesinde,
batan güne doğru.
Kendini tanıyacaksa ruh, diyorlardı,
bir başka ruhun derinliklerine bakması gerek
Ve kürekler vuruyordu denizin yaldızına gün batarken.

Nice burunlar geçtik, nice adalar,
deniz bir başka denize karışıyordu,
martıları, ayı balıkları başka.
Gün oldu, mutsuz kadınlar yas içinde
dönmeyen çocuklarına ağladılar,
öfkeyle Büyük İskender'i sordu başkaları 
ve Asya'nın derinliklerine gömülen kahramanlıkları.
Gecenin kokularıyla yoğun kıyılara demirledik gemiyi,
kuş cıvıltıları, suları elimizde büyük bir mutluluğun 
anısını bırakan.
Ama hiç sonu gelmiyordu bu yolculukların.
Ruhları bir olmuştu küreklerle, ıskarmozlarla,
asık yüzlü pruvasıyla geminin,
dümen suyuyla bir,
yüzlerinin görüntüsünü kıran sularla bir.
Birer birer öldüler
başları eğik yoldaşlarımız.
Kürekleri belirtisi kıyıda yattıkları toprağın.

Kimseler yok adlarını anacak. Alın yazısı.

IX
Liman yaşlıdır, artık bekleyemem
Çamlı adalar için çekip giden arkadaşları
Çınarlı adalar için çekip giden arkadaşları
Açık deniz için çekip giden arkadaşları.
Okşarım paslı gemileri, kürekleri okşarım
Ki bedenim canlansın ve güçlensin.
Yelkenler tuz kokusu verir yalnız
Öteki fırtınadan.

Yalnız kalmak isteseydim, sessizlik
Olurdu aradığım, yoksul ufukta
Bu çizgilerin, bu renklerin, bu suskunluğun
Ruhumu parça parça edeceği umudu değil.

Gecenin yıldızları yeniden getirdi bana
Ölümü bekleyen Odysseus'un güvenini, çiriş otları arasında.
Burda çiriş otları arasında demirlediğimiz zaman
Adonis'in yaralandığını bilen boğazı bulalım istedik. 
 
 
Yorgo SEFERIS

Denize Yakın Mağaralarda

Denize yakın mağaralarda 
bir susuzluk duyarsın, bir aşk, 
bir coşku 
deniz kabukları gibi sert 
alır avucuna tutabilirsin. 

Denize yakın mağaralarda 
günlerce gözlerinin içine baktım, 
ne ben seni tanıdım, ne de sen beni. 


Yorgo SEFERIS

31 Aralık 2011 Cumartesi

Melih Cevdet Anday

Melih Cevdet Anday


Melih Cevdet Anday doğumu, 13 Mart 1915, İstanbul – ölümü, 28 Kasım 2002, İstanbul, şair, tiyatro oyunu, roman, deneme, makale yazarı.

Lise arkadaşları Orhan Veli ve Oktay Rifat'la birlikte ortaya çıkardıkları Garip Akımı ile Türk şiirindeki yenilenmeyi başlatmıştır. Kolları Bağlı Odysseus ile kendine özgü felsefi şiir akımını başlatmış, Garip Akımı`ndan ayrılmıştır. UNESCO'nun Courrier dergisi, 1971 yılında onu Cervantes, Dante, Tolstoy, Unamuno, Seferis ve Kawabata düzeyinde bir edebiyat adamı olarak gördüğünü açıklamıştır.

Yaşamı 

İstanbul'da doğan Melih Cevdet Anday'ın çocukluğu Kadıköy Bahariye'de geçti. Ortaokula kadar İstanbul'da eğitim gördü. Liseyi ise Ankara'da, Gazi Lisesi'nde tamamladı. Lisede okuduğu sırada, Orhan Veli ve Oktay Rifat ile tanıştı.

Liseyi bitirdikten sonra bir süre Hukuk Fakültesi'ne devam etti. Daha sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'ne kaydoldu. Ancak Devlet Demiryolları'nda memur olarak çalıştığı için öğrenimine devam edemedi. Çalıştığı kuruluş tarafından sosyoloji öğrenimi görmek için Belçika'ya gönderildi.

Ukde isimli şiiri 1936'da Varlık Dergisi'nde yayımlandı. Bunun ardından şiirleri Ses, Yaprak, Yeditepe, Papirüs, Yeni Ufuklar, Yeni Dergi, Soyut, Ataç, Dönem, Yön gibi dergilerde yayınlandı. Orhan Veli ve Oktay Rifat ile birlikte 1941 yılında Garip isimli şiir kitabını çıkardı.

Hasan Âli Yücel'in tavsiyesi ile Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğü'ne memur olarak atandı. 1946 seçimleriyle birlikte bakanlığın el değiştirmesi sonrasında önce yeniden askere alındı, sonra Konya'ya atandı. Ancak bu atama daha sonra geri alındı. Anday, bir süre sonra bu görevinden ayrılarak İstanbul'a döndü.

1953-1954 yılları arasında Akşam Gazetesi'nin edebiyat ve sanat sayfasını hazırladı. Fikirleri sebebiyle işten çıkarıldı. Doğan Kardeş Yayınları'na geçti ve çeviriler yaptı. Buradaki görevinden de aynı sebeple ayrılmak zorunda kaldı.

1958'den itibaren Tercüman, Büyük Gazete, Yeni Tanin ve İkdam'da kendi adıyla ve çeşitli takma adlarla denemeler ve makaleler yazdı, tefrika romanlar yayınladı. 1960'ta Nadir Nadi'nin desteğiyle Cumhuriyet'te köşe yazıları yazmaya başladı. Bu gazetedeki yazılarını 1997'ye kadar sürdürdü.

1956'da yayınladığı Yanyana isimli şiir kitabı, 142. maddeye aykırı olduğu gerekçesiyle 1964'te yasaklandı. Anday gerek şiir kitaplarıyla, gerekse daha sonraları yöneldiği roman ve tiyatro alanlarındaki yapıtlarıyla birçok ödül aldı.

Anday, İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü'nde diksiyon, özel bir tiyatro okulunda mitoloji dersleri verdi. 1964-1969 yılları arasında TRT'de yönetim kurulu üyeliği, 1979-1980 yıllarında da Paris'te eğitim müşavirliği görevlerinde bulundu.

Solunum ve böbrek yetmezliği tanısıyla Marmara Üniversitesi Koşuyolu Hastanesi'ne kaldırılan Melih Cevdet Anday, 28 Kasım 2002'de 87 yaşındayken vefat etti. Büyükada mezarlığında toprağa verildi.

Garip hareketinin öncülerinden biri olduğu dönemde de Melih Cevdet Anday'ın lirik türdeki şiirlerinde daha başarılı olduğu söylenebilir. (Anı, v.b.) . İlk şiirlerinde yer yer gözlemlenen 'düşünür şair' kimliği 1960'lı yıllarda yoğunlaştı ve şiirimizde yeni bir anlayışın seçkin örnekleri Kolları Bağlı Odysseus'tan bu yana art arda kitaplaştı. Bu tür şiirlerde Melih Cevdet Anday, kimi kez, düşünce (duyum, sezgi, vb.) ile şiirsel biçimi klasik bir yetkinlikte kaynaştırmayı başararak (Zamanlar, Şaşırtıcı Karşılaşma, Yeni Bir Dünya, v.b.) sadece şiirimiz bakımından değil tüm çağdaş dünya şiiri ölçüsünde seçkin ürünler verdi. Bazı şiirlerinde aşın simge, alegori, benzetme bolluğunun öne çıktığı görüldü. (Teknenin Ölümü adlı uzun şiirin hemen hemen her dizesi bir simge, alegori ya da benzetmedir). Son kitabında insan, doğa ve toplum alanında şiirimizi yeni ayrıntılar, yeni gözlemler ve yöntemlerle zenginleştiren Melih Cevdet Anday, kuşkusuz, yaratıcılık yeteneği, ufuk genişliği, sanatsal düzey bakımından 20. yüzyıl Türk şiirinin en büyük temsilcilerindendir.

Anday, eserlerinde kendi adı haricinde şu takma adları da kullanmıştır: Yaşar Tellidede, Niyaz Niyazoğlu, A. Mecdi Velet, M. C. A., H. Mecdi Velet, Yaşar Tellidere, Gani Girgin, Zater, Yaşar Tellioğlu

Eserleri 

Şiir

  • Garip (1941, Orhan Veli ve Oktay Rifat'la birlikte)
  • Rahatı Kaçan Ağaç (1946)
  • Telgrafname (1952)
  • Yanyana (1956)
  • Kolları Bağlı Odysseus (1962)
  • Göçebe Denizin Üstünde (1970)
  • Teknenin Ölümü (1975)
  • Sözcükler (1978, toplu şiirler)
  • Ölümsüzlük Ardında Gılgamış (1981)
  • Tanıdık Dünya (1984)
  • Güneşte (1989)
  • Yağmurun Altında (1995)
  • Yalan
  • Şinanay
  • Tohum
  • Tek Başına
  • Anı

Şiir Çevirileri
  • Annabel Lee - Edgar Allan Poe
  • Atlının Türküsü - Federico Garcia Lorca
  • Ben de - Langston Hughes
  • Bir Zenci Kızın Türküsü - Langston Hughes
  • Çayhane - Ezra Pound
  • Gece. Şehir Uyumuş. - Aleksandr Blok
  • Hürriyet - Paul Éluard
  • Kanun - Wystan Hugh Auden
  • Pan Öldü - Ezra Pound
  • Şiir Sanatı - Paul Verlaine

Roman Çevirisi

  • Buz Sarayı (1973 - Tarjei Vesaas)
  • Babalar ve Oğullar ( 1983- [Turgenyev] )
  • Ölü Canlar (1982- [Gogol] )

Roman 

  • Zifaftan Önce (1957 - Murat Tek adıyla)
  • Yağmurlu Sokak (1959 - Murat Tek adıyla)
  • Dullar Çıkmazı (1962 - Murat Tek adıyla)
  • Bir Gecede Üç Erkek (Murat Tek adıyla)
  • Aylaklar (1965)
  • Gizli Emir (1970)
  • İsa'nın Güncesi (1974)
  • Raziye (1975)

Şiir Üzerine Yazılar

  • Anlamın Anlamı
  • Çağlar Geçiyor
  • Şiir Üzerine
  • Şiirin Vazgeçilmez Üç Dönemi
  • Şiirin Anlamı
  • Uzun Şiir - Kısa Şiir
  • Yarın Düşüncesi

Tiyatro Oyunu

  • İçerdekiler (1965)
  • Mikadonun Çöpleri (1967)
  • Yarın Başka Koruda
  • Dikkat Köpek Var
  • Ölüler Konuşmak İster
  • Müfettişler (1972)
  • Ölümsüzler (1984)

Ödülleri

  • 1970 TRT Roman Armağanı (Gizli Emir ile)
  • 1973 TDK Çeviri Ödülü (Buz Sarayı ile)
  • 1976 Yeditepe Şiir Armağanı (Teknenin Ölümü ile)
  • 1978 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü (Sözcükler ile)
  • 1981 İş Bankası Büyük Ödülü (Ölümsüzlük Ardında Gılgamış ile)
  • 1984 Enka Sanat Ödülleri (Mansiyon - Ölümsüzler ile)
  • 1991 TÜYAP Onur Ödülü
  • 2000 Aydın Doğan Vakfı Şiir Ödülü