Şiir, Sadece: Evrensel Şarkı
Evrensel Şarkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Evrensel Şarkı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2013 Perşembe

Peumo Ağacı

Taş katısı bir çalılık yaprağını kırdım: bir tatlı
koku o taze kırılmadan
sarmaladı beni topraktan havalanacak
derin bir kanat gibi, o uzaklardan, o hiç bir zamandan.
Peumo, o zaman görmüştüm yapraklarını, o titiz
yeşil rengini, fışkıran, topraksı gövdeni
ve kokulu genişliklerini içgüdüleriyle örten.
Düşündüm, sen benim bütün toprağımsın: bayrağım
peumo ağacı gibi kokmalı dalgalandığı zaman,
dümen suyunda birdenbire seni anayurtla dolduran
sınırlardan yapılmış bir koku.
Saf peumo, yılın kokusu ve rüzgârda,
yağmurda, uçuşan saçın kokusu, altında dağın
eğri çizgisinin, köklerimizin üzerine düşen
suyun sesiyle, ah aşk, bir yapraktan akan
ve gömülmüş eski bir fincan gibi
toprağa dökene dek dolduran bizleri
ah aroması doğan vahşi zaman.


Pablo Neruda 
"Evrensel Şarkı"dan

18 Eylül 2013 Çarşamba

Pisagualı Adamlar

Fakat seni okşayan el tereddüt ediyor
çölün yakınında, kenarında hemen deniz kıyısının,
ölümün takip ettiği bir dünyada.
Sen misin, anayurdum, sen misin, bu senin yüzün mü?

Bu şehadet, tuzlu su içindeki
paslanmış dikenli tellerin bu kızıl tacı?
Pisugua şimdi senin yüzün mü?
Kim taciz etti seni, nasıl delik deşik edebildiler
senin çıplak balını bir bıçakla?

Herkesten önce gidiyor selâmlarım
adamlara, o acıların oyuklarına,
kadınlara, manio ağacının dallarına,
çocuklara, solgun okul çocuklarına,
Pisagua’nın sahilinde olduğu gibi
takip edildi anayurt, sevdiğim
bu ülkenin bütün onuru.
Yarın sürüklenecek
kutsal onuru kumsallarında,
Pisagua: terörün gecesinde
yakalandı ansızın
sefil bir hainin emriyle
ve fırlatıldı kireç beyazı cehennemine
savunmak için insanın değerini.

Asla unutmayacağım senin ölü kıyını
düşman denizlerden pis dişler
acıların duvarını ısırırlarken,
ve nasıl da o çıplak, iblissi yüceliklerin
iskeleleri ayağa kalkıyor dikine:
asla unutmayacağım nasıl baktığınızı suya
sizin yüzlerinizi unutan bir dünyaya karşı,
asla unutmam, döndürdüğünüz zaman
soru soran ışıkla dolu gözlerinizi
kurtlar ve hırsızların denetlediği
Şili’nin solgun toprağına.
Biliyorum nasıl fırlattıklarını size yiyeceği,
uyuz itlere atılır gibi, o çıplak toprakta,
ta ki sizler küçük, boş konserve kutularından
tabak yapana dek kendinize:
biliyorum nasıl sıra sıra dizildiğinizi,
direngen ve cesur,
aldınız çok sık olarak kuma fırlattığınız
o bozulmuş fasulyelerden.
Biliyorum, nasıl aldığınızı elbiseleri
ve yiyecekleri topluca
bütün anayurdun yayılmış hükümranlığından,
gururla hissettiniz
ki belki, belki sizler yalnız değildiniz.
Sizler cesur insanlar, toprağa yeni
bir anlam veren pekişmiş hemşeriler:
seçtiler sizleri avlayarak
sizin şahsınızda bütün halk
sürgün çöllerde acı çeksin diye.
Cehennemi bulmak için, baktılar
ülkenin haritalarına, en sonunda buldular
tuzla çerçevelenmiş bu hapishaneyi, yalnızlığın
bu duvarlarını, korkutan kaygıyı,
ezilsin diye başınız
o sefil tiranın ayakları altında.

Fakat kendilerine benzeyenleri bulamadılar:
o çürümüş gübreden yapılmadınız sizler,
kurtçukların yediği hain gibi: onların bilgilendirmeleri
yalan söylüyordu, buldular
halkın metalik inadını,
bakırın yüreğini ve sessizliğini.

Bu metal temeli oldu anayurdun
kumda yitik halktan esen rüzgâr
kovarken kirin kaptanını.

Kararlı biraderler, kararlı,
sizler asmaydınız geceleri
saldırılmıştı size kulübelerinizde,
hoyratça çekilip alınanlar,
kolları çelik tellere dolanmışlar,
hâlâ uykuda, tümüyle şaşırtılmışlar
ve eziyet görmüşler, kamyonlarla sürüklenmişler
Pisagua’ya silahlı gardiyanlar eşliğinde.

O zaman dövülürken çocuklar
geri geldiler
ve korunmasız ailelerle tıkış tıkış kamyonlar.

Ve bir kez daha yükseliyor çölün gecesinde
bir uysal çocuk hıçkırığı, bir hıçkırık
binlerce çocuk ağzından,
bir koro gibi arıyor o sert rüzgârı
işitmemiz için, unutmamamız için.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan "Karanlıktaki Anayurduma Yeni Yıl İlahisi"

16 Eylül 2013 Pazartesi

Puerto Rico

Mr. Truman geliyor
Puerto Rico adasına,
geliyor
temiz denizlerimizin mavi sularına
yıkamak için kanlı parmaklarını.
Biraz önce vermişti ölüm kararını
iki yüz Yunanlı’nın,
makineli tüfekleri onun mükemmel
çalışıyor,
her gün
düşüyor emri üzerine onun
o Dorik başlar - üzüm ve zeytin –
o kadim denizin gözleri, Korint
taçlarının yaprakları
o Yunan tozunda.
Kaldırıyor katiller
Kıbrıs’ın o güzel kadehini
Kuzey Amerikalı uzmanlarla birlikte,
çınlayan kahkahaları altında, Yunan kanı
ve kızartma yağı damlarken bıyıklarından.

Truman geliyor sularımıza,
yıkamak için o uzak kanla
kırmızılaşmış ellerini. Emir verirken
vaaz veriyor aynı zamanda ve gülümsüyor
Üniversite’de, kendi dilinde,
kapatırken Kastilyalı ağızları,
kristal berrağı bir kaynaktan
bir ırmak gibi dolaşan
sözcüklerin ışığını kapatıyor,
ve altını çiziyor: “Puerto Rico,
kahrolsun senin dilin”.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"

14 Eylül 2013 Cumartesi

Punitaqui’nin Çiçekleri

Orada anayurt daha da katıydı şimdi.
Saçılmış tuzdu altın,
kırmızı alevler saçan bir balık, ve o hiddetli
toprak parçası doğuyordu ezilmiş küçük
dakikasında onun, kanlı tırnakların getirdiği.

Şafakta soğuk bir badem ağacı gibiydi,
sıradağlarının dişleri altında,
deliyor yürek kendi çıkışını,
araştırıyor, yokluyor, acı çekiyor, tırmanıyor, ve
en merkeze, en gezegensi yüksekliğe ulaşıyor
yırtılmış gömleğiyle.

Yanık yürekli biraderler,
bırakın elime bugün yaptığınız işi,
ve bırakın bir kez daha gitsin o uyuyan katmanlara,
daha da derine, kaçmak isteyen
yaşayan altını elinin bir maşa
gibi tuttuğu daha da derine.

Ve oraya geldiler bir kaç çiçekle
yöre kadınları, Şili yaylalarının kızları,
madenin mineralsi kızları,
ve bıraktılar bir buketi ellerime, bir kaç çiçek
Punitaqui’den, bir kaç kırmızı çiçek,
sardunyalar, bu katı topraktan,
ellerimde en derin dehlizdeymiş gibi
bulunan alelade çiçekler,
döndürdü bu çiçekleri
kırmızı suyun kızları,
insanın derine gömülmüş derininden.

Ellerini ve çiçekleri tuttum, mahvolmuş,
mineralsi toprağını, taçyapraklarının
ve acıların esrarlı kokusunu.
İnceledim onları ve biliyordum geldiklerini
altının kötü yürekli yalnızlığına,
kan damlaları gibi gösterdiler bana
heba olmuş hayatlarını.

Onların yoksulluklarında
çiçek açan kaleydiler, şefkatin
buketi ve uzak metal.

Punitaqui’nin çiçekleri, atardamarlar, hayat,
yatağımın ucunda geceleri yükseliyor kokularınız
ve alıp götürüyor beni hüznün
en derin maden dehlizlerine,
geçerek o ezilmiş yüksekliği, geçerek karı,
ve hatta sadece gözyaşlarının ulaşabileceği kökleri geçerek.

Çiçekler, yayla çiçekleri,
madenden ve taştan gelen çiçekler,
Punitaqui’nin çiçekleri, kızları
o acı yeraltının: bendesiniz, ve unutulmadınız hiç,
hep hayatta kalacaksınız bende ve kuracaksınız
ölümsüz berraklığı, taştan bir taçyaprak
ölmez hiç.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

Quila Bambusu

Gülemeyen dikey yaprakların arasında
saklıyorsun saklı mızraklardan kolonini.
Unutmadın sen. Yaprakların arasından yürürken
fısıldıyor sessizlik ve yaralayan sözcükler
uyanıyor, dikeni besleyen heceler.
Unutmuyorsun. Kanla ıpıslak
duvar kireciydin sen, evin ve savaşın sütunuydun,
bayraktın sen, Araukan annem için çatıydın,
orman savaşçısı için kılıçtın, Araukan çamı,
yaralanmış ve öldürülmüş çiçeklerle dimdik bakardın.
Erişilmezce saklıyorsun kendi yaptığın mızraklarını
ve yabanıl bölgenin rüzgârının bildiği gibi,
yağmur, kavrulmuş ormanların kartalı
ve yenilerde her şeyi soyulmuş ürkek kiracı.
Belki, belki: söyleme kimseye gizlerini.
Bir orman mızrağı sakla benim için ya da sakla ağacı
bir ok için. Ben de unutmadım seni.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

13 Eylül 2013 Cuma

Rafael Alberti’ye

Rafael Alberti’ye (Puerto de Santa Maria, İspanya)


Rafael, İspanya’ya gelmeden önce şiirin selamlamıştı
beni yolda, harfin bir gülü, tahtadan oyulmuş bir salkım,
ve bugüne kadar bende bir anı olarak kalmadı yalnızca
fakat hoş kokulu ışıktı, dünyanın kaynağıydı.

Barbarlıkla kurutulmuş ülkene ekledin
zamanın unuttuğu o çiyi,
ve İspanya uyandı seninle hayata,
tekrar taçlandı sabahın incisiyle.

Anımsamalısın beraberimde ne getirdiğimi:
uzlaşmaz asitlerle parçalanmış düşler,
sürgün sularda konaklama,
ormanda yanmış saraylar gibi
filizlenen köklerin geldiği yalnızlık.
Rafael, nasıl unutabilirim ki o zamanı?

Ülkene geldim düşer gibi
taştan bir aya ve her yerde rastladım
nadaslı tarlanın kartallarına, kuru dikenlere,
fakat senin sesin, ey denizci, bekliyordu orada
sunmak için bana bir hoşgeldini, ve kokusunu
şebboyun, deniz meyvelerinin balını.
Ve şiirin gemideydi, çıplak.

Güneyin çam ormanları, üzüm cinsleri
sundu senin yontulmuş elmasına reçinesini
ve dokunup geçtiğim zaman çok güzel bir ışığa,
çözüldü dünyaya getirdiğim karanlığın çoğu.

Işıkta yaratılmış bir mimar, çiçek yaprakları gibi,
dizelerinin sarhoş eden kokusu boyunca;
gördüm eski zamanların sularını, miras kalan kar,
ve herkesten daha çok şey borçluyum İspanya için sana.

Parmaklarınla dokundum peteğe ve çorak tarlaya,
kumsalları tanıdım, bir okyanus gibi
aşınmış insanlardan, ve şiirin
safirden giysisi
parçalandı o basamaklarda.

Biliyorsun yalnızca biraderin öğrendiğini. Ve bu saatte
sadece bunu öğretmedin bana,
kaderinle doğrultulu olarak
sadece sönmüş haşmetini değil aşiretimizin,
ve kan henüz bir kez daha geldiğinde İspanya’ya
benimmiş gibi savundum halkının ata yadigarını.

Şimdiden biliyorsun, bütün dünyanın bunların hepsini bildiğini.
Sadece seninle birlikte olmak istiyorum,
ve hayatının yarısı eksikken bugün,
bir ağaçtan daha çok hakkın bulunan ülken,
bugün, anayurdun felaketleri arasında, sadece
üzünç değil sevdiklerimiz arasında
fakat senin yokluğun da saklıyor
zeytinin kurtlar tarafından yutulan mirasını,
vermek istiyorum sana, ah verebilirsem, ağabey,
bir zamanlar bana verdiğin o yıldız berrağı sevinci.

Aramızda gerildi
şiir göksel bir deri gibi,
ve seninle koparacağım bir salkımı,
bu asmaları, bu gölgelerin kökünü.

Haset açarken insan kapılarını
açamıyordu ne senin kapını ne de benim.
Ne güzel
rüzgârın hiddeti
bırakırken giysisini orada
bırakıyordu ekmeği, şarabı ve ateşi bize,
bırak ulusun gazabın esnafları,
bırak ayakların altında kıvrılmış şey gibi inlesin,
ve kaldır kehribarla köpüklenen kadehini
şeffaflığın bütün törenleriyle.

Kimse unutur mu ki ilk olduğunu?
Bırak açsın yelkenini ve karşılaşacağı yüzün olacak.
Bizi hızla gömmek isteyen mi var?
Pekâlâ, fakat kaçışın borç senedi var elinde.

Gelmeliler, fakat kim sarsabilir hasadı
sonbaharın eliyle yukarı kaldırılan
şarabın titreyişiyle o renkli dünyaya.

Ver bana bu kadehi, birader ve işit: nemli ve dalgalı
Amerika’mla kuşatılmışım, ara sıra
kaybediyorum sessizliği, kaybediyorum gecesel tacı,
ve çevreliyor nefret beni, belki hiçbir şey, bir boşluğun
boşluğu, bir köpeğin
bir kurbağanın alacakaranlığı,
ve o zaman hissediyorum ne kadar ayırdığını bizleri ülkemin,
ve yolculuk yapmak istiyorum senin evine, biliyoruz ikimiz de
beni beklediğini sadece ikimizin birlikte geçirebileceği
hoş zamanların. Bir borcumuz yok kimseye.

Fakat sana bir borçları var onların, ve bir ülke borçlular sana: bekle.
Geri döneceksin. Geri döneceğiz birlikte. Seninle birlikte
bir gün dolaşacağız altınla sarhoş bu kumsallarda
senin limanlarına doğru giderken, o zamanlar hiç ulaşmadığım
Güney’in limanlarına.
Göstermelisin bana sardalyelerle
zeytinin kumsalları sıkıştırdığını,
ve yeşil gözlü boğalarla dolu yaylaların
sahibi Villalón (toprakta dinlendiğinden ötürü
ziyaret etmeyen başka bir arkadaş daha) ,
ve beyaz İspanyol şarabıyla dolu fıçılar,
góngoraik yüreklerinde topazın
solgun ateşle parladığı katedraller.

Rafael, onun dinlendiği yere gideceğiz,
kendinin elleriyle ve senin ellerinle
İspanya’yı hayatta tutanın.
Ölemeyen ölmüşün nöbetini tutuyorsun sen,
çünkü varlığın koruyor onu.

Orada buluyorsun Federico’yu, fakat çoklar, düşmüşler,
gömülmüşler, İspanya sıradağlarının arasında, haksızca
düşmüş olanlar, kanı dökülmüşler,
yitirilmiş mısır tohumları dağlarda,
yoldaşlarımız bizim, ve onların balçığında yaşıyoruz biz.

Yaşıyorsun çünkü sen her daim mucizelerin tanrısıydın.
Kimse senden daha fazla gayret göstermedi, kurtlar
yemek istiyordu seni, parçalamak istiyordu gücünü.
Her biri ölümünde kurtçuk olmak istiyordu.

Fakat yanıldılar. Belki senin şarkının
yapısıdır, o el değmemiş şeffaflık,
senin şefkatinin silahlanmış enerjisi,
direnç, dünyaya olan sevgini kurtaran
seçkin kalen senin.

Seni izleyeceğim denemek için Genil’in
suyunu, bana verdiğin o hükümranlığı,
yelken açmış gümüşte bakmak için
o hafifçe uyuyan resimlere
şarkının mavi hecelerinin yarattığı gibi.

Demirhanelere de girmemiz gerek: orada
bekliyor halkın metali şimdi yeniden doğmak için
bıçaklarda: şakıyarak geçtim yanından
yakınında gök kubbe gibi devinen o kızıl ağın.
Bıçaklar, ağ ve şarkı alıp götürecek acıları.
Yanmış elleriyle senin halkın,
çayırlıkların defneleri gibi, taşıyacak barutun arasından
senin sevginin kazada yaydığı şeyi.

Evet, sürgünlerimizden doğuyor çiçek, anayurdun
şekli, yıldırımlar altında halkın fethettiği,
ve sadece bir gün değil oluşturan
o kaybolmuş balı, düşlerin gerçeğini,
fakat şarkı olan her bir kökü
dünyayı dolduruyor yapraklarıyla.

Orada bulunuyorsun, ve bir şey yok kımıldayan
bıraktığın elmas ışıklı aydan:
yalnızlık, rüzgâr köşelerde,
her şey dokunuyor temiz bölgene,
ve o son ölüler, o hapse
düşenler, vurulan aslanlar,
ve gerilla savaşçıları, yüreğin
kaptanları, kan içinde kalmışlar
senin kendi kristal giysilerinde,
kendi yüreğinde senin, kökleriyle onların.

Uzun zaman geçti bu günlerin üzerinden
bölüştüğümüzden bu yana ışıklı bir yara bırakan acıları,
nallarıyla savaş atı
ezdi geçti köyü ve kırdı camları.
Bütün bunlar doğdu baruttan,
tohumu kaldırmak için bekliyor bütün bunlar seni,
ve bu doğumda yeniden sarmalamak için seni,
duman ve şefkat bu zor günlerden.

Gerilmiş derisi İspanya’nın ve orada yaşıyor
senin izin namlı kabzalı bir kılıç gibi,
ve unutuş yok hiç, seni silecek kış yok,
ışıklı birader, halkın dudaklarından gelen.
İşte böyle konuşuyorum seninle, belki bir söz unuttum,
anımsamadığın mektuplarına karşılık verdim nihayet,
Doğu’nun iklimi örterken beni
al bir koku gibi.
Senin altın alnın
bu mektupta rastlasın başka bir çağdan bir güne,
ve bir gündeki başka bir çağ gelecektir.
Hoşça kal diyorum sana
bugün, 1948, onaltı Aralık,
Amerika’da şarkı söylediğim bir yer.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Şarkının Irmakları" adlı bölümünden "Canto General", "Los rios del canto" 


Notlar:

Rafael Alberti: 1902-99 yılları arasında yaşamış, İspanya’nın en önemli şairlerinden biri. İç Savaş’tan itibaren Franco diktatörlüğü boyunca 24 yıl Arjantin’de sürgünde yaşadı. Eserleri Franco döneminde tümüyle yasaklanmıştı.

Góngoraik: 1561-1625 yılları arasında yaşamış İspanyol barok şair Luis de Góngora’ya özgü anlamında kullanılan bir sıfat. İspanyolca yazan bütün çağdaş şairler tarafından çok değer verilmiştir. Neruda, Evrensel Şarkı’da bulunan “Góngoraik Yumuşakçalar” adlı şiiriyle Luis de Góngora’yı övmek istemiştir.

Genil: İspanya’nın Andaluzya bölgesinde Córdoba ile Sevilla arasında Guadalquivir nehrine dökülen bir nehir.

12 Eylül 2013 Perşembe

Rapa Nui

O muhteşem denizin göbeğisin, Tepito-te-henúa,
denizin atölyesi, söndürülmüş taç.
Senin lav püskürtülerinden yükseldi insanın
alnı okyanusun yücesinde,
taşın çatlamış gözleri
ölçtü o siklonsu evreni,
ve hayatın beli senin heykellerinin
tamamlanmış boyutunu diken eldi.

Tanrısal kayaların oyuldu
Okyanus’un bütün çizgilerine doğru,
ve insan yüzleri çıktı ortaya,
adaların derinliklerinden yaratılmış,
boş kraterlerden doğmuş,
ayakları sessizliğe dolanmış.

Nöbetçilerdi onlar ve kesmişlerdi
bütün nemli imparatorluklardan
gelen suyun dolaşımını,
ve yüz yüze maskelerle geri tuttu
deniz kendi mavi, fırtınalı ağaçlarını.
Bu yüzlerden başka kimse şeneltemezdi
deniz imparatorluğunun dolaşımını. Dilsizdi
bir gezegenin kapısı gibi,
adanın ağzını geren bu tel.

İşte böyle, denizin dışbükey ışığında
taçlanıyor taşın masalı
ölü madalyalarıyla ölçümsüzlük,
ve o küçük krallar, dalga köpüğünün
sonsuzluğu için,
bütün bu ıssız monarşiyi kuranlar,
geri dönüyorlar denize o görünmez geceden,
geri dönüyorlar tuzdan lahitlerine.

Sadece ay balığı öldü kumda.

Sadece zaman kemiriyor moais tanrılarını.

Sadece sözcükler biliyor
kumdaki sonsuzluğu:
mühürlenmiş ışık, ölü labirent,
boğulmuş kadehin anahtarları.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan


Notlar:
Rapa Nui: Polinezya dilinde Paskalya Adası’na verilen isimdir. Paskalya Adası, Şili'ye 3.700 km, Tahiti’ye ise 4000 km uzaklıktaki volkanik bir bölgedir. 2002 yılı itibarıyla 3.791 kişilik nüfusa sahiptir. 1722 yılında Hollandalı denizci Jacop Roggeveen tarafından, Paskalya gününde keşfedildiği için bu isimle anılmıştır ada. Paskalya Adası’nı ilginç kılan özellik ise adada bulunan 974 tane dev heykeldir. Heykellerin boyu 4-22 metre arasında değişiyor. Ağırlıkları ise ortalama 50 ton civarında. Ada yerlilerinin yaklaşık 1000 yıl önce başladıkları ve 600 yıl boyunca sürdürdükleri bu sanatsal aktivitede ürettikleri heykellerden bazıları ayakta bazıları da yere yatmış şekilde bulunmaktadır. Heykellerin bazılarında dövme de bulunmaktadır. Uzun kulaklı başlarının üzerinde taştan yontulmuş silindirlere de rastlanır. Üzerlerinde ki yazılar ise hâlâ çözülememiştir. Heykellerin çoğu korkulu gözlerle deniz ufkuna bakmaktadır.

Tepito-te-henúa: Polinezya dilinde, Paskalya Adası’na verilmiş olan ilk isimdir. “Tepito-te-henúa”, “dünyanın sonu” anlamına gelmektedir.

Moais: Paskalya Adası’ndaki heykellere verilen ad.

9 Eylül 2013 Pazartesi

Rosas

Toprağın arasından görmek çok zor
(berrak tacını kaldıran ve çiyin yüksek toplamını
aydınlatan zamanın arasından değil) ,
fakat toprak undan ve haklı kızgınlıktan şişman,
ölülerle ve metallerle perçinleşmiş ambar,
beni geri çeviren birbirine dolanmış yalnızlık
bırakmıyor ki bakayım dibe.

Fakat konuşacağım onlarla, benimkilerle, bir gün
kaçmışlardı bayrağıma, temizlik
kristal berrağı bir yıldız gibiyken giysilerinde.

Sarmiento, Alberdi, Oro, del Carril:
sonraları kirletilmiş temiz anayurdum benim,
saklamıştı sizlere
metalik narin bedeninin ışığını,
ve ziraatın yoksul tuğlaları arasında
sürgündeki düşünceler
dokundu birlikte sert madencilikle
ve asmaların tatlı dikenleriyle.

Şili bölüştürdü onları kalesinde,
verdi tuzu yuvarlanan denizinden
ve serpiştirdi kovulmuş tohumu.
Bu sırada ovada dörtnal at sürüş.
Göksel saçların iplikleri üzerinde
kırıldı yüzük,
ve terden sırılsıklam hiddetli hayvanların
nallarını ısırdı pampa.

Hançerler, oligarkların kahkaha merhemleri
işkence üzerine. Taçlanmış ay
unutulmaz gölgesiyle bir ibiğin
ırmaktan ırmağa beyazlığı üstünde.

Kızıl üzüm bağlarından bir tren oldun sen,
bir maske oldun, mühürlenmiş bir titreyiş,
ve rüzgârda değiştirdiler seni
trajik bir balmumu eliyle.
Senden çıktı gece, dehlizler,
kararmış kaldırım taşları, sesin ölüp gittiği
merdivenler, karnavalın dört yol ağzı
ölüm ve ahmaklarla kesişen,
ve göz kapaklarından bir sessizlik
gecenin bütün gözlerinin üstüne inen.

Köpüklenen buğdayın nerelere gitti?
Meyve taşıyan letafetin, geniş kucaklayan ağzın,
şarkı söylemek için ne varsa kıpırdayan
senin tellerinle, muhteşem davullarında
senin gürültülü derinle, sonsuz yıldızla,
suskunlaşan altında bu bastırılmış
kubbenin vicdansız yalnızlığında.

Gezegen, enlemler, güç dolu berraklık,
kıyıların boyunca, ortak kardan kuşakların boyunca
toplanır gecesel sessizlik sürerek
sersemleten bir denizde,
ve dalga dalga anlattı çıplak suyu,
o boz rüzgâr çözdü titreyen tuzunu
ve gece yaraladı bizleri step gözyaşlarıyla.
Fakat halk ve buğday karıştı birbirine: o zaman
düzleştirildi yeryüzünün başı, ışıkların
gömülmüş iplikleri tarandı, ölüm savaşı
araştırdı özgür kapıları, harap olmuş rüzgârdan
ve yolların toz bulutlarından,
batmış değerler, okullar,
kavrayış ve çehre yükseldi tozdan tek tek
yıldız berrağı birlikler, ışıklı sütunlar,
el değmemiş bölgeler olana dek.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan
1829 - 1849

7 Eylül 2013 Cumartesi

Rubén Azócar

Adalara! Böyle bağırdık. Güven günleriydi
Ve bizler korunmuştuk meşhur ağaçlarla:
hiçbir şey uzak görünmüyordu bize, her şey her an
saçtığımız ışıkla yakalanıyordu.
Geldik kaba deriden ayakkabılarımızla: yağıyordu yağmur,
yağıyordu adaların üzerine, böyle duruyordu ülke ayakta
yeşil bir el gibi, kırmızı yosunların arasında
akan parmaklarıyla bir eldiven gibi.
Tütünle doldurduk adalar denizini, Hotel Nilsson’da
tüttürdük geç saatlere kadar ve fırlattık
taze istiridyeleri dünyanın bütün köşelerine.
Bir kilise binası vardı şehirde,
o büyük kapısında, o cansız akşam,
papaz cüppelerinden siyah bir resmi geçit
avuntusuz yağmurda
dışarı çıkan uzun bir böcek gibiydi:
boşalttık Bourgogne şarabını ve doldurduk
kağıtları hiyeroglif acıların işaretleriyle.
Fakat kaybolmuştum birden: uzun yıllar uzaklarda,
arzumu arttıran başka gökler altında,
yağmurdaki tekneleri ve
yağmurdan ıslanmış kocaman kirpiklerin
adalarda kök salsınlar diye orada kalan seni anımsadım. 


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

6 Eylül 2013 Cuma

Sadece Albatros Değil

Hayır, ilkbahardan beklenmiyorsunuz,
ne taçyaprağının susuzluğunda
ne de dut renkli balda
lif lif örülüyorsunuz asmalarda ve salkımlarda,
fakat fırtınada, paçavralaşmış kubbede
çatlağın üstünde köpüklenen suda,
şafağın delik deşik ettiği yarda,
ve her şeyden önce düellonun
yeşil mızraklarında, denizin ıssız
genişliklerindeki o çözülen yalnızlıkta.

Tuzun nişanlısı, fırtınanın güvercinleri,
bütün dünyanın kirli kokusuna
çevirdiniz denizle ıslanmış sırtınızı,
ve o yabanıl ışıkta sundunuz
kaçışların göksel geometrisini.

Dokunulmazsınız, sadece siklonsu bir damlayla
özdeş olan değil fırtına rüzgârının
dallarına uçan: sadece o değil
inşa eden yuvasını hiddetin yamaçlarında, fakat
aynı zamanda dolgun karın deniz martısı da,
guanay kargasının gölgesi köpüğün üstünde,
platinin gümüş parıltılı coşkun suyu.

Bir düğüm gibi toparlanmış pelikan
bıraktı kitlesini aksın diye denize,
ve kehanet yelken açtığında
albatrosun yayılmış genişliklerine,
ve fırtına kırlangıcının rüzgârı dağılırken
devinimdeki sonsuzluğun üzerine,
uzağında o yaşlı karabatakların,
o zaman ayağa kalktı yüreğim kabında
ve gönderdi şarkının açılışını
denizlerin ve tüylerin üzerine.

Ver bana göğsünüzde taşıdığınız donmuş kalayı
o fırtınayla çalkalanan kayalıklarda,
ver bana deniz kartallarının
pençelerinde toparlanan gücü,
ya da bütün gelişime ve bütün konaklamalara
karşı koyan o kımıltısız biçimi,
korunmasız turuncu çiçeklerin rüzgârını
ve o muazzam anayurdun tadını.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkıdan"

3 Eylül 2013 Salı

Sahilin Taşları

Okyanussu taşlar, sahibi değilsiniz sizler
ilkbaharla başakların arasında
bereketli topraktan yükselen o maddenin.

Üzümlerin arasında salınan
mavi dokunuşu havanın tanımıyor
yalnızlıktan okyanusa gelen yüzü.

Ezdiler hiçbir arının tanımadığı
kayalıkların yüzünü, dalgaların ziraatından
başka hiçbir şeyin sahibi değil,
toparlamış taşların yüzü
çatlamış sonsuzluğunda
avuntusuz köpüğünü kavganın.

Tel granitten sarp gemiler
bırakmış öfkeyi, gizli gezegenlerin
o dokunulmaz boyutunda
deniz bayraklarının dalgalanışını.

Fırtınanın ve kasırganın öfkesinden taçlar.

Titreten yalnızlıklardan kuleler.

Denizin kayalıkları, sizindir
zamanın utkulu rengi, sonsuzluğun
nabız atışı kullandı bu konuyu.

Ateş doğurdu denizin grenalarıyla
oyduğu bu külçeleri.

Bakırla salamuranın birleştiği
bu çatlak: bu portakal sarısı demir,
gümüşün ve güvercinin lekeleri,
öldüren duvar
ve üzüm salkımlı derinlik için sınır.

Yalnızlığın taşı, sevgili taş,
sizlerin sert oyuğunuzda asılı duruyor
yosunların hiddetli soğuğu
ve sizlerin ağzına kadar, ayın ışığıyla süslenmiş,
yükseliyor sahillerin yalnızlığı.
Hangi rayiha kaybolmuştu
kumdaki o yitik ayak izlerinden, hangi çağıltı
gelinsi taçyapraklarından fışkırdı titreyerek göğe?

Sahilin bitkileri, et dolu üçgenler,
taşların üzerinde bir pırıltı
tutuşturmayı beceren sürünen yaratıklar,
denizin ilkbaharı, taşların üzerinde
kaldırılan kırılgan kadeh,
küçük amarant şimşeği, hiç
tutuşturulmamış ve şimdiden buza dönmüş öfkeden,
bana bu gücü sun karşı koymak için
yıldızlı ıssızlığın sahillerine.

Denizin taşı, gizli kıvılcımlar
ışığın kavgasında, pasla
kaplanmış çanlar, acıların
bilenmiş kılıcı, yara izlerinde
dünyanın dişsiz heykelinin
inşa edildiği çatlamış kubbeler.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

2 Eylül 2013 Pazartesi

Sahte Tavırlılar

Öğürtücü kokusunda davar sürülerinin,
kağıt yığınlarının ya da kokteyl bardaklarının,
yaşıyordu o mavi ürün, çürümüşlüğün
küstah taçyaprağı.

Şilili “sahte tavırlı” idi O, bu kişi
Raúl Aldunatillo idi (yabancı ellerle
fethediyordu dergileri,
yerlileri öldürmüş olan elleriyle) ,
o züppe Teğmen, o en büyük
Ticaret, satın alıyordu unvanları
ve kendisini eğitimli olduğuna inandırıyordu,
kılıç satın alıyordu
ve kendisini asker olduğuna inandırıyordu,
fakat saflığı satın alamayacağından ötürü
tükürüyordu bir engerek gibi.

Zavallı Amerika, yeniden satılmış
kanında pazarlarda,
Minas Geraes’de,
Santiago’daki salonda yeniden doğan
gömülmüş fışkınlardan,
ve “zarafet” yaratan,
“boudoir süvarileri”ne yaltaklanan,
anlamsız gömlekler, sopalar
mezarın golf oyunu için.
Zavallı Amerika, çürüyen züppelerle
maskelenmiş,
yüzlerin kalpazanları,
kara rüzgâr aşağıda
yaralarken düşmüş yüreği
ve kömürün kahramanı yuvarlanırken aşağı
yoksulların mezarına doğru,
hastalıklarla göçmüş,
karanlıkla örtülü,
yollarda kovalanan
yedi aç çocuk bırakan arkasında.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Savaşmalısın

Bu yeni yıl, ey köylü, senindir.
Zamandan daha çok senden doğmuştur, seç
en iyisini hayatından ve sun onu kavgada.
Bir ölü gibi mezara giden bu yıl
dinlenemez hem sevgiyle hem de korkuyla.
Bu ölü yıl suçlayan acılarla dolu bir yıldır.
Ve acı kökleri, sevincin zamanı geldiğinde,
gecede, çözülür ve düşer
ve bir yeni kristal yükselir, senin hayatınla azar azar
dolacak bilinmez bir yılın boşluğuyla,
sun ona anayurdumun talep ettiği o saygıyı,
kendinin, volkanlardan ve asmalardan o dar kuşakların saygısını.
Artık kendi ülkemde bir yurttaş değilim ben: haber aldım ki
Cumhuriyet’in yasasını binlerce kişinin adıyla birlikte
oluşturan adım silinmiş ülkemi yöneten
utanmaz palyaço tarafından.
Artık varolmayayım diye silmişler adımı,
hapis deliğinin hiddetli kavrayışıyla
o hayvansı idarecilerin dayakları ve işkencesi
hükümet bodrumlarında eşlik etsin diye,
uyum sağlasın diye tam güvenlik içindeyken onlar,
idarecileri, görevlileri, ortakları
anayurdu satan o esnafın.
Mülteciyim ben, hapisten ve çiçekten, insandan
ve topraktan, uzakta yaşamanın kaygısını duyuyorum,
fakat savaşmalısın sen dönüştürmek için hayatı.
Savaşmalısın uzaklaştırmak için bu gübre yığınını
haritadan, savaşacaktır onlar hiç şüphesiz
ölsün diye zamanın utancı
ve halkın hapishaneleri açılsın ve ihanet edilmiş
utkunun kanatları yükselsin diye göğe.


Pablo Neruda 
"Evrensel Şarkı"nın "Karanlıktaki Anayurduma Yeni Yıl İlahisi" adlı bölümünden

8 Ağustos 2013 Perşembe

Selam

Karanlıktaki anayurdum, Şilililer, iyi yıllar,
iyi yıllar herkese, biri hariç herkese,
çok azız bizler, iyi yıllar, hemşeriler, biraderler,
erkekler, kadınlar, çocuklar, bugün uçuyor sesim
Şili’ye, sizlere, kör bir kuş gibi çarpıyor
camına ve çağırıyor seni uzaklardan.

Anayurt, yaz örtüyor senin uysal, sert bedenini.
Karların kızgın dudaklarla dörtnala okyanusa doğru
terk ettiği dağ dorukları
görülüyor yücelerde gökyüzünün kömürü mavi gibi.
Bugün belki, bu zamanda, giymişsin yeşil bir tuniği
seviyorum, ormanları, suları ve buğdayı hayat pahasına.
Ve denizler boyunca, sevdim denizin taşıdığı anayurdu,
yuvarladım gökkuşağı renkli evreni
kumlu kıyılardan, istiridyelerden.

Belki, belki... Kimim ben, ki değiyorum uzaklardan
senin gemine, senin rayihana? Senden bir parçayım ben:
gizli bir yıl yüzüğü ağacın, ansızın bulunmuş ağaçlarında,
uysal orman gibi sessiz bir büyüme,
senin yeraltı ruhunun mırıltılı külü.
Terk ettiğimde seni, takip ediliyordum ve sakallarım
uzamıştı ve fakirlik, giysisiz, kağıtsız
bütün hayatım gibi o harflere, bir küçük
çuvaldan başka bir şey değildi, iki kitap eklemiştim ben
ve körelmiş akdikeni, yeni koparılmış ağaçtan.
(Kitaplar: bir coğrafya
ve Şili’nin kuşları hakkında Kitap) .

Her gece okuyorum ırmaklarından betimlenişini senin:
arıyorlar uykumu, sürgünümü, sınırımı.
Dokunuyorum sana, trenlerine, atıyorum elimi saçlarına,
ikircikliyim senin coğrafyanın
demirli derisini düşünme konusunda, indiriyorum gözlerimi
çatlaklardan ve kraterlerden ay yüzeyine senin,
ve uyurken dolanıyorum sessizliğimde Güney’e doğru,
sarılmışım senin tuzla çökmüş son şimşeğine.

Uyandığımda (başkadır hava, ışık, cadde
başkadır, tarla, yıldızlar) beni izleyen
o körelmiş akdikeni eziyorum,
Melipilla’da kesilmiş bir ağaçtan hediye verilmişti bana.

Ve akdikenin zırhlarında görüyorum adını,
acımasız Şili, anayurt, ağaç kabuğundan yürek,
senin biçiminde, toprak gibi katı, görüyorum
sevdiklerimin yüzlerini, uzatmışlardı bana ellerini
akdikenler gibi,
çölün, güherçilenin ve bakırın halkı.

Dikenli ağacın yüreği
bir çemberdir parlatılmış metal gibi düz
koyu sarı renkli bir leke gibi katılaşmış kan,
sarmalanmış kükürt sarısı ağacın süsenine,
ve sıyırdığımda ben bu yaban ormanın temiz mucizesini,
anımsıyorum düşmansı, buruşmuş çiçeklerini
onların gücünün şiddetli kokusu savururken seni
o dikenli ve sık sarmaşıklar arasında.
Ve işte böyle izleyeceğim ülkemin hayatını ve koklayacağım,
yaşayacağım onunla, yakacağım onların inatçı alazlarını
içerimde, yok eden ve salıveren.
Başka ülkelerde bakıyorum giysilerim arasından,
Bir lamba gibi görüyorum kendimi caddeler boyunca dolanan,
Onların kapılarından denizden bir ışığı yayarak:
Bana verdiğin alazlı kılıçtı bu, sakladığım,
akdiken gibi temiz, muhteşem, boyun eğmez.


Pablo Neruda 
"Evrensel Şarkı"nın"“Karanlıktaki Memleketime Yeni Yıl İlahisi" adlı bölümünden
1949

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Semercilik

Gümüşten ve meşinden ağır bir gül gibi
bu süslenmiş eyer benim için,
derinliği yumuşakça, düz ve dayanıklı.
Her bir yontulmuşluğu bir el, her
bir mıhı ormanın yaşayan
yaratıklarının yaşadığı bir hayat,
atlardan ve gözlerden bir zincir.
Yulaf tanesi oluşturmuştu onu,
yabanıllık ve su güçlendirmişti onu,
zengin hasat gurur katmıştı ona,
metal ve işlenmiş maroken meşin:
ve böylece yükseldi bu taç çayırlıklarda
kazalardan ve güçten.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

4 Temmuz 2013 Perşembe

Silva’ya Mektup

Caracas’taki Miguel Otero Silva’ya Mektup (1948)



Nicolas Guillén verdi bana mektubunu, yazılmış
görünmeyen sözcüklerle onun ceketine, gözlerine onun.
Ne mutlusun, Miguel, ne mutluyuz bizler!
Taşlaşmış çıbanlardan bir dünyada
sadece bizler kalmışız, sonsuz mutlu.
Uçup geçişini gördüm kuzgunun, bir zararı dokunamaz bana.
İzliyorsun akrebi ve siliyorsun gitarını. Vahşi hayvanların
arasında yaşıyoruz bizler, şarkı söyleyerek, ve dokunduğumuz zaman
bir insana, şu ya da bu olduğunu sandığımız bir maddeye,
ve küflenmiş bir pasta gibi dağılırken o,
toparlıyorsun o zaman kurtarılacak ne varsa
Venezüella ata yadigarından, savunurken ben
hayatın kömür ateşini.
Ne sevinç, Miguel!
Soruyorsun bana nerede olduğumu. Söylemek isterim sana
- Hükümete sadece önemli olmayan ayrıntıları veriyorum -
ki tarlayla denizin, dalgalarla çamların,
kartallarla fırtına kuşlarının, köpüklü dalgalarla çayırlıkların
bir olduğu bu sahilindeyim yaban öncesi taşın.
Bütün gününü harcayarak ve yakından izledin mi
deniz kuşlarının nasıl uçtuğunu? Sanki
dünyanın mektuplarını taşıyorlar gitmeleri gereken yere.
Pelikanlar uçuşuyor rüzgârın tekneleri gibi,
diğer kuşlar uçuyorlar ok gibi ve getiriyorlar
ölmüş krallardan iletileri, And kıyılarında
turkuvaz kordonlarla gömülmüş prenslerden,
ve bilye yuvarlağı beyazlıktan yaratılmış martılar
unutuyorlar sürekli olarak iletilerini.
Ne kadar da mavi hayat, Miguel, doldurduğumuz zaman
bizler onu sevda ve kavgayla, ekmek ve şarap gibi sözcüklerle,
daha sataşamayacakları sözcüklerle,
çünkü çıktık sokaklara bizler tüfek ve şarkılarla.
Önümüzde yitip gittiler onlar, Miguel!
Bizi öldürmekten başka ne yapabilirler ki, ve bunu yapmaları bile
kötü bir şey olur onlar için, yapabilecekleri tek şey
karşımızdaki binada bir daire kiralayıp bizi gözetlemek olabilir
nasıl gülündüğünü ve ağlandığını öğrenmek için bizlerden.
Aşk şiirleri yazdığım zaman ve dolup taşarken her yer
bu şiirlerle ve ben ölürken cesaretsizlikten,
kararsız, terk edilmiş, kemirirken alfabeyi,
dediler ki: “Ne büyüksün, ey Theokrit! ”
Theokrit değilim ben: tutundum hayata,
karşılaştım hayatla çırılçıplak, öptüm onu bırakıncaya dek kendini,
ve gittim maden dehlizleri arasından
görmek için nasıl yaşadığını diğer insanların.
Ve ellerim kirle ve acılarla lekeli olarak gittiğim için
kaldırdım ellerimi, gösterdim onları altın zincirlere
ve dedim: “Suçlarınıza ortak olmuyorum ben”.
Öksürdüler, nefret ettiler benden, selam vermediler bana,
artık çağırmıyorlardı beni Theokrit diye, ve en sonunda
arkamdan konuşup gönderdiler polis ordusunu üzerime
hapsetmek için beni,
çünkü artık metafizik şeylerle uğraşmıyordum ben.
Fakat sevinci fethettim ben.
O zamandan beri erkenden kalkıp okuyorum deniz kuşlarının
uzaklardan kendileriyle birlikte getirdikleri mektupları,
ıslak gelen mektupları, yavaşça ve emin bir şekilde
peyderpey çevireceğim iletileri: bu garip uğraşta
bir mühendis gibi kesin ölçüm yapıyorum.
Ve ansızın gidiyorum pencereye. Şeffaflıktan bir
dikdörtgendir, berrak uzaklıktır
çayırlara ve kayalara, ve işte böyle çalışacağım
sevdiğim bu şeyler arasında: dalgalar, taşlar ve yabanarıları,
esrikleştiren, denizin taşıdığı bir mutlulukla.
Fakat kimse hoşlanmıyor sevinçli olmamızdan, biçmişler
sana iyi huylu adam rolünü: “Fakat abartmayın şimdi,
kendinize kaygı yaratmayın” diyorlar
ve beni de gözyaşlarının adamı olarak
bir böcek koleksiyonu için şişe geçirmek istiyorlar gibi,
boğsun diye beni gözyaşları ve onlar da mezarımın başında
konuşmalarını yapsınlar diye.
Anımsıyorum tuzlu güherçile bozkırlarında
bir günü, beş yüz adam
grevdeydi. Tarapacá’nın kor gibi
öğleden sonrasıydı. Ve yüzler yutmuşken
bütün kumu ve çölün kanayan, kuru güneşini,
fark ettim ben – nefret ettiğim plastik bardak gibi – o eski
melankolinin kalbime sökün ettiğini. Bu kriz zamanında
tuz çöllerinin avuntusuzluğunda, yenilebileceğimiz
zayıf anında bu kavganın,
söyledi madenlerden gelen soluk, küçük bir kız
cesur sesiyle kristalle çeliğin buluştuğu yeri,
senin bir şiirini, Amerika’da, anayurdumda bütün işçilerle köylülerin
kırışmış gözleri arasında dolaşan eski şiirlerinden birini senin.
Ve senin şarkının bir parçası ışıldadı ansızın
ağzımda bir eflatun çiçek gibi
ve döküldü kanımın içine, yeniden doldurdu
senin şarkından doğmuş, taşan bir sevinçle.
Ve sadece seni düşünmedim, fakat senin acılı
Venezüella’nı da düşündüm.
Bir kaç yıl önce bir öğrenci görmüştüm
bilekleri taşıyordu bir generalin yol açtığı yaraları, ve anlatmıştı
zincire vurulmuşların nasıl çalıştıklarını yollarda
ve yitip gidilen hapishanelerde. Böyle çünkü Amerika’mız:
yok eden ırmaklarla bir yayla ve kelebeklerden
takımyıldızları (bazı yerlerde zümrüt serttir elmalar gibi) ,
fakat kenarında gecenin ve ırmakların
her zaman kanayan bilekler vardır, daha önce
yakınındaydı petrolün, bugün yakınında güherçilenin,
Pisagua’da, kirli bir zorbanın ülkemin çiçeğini
ölsün diye gömdüğü ve kemiklerini satabileceği yerde.
Bu yüzden, bu yüzden işte söylüyorum şarkımı,
şerefi lekelenmiş ve yaralı Amerika’mızın kelebeği
tekrar titresin ve toplasın diye zümrütlerini
cellatların ve esnafların ellerinde kurumuş
korkutan kanı olmaksızın cezanın.
Anladım mutlu olduğunu, Orinoco yakınlarında,
şarkını söylerken avuntusuzca ya da evine şarap satın alırken,
kavgada ve sevinçte dururken yerinde,
bu çağın şairleri gibi omuzları geniş,
- beyaz giysiler ve gezinti ayakkabılarıyla.-
O zamandan beri hep yazmayı düşündüm sana,
Ve Guillén geldiğinde, senin hakkındaki anlatılar
düşerken giysisinden onun
ve yayılırken evimin etrafındaki kestane ağaçlarına,
söyledim kendi kendime: “Şimdi” diye,
ama gene de yazamadım sana.
Fakat bugün artık zamanıdır: penceremin önünden
uçan yalnız bir tane deniz kuşu değil, fakat binlercesidir,
ve kaybolup gidene dek dünyanın genişliklerine yayılan
kimsenin okumadığı mektupları okumak için kavrıyorum onları.
Ve okuduğumda yazdığın her bir sözcüğünü
ve yazdığım, düşlediğim, şakıdığım gibiydi onlar,
ve o zaman sana pencereden bizim olan dünyaya bakmak için
burada bitireceğim bu mektubu göndermeye karar verdim.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Şarkının Irmakları" adlı bölümünden
"Canto General", "Los rios del canto"



Çeviri notları:

Theokrit: Yaklaşık olarak İ.Ö. 324-265 yılları arasında yaşamış Yunan şairi. Çoban şiirlerinin yaratıcısı. Klasik antik çağın en önemli şairlerinden sayılmaktadır.

Guillén: Nicolas Guillén: 1902-89 yılları arasında yaşamış Kübalı şair. Şiirinin en önemli temeli Afrika zenci kültürüyle yoğrulmuştur.

Silvestre Revuelta’ya

Silvestre Revuelta’ya, Meksika’dan,
Ölüm Haberi Üzerine (Küçük Oratoryo)



Silvestre Revuelta gibi bir adam geri dönmüşse
son olarak toprağa,
yükselir bir mırıltı, bir dalga
seslerden ve inlemelerden atılarak hızla ileri ve
ilan ederken gidişini onun.
O küçük kökler diyor ki samanlara: “Öldü Silvestre! ”
ve mısır dalgalandırıyor onun adını bayırlıklarda
ve yakında bilir ekmek.
Bütün Amerika’nın ağaçları biliyor şimdiden,
bizim Arktik ülkemizin buz soğuğu çiçekleri bile.

Suyun damlaları götürüyor ileri,
Araukanya’nın evcilleştirilmez ırmakları
tanıyor şimdiden haberi.
Kar yığıntısından göle, gölden bitkiye,
bitkiden ateşe, ateşten dumana:
yanan, şarkı söyleyen, çiçeklenen, dans eden
ve yeni bir hayat bulan her şey,
kalıcı olan her şey, yükselmiş ve derinde
alıyor onu Amerika’mızda:
piyanolar ve kuşlar, düşler ve sesler, havada
bütün gökleri birleştiren o titreşen ağ,
sallanıyor ve gönderiyor mezar şarkısını öteye.
Öldü Silvestre, tırmandı içine Silvestre müziğinin yekununa,
çınlayan sessizliğine.

Toprağın oğlu, toprağın çocuğu, bugünden
tırmanıyorsun zamanın içine.
Bugünden itibaren müzikle dolu senin adın, uçacak yüksekte
anayurdun bir çan gibi çınlarken
hiç duyulmamış bir sesle, sen olan bir sesle,
birader.
Senin katedral yüreğin çevreliyor bizi bu anda
gök kubbe gibi,
ve senin muazzam, muhteşem şarkın, volkanik şefkatin,
dolduruyor yüceleri kor bir heykel gibi.
Niçin akıttın hayatı? Niçin
boşalttın kanını her bir kadehte? Niçin
aradın
kör bir melek gibi, çarparak o karanlık kapılara?
Ah, fakat senin adından çağıldıyor müzik,
ve senin müziğinden, bir pazardan gelir gibi,
çağıldıyor rayihalı defnelerden çelenkler
ve kokuyla ve simetriyle dolu elmalar.

Bu bayramsı ayrılış günü sensin ayrılan,
fakat işitmiyorum seni artık,
soylu alnın özleniyor ve sanki
büyük bir ağaç özleniyor insan evinin ortasında.

Fakat gördüğümüz ışık bugün başka ışıktır,
kıvrıldığımız sokak başka bir sokaktır,
dokunduğumuz elin bugün gücü vardır,
bütün bunlar emiyor dinlenişinin gücünü,
ve taşlardan yükselecek göğe saflığın
göstermek için bize umudun ışığını.

Dinlen yalnızca, birader, günlerin bitmekte,
uysal ve müthiş ruhuna doldurdun
ışığı onunla, gün ışığından daha da haşmetli,
ve bir ses, göğün sesi gibi mavi.
Biraderin ve arkadaşların istediler benden
bir kez daha söylememi adını Amerika’nın havasında,
pampadaki boğa bilsin diye, ve kar,
deniz yıksın geçsin diye ve rüzgâr konuşsun diye hakkında.

Şimdi Amerika’nın yıldızları anayurdundur senin
Ve bugünden itibaren evin kapısız Toprak’tır.



Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"nın "Şarkının Irmakları" adlı bölümünden
"Canto General", "Los rios del canto"

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Soğuk Gökler

Terk edilmiş dünya kuytulukları! Yangın parıltısı
ve hiddetli dikenlerin elektrik mavi
tabaka oluşturduğu kızgın çizgi.
Taş, bakır iğnelerle
dövülmüş durmuş, somut sessizlikten
anayollar, taşın tuzuna
batmış dallar.

Buradayım ben, buradayım,
bir insan ağzı, fincan ya da kalça gibi
bırakılmış durdurulmuş bir zamanın soluk dehlizine,
kıstırılmış suyun ana hapishanesi,
biçilmiş ağaç, bedensel çiçek,
sağır ve kaba kumdan başka bir şey olmayan.
Benim anayurdum, dünyevi ve kör
kumda filizlenen bir diken gibi, sana benim bütün
ruhumun temeli, sana benim kanımın
sonsuz göz kapağı, eve döndüğümde
yabanıl gelinciklerden oluşan öğünüm senin için.
Sun bana geceleri, dünya bitkilerinin arasında,
bayrağında çiyle birlikte uyuyan o ürkek gül,
sun bana aydan ve topraktan ekmeğini, senin
korkunç, karanlık kanınla lekelenmiş:
kumdan ışığın altında
bulunmaz hiç bir ölü, sadece büyük dolaşımı tuzun,
gizemli, ölü metalden mavi dallar.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı'dan"

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Sonsuzluk

Yeni kurumuş bir toprak için yazıyorum, henüz
taze daha çiçeklerden, çiçek tozundan ve harçtan,
beyaz kubbelerinin yuvarlak boşluklarını temiz kara karşı
tekrarlayan bir kaç krater için yazıyorum,
ifade ediyorum kendimi uçurumdan yeni yükselmiş
demir grisi dumanın beraberinde getirdiği şey gibi,
herhangi bir adı olmayan fakat yalnızca yosunun küçük çanını,
terli erciklerini ya da kısrakların alazlandığı
o sert çalılıkları tanıyan bölgeler için konuşuyorum.

Nereliyim ben, bu özgün, mavi özlerden değil mi
birbirinin içinden süzülen, kabaran
ya da bastıran birbirlerini,
yayılan gürültüyle ya da uykuda akan,
ya da tırmanan havaya ve ağacın iskelesini oluşturan,
ya da batan toprağa ve bağlayan bakırın hücresini,
ya da kızgınlaşan ırmakların dallarında ya da yiten
kömürün gömülü soyunda ya da parıldayan
üzümün yeşil karanlığında?

Irmaklar gibi uyuyorum ben geceleri, dur duraksız
çağıldayarak, bir şeyleri kırarak, ve ben
hızlandırıyorum yüzen gecede, kaldırıyorum saatleri
ışığa doğru, yokluyorum gizemli
resimleri, kirecin uzaklaştırdığı gibi, bronzun arasından kalkıyorum
disiplinli şelalelere doğru, ve
suyun yollarından birinde değiyorum sadece
doğmamış gülün sunduğu şeye, batık yarıküreye.
Dünya solgun göz kapaklarından bir katedraldir,
sonsuzca birleşmiş ve toplanmış
bölümlerden oluşan bir lodos gibi, bir kubbenin tuzunda,
bağışlanmış sonbaharın sonsuz renklerinde.
Sizde yok, asla dokunmadınız yollarda
çıplak sarkıtın sunduğu şeye,
buz soğuğu fenerler arasındaki eğlenceye,
siyah yaprakların dehşetengiz soğuğuna,
benimle birlikte dalmadınız
toprağın saklı tuttuğu liflerin içine,
tekrar doğmadınız ölülerden,
mısırdan mısıra, tuzun basamaklarından,
çiyin taçları
yeniden örtünmüş açılmış bir gülle,
sizler yaşayamazsınız ölü olarak dolaşmadan
mutluluğun yıpranmış giysisinde.

Fakat ben metalik ışınımın çemberiyim, gökyüzüne
zincirlenmiş yüzüğüm ben, bulutlara ve ülkelere,
dokunan dökülen ve cılızlaşan sulara
ve yeniden karşı koyan zamanın sonsuz kaosuna.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı'dan"

Söylenmeli Adları

Yazı yazarken kınıyor beni sol elim.
Diyor ki: neden anıyorsun onların adını? nedir onlar?
anlamı nedir onların?
Neden bırakmıyorsun kalsınlar anonim olarak
kış çamurlarında, atların işediği o çamurlarda?
Ve cevap veriyor sağ elim: “Doğmuşum ben
çalmak için kapıları, kavramak için kavgaları,
o zehirli örümceğin asalaklaştığı
en son tenha gölgeleri yakmak için”.
Söylenmeli adları. Anayurt, sen vermedin bana
senin şebboylarında ve köpüğünde
senin adını söylemenin o nefis ayrıcalığını sadece,
bana sözcükleri vermedin sen, anayurt, sadece altından,
çiçektozlarından, rayihadan adlarla çağırmak için seni,
emreden siyah yelenden düşen
çiyden damlalar seçmek için:
senin karnında kımıl kımıl bu soluk solucanların adlarını
söylemek için gereken heceleri
bana sütle ve etle verdin,
senin kanına eziyet edenleri ve hayatını yağmalayanları.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı'nın" "Karanlıktaki Anayurduma Yeni Yıl İlahisi" adlı bölümünden