Şiir, Sadece: Çağrılmayan Yakup
Çağrılmayan Yakup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çağrılmayan Yakup etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Mart 2016 Cuma

Dökümcü Niko ve Arkadaşları III

Siz bana Dökümcü Niko, diyorsunuz, sizin beni gördüğünüzün dışında
Pek denenmemiş bir duruşum var
Günün “her şey”lerini geçiyorum şimdi, kendime iyilikler söyleyerek
Tane tane başkalıklar bırakarak arkamda
Birinde bir umulmazlık olan, birinde bir kargaşalık sallanan
Başkalıklar bırakıyorum
Ve yürürlükten kalkmış bir sözü tekrarlıyorum: sevin ki her şey iyi olur
Olmuyor, bilmiyorum.

Uzaklar açıklıyorum kendime, ölçüm o uzakların belirsizliğinden
Yakınlar açıklıyorum kendime, ölçümse yenilmek olan her türlü ilişkilerden
Unutulmuş bir acıyım ben, suçu pek kesinleşmemiş
Bir sanığım. Ve bilmem neden
Sırası gelmemiş bir sanığım, o kadar bekledim ki
Beni dinler misiniz., ne iyi., demek istediğim
Sanırım çok önemli.. beni.. pek öyle değil
Değil de... demek istiyorum ki... evet
“Çıt yok” bile değildir, “bir ölü hiç duyamaz”
O bile değildir de
Ya nedir
Onlardır, onların iğrenç ve gereksiz kinleridir. Ve yargıların
İnsanları barındırmayan içinde
Suçluysam da, sanıksam da, sıram hiç gelmeyecektir.

Doğmanın sonu yoktur ve sanık değilimdir
Günün acılarını geçiyorum, kendime iyilikler söyleyerek
Tane tane yenilgiler bırakarak arkamda
Birinde bir Eyüplük olan, birinde bir Salihlik bulunan
Firdevsler bırakıyorum
Ve olması gereken bir şey oluyorum bu yüzden
Direnen, başeğen, tekrar direnen
Biz, yani Dökümcü Niko
Ölümsüzlüğümü tanımlıyorum sizlere
Dünyanın sonsuz ve değişken bütünlüğünden.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Hizmetçi Firdevs ve Cam Bölmeler

Hepsini bitirdin mi’ye kadar vaktim var
Varsa var, ben koca götlü bir kadınım alt tarafı, cam bölmeleri siliyorum
Binlerce cam bölmeyi siliyorum, “neden hiç bitmiyor”a kadar
Durmadan siliyorum, bunu hep yapıyorum, kurtulamıyorum
Kurtulsamda ne çıkar, ben içi geçmiş bir kadınım alt tarafı
Anlarsınız siz anlarsınız beni, ben anlayamam.

Ve bana kızıyorlar, bilmem ki, nedense kızıyorlar
Başımda duruyorlar, yanımdan geçiyorlar, ansızın geri dönüyorlar
Üstüme dikiyorlar birden gözlerini
Konuşsam konuştuklarımı
Düşünsem düşündüklerimi görüyorlar
Ne yapsam görüyorlar, örneğin
Sabahları ben uyanır uyanmaz
Dışarı çıkar çıkmaz yolumu kesiyorlar
Yalnız yolumu kesseler iyi, bir de bakıyorum ki yüzlerine
Çoktan onların olmuş gece gördüğüm rüyalar.

Sanki dünyada değil, dünyayı paylaşmış gibi yaşıyor onlar
Ben içi geçmiş bir kadınım alt tarafı, cam bölmeleri siliyorum
Binlerce cam bölmeyi siliyorum, neden hiç bitmiyor’a kadar
Durmadan siliyorum, bunu hep yapıyorum, kurtulamıyorum
O kadar kurtulamıyorum ki, bir gün ansızın
Yaşamak ben oluyorum. Firdevs ki birden yok oluyor
Ve zaman ben oluyorum
Boşluğun kendisi ben olunca da, Firdevs cam bölmelerin içinde
Boşluğun arta kalan parçalarına benziyor.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

10 Mart 2016 Perşembe

Anlatıyor Oltacı Eyüp Anlatılmazını

Sanki bir öyküm varmış, herkes bir öykü bilir de ondan
Benim öyküm yok
Çayımı içtim, ekmeğimi unuttum, dik bir yokuşu usulca indim
Kıyıya vardım, denize dokundum, bir süre boşluğa baktım baktım baktım
Sabahın ilk saatleri, dedim, kendi kendime
İnce bir aydınlık daha yoğun bir aydınlık tarafından kovalanıyor
Dedim ve çiçekler kendi renkleri tarafından
Kovalanıyor
Ve taşlar bir katılıktan bir başka katılığa o kadar çok geçiyorlar ki
Kumlar, kumların üstünde ufacık kurtlar
Bir görünmezlikten bir görünürlüğe adım adım
Durmadan geçiyorlar ki, ben bunları görüyorum
Görüyorum da bir yana, kendimi itiyorum kendimi sıkıştırıyorum ortalığa
Ve büyük bir şekilde bağırıyorum: senin korkun insanın korkusudur Eyüp
Eyübün korkusudur
—Evet anlıyorum —

Anlıyorum da bir yana, sorduğum en derin şeydir Eyüp
Sorduğum en derin şeydir ve korkum nedir
Dışımda bana doğru büyüyen bir takım adamlar gezinir
Başıboş bir atın ayak sesleri gezinir içimde
Anlamı bir gibidir, anlamı bir gibidir
Beni kimse bulamaz
Beni kimse bulamaz, ben kendimi ayrı tutarım, Eyübü
Çünkü
Ben onu ayrı tutarım
Nasıl derseniz, yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır
Dediğim kadar da uzundur

Ben onun bir düğümünü çözerken o bir deniz dibinden doğmuş gibidir
Ben kendimi çözerken?..

Çıktım. Sabahın ilk saatleri. Gizlene gizlene kıyıya vardım
Denizi geçtim, kayalar bir iki üç halinde arkamda kaldılar
Belki de olmadılar, sonra da hiç olmadılar
Bir yelkovan sürüsü, bir sis bulutu
Yavaşça geçtilerse de yanımdan
Ben sordum: doğanın akıl almaz bir görünümü olabilir mi bu korku
O benim korkum
Olabilir mi
Bilemem, kendimle konuşuyorum şimdi ve yüksek sesle
Bunu böyle yapmasam o anda kıyamet kopacak gibime geliyor
Yani yok olmam ve çıldırmam gerekecek
Bana öyle geliyor
Ve yatay bir düzlük içinde yüksele yüksele
Denize uzuyorum
Ben denize uzadıkça da kocaman bir Eyüp oluyor deniz
Kim bilir, bu da bir saklanma biçimi — belki —
Ya da ben kendimi ayrı tutmaktan o kadar çoğalıyorum ki
Saklanıyorum böylece
Sulardan ve beyaz martı göğüslerinin izlerinden
Başkaca bir şey kalmayınca ortalıkta
Diyorum: geldim
Ayrıca bunu gövdemdeki bir yol alıştan da anlayabilirim
Bir iki daha çekiyorum kürekleri, seslenerek
Dur şimdi Eyüp! duruyorum, dinlerim ben Eyübü
Ayağa kalkıyorum
Önce bir kerteriz tuttur! tutturuyorum, bir düşle bir başka düşün kesiştiği bir yerden
Ve kürekleri bırakıyorum kendime sokularak
Seni hiç bulamazlar

Beni hiç bulamazlar, Eyübü
Bir yunus sürüsü geçiyor, bir karabatak havalanıyor
Ve ipler halka halka denize akmaya başlayınca
Eyüp!
—Evet anlıyorum —

Bir korku ne de olsa bir korkudur, diyorum
Eşyalar ve şekilsiz insanlar halinde
İnsanlar ve şekilsiz eşyalar halinde
Ben bunu biliyorum
Bilince de diyorum, karım beni arıyordur şimdi de
Üç çocuğumla birlikte beni arıyordur
Ve benim korkum Eyübün korkusu olduğuna göre
Eyüp!
—Evet anlıyorum —
Ve birden hatırlıyorum kendime görünerek
Yüzleri nasıldı, biliyor muyum
Hayır, size yemin ederim ki bilmem
Daha doğrusu bilemem, çünkü ben evlenmedim
Eyüp hiç evlenmedi
Yani
Böyleyken korkuyorum, çarşıdan geçemiyorum
Eyüp! Eyüp! Eyüp!
Dönüp arkama bakamıyorum, oltalarımı eskitemiyorum
Ve sorarsam ben soruyorum: Eyüp ne haber?
Ne olsun, yok işte, bulunamıyorum.

Onlar beni bulmaya dursunlar, ben bazı kâğıtlar buluyorum
Eve dönüyorum ya, bir de bakıyorum taşlığın üstünde
Birtakım renkli kağıtlar
Bazen de bir zarfın içinde, üstünde pullar ve mühürler olan
Kocaman bir Eyüp yazan en üst köşede
Korkuyla bakıyorum

Bakmamla yırtmam bir oluyor. Sonra bir güzel çukur kazıyorum
Dolduruyorum çukurun içine onları
Bulmasınlar diye Eyübü
Ne olur bulmasınlar
Ama hiç bulmasınlar, olur mu
Sağ elimde bir sakatlık var, onu da
Sapsarı dişlerimi, göz beyazlarımı
Bulsalar ne yapacaklar
Bulsalar?..
Bunu korkuyla söylüyorum ve yüksek sesle, bir kalabalığa dalıyorum
İkiye, üçe, sonra tekrar ikilere, üçlere
Dağılan bir meydanın ortasında ben
Ve olanca Eyüplüğümle işte
Ve kimseye sezdirmeden çevremi kolluyorum.

Yarısı kopmuş bir hayvan kabartması görüyorum bir binanın üstünde
Anlaşılması güç bir açının boşluğunda etkinliğini deniyor
Denedikçe de
Ben anlatmaya yetişemiyorum anlatılmazımı
Yetişemiyorum
Demek oluyor ki, benim hızım başkalarının hızı değildir. Öyleyse
Beni kimse bulamaz
Eyübün kendi bile
Bulamaz
Saat desem — meydan saati — zaten işlemiyor
İşlemeyince de
Her şey bir ıssızlığın içinde. Bir de bu “her şey”
Soruyormuş gibi bir ıssızlık diliyle
Öyle mi
Bir yanıt: evet öyle.

İki tel parçası oynuyor yalnız taş kabartmanın üstünde
İki tel parçası ve
Zorlanmaz bir şekilde katılaşıyor boşluk
Gittikçe katılaşıyor
Ve bir köstebek gibi dolaştırıyor beni içinde
Alışıyorum buna da, kimse kimseye bir şey sormuyor
Neden mi, bilmem ki, sormuyor işte
Mesela bir çocuğun dondurmasını düşürüyorum yere, gidip bir yenisini alıyor
Sonra bir daha düşürüyorum, düşüren ben değilim de sanki
Ve düşen dondurma değil de
Her şey hiç kımıldamadan öyle duruyor
Yalnız durmak da değil, soruyor bir beton heybetiyle
Öyle mi
Bir yanıt: evet öyle.

Bulsalar?.. Şunu anlıyorum ki kimse kimseyi bulamaz
Bulmak istese bile
Bulamaz
Ama ben Oltacı Eyüp olduğuma göre, bulunmasam da
Eyübüm gene
Eyüplere bölünmüş bir Eyübüm ben
Gece
Fenerimi yaksam mı, karanlığımı
Bekleyip dursammı öylece.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Kontrbas Öğretmeni Rıza Diyor ki

Ölümüm yeni bir şey olmadı, vardı.

Ben tıraş olduğum zaman saat on üçtü, diyebilirim
Kolacıdan gömleğimi aldığımda saat on sekiz
Saat yirmi birdi tetiği çektiğimde
Neden derseniz
Saat yirmi birdi tetiği çektiğimde
Ve nasıldı, derseniz, bunu anlatabilirim
Bence bir yaradılış gibiydi ölüm, bunu anlatabilirim
Ve gittikçe çoğalan ve elimde olmayan
Bir boğuntudan doğmuş gibiydi
Bunu anlatabilirim.

Kolacıdan gömleğimi aldığımda saat on sekiz
Bir bira ancak içebildim
Bilardo oynayanları seyrettim — bilardo bilir misiniz
Yani bir kilisenin avlusunda biraz gezindim
Bir konsolosluk binasının önüne ancak gelebildim ki
Üç kavas gördüm, başbaşa vermiş konuşuyordular
Üç kavas
Hatmiler, şimşirler, menekşe gülleriyle çevrilmiş
Bir mezarlığın sözcüleri gibi
—Zakkumları mezarlara yakın dikmeseler ne iyi
—Ölümün rengi oluyor
Ancak duyabildim.

Ve tıraş olduğum zaman saat on üçtü
Diyebilirim
Kapı numaram yirmi bir

Kâğıt oynuyordu üç kavas
Ölümün bekleme salonları olmalı ki
Kâğıt oynuyordu üç kavas
Ben ancak girebildim.

Saat yirmi birdi ve neydim
Bin dokuz yüz yirmi birdi ve neydim
—Bir göl ki çocukluğumdan beri içimde
Ve dibinde güneş açtıkça sırıtan
Üç kavas —
Bir bira ancak içebildim
Neden derseniz
Bir yaradılış gibiydi ölüm, bana hiç danışmadan
Ve müthiş bir boğuntudan sızmış gibiydi
Ve saat yirmi birdi ve benim
Aklımda bir şey vardı
Üç kavas tarafından paylaşılan
Gibi bir şey vardı aklımda.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Fener Bekçisi Salih Anlatıyor

Anlatırım. 444'e benzer bir bahçenin ortasındayım
Böyle çok ağaçlı bir bahçenin ortasındayım
Diyerek: Köpeklerin siyah günüdür, denizlerin durgun günüdür
Onunsa yakın olduğu günüdür, onunsa büyük olduğu, o güneş
Ve zıpkın kuşlarının bir taş gibi avlarının üstüne
Düştüğü günüdür ki, ben Salih
Elleri çok görünür, yüzleri çok görünür, Salihlere bölünür
Ve dünyanın ıssızlığından koparak
İlkelsi bir ıssızlığa yavaşça
Doğar ve ölür
Dünyanın en doğal örtüsüdür, o Salih
Ölümün saydam ve kıpırtısız sallantısını sürdürür
Ve ölüm... bilmem ne kadar çok sürdüğünü onun, bilmem de
Bana kalırsa her şey bu arada büyür ve
Ne olursa bu arada olur
Bir kemik biraz etlenir, bir deri biraz kirlenir
Renkler ki sorumsuzsa kımıltı kesinleşir
Nedense Salih olur — bir kuştur
Bir balığın şaşkın ve çaresiz duruşudur. Dünyanın
O tükenmez ıssızlığından getirip
İlkelsi bir ıssızlığa yavaşça
Kendini koyuyorsa olmuştur —

Denizler göğe dönüktür, gök desem şehirlerin üstüne
O kadar dönüktür ki, içinde insanlar olan
Bir sorunun en akıl almaz örtüsüdür
Ben Salih'e dönüğüm, yani doğmak ve ölmek ve doğmak fiilinden
bir Salih
Ve kuşkum ve korkum ve bilinmezliğim...
Başkaca bir şey yoktur
Varsa da anlayamam, bende hiçbirşey barınamaz
Salih'in kendi bile
Bende hiç barınamaz
Neden derseniz, ben biraz “ertesi gün” gibiyim, eksiğim, unutkanım, öyleyim

Bilmem ne kadar “her gün” geçirdim, bilmem de
Bütün günler birbirine benzer, 10’lara, 100’lere, 1000’lere benzer
Ve biraz 100 000’lere
Fazlası fazladır artık, “çıt yok” bile değildir
“Bir ölü hiç duyamaz,” o bile değildir de
Kim sessizliği bir av gibi öğütürse bu odur
O, yani Fener Bekçisi Salih'se
Kendimi pek tanımam, varsa da ben tanımam
Doğrusu Fener Bekçisi Salih olduğuma göre
Ben işte Fener Bekçisi Salih'im, derim
Bu bakımdan kendimim: fenerim, Salih'im, 2+1’lere, 1-2’lere benzerim
Birden bir gök girer gözlerimden ve çıkar
Bir şimşek kokusu dalar içime ve uzaklaşır
Bir imdat sesi duyarım kimi zaman da, tamam mı
Bu kimin sesi olmalı, bir ses mi yoksa bir yansıma mı
Bilemem.

Bilemem, öyle bir Salihim ki ben, onda hiçbir şey barınamaz
Salihin kendi bile
Diyelim bir ekmek alırım çarşıdan, yesem de unuturum onu, yemesemde
Bir çocuk “sabah oldu” der, sökemem bir türlü bu sözün anlamını
Bir Japon elması bir tanrı
Yığılır da içime taslağı gibi Salihin
Bir hiçlik gibi yakarlar da canımı
Ben Fener Bekçisi Salih olduğuma göre
—Bir su, açık duran bir kapının pervazı da olabilir bu —
Duyamam.

Sonra ben kendimi bir şey yapıyor saymak bakımından tehlikeliyim
Neden derseniz, biraz öyleyim
Mesela hiç yoktan canım sıkılır bir gün — ne yapsam —

Ne mi yapsam, alırım bir kâğıt elime, üstüne bir şeyler çizerim
Çizerim, çizerim, çizerim, bunu kimseler önleyemez
Ne dersin Salih? Evet! Onu ben bir ağaca gizlice iğnelerim
Çocuklar, sonra birtakım adamlar bu işaretlere bakar bakar bakarlar
Ben fenerin tepesinden onları seyrederim
—Sorarım, söyleyin bana, kaçınabilir miyim —
Bilmem ne kadar “her saat” geçer böylece
Onlar, o durgun bakıcılar
Şaşkınlığın engin ve küçümser gülüşüyle
Bir başka yaratıklar olmaya başladılar mı öyle
Yani bir gizliliğin, bir bilinmezliğin
Ölçüsüz ve tanımlanmamış yaratıkları
Gibi olmaya başladılar mı
Benim varlığım Salihin varlığıdır artık
Ya onların geride bıraktıkları
Satın alacakları bir eşya — bir sürü ıvır zıvır —
Park gibi, müze gibi bir yer uğrayacakları
Olamaz mı gereksiz bir gevezelik de — neden olmasın —
Diyelim — ne gülünç şey — biriyle yatacakları
Sanki bir imza atacakları bir kâğıdın üstüne
Kötümser, dalgın, kapıcıyı çağırıp..
—Yaşamanın o buruk, o sevimsiz notları —
Hani bir gazete okuyacakları belki ya da bir dergi
Ya da telefonda birini..
Duralım
Ya ansızın bir şeylere benzetirlerse bu işaretleri
Onlar, o durgun bakıcılar
Demeye kalmaz, benzetirler de
Sorarım, söyleyin bana, bir şeyler yapacak olan Salih'se
Ne yapsın.

Ne yapsını var mı, bir bez parçasının üstüne
Olmadı bir duvarın, bir oğlak derisinin üstüne
Yeniden çizecektir her türlü işaretlerini Salih
Doğrusu Fener Bekçisi Salih olduğuna göre
Elinden ne gelirse onu yapacaktır
Yani bir gizliliğin, bir bilinmezliğin
Salih'i olduğuna göre.

Bendeki tek şey bir yunus balığıdır, görseniz
88’e benzer bir yunus balığıdır, görseniz
Çok acı bir şekilde yunus olmaktan
Ve kendinden korkmadan suya indiği
Yalnızlığın, insanları barındıran içine
Dalıverdiği bir yunus
Ki tekrar çıktığında sayısız öpen bizi
Salih'i
Ve yunusla Salih'in sayısız kesiştiği
Bir yunus
Ben onu kuşatırım, o bütün açlığıyla tüketir içimdekileri
YUNUS!
Bize söylüyorum, diyorum ki, bir yakarış mı bizimkisi
Değil mi
Ya da bir ölüm sessizliği mi, ne
Hangisi
Ve ne yapsak bu iri, bu güçlü, bu cehennem yüklü gövdeyi
Böyle tek olmaktan korkunç güçlenen
Ve kendi saldırısıyla yok ettiği kendini
Bir parçalanış, bir yitiş
Olabilir mi — zaman geçti mendirekteki korkunç leke duruyor
Acılar dinlendi, yeniden başlamalıyız —

Aşağıdan bağırırlar, Salih nerdesin
Salih o zaman bilmez nerde olduğunu
Salihin işleri çoktur, tırnakları derseniz uzayıp gitmiştir
Ölü tırnakları gibi
Bir uzun beklemekten tırnakları uzayıp gitmiştir
Ve yunus Salih'se, Salih'in bir yunus olduğu düşünülürse
Her çelişkide yunusun bir şekli durur
Doğurur, yaratır, gene doğurur
Sayısız yapar bunu
Ve Salih boşalınca yunustan
Onda hiçbir şey barınamaz

Salih'in kendi bile
Onda hiç barınamaz.

Ve Salih yeniden başlar. Bilmem ne kadar “her saat” geçer akşama kadar
Kâğıtlar ve tahtalar gibi düşerekten üst üste
Ben feneri yakarım, o zaman ben feneri yaktıktan sonra
Kontrbas öğretmeni Rıza’yı görürüm
Bir gece intihar etti, o beni görmez
Ben onu görürüm
Denizin kumlarla kesiştiği bir yerde
İntihar etti, o beni görmez
Yunusun bir şekli duran kumların
Denizle kesiştiği bir yerde
İntihar etti
Ve ölüm gökyüzünün geceyle çiftleştiği
Ve kimselerin iğrenmediği bir aydınlığa
Sürükledi Rıza’yı
Ve yunus ki ölümün fırlattığı bir kinle
O sabah hiç görünmedi
Rıza da görünmedi — bende hiçbir şey barınamaz —

Kontrbas kara bir 66’ya benziyormuş, öyle
Ve Rıza 666 gibi bükülmüş, öyle
Bir kan kokusu var mıymış, yok muymuş, öyle
Ve öyle
İnsan yaşarken ölüler bırakmalı ardında. Ben Salih
X’lere, sonsuzlara benzeyen bir Salih biçiminde.

Anlatırım. 444’e benzer bir bahçenin ortasındayım
Böyle çok ağaçlı bir bahçenin ortasındayım
Diyerek: köpeklerin siyah günüdür, denizlerin durgun günüdür
Onunsa yakın olduğu günüdür, onunsa büyük olduğu, o güneş
Ve zıpkın kuşlarının bir taş gibi avlarının üstüne
Düştüğü günüdür ki, ben Salih
Adımın bir kusuru vardır yalnız, bana kalırsa
Ya Sanus olmalıydı, diyorum, ya Lihyu
Bir anlamı olurdu
Bir anlamı olurdu.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

9 Mart 2016 Çarşamba

Dökümcü Niko ve Arkadaşları III

humour, diyordu İranlı Celal ve gayrı ciddi olmak
bir korunma biçimidir yahut yaşamak
saat on dört sularında idi, içkimizi
içiyorduk idi ki, bir pul İngiliz kraliçesini gösteriyordu
bir bardak uzaydan bir kesiti
pencereler bir bilinmezliği sürüyordu içimize
ve doğa
konuştuğumuz bir şey gibi duruyordu, tam öyle duruyordu
sıkıntıya boğulmuş kelimeler halinde
bir tabağın içinde kavun getirdi Kleanti
bugün bir eşya gibi duruyor nedense. ya da bir eşya onu
yansıtıyor olmalı ki
rakımızdan bir parça içti ve
gitti gitti gitti gitti gitti
ben upuzun bir mesinayı sanki çok karıştırarak
durdurdum Kleanti'yi
durdurdum dünyanın bizlere bakarak
sanırım bir toplantının en tuhaf şekilleriydik
ve bu toplantıydı ki durmadan olmak
durmadan olmak
durmadan olmak gibi bir şeydi ki, değildi
tekdüze bir ölümün gelişinden soy olmak
ve gerilmek ve kalmak
o bile değildi de
gayrı ciddi olmak, diyordu İranlı Celal ve humour
bir korunma biçimidir yahut yaşamak
yaralı bir keler balığı tutarında

ve mezat yerlerinde dolaşan adamlar gibi neden sanki böyle
olduğumuzu anlamayarak
yaldızlı bir boy aynasının eski bir gramofonla yanyana durması
gibi
bir çamaşır makinasıyla
yanyana durması gibi
rakımızı içiyoruz ve bütün bunları kutlamıyoruz ki
tersine, İranlı Celal ağlamaklı oluyor biraz
yenilmek susmak yenilmek susmak
saat derseniz artık kaçı gösteriyor kimbilir
ölülerimizi saymazsak kaçı gösteriyor
saat derseniz
kaçı gösteriyor ve sormak
ona söylüyorum, Kleanti'ye, elimde olmayarak
biz dünyanın nasıl bir anlamını taşıyoruz Kleanti
bilmem! tabakla kavuna bakıyor. Nuri'yle sol eli görünüyor az
uzaktan

sonra sağ eli görünüyor, onu bir gölgeden kurtararak
bize doğru geliyor, elinde bir yılan balığı, aydınlık
yaratılmış ve uzun bir aydınlık
hiçbir şey söylemeden oturuyor. havaya kaldırıyor yılan
balığını Kleanti
hiç bilmediği bir ülkeye doğru kaldırıyor
ülkeler ki, diyor, kullanılmamış eşyalarla doldurulmuş
odalar gibidir
ülkeler ki bizim kendimizi orada varsaydığımız yerlerdir
bir trenle gidilir
bir yılan balığıyla gidilir. Nuri diyor ki
bana nasıl geliyorsunuz bilseniz
ben sizlere gitmek istiyordum, gittim
ben sizlere inmek istiyordum, indim

ama siz var ya, bir bakıma siz
boşluklara asılı bir istasyon gibisiniz

biz neyiz, biz neyiz
dedik ve sustuk
susmasak bizim olacaktı durmadan kirlendiğimiz.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Dökümcü Niko ve Arkadaşları II

sordular. sorular benim insanlarımdır. siz bana dökümcü Niko, diyorsunuz
kendimi açıklıyorum, ölçümse kendimin derinliklerinden
sanırım bir pazar sabahıydı, iki kız çocuğu son baharı tartaklıyordu
kepenkleri indirilmiş bir dükkanın önünde
ve yollardan yaban hurmalarının sarktığı
-sonbahar, belki de bir hüznün özgül ağırlığı
yapılmamış Lautrec resimleri ve
bir mektuptu belki de
birinin bilmeden ona bir şeyler sardığı
sonbahar-
ansızın k. kilisesinin papazı tertemiz giysileriyle
yanındaki iki kişiden sıyrılarak
geldi ve durdu - bunu bir iki kez söylemek gerek-
ben onu her türlü kuşkularından tanıyordum. dedim ki
günaydın. sanırım iyi bir gün olacak. pazar mı
ve dedim, evinizden yeni çıkmışa benziyorsunuz
sustu, beni pek yanıtlamadı
ve yüzündeki bir kayanın sımsıcak kırmızısını
daha bir çoğaltarak
ilk yarısını anlatmadığı bir olayın
gerisini anlatmaya başladı ara vermeden
peki, dedim, o olay sadece sizin olacak
Aziz Yohanna var ya, tanırsınız elbette bu azizi
tuhaftır, ben de yarıdan sonrasını biliyorum bu hikayenin
demek oluyor ki ne siz beni tanımış oluyorsunuz
ne de ben sizi
o benden daha önce davrandı, gidip bir evin duvarındaki çeşmeden su içti
döndüğünde çok uzaklardan üstümüze doğru
bir ayçiçeği anlaşılmaz bir şekilde çözülüyordu
-ben sarışın mı dedim, evet mi dedim-
ve k. kilisesinin papazı dedi
yürümem gerekecek, dün gece eve hiç uğramadım
bazı taşlarla uğraştım, bir ara bir kuş ölüsü buldum
gecenin biraz eski renginde
-bir giriş noktası mı dediniz, evet mi dediniz-
doğrusunu isterseniz görebildiğim her şey
bir yuvarlağın tersyüz edilmiş şekli gibi
hiçbir şey anlatmıyordu. siz iyi söylediniz
o olay sadece benim olacak.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Dökümcü Niko ve Arkadaşları I

siz bana dökümcü Niko, diyorsunuz, İzzet'in yaylı arabasının yanında
çok güzel bir duruşum var
günün evlerini geçiyorum şimdi kendime iyilikler söyleyerek
tane tane sokaklar bırakıyorum arkamda
birinde bir kedilik olan, birinde bir sokak lambası sallanan
sokaklar bırakıyorum ben
ben deyince bir daha ben demek istiyorum, mutlu oluyorum böylece
sanırım Argos'a çıktıklarından bu yana Fenikelilerin
yapayalnız bıraktılar beni. doğrusu bir yaz günüydü, kıyılarımız pek güzeldi
artık gözlerin bin türlü sudan, bin türlü zamandan öyle bir koyulaştılar
ve alnım bembeyazdı ve boynum çok uzundu
bu çakıllar akardı o zaman, bu şehirler toz bulutuydu
ben işte çok yaşadıysam, ben böyle hep yaşadıysam
bu ölümsüz bir yalnızlıktan, bu ölümsüz bir yalnızlıktan
diyorum. siz bana dökümcü Niko, diyorsunuz
insanları tanımlıyorum ben, ölçüm o insanların iyiliklerinden
şehirleri tanımlıyorum ben, ölçüm o şehirlerin büyülerinden
söze uymayan bir şeyim, tanrıya uymayan bir şeyim de ondan
oydum ki derim:
İzzet'in atları var ya, koşumları ne güzel
sanki onlar İo'yla Fenikeli kaptanın sevişmesinden
bir güzel koşumlardı, gittikçe çoğalırlardı
sonra bir düşünürdüm ki, hangisi benim bu cümlelerin
hep aynı cümlelerin: İzzet'in atları var ya, koşumları ne güzel
sözgelimi sabahları olmayacak balıkları satan Madam Hayguhinin
kendini görmek için yerin ve göğün kar tutmasını bekleyen Madam Hayguhinin
ıslak bakışlarını durmadan yer değiştirirkenki
ve kanından rengine akan bir tramvay gibi sanki
bir anlatımı olabilir mi dersiniz
İzzet'in atları var ya, koşumları ne güzel
olabilir mi?

ben sarı kanlı bir ağaca benziyorum burada
sonra ben ve bütün iyilikler kırmızı bir boyayla duvara
sürülmüş bir çarpı işareti gibi duruyoruz
ve bu çarpıyı gezdiriyoruz sırtımızda ayrıca.

Sahyon'u tanımak ister misiniz? Süryani, ayakkabı tamircisi
oltacı Eyüb'ü, madrabaz, Hayguhi'yi, İranlı Celal'i
arabacı İzzet'le Nuri'yi de
sonra k. kilisesinin papazıyla, iskele memuru Yahya gelir ki
Belvü Oteli'nin garsonu Kleanti, hizmetçi Firdevs
öğretmen Rıza ile fener bekçisi Salih gelir ki
şimdilik tam on iki, bir de ben
ben, yani dökümcü Niko
bir akşam üstü saatinden kaçırılmış bahçeler gibi
hepimiz
bir ağaç altında olsun, içi boş bir bostan kuyusunun yanıbaşında olsun.

ve solgun yaz büfelerinin ve karpuz sergilerinin
yanıbaşında olsun.
ve sessiz meyhanelerin ve batık gemilerin
içimizdeki yerlerinin yanıbaşında
ve uzun gecelerde ve çocuklar görürlerken kendilerini
ve sokaklar bir aydınlık gibi düşerken sokaklıklarına
ve siyah halelerle başımızdaki vardık ki, biz bunu anlatacağız
duvar duvar çizilmiş çarpı işaretleri gibi
biz bunu anlatacağız
sevginin bu ölümcül biçimlerini ve belki.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

8 Mart 2016 Salı

Pesüs III

Sanırım hiçbir şeyin öyle pek tamamlanmadığı
Bir çağda yaşıyordum. Ve bütün eksik kalmaların
Sessiz ve ünü olmayan bir tanığıydım ben
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
Düşünen bir şey olarak ve düşündüren
Ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da
Ve biraz da pek kullanılmayan
Ya da hiç bırakmadıkları kullanılmaya
Çok ağır bir yük gibi
Onu ben taşıyordum, düşündüklerimi
Ve bu durumda ne beni etkileyen
Ne de ben etkilendikçe bir başkasını
Etkileyen ve bizi geçen
Bir ben kurmuş oluyorduk ki, o zamanda diyordum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi?

Yeniden, yeniden, yeniden doğruluyordum
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Bir dram gibi sonsuz
Kumları üzerinde sonsuzluğun.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Pesüs II

Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. Bir ara
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
Tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. Maun tabutumda
Her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
Bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
Geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
Bir çelişki gibi ölümsüz
Yaşamakta olurdum.

İlkyazla birlikte kına çiçeklerinin de açtığı söylenir
Kimi zaman da bir efsane gibi söylenir, kazılardan çıkarılmış kalıntı şehirleri
Anlatır gibi
Bana kalırsa açtıkları günden yıllarca sonra açar bu çiçekler
İlkel bir coşkunluğu bir hayat kılığına
Yıllarca sonra getirirler ki
Tıpkı fırtınalardan kurtulmuş bir geminin
Şimşekler, gökgürültüleri
Ve yırtıcı deniz hayvanlarından
Ve korkunç gıcırtılardan artakalan bir uğultuyu
Bir sabah denizinde sütliman
Güneşli, durgun bir gökyüzünün altında
Dinlenen gemicilere unutturduğu zaman
Derim ki, tam o zaman yaşanır fırtına
Onca telaş, onca ölüm korkusu o zaman.

Yani tiyatrolar ki benim en sevdiğim boşluklarımdır. Maun tabutumda
Her yerleri çok süslenmiş ölüler gibiyimdir
Bir kurdelenin ya da gümüşten bir haçın altında sanki
Ölümün bir acıyla doldurulduğu yüzümle
Geri çekilmiş yüzümle, geri çekilmişliğe dargın yüzümle
Öyle bir çelişki gibi ölümsüz
Yaşamakta olurum.

Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydim. İşte ben
Hiç kimselerin tutmadığı oyunlara giderdim
Bir kedi ayaklarıma sürtünerekten geçerdi - ki benim yaşamımda
Her zaman bir kedi bulunur, onu ben
Bir imza gibi yazılarıma koyarım -
Ve duvarlar yumuşardı, sarkardı
Ellerimle ittiğim olurdu onları bu yüzden
Terlerdim
Sonra bir gazoz içerdim ki, yani ben
Kısaca söylemek gerekirse, bazı şeyleri hep geciktirirdim
Mesela bir mürekkep balığına, bir bahçe kapısının oymalı demir parmaklığına
Saatlerce baktığım olurdu, orkideler satılan bir dükkanın
Önündeki çiçek artıklarına
Bir bira çekme makinesine, ne bileyim
Yazısız bir kağıda günlerce baktığım olurdu
Ve yıllarca bir saplantıya
Giderek bakmanın tam kendisi olurdum. Yani ben
Bakmanın düzlüğü ve hiçliği ve sonrasızlığındaki şey
Olurdum ki, başkalarını hiç mi hiç ilgilendirmeyen
Yapayalnız bir ben kurardım
Yapayalnız bir ben kurardım ve kedi
Salona girerdi birden, başlama saatini
Bir o somutlardı sanki.

(Hiçbir şeyin hiçbir şeyliği gibi bir şeydiler onlar da
Biraz eşyaları vardı
Bir gidip bir geliyorlardı o eşyalar arasında
Biraz da susuyorlardı. Ve ağırca bir konsol
Tüyleri dökülmüş bir halıyla beraber
- Küllükleri, bir gece lambasını, duvardaki bir gravürü saymazsak -
Onların aile resimleri gibiydiler
Ve biraz da üç kişiydiler ki, ben onları buluyordum
Biri bir banka afişinde veznedar
Ben onu buluyordum
Biriyse bir ilaç prospektüsünde acılı
Ve hastalıklı bir kadın
Onu da
Buluyordum ki
Olsa olsa bir heykeldi diyebilirim üçüncüsü de
Gündelikçi bir kadın
Tozunu alıyordu bazen, siliyordu onu iyice
Böylece üç kişiydiler. Ben birdenbire buzdolabını gördüm
Yaşayan bir şey olarak
Diyebilirim ki, değişken bir yüzölçümü vardı yaşamasının
Ve beyaz
Ve mavimsi bir şekilde örtüyordu ki dünyayı
Bir seramik gibi onu dondurarak
Bir mine gibi
Şunu da söylemeliyim ki, hiçbir şey kımıldamıyordu bu yüzden
Bir tanrı yere düşse parçalanacak
Ve pencerelerden upuzun inşaat demirleri giriyordu içeriye
Gökler kalıplı ve kalın
Duruyordu bir buz dağı gibi şehrin üstünde
Ve dolap buzlanıyordu durmadan. Öyle ki
Önce mutfağı donduruyordu bir buzdolabı mantığıyla
Odalara giriyordu, sonra veznedarı
Heykeli, hasta kadını, giderek
Koltuğu, masanın altındaki kediyi - evet kediyi -
Konsolla çatlak bir aynayı da donduruyordu
Bu böyle olunca, yani evin her köşesi donmakta oldu mu
Birden bir örümcek düşüyordu yere, çıt diye bir ses
İncecik gövdesiyle kırılıp bölünüyordu
Örümcek
Ve ayna hep gösteriyordu. Ben solgun
Yüzümle buzlanaraktan içimi gezdiriyordum orada
Ve konsolda bir kadını kaydırıyordum, o kadın ki
İyiliği artık çağımıza uymayan
Bir kadın ki
Cinsiyeti belirsiz bir resim gibi duruyordu
Ellerim arasında
Ve tuhaf yüzler duruyordu, ben bunu görüyordum
Anlamları hiç değişmeyen
Mesela gülmek sonsuzca uzanıyordu. Anılar
Bir buz bitkisi gibi renksiz, yabansı
Acılar ki en kalıcıydı ve nasıl
Yeni bir insan haritasını çiziyorlardı buzların altında
Ve insan nasıl da daha çok benzeyerekten insana
Durmuştu ki, şöyleydi:
Sanırım bir soru vardı öyle sorulacak
Bir soru, evet, hiç olmazsa
Biz tarihin hangi döneminde yaşadık?
Bir insan müzesi gibi...

Kedi
Çıkardı birden salondan. Ve bitiş saatini
Bir o somutlardı sanki.)


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Pesüs I

Ben denizin kumları üzerinde durdum
Bir heykel tadında olan ve bunu geçen
Bir şekilde denizin kumları üzerinde durdum
Durdum ki, şehrin son kalıntısı onu unutmak olsa gerek
Diyordum. Ve bütün ayrıntılarından sıyrılmış bir düzlüğün
Ayrı bir nesne gibi, daha sonra da
Hiç görmediğim bir yaratık gibi üstüme gelmeye başladığı
Bir şey olsa gerek
Ben bunu duyuyordum.

Yalnız duymak mı? korktum ve her yerlerimle yalnız oldum
Oldum ki, düzlük dediğim o korkunç varlık
Bitmez tükenmez bir kaynaktan çoğalarak
Üstüme aktıkça benim
Ben kendimi koruyordum
Sanki bir çaresizlikten ödünç aldığım kendimi
Mesela ellerimi bir heykeli bozmayacak şekilde boşluğa uzatarak
Bir anlam vermek istiyor gibiydim düzlüğe
Ve birtakım görüntüleri üst üste yığaraktan
Bir anlam
Sonra alanlarda, ana caddelerde unutulmuş
Yırtıcı bir hayvan gibi işte ben
Yapılması akla gelmedik
Daha bir sürü şeyleri de hep yapıyordum ki
Pek denenmemiş bir boğuşma şekli oluyordu bu da
Sonra ben yoruluyordum.
Yalnız yorulmak mı? giderek geri çekiliyordum biraz
Pençesi asfaltlarda gezen, tüyleri camları ikileştiren
Aşılır bir yer sanan o beton duvarları
Mermerleri ve soğuk potrelleri tırmalayan
Ben
Geri çekiliyordum biraz
Güçlenip saldırmak için düzlüğe yeniden
Ama hiç bilmiyordum ki, neresinden vurulurdu bu düzlük
Neresinden bozulur
Bilmiyordum ki
Bildiğim bir şey varsa, bana pek bir zararı dokunuyordu diyemem düzlüğün
Diyemem, çünkü bir yerlerim hiç mi hiç acımıyordu ki
Ne bir baş dönmesi, ne bir göz kararması
Duymuyordum ki
Olsa olsa benim kendime bir şeyler yapmam için zorluyordu beni
Düzlük
Ve gerçekten yaptırıyordu da
Mesela giderek yenilmem gerekiyordu ki kendime, yenildim
Uzanmam gerekiyordu ki yere, uzandım sonunda iyice
Uzandım içimdeki o beyaz düzlüğün taşırdığı
Bembeyaz taneciklerin üstüne
Artık çağanozlar bir su gibi beni yalayarak
Geçiyorlardı tek sesli yaradılışımdan
Ve memeli balıklar ağır ağır doğuruyorlardı içimde
Ben ve kumlar bir pesüs gibi ağırdan yanıyorduk
Biz öyle yanıyorduk ki, dünya ise bu alevden
Bir bağışlanmamış dünyaydı
Artakalan dünyaydı eski bir tevrat plağından
Gittikçe bizim olmayan bir
Dünyaydı
Ve düzlük bir peygamber ölüsü karşısında
Bitmeyen bir düzlüktü ki... işte ben
Gene de tam kendisi oldum diyemem düzlüğün
Diyemem
Çünkü bazı olaylar bunu doğruluyor
Ve bazı düşünceler.

Şöyle ki:
Martılardan bir tanesi yalnız yaşıyormuşçasına boşlukta
Dünyanın en heyecanlı çizgilerini çizdi
Ve bulutlar doldurdu bu kıvrımları yavaştan
Ve benim yarattığım tanrılar ki, geldiler
Bir inip bir çıktılar çocuklar gibi
Çığlık çığlığa
Bu metalsi görünümler arasından
Sonra ben belki de gözlerimi yumdum
Her yerlerimle yalnız oldum ki, düzlük
Etimi ve benim bütün boyutlarımı yemeye başladı
Ve hayallerimi
Yemeye
Demek oluyor ki bir süre kalsam böyle
- Ne kadar mı, bunun pek önemi olduğunu sanmıyorum -
Kimseler tanımayacak beni. Deniz hayvanlarının
Kurumuş iskeletlerine döneceğim
Korktum
Yani hiçbir şey değilim de ben, sadece bir konuyum
Öyle mi
Doğruldum işte yeniden
Bir insan tadında olan ve
Bunu geçen ben
Denizin kumları üzerinde durdum.

Ben denizin kumları üzerinde durdum
Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım var benim de
Değişen bir şey olarak ve değiştiren
Bir anlamım var
Peki öyleyse neden hep başkaları tanımladı beni şimdiye kadar
Neden
Gerçi sessiz ve ünü olmayan bir yaratıktım, biliyorum
Ve onlar güçlüydüler, biliyorum
Ne zaman biraz öfkelenmeye kalksam, bu bile
Onların istediği bir öfke oluyordu ki
Sonra ben susuyordum
Ama bir suçluluk da duyuyordum ki, bu da bir başkaca düşmanımdı benim
Ben neydim.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

7 Mart 2016 Pazartesi

Cadı Ağacı V

üç kişi iniyor, üç kişi biniyor, biz kendi yarattığımız bir yola sapıyoruz

dağlarda dağ çiçekleri

öylece kalıyor

ve tuhaf bir şekilde bir uçuruma akıyoruz

ne düşmek, ne sarkmak, ne gitmek bir parça ileriye

öylece kalıyoruz

öylece kalıyoruz

öylece kalıyoruz.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Cadı Ağacı IV

çok eski bir avukat yazıhanesine şöyle bir uğruyoruz
ben kendi yarattığım yoldan kendimi getirerek
eski bir Avusturya kasasının üstüne yumruğumu vuruyorum
ne zaman vuruyorum, dünyanın bütün borsaları titriyor
ben biraz iğreniyorum
ve biraz iğrendikçe ben bir saat kulesinin önünden geçiyorum zamansızlık
yürürlükte oluyor
gene de bir erguvan ağacı aklımda kalmış olabilir bu ara
kaldı ki, sözlüğe bile bakıyorum, onu kelimeleştiriyorum
cercis silignastrum
avukat bana bakıyor gözlüklerinin üstünden
sanki ne olsun gibi bana bakıyor
bir gümüş paranın transfer tutarı gibi
iki göz oluyor bakınca, kim bilir hangi bankada bozdurulmuş
avukatın gözleri
hey tanrım
hey tanrım, böyle bu dosyaları kim gönderiyor
kim
benim yargılamak için düşlerimi
ellerimi benim, çok seyrek olarak çıkarttığım düşlerimden
kim gönderiyor
ve her şey nasıl da durmuş olmalı ki, avukat kımıldanıyor biraz
elindeki kâğıt keseceğini dünyaya batırarak
ve elindeki bir
anahtar zincirini
biz işte onunla birlikte savunacağız beni
düşlerimi ve düşlerimden arta kalan ellerimi
biz ikimiz
böylece parmaklarımı masanın üstüne koyuyoruz biraz
şimdiden koyuyoruz ki onları, biz buna alışalım
öyle bir suç unsuru gibi, gerçekte
benim olmayan eşyalar gibi
biz buna alışalım.

gerçekten alışıyoruz da. ama kimseler kendini savunamıyor ki
bunu bildikçe de ben eski eşyalar satılan bir dükkânda oluyorum
dükkânın kapanmaya yakın saatlerinde
üstleri iğneli birtakım Japon heykelcikleri görüyorum ki
gözleri yeşimden yapılmış
vücutları eski hayvan kemiklerinden
onlara bakıyorum
onları anlıyorum ki, üstleri iğneli insancıklar halinde
ve nasıl yapılmışlarsa öyle
anlıyorum
biz buna savunmak diyoruz, bu iğnelere
oysa bir yaratılış biçimi olmalı ya da
bir kendine yetme biçimi...

(baylar! siz ki hiç yargılanmadan.. ayıp değil mi
beni bir gün alıp götürdüler
benim iyi yüzüme uydurulmuş yüzleriyle
yollar ki iri bir yağmurun altında
gözle görülebilir bir yağmurun altında öyleydi
nasıldı derseniz, ben buna bir şey diyemem
diyemem, çünkü insan düşünür de bir şey diyemez
dese de, kılı kırk yararcasına düşünmesini
bilmeyebilir, öyle değil mi
bunu ben böyle düşündüm
ben böyle düşündüm ki, karşımda
durmadan kırmızı yakaları olan birileri
durmadan bana sordular
sanki bir bir saydılar aklımdan neler geçirdiğimi
doğrusu pek anlamadım, anlamadım da
dedim ki onlara ben de, boşuna yargılıyorsunuz beni
öyle ya, çünkü siz olmasanız da, ya da sussanız
ben var ya, kendimi yargılarım, öyle değil mi?)


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Cadı Ağacı III

bir mezarlığın önüne geldik, bu taş ustası kim
taşları bu kadar iyi bilen bu taş ustası kim
onları yonta yonta böyle bu taş ustası
ben telaşsız duruyorum yarattığım yolda ki
mezarlık u ve h sesleri karışımınca uzuyor
bunu duymazlıktan gelemem
bir ses gibi, yeni kolalanmış bir örtü gibi
bunu duymazlıktan gelemem.

taşçıyla bir adam ağır ağır konuşmaktaydılar
adamın yüzü hiç kımıldamadan konuşmaktaydılar
taşçı adamın yüzüne yazılar kazıyor gibi konuşmaktaydılar
ve onlar o kadar çok “idi”ler ki, ben onlara
bir masal gibi bakmaklıktan gelemem
pamuk beyazı bulutların insana benzer yan yana gelişleri gibi
durmaktaydılar sonra
her an dağıldı dağılacak gibi
zaten taşçının sert parmakları adamın dizine dokundukça
adamın dizi sisler gibi dağılıyordu
yeni biçimler oluyordu böylece, bunu görmezlikten gelemem
gelemem de
mezarlar bol ışık altında o kadar beyaz idiler ki
bir damla kan yeterdi onları canlandırmaya
nasıl ki ben kırmızı karanfilleriyle hatırlarım hep
bir evin camlara doğru çok boşalan içini
— gene bir gün bir deniz hayvanını karnından ikiye bölmüştüm
bembeyaz bir kan yollamıştı parmaklarıma —
taşçıyla o adam ağır ağır yürümekteydiler
belki de oturuyor olmalıydılar, ama yürümekteydiler
birbirlerini dağıtmıştılar ki, ben kendi yarattığım
şehirlerde oluyordum
neden derseniz, ben işte oralarda oluyordum
ışıklar, vitaminler, antibiyotikler
ve insanlar benim dünyamdaki çizgileriyle
duruyordular ki
ve sokakların ıslanmış taşlarında o kadar duruyordular ki
hiç dağılmadan
ve dağılmaktan korkar gibi lokantalarda
ve pastahanelerde, gece kulüplerinde
omuz omuza içilen meyhanelerde o kadar çok duruyordular ki
bunu anlamazlıktan gelemem
ölüme bir ölüyle karşılık veriyorlardı arada
birini gönderiyorlardı içlerinden, ona tahtadan bir tabut yaptırarak
ve tabutun üstüne neler koymuyorlardı ki
haçlardan tutun, ayyıldızlardan, içki şişelerine kadar
bu törenlerden ne umarlardı, bilmem ama
bir gün birinin ölüsünü çok gezdirdiler
ordan oraya boyuna
yaşamla ölünün dünyasızlığı arası hiç mi hiç kısalmadı
kısalmadı da, ölü gecikti, çok gecikti mesela
yıllarca gezdirildi, ben bunu böyle anladım
ölü durdu, bir başka hayat buldu yepyeni dünyasında
bunu görmezlikten gelemem
kavgalar ediyorlardı. bir ölüm sınırında sesleri oluyordu
tabutu unutuyorlardı arada
ve konuşmaları oluyordu ölüyle. benim yarattığım dünyaya sorarsanız
her yerleriyle o kadar sarı idiler ki
sapsarı bir kâğıttı ölüm de. ve taş ustası
ölümün imza kalemi gibi
bir yığın taşlar yontuyordu bu uzun yolculukta
ben o taşları beğendim mi, doğrusu pek bilmiyorum
bilmiyorum da
kilise önlerinde, iskelelerde, balık pazarlarında
gezdirip durdulardı ölüyü
din adamlarını kovdulardı. sanırım içki filan içtilerdi çukurunun
başında
çok sıcak yaz günleri insanı delirten caz parçaları
vardır ya
öyle bir dalgalanışla göğüslerini açtılardı
yüzlerini tuttulardı dünyaya
başkalarının içi yanıyordu. gözlerine bakamazdınız
ölümün dışa vurmuş biçimleri gibiydi onlar
ve alkol nereye götürüyor olmalıydı ki onları
ölüyse nereden geliyor
olmalıydı ki... artık bu sokağın adı ne
yeni açmış bir çiçeğin, pembe
adı ne
bir güneş parçasının, bir salkım söğütün
dönüp duran yaprakların üstünde
adı ne, o noel süsleri gibi göz alan.

(baylar! inecekler insin, öyle değil mi
herkes çiçeklerini isterse bıraksın
bir iki şey var zaten yapacak, yolumuz uzun
hem size söyleyeyim, benim aklımda kadınlar dizili
bir sürü evler duruyor
yataklar .perdeler, kolonya şişeleri
ve çiçekler, prezervatifler
rengârenk perşembeler dizili
bir sürü evler duruyor
ben istersem oralardayım, haberiniz olsun.)

ölü bir balığın bir suyu ölü bıraktığı yerde
işte o gibi bir yerde ben
doğanın ve bütün canlılıkların ölü yerlerine bakıyorum
kendimden ne kadar öldürdüğüm sorulursa
buna bir şey diyemem
diyemem de, ben gözlerimi açsam dünya bir başka türlü genişliyor
bir şeyler azalıyor bir kâğıdı ikiye bölsem
öyleyse ben nasıl bir şeyim ki, bilmem ki
bildiğim, dünyanın adamakıllı yansımış bir parçası olmalıyım
yani gerekli bir olmanın yüküyüm sanki.

taş ustasıyla o adam bir yerde gene oldular
benim kendime yarattığım dünyayı bulursanız
sisler gibi dolaşıyorlar orda onlar
durmadan değişerek
bense mezarlığa bir damla kan bırakıyorum
ya da kokina dedikleri kıpkırmızı bir çiçek.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

5 Mart 2016 Cumartesi

Cadı Ağacı II

üç kişi iniyor, üç kişi biniyor, ben artık bir pencere kenarına
oturuyorum
bir açık pencerenin kenarına ben
sessizce oturuyorum. bir kır fidanı büyük oluyor, onu öylece görmem
gerek
saydam bir kervan geçiyor üstünden, ki bunlar unuttuğum şeyler
olmalı benim
kervanın ben tutarındaki parçaları
hiçbiri ilgimi çekmiyor
sıcaktan ölmüş bazı kuşları aydınlık kurutuyor ve kayaları
aydınlık kurutuyor. sonunda bir ses olacak bunlar rüzgârda
ayrıntıları ben uğultusunda bir ses
ben bunu biliyorum
kayaların hep başka kayalarla ilintileri var. oysa kuşların
diyorum bir kuşlar düşüncesiyle ilintisi var da, onlar
sanki hiç uçmuyorlar, durmadan kopuyorlar
bir gizlilik biçiminden, dünyanın böyle ne olduğu biçiminden
kopuyorlar bir bir
kopsunlar, ben bunu anlıyorum
bunu tam anlıyorken cadı ağacı orda duruyor
boş bir kasabada çok yaşlı bir hancının
tuzlanmış dere balıklarını kutulara dizerkenki
elleri gibi, öyle bir yanılmazlıkla
duruyor da
her şey ki bir süre kendisi gibi duruyor, ben buna seviniyorum
çünkü yeryüzünün müthiş şekillerinden biriyim ben
üstümde gök olarak içimde bir de hayatın bulunduğu
yani gerekli bir olmanın yüküyüm sanki anladığıma göre
tam işte böyle bir ağırlıkla pencerenin önündeyim gibi
cadı ağacına bakıyorum sessizce
uzantıları ben kurulukta bir şey bu cadı ağacı
çünkü bazı şeyler çok büyümeye ve
hayatın içindeki gerçek köklerini bulmaya yönelirler de
örneğin bazı kış günleri vardır ki, dünyadan almadıkları bir aydınlıkla
bir ayazma içi gibi oldukları ya da
bir han odası
gibi oldukları zaman, alkolün
kurtarışlı ve boyutsuz çağrışımını taşırlar
ben burda büyümekten ve baş dönmesinden kendimi alamam
insanın en genç yerindeki ben
sonra pek kimse bilmez sanırım, günlük yaşamanın tanımadığımız
yerleri vardır
ben işte tıraş makinamın fişini taktıktan sonra
onu bir tahta masanın üstüne koyarım
koyarım da, masanın üstündeki o sabah cızırtısı var ya
sabahın ve günlük yaşamanın altındaki şeyleri eşeler
bir süre bakarım
çünkü sabahların bir mi, iki mi, sonsuz mu
beni bulması vardır ki, benimle olan her şeyi
bulması
işte bu yüzden denebilir ki, sabahlar yeni açılmış sinek kâğıtları
gibidir
insanı ve onun bütün devinimlerini
kendilerine yapıştırırlar
ve sabahlar yapışkandırlar, her neyse...
çünkü işte yolcular tartışıyorlar şimdi de. ben o açık pencerenin
kenarına oturuyorum
o açık pencerenin kenarında ben
öylece oturuyorum
yaşamaya yeni çıkmış sözlerindeyim onların
bir iğde fidanı gibi
yumuşak, tüylü ve anlamsız geleceğinde
sözlerinin
ilk atılım şapkalı bir adamın ellerinden geliyor
—cezanne’ın iskambil oynayan adamları vardır
gerçekte onlar bir tabutun gecesinde
görünmez bir ölüyü oynuyorlardır belkide
ve ölü
her neyse... —
sen ki her şeyi yeni anlamaya çıkmış gibi bakamazsın yüzüme
diyor ki aynı yolcu, ben bu sesten hiçbir şey anlayamam
öteki yanıtlıyor elbette
kalktığım zaman hiçbir şeyi yerli yerinde bulamadım
bunca yıl oturduğumuz evi hiç tanıyamadım da, karım dedi ki
bahçemizdeki bütün mürdümleri kargalar yemişler
anlatılmazlıkta olan bir şeyi
kargalar
artık biz şimdi ne yapalım
dedi ki yolcunun biri de: o bahçe öyle neyin içinde büyük
çiçekler neyin içinde büyük öyle
ve mürdümler
görüyorsunuz ki, her şey bir şeyin içinde, ne yapalım
mürdümleriniz yenince...
yolcu bir ötekileşme içinde bunları dedi
ve kendini öyle gördü, ben buna hiç şaşmadım
üstelik işe geç kalmaz mıyım bir de
diye ekledi mürdümleri kargalar tarafından yenen yolcu
dur bakalım bizim müdür ne diyecek
ben yalnızca şuna takıldım: mürdümle müdürün o gizli işbirliğine
dur bakalım
bir başka servise yollayacaktır beni belki de.

(baylar! umutsuz, düzensiz ve biletsiz böyle nereye?)

siz artık bunu unutmuş olmalısınız, dedi bir başka yolcu
az sonra masanızın başına bir güzel oturun
peynirli bir sandviç getirtin ve şekerli bir kahve
kalemlerinizi ince ince yontun mesela, ben size söyleyeyim
üç ton pamuğun navlunu gibi bir şeyler
dünya gibi bir yerde nasıl bir şey oluyor
bunu bir iyi düşünün de, müdür gelince
müdür gibi bir şeyler nasıl oluyor, öylece bakarsınız
iyice baktınız mı, siz artık bu bakma biçiminde
yeni bir şey oldunuz, bunu kendimden biliyorum.

(baylar! müdürsüz, zamansız ve bahçesiz böyle nereye?

ben hiç de insan gibi kalkmıyorum sabahları, haberiniz olsun
ve şu benzin kokusu yok mu, fena halde dokunuyor bana
hem inecekler insin, öyle değil mi
benim aklımda posta kartları dizili bir dükkân
ve pullar dizili
ve gazozlar, çikolatalar
bir dükkân duruyor, öyle değil mi
ben belki de bir gün sevineceğim, haberiniz olsun.)

üç kişi resmini çekiyor cadı ağacının
üç biyoloji uzmanı, biri de çakısıyla
bir parça koparıyor cadı ağacından
ben ne biçim bir şeyim ki, sancısız bir acı duyuyorum
tam o sıra
ve acı yayılıyor ben olan kollarıma
ayaklarıma da
benim sanki birtakım nesnelerle çok yakın ilintilerim var
ve çözülmedik şeylerin de insanıyım ben
insanın en gerçek yerindeki
ve anlatılmazlıktaki bir yerden anlatılmaya
akan bir şeyim.

(neden bu kadar çok duruyoruz burada, bir türlü anlamıyorum
inecekler insin, öyle değil mi
ve binenler yerlerine otursun, işte o kadar
hem nedir, bir camın üstündeki cam kırıkları gibi
o saydam varlığınızla
hepiniz durmadan yer değiştiriyorsunuz
şu da var ki, ben bunu anlamıyorum, o kadar.)

üç kişi konuşuyor kendi aralarında, üç biyoloji uzmanı
ben kendi yarattığım yolda duruyorum
öyle hep duruyorum
cadı ağaçları ne ölü değildirler, ne de hiç yaşamazlar
biz bunu anladıksa artık gidelim
ne kadar gitsek o kadar çok iyidir
son sözü köşedeki bir öğrenci söyledi
gören var mı, dedi, cadı ağacını
cadı ağacını yani
yok, değil mi
kuru gözler kuru şeyleri hiç göremezler
ve düş içinde yaşayanlar düş içindekileri.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Cadı Ağacı I

Doğanın unuttuğum ya da hiç rastlamadığım parçaları
Bir bir oluyor
Ben kendi yarattığım bir yoldan geçiyorum
Yolun üstünde kurumuş bir cadı ağacı
Kurumuş, kansız, bembeyaz bir cadı ağacı
Kenarından bir düş sallantısının ağıyor
Dinliyorum bu ölümsel sesi de -ne ister benden bu doğa-
Dinler gibi bakıcıların tıpkı
Hışırtısını meşe yapraklarının
Yüce tanrı Zeus’un tapınağında
Bilmek için ne düşündüğünü bu delişmen tanrının
Dinliyorum ben de yıkıntısını ağacın
Oysa biliyorum, ne olacak bir şey var
Ne görünmezlerde bir tanrı
Ki yarattığım bir yolda duruyorum. öyle
Hepimiz duruyoruz: ilk durak cadı ağacı.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Çağrılmayan Yakup IV

Kurbağalara bakmaktan geliyorum. Ben Yakup
Bunu Yakup söyledi
Yıkanmış çamaşırlar duruyordu odamın penceresinde
Gök işte bu beyazlıktan azıcık alıp veriyordu, diyebilirim
Bir kırlangıç onu kirletmese
Ki onlar o kadar çok siyahtırlar ki, ben
Onları hiç sevmem
Ve demek ki benim odamda hiç kimseler yoktur
Odamın düşünülmesi halinde bile
Kimseler yoktur
Biri sanki çarşıya çıkmıştır sürekli bir biçimde
Ve biraz da çarşılar
Ve durmadan satılan o kırık dökükler bitmez ki
Bitmesin
Çünkü bir gün bir boy aynası satın almak istiyorum ben
Kirli ve eski
Bir at arabasının aynaya doğru büyüyen içinde
Onu ben taşıtmak istiyorum, caddelerin
İntiharlara doğru büyüyen içinde
Ben, yani Yakup
Kurbağalara bakmaktan geliyorum işte
Açgözlü, mor kurbağalara
Akşama doğru bir dilim ekmek yiyeceğim belki
Bir bardak da süt içeceğim. Sonra
Bir güzel uyumak istiyorum, bütün gün çok yoruldum
Ben
Gözlükten, taş hamurdan ve çarşaflardan
Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış Yakup
Uyumak istiyorum.

Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım
Yakubun gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.


Edip Cansever
Yerçekimli Karanfil

Çağrılmayan Yakup III

Kurbağalara bakmaktan geliyorum
Dedi Yakup, bunu kendine üç kere söyledi
Masalarda oturmuşlardı. Ben oradan geliyorum
Yazı makineleri, kağıt sesleri
Ben oradan geliyorum.

Önce bir kenarda durdum, hiç kimse beni çağırmadı
Sonra bir yer bulup oturdum. Hadi bir sigara içeyim dedim
Olmaz, dedi mübaşir kılıklı kurbağanın biri
Belli ki yeni tıraş olmuştu, bana yakasından bir kopça eksik gibi geldi
Öyleyse peki, dedim, ayağa kalktım, şöyle bir duvara dayandım
Bu kez de duvarlarda sanki duvarca bir sözdizimi
Olmaz ki, Yakup!
Peki Yakup ne yapsın, bu aklımdan bile geçmedi
Herkesin durduğu bir yere gittim. Ben Yakup
Ya onlar kimdi
Aralarına aldılar beni. Artık ben hiçbir şey göremiyordum
Biri bir şeyler söylüyordu yalnız, yüksekçe bir yere oturmuş
Onu ben duyuyordum
Duyuyordum, sesi başımın üstünden dünyaya yayılıyordu
Ve "Yakup" sesini ancak anlıyordum. Yakubun ötesinde
Birtakım sözler ediliyordu, onları ben anlamıyordum
Anlamıyordum ama, iyi sözler söylemiyorlardı benim için
Sonra bir şey daha vardı anlamadığım: yani ben neydim ki, ne yapmış olmalıyım
Ben, yani Yakup
Dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin
Ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi
Bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde
Diye düşündüm ya ben
Ben, yani Yakup
Bütün gücümle bunu bağırdım
Ben ki bağırdım işte, bütün kurbağalar bir olup beni dışarı çıkardılar
Bir odaya aldılar beni, ellerime gözbebeklerime
Daha başka yerlerime de baktılar
Sonra bilmiyorum ki, kapıyı gösterdiler bana
Ben, Yakup, beni hiç kimse çağırmadı
Sokağa çıktım, bir sürü yerlerden geçtim. Şimdi
Hatırlıyorum da, bir deniz kıyısında azıcık durabildim
Yosunlar, kumlar, şeytan minareleri
Ve kumlarda katılaşmış kıvrımlar
Bağırdım, bağırdım, bağırdım
Tanrının ayak izleri!
Tanrının ayak izleri!


Edip Cansever
Yerçekimli Karanfil

4 Mart 2016 Cuma

Çağrılmayan Yakup II

Kurbağalara bakmaktan geliyorum
Dedi Yakup, bunu kendine üç kere söyledi
Telaşlı, açgözlü kurbağalara
Bakmaktan geliyorum. Ben sanki Yusuf
Ve Yusuf değil
Her gün bir tahtaboşta asılı duruyorum
Ve durmuyorum. Ben işte Yakup
Yok artık karıştırmıyorum.

Taş merdivenleri ağır ağır çıktım, bunu ben böyle yaptım
Eski taş merdivenleri. Yanımdan bir sürü adam
Geçti ve kolayca gittiler
Müzik aletleri renginde ve pırıl pırıl gittiler
Yanan güneşin altında
Onlar ki.. onlara benzer şeyleri ben çok gördüm
Ve onlar bir zamanı tamamladılar, öyle yaptılar
Ve sordum
Yakup daha başka nasıl bir Yakup olsun
Ve onlar daha başka nasıl bir onlar olsunlar ki
Yakup ve onlar nasıl olsunlar. İşte ben taş merdivenleri
Kurbağalara bağlayan taş merdivenleri
Durmadan kendimle karıştırıyordum
Kimse beni tutup çıkarmıyordu
Vıcık vıcık taşlar duyuyordum ayaklarımın altında
Anlamsız, yapışkan bir yığın taşlar
Yoruldum! bunu sanki biri söyledi
Yakubun biri
Ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim
Kendime bir isim düşünerek
Birden ki bir isim düşünerek kendime. Hayır bu kimse değil
Ancak gelebildim

Aşağıda bir luna park kımıldıyordu. Ah kurbağalara bakmam gecikecek
Luna park kımıldıyordu, hem öyle değil
Bu uyum korkunçtur Yakup
Bir yokluğun kımıldamaya doğru içinde
Ve sen ki böyle tanımlanırsan Yakup
Yakuup!
Bir şey ki seni çağırıyor, o şimdi ne olmalı
Gene bir Yakup olmalı bu, Yakup
Kurbağalara bakman gecikecek, bunu ben nasılsa söylüyorum
Nasılsa ben bunu bir kere söylüyorum
Güneşe kırmızı top taşıyan bir adamın tahta bacağını çok yakıyordu ki
Adam içinden bağırdıkça dünya
Ters yönden yaratılıyordu, diyebilirim
Bir öğle üzeriydi adamın içindeki kalp
Kan kalp
Kırmızı top
Yakıcı dönüşümler çıkaran
Belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın
Öyle değil mi Yakup
Hemen hemen öyleydi, Yakup bunu söyledi
İyi ki söyledi. Ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim
Şimdi bir kurtarabilsem ayaklarımı
O benim ayaklarımı.. taşlardan
Bir kurtarabilsem
Saat on ikiyi gösteriyordu ki, ben nerdeydim
Bir zamansızlığın Yakuba doğru içinde
Saat on yediyi ve yirmi biri
Gösteriyordu ki, ben nerdeydim
Her saniyedeki ve işte her saniyedeki
Ben, yani Yakubun o dağılgan şekli
Nerdeydim.

Bilmem ki. Bir avukat benim ellerimi tuttu. Gözlüklü bir kadındı bu, iyi mi
Kim bilir bir çağın neresinden burada. Anlaşılması
Yoktu ki. Kendine özgü bir duruşu
Yoktu ki. Pek güçlü kolları vardı yalnız
Ne diyordum, ben işte Yakup
Çekiverdi beni taş hamurun içinden
Pek öyle gürültüyle değil
Bir başka yapışkanlığın içine
Çekiverdi beni
Göğüsleri pek hoştu, ipekli bir giysinin altındaydı onlar
Sonra elleri ve kalçaları pek hoştu
Kılların ve bütün oynak yerlerin ölümlere doğru içinde
Bacaklarıyla bir şeyler bir şeyler bir şeyler yapıyordu artık
Onu ben çok iyi görüyordum. Ama çarşaflar, öyle bir takım kıpırdanmalar araya giriyordu
Engelliyordu bizi
Ter içindeydik. Ellerimden çekiyordu. Ter içindeydik
Beni kurtarmak istiyordu, bir isim gibi Ben'i
Ter içindeydik
Terlerimiz üstümüzde duruyordu, yıkanmış yeni kaplar gibiydik
Üstümüzde olgun ve kararsız su tanecikleri bulunan
Biz Yakup
Biz gözlükten, taş hamurdan ve beyaz çarşaflardan
Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış
Kurbağalara geldik.


Edip Cansever
Yerçekimli Karanfil

Çağrılmayan Yakup I

Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
Bunu kendine üç kere söyledi
Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim
Ceplerimdeki eskimiş kâğıt parçalarını atayım
Sonra bir güzel yıkanayım da.
Ben size demedim mi.

Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum
Sanki böyle niye ben oradan geliyorum
Telaşlı, aç gözlü kurbağalara
Bakmaktan
Bilmiyorum
Bilmiyorum, bilmiyorum
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.

Bazen karıştırıyorum ya, çok uzun bir gündü
Sonra bu çok uzun günün sıcak bir günü
Kediler kırmızı alevler halinde koşuyordu
Onlar işte hep boyuna koşuyordu
Birileri çıkıyordu ordan buradan

Hiç çıkmamak halinde ve ölgün
Birileri çıkıyordu
Geceden kalma bir lamba yanıyordu, açık
Bir pencerenin sokağa doğru içinde
Bu uyum korkunçtur Yakup!
Yakubun olması korkunçluğudur bu
Dünyanın insana doğru içinde
Yakup, Yakup!
Burdayım, yani ben.. evet, geliyorum
Lambayı söndürmesinler, geliyorum
Siz bütün lambaları yakın, evet
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.

Ve kendine bilinmeyenler yaratan Yakubum ben, iyi ya
Durduğum bir gündü, diyorum, bütün ilgiler sizin olsun
Her türlü bir şeyler sizin olsun, ben artık
Hep böyle istiyorum, ayıp değil ya
Durduğum bir gündü, diyorum, yüzümü göğe doğurduğum
Bir gündü ve yaşar gibi kaldığım bir yaşama içinde
Ve yollarda ölü baykuşlar bulduğum
Bir ölünün günü boyayan renginde
Çürük evler bulduğum, içleri sonsuz kayalar
Kayalardan dondurmalar sorduğum
Ben, yani Yakup, Yakubun hiç çağrılmamış şekli
Kim bilir ne diyordum
(Kim bilir ne diyordu bir baykuş yaratıldığına
Bir baykuş tarafından
Ve bütün baykuşlar o bütün baykuşların arasında ne oluyordu
Ben ne oluyordum.)

Bütün iskemleler ağır ve hastalıklı
Bir gidip bir geliyordum kendime aptallaşarak
Bunu Yakup söyledi
Dedi ki, çünkü herkes Yakubu yaşıyordu, bense
Çöllerden ve kızgın güneşlerden icatlar yapıyordum
Kızgın kâğıtların üstüne
Ve alevler halinde dünya bana dokunuyordu
Ve ayakta soğuk bir bira içmiş kadar bir anlamım oluyordu bazen
Oluyordu ve bir de
Bir otobüse bindiğim, biletçinin bilet bile kesmek istemediği ben
Kendimi koruyordum
Bunu bana Yakup söyledi
Öyle bir Yakup ki bu, onca din kitaplarının sözünü bile etmediği
Kimsenin sözünü bile etmediği bir Yakup
Ben
Bunu hep biliyorum
Bunu hep biliyorum ve işte
Özgürüm, cezasız duruyorum.


Edip Cansever
Yerçekimli Karanfil