Şiir, Sadece

11 Aralık 2014 Perşembe

Beş Satırla

Annelerin ninnilerinden
spikerin okuduğu habere kadar,
yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı,
anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık,
anlamak gideni ve gelmekte olanı.


Nazım Hikmet
1946

Ben Senden Önce Ölmek İsterdim

Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi,
beni yaktırırsın,
odanda ocağın
üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf,
beyaz camdan olsun
ki içinde beni görebilesin
Fedakârlığımı anlıyorsun :
vazgeçtim toprak olmaktan,
vazgeçtim çiçek olmaktan
senin yanında kalabilmek için.
Ve toz oluyorum
yaşıyorum yanında senin.
Sonra, sende ölünce
kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar...
Ama
biz
o zamana kadar
o kadar karışacağız ki birbirimize,
atıldığımız çöplükte bile
zerrelerimiz
yan yana düşecek.
Toprağa beraber dalacağız.
Ve bir gün yabani bir çiçek
bu toprak parçasından nemlenip filizlenirse
sapında muhakkak iki çiçek açacak :
biri
sen
biri de
ben.
Ben
daha olumlu düşünüyorum
Ben daha bir çocuk doğuracağım
Hayat taşıyor içimden.
Kaynıyor kanım.
Yaşayacağım, ama çok, pek çok,
ama sen de beraber.
Ama ölüm de korkutmuyor beni.
Yalnız pek sevimsiz buluyorum
bizim cenaze şeklini.
Ben ölünceye kadar da
Bu düzelir herhalde.
Hapisten çıkmak ihtimalin var mı bugünlerde?
İçimden bir şey :
belki diyor.


Nazım Hikmet
18 Subat 1945

10 Aralık 2014 Çarşamba

Irmak Boyu Tüccarın Karısı: Bir Mektup

Alnımın üzerinde saçım dümdüz kesilirdi daha;
Oynardım sokak kapısının önünde, çiçek dererdim.
Bambu sırıklarına binmiş gelirdin, atlılar gibi,
Dört dönerdin yöremde, mürdüm erikleriyle oynardın.
Chokan köyünde yaşayıp gidiyorduk işte:
İki küçük çocuktuk, sevgiden gayrısını bilmeyen.
On dördünde vardım sana, efendim benim.
Gülemezdim karşında, sıkılgandım çünkü.
Başımı eğer, duvara çevirirdim yüzümü.
Kırk kere de çağırsan, gözüm yerden kalkmazdı.

On beşimde yüzümü çatmadım artık
Ayağının bastığı toprak olayım istedim,
Dünyalar durdukça durdukları yerde...
Daha yukarılarda mı olacaktı gözüm?

On altıma bastım, sen gittin.
Anafor kaynattığı sulardan, Ku-to-yen'e
Beş ay oldu ayrılalı
Dallarda maymunlar üzünç içinde.
Ayağını sürüyordun gittiğinde.
Kapının önü yosun şimdi, bir sürü yosunlar var,
Yolunmayacak kadar kökleri derinlerde.
Yapraklar erkenden dökülüyor bu güz estikçe rüzgâr
Çiftleşen kelebekler ağustosta sarardı daha,
Batı bahçesindeki otların üzerinde,
Dokunuyor bana bunlar.Yaşlanıyorum.
Kiank ırmağının dar geçitlerinden inmekteysen şimdi,
Bana haber ver, bileyim de önceden
Karşılayayım seni
Cho-fu-sa'ya kadar çıkıp.


Ezra Pound

Nisan

Üç ruh çıkıp geldi
Ve çekti götürdü beni.
Zeytin dallarının
çırılçıplak yattığı yere:
Parlak bir sis altında
Renksiz bir leş yığını.


Ezra Pound

Oyuncu Kadın

Karanlık gözlü, 
Ey düşlerimin kadını, 
Fildişi sandallı, 
Benzerin yok dans edenler içinde, 
Yok ayakları senin gibi kanatlı.

Seni çadırlarda bulamadım, 
Kırılan karanlıkta. 
Seni kuyu başında bulamadım, 
Testili kadınlar arasında.

Ağaçtan filizlenen dal gibi genç kolların; 
Yüzün bir aydınlık akarsu.

Badem gibi ak omuzların, 
Soyulmuş körpe bademler gibi. 
Bakır kafeslerin ardında 
Harem ağalarıyla korumuyorlar seni.

Yaldızlı maviler, gümüşler dinlendiğin yerde. 
Sırtında sırma telle işlenmiş koyu giysiler, 
Ey Nathat-İkanaye, 
"Irmaktaki Ağaç".

Otlarda akan su gibi üzerimde ellerin, 
Parmakların donmuş bir dere.

Ak çakıl taşları bakıcı kızların, 
Duyulur çevrende türküleri!

Benzerin yok oyuncular içinde, 
Yok ayakları seninkiler kadar hızlı.


Ezra Pound

Pan Öldü

"Pan öldü.Yüce Pan öldü. 
Ah! Eğin başlarınızı, siz kızlar hepiniz, 
Ve ona çiçeklerden bir taç örün.

"Yaz gitmiş yapraklardan, 
Sazlar da kurumuş belki, 
Nasıl taç örebiliriz artık, 
Nasıl toplarız çiçek demeti?"

"Dilim varmıyor, Sultanlar. 
Ölüm hoyratın biriydi hep. 
Dilim varmıyor, Sultanlar. 
Ne sebep gösterecek ki 
Alıp gitti Efendimizi 
Böyle kuru bir mevsimde?"


Ezra Pound

Tavan Arası

Gel, bizden iyi olanlara acıyalım.
Gel, dostum, hatırlayalım:
Zenginlerin uşakları var, dostları yok;

Bizim dostlarımız var, uşaklarımız yok.
Gel, evlilere, bekârlara acıyalım. 
Küçük ayaklarla girer şafak,
Yaldızlı bir Povlova gibi

Ben tutkunun yanındayım.
Yaşamada daha iyisi yok 
Bu duru serinlik saatinden, 
Beraber uyanmanın saatinden.


Ezra Pound

9 Aralık 2014 Salı

Bayramoğlu

Mahpusanedeyim.
Mahpusanede kalbimin
kanayan çıplak ayakları
ne zaman çok uzun bulsa yolunu,
hatırlarım bilmem neden
Azeri yoldaşım Bayram Oğlunu:

Baki.
Gece saat iki
sularında ..
Karaşehrin kara damlarında yatanlar
görüyor kanlı renklerin nescini uykularında ..
Yıldızların altında kara neft burguları
hışırdıyor servilikler gibi derinden
yüreğinden.
Bakıyor uykulu sarı gözler
kara topraktaki yağlı neft birikintilerinden.
Gök kara,
yıldızlar sarı.
Tek katlı,
düz damlı dört köşe taş dükkanların
kapalı kara kapıları.
Karaşehrin kara damlarında yatanlar
görüyor kanlı renklerin nescini uykularında.
Baki.
Gece saat iki
sularında

Taşlarda yuvarlanan
nal ve tekerlek sesleri.
Seslerde seslenen sesler ..
İşte bir fayton geçiyor
geçmede
geçti:
son evlerin yakınından
uzağından
ırağından..
Kara bir lanettir ki bu,
kopmuş geliyor gecenin dudağından...
Bu faytonun fenerinde dehşeti var:
hançerle oyulmuş
kor
ve derin
gözlerin..
Taşlarda yuvarlanan
nal ve tekerlek sesleri
Gittikçe uzaklaşan,
gittikçe alçalan sesler...
Ortada demiryolu,
sağ yanda Karaşehir;
solda fabrikaların
duvarları yükselir.
Karşıdan fayton gelir.
içinde Bayram Oğlu.
Bağlanmış kolu
Bayram Oğlunun..
Karşıdan fayton gelir
içinde
Bayram Oğlu.
Jandarma sağı,
Jandarma solu
Bayram Oğlunun...

Kolunu bağlamışlar
kanadı kırık değil ..
Gözünde toplanan
hıçkırık değil...
Gözleri ışık dolu
Bayram Oğlunun.

Karşıdan fayton gelir,
içinde
Bayram Oğlu.
Ölümdür yolu
Bayram Oğlunun
Bayram
Oğlunun..."

Kalbimi bunaltan bu dört duvar mı?
Ölümden öteye köy var mı???


Nazım Hikmet 
1927

Bahri Hazer

Ufuklardan ufuklara
ordu ordu köpüklü mor dalgalar koşuyordu;
Hazer rüzgârların dilini konuşıyor balam,
konuşup coşuyordu!
Kim demiş "çört vazmi!"
Hazer ölü bir göle benzer!
Uçsuz bucaksız başı boş tuzlu bir sudur Hazer!
Hazerde dost gezer, e.....y!..
düşman gezer!

Dalga bir dağdır
kayık bir geyik!
Dalga bir kuyu
kayık bir kova!
Çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip,
şahlanan
bir ata
biniyor kayık!

Ve Türkmen kayıkçı
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş.
Başında kocaman kara bir papak;
bu papak değil:
tüylü bir koyunu karnından yarıp
geçirmiş başına!
Koyunun tüyleri düşmüş kaşına!

Çıkıyor kayık
iniyor kayık

Ve kayıkçı
"Türkmenistanlı bir Buda heykeli" gibi
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş,
fakat, sanma ki Hazerin karsısında elpençe divan durmuş!
O da bir Buda heykelinin
taştan sükûnu gibi kendinden emin
dümenin yanına bağdaş kurup oturmuş.

Bakmıyor
kayığa
sarılan
sulara!
Bakmıyor
çatlayıp
yarılan
sulara!

Çıkıyor kayık
iniyor kayık,
devrilen
bir atın
sırtından inip
şahlanan
bir ata
biniyor kayık!

- Yaman esiyor be karayel yaman!
Sakın özünü Hazerin hilesinden aman!
Aman oyun oynamasın sana rüzgâr!

- Aldırma anam ne çıkar?
Ne çıkar
kudurtsun
karayel
suları,
Hazerde doğanın
Hazerdir mezarı!

Çıkıyor kayık
iniyor kayık
çıkıyor ka...
iniyor ka...
Çık...
in...
çık...


Nazım Hikmet
1928


* Bahri Hazer: Hazar Denizi