Şiir, Sadece: Cadı Ağacı
Cadı Ağacı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cadı Ağacı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2016 Pazartesi

Cadı Ağacı V

üç kişi iniyor, üç kişi biniyor, biz kendi yarattığımız bir yola sapıyoruz

dağlarda dağ çiçekleri

öylece kalıyor

ve tuhaf bir şekilde bir uçuruma akıyoruz

ne düşmek, ne sarkmak, ne gitmek bir parça ileriye

öylece kalıyoruz

öylece kalıyoruz

öylece kalıyoruz.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Cadı Ağacı IV

çok eski bir avukat yazıhanesine şöyle bir uğruyoruz
ben kendi yarattığım yoldan kendimi getirerek
eski bir Avusturya kasasının üstüne yumruğumu vuruyorum
ne zaman vuruyorum, dünyanın bütün borsaları titriyor
ben biraz iğreniyorum
ve biraz iğrendikçe ben bir saat kulesinin önünden geçiyorum zamansızlık
yürürlükte oluyor
gene de bir erguvan ağacı aklımda kalmış olabilir bu ara
kaldı ki, sözlüğe bile bakıyorum, onu kelimeleştiriyorum
cercis silignastrum
avukat bana bakıyor gözlüklerinin üstünden
sanki ne olsun gibi bana bakıyor
bir gümüş paranın transfer tutarı gibi
iki göz oluyor bakınca, kim bilir hangi bankada bozdurulmuş
avukatın gözleri
hey tanrım
hey tanrım, böyle bu dosyaları kim gönderiyor
kim
benim yargılamak için düşlerimi
ellerimi benim, çok seyrek olarak çıkarttığım düşlerimden
kim gönderiyor
ve her şey nasıl da durmuş olmalı ki, avukat kımıldanıyor biraz
elindeki kâğıt keseceğini dünyaya batırarak
ve elindeki bir
anahtar zincirini
biz işte onunla birlikte savunacağız beni
düşlerimi ve düşlerimden arta kalan ellerimi
biz ikimiz
böylece parmaklarımı masanın üstüne koyuyoruz biraz
şimdiden koyuyoruz ki onları, biz buna alışalım
öyle bir suç unsuru gibi, gerçekte
benim olmayan eşyalar gibi
biz buna alışalım.

gerçekten alışıyoruz da. ama kimseler kendini savunamıyor ki
bunu bildikçe de ben eski eşyalar satılan bir dükkânda oluyorum
dükkânın kapanmaya yakın saatlerinde
üstleri iğneli birtakım Japon heykelcikleri görüyorum ki
gözleri yeşimden yapılmış
vücutları eski hayvan kemiklerinden
onlara bakıyorum
onları anlıyorum ki, üstleri iğneli insancıklar halinde
ve nasıl yapılmışlarsa öyle
anlıyorum
biz buna savunmak diyoruz, bu iğnelere
oysa bir yaratılış biçimi olmalı ya da
bir kendine yetme biçimi...

(baylar! siz ki hiç yargılanmadan.. ayıp değil mi
beni bir gün alıp götürdüler
benim iyi yüzüme uydurulmuş yüzleriyle
yollar ki iri bir yağmurun altında
gözle görülebilir bir yağmurun altında öyleydi
nasıldı derseniz, ben buna bir şey diyemem
diyemem, çünkü insan düşünür de bir şey diyemez
dese de, kılı kırk yararcasına düşünmesini
bilmeyebilir, öyle değil mi
bunu ben böyle düşündüm
ben böyle düşündüm ki, karşımda
durmadan kırmızı yakaları olan birileri
durmadan bana sordular
sanki bir bir saydılar aklımdan neler geçirdiğimi
doğrusu pek anlamadım, anlamadım da
dedim ki onlara ben de, boşuna yargılıyorsunuz beni
öyle ya, çünkü siz olmasanız da, ya da sussanız
ben var ya, kendimi yargılarım, öyle değil mi?)


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Cadı Ağacı III

bir mezarlığın önüne geldik, bu taş ustası kim
taşları bu kadar iyi bilen bu taş ustası kim
onları yonta yonta böyle bu taş ustası
ben telaşsız duruyorum yarattığım yolda ki
mezarlık u ve h sesleri karışımınca uzuyor
bunu duymazlıktan gelemem
bir ses gibi, yeni kolalanmış bir örtü gibi
bunu duymazlıktan gelemem.

taşçıyla bir adam ağır ağır konuşmaktaydılar
adamın yüzü hiç kımıldamadan konuşmaktaydılar
taşçı adamın yüzüne yazılar kazıyor gibi konuşmaktaydılar
ve onlar o kadar çok “idi”ler ki, ben onlara
bir masal gibi bakmaklıktan gelemem
pamuk beyazı bulutların insana benzer yan yana gelişleri gibi
durmaktaydılar sonra
her an dağıldı dağılacak gibi
zaten taşçının sert parmakları adamın dizine dokundukça
adamın dizi sisler gibi dağılıyordu
yeni biçimler oluyordu böylece, bunu görmezlikten gelemem
gelemem de
mezarlar bol ışık altında o kadar beyaz idiler ki
bir damla kan yeterdi onları canlandırmaya
nasıl ki ben kırmızı karanfilleriyle hatırlarım hep
bir evin camlara doğru çok boşalan içini
— gene bir gün bir deniz hayvanını karnından ikiye bölmüştüm
bembeyaz bir kan yollamıştı parmaklarıma —
taşçıyla o adam ağır ağır yürümekteydiler
belki de oturuyor olmalıydılar, ama yürümekteydiler
birbirlerini dağıtmıştılar ki, ben kendi yarattığım
şehirlerde oluyordum
neden derseniz, ben işte oralarda oluyordum
ışıklar, vitaminler, antibiyotikler
ve insanlar benim dünyamdaki çizgileriyle
duruyordular ki
ve sokakların ıslanmış taşlarında o kadar duruyordular ki
hiç dağılmadan
ve dağılmaktan korkar gibi lokantalarda
ve pastahanelerde, gece kulüplerinde
omuz omuza içilen meyhanelerde o kadar çok duruyordular ki
bunu anlamazlıktan gelemem
ölüme bir ölüyle karşılık veriyorlardı arada
birini gönderiyorlardı içlerinden, ona tahtadan bir tabut yaptırarak
ve tabutun üstüne neler koymuyorlardı ki
haçlardan tutun, ayyıldızlardan, içki şişelerine kadar
bu törenlerden ne umarlardı, bilmem ama
bir gün birinin ölüsünü çok gezdirdiler
ordan oraya boyuna
yaşamla ölünün dünyasızlığı arası hiç mi hiç kısalmadı
kısalmadı da, ölü gecikti, çok gecikti mesela
yıllarca gezdirildi, ben bunu böyle anladım
ölü durdu, bir başka hayat buldu yepyeni dünyasında
bunu görmezlikten gelemem
kavgalar ediyorlardı. bir ölüm sınırında sesleri oluyordu
tabutu unutuyorlardı arada
ve konuşmaları oluyordu ölüyle. benim yarattığım dünyaya sorarsanız
her yerleriyle o kadar sarı idiler ki
sapsarı bir kâğıttı ölüm de. ve taş ustası
ölümün imza kalemi gibi
bir yığın taşlar yontuyordu bu uzun yolculukta
ben o taşları beğendim mi, doğrusu pek bilmiyorum
bilmiyorum da
kilise önlerinde, iskelelerde, balık pazarlarında
gezdirip durdulardı ölüyü
din adamlarını kovdulardı. sanırım içki filan içtilerdi çukurunun
başında
çok sıcak yaz günleri insanı delirten caz parçaları
vardır ya
öyle bir dalgalanışla göğüslerini açtılardı
yüzlerini tuttulardı dünyaya
başkalarının içi yanıyordu. gözlerine bakamazdınız
ölümün dışa vurmuş biçimleri gibiydi onlar
ve alkol nereye götürüyor olmalıydı ki onları
ölüyse nereden geliyor
olmalıydı ki... artık bu sokağın adı ne
yeni açmış bir çiçeğin, pembe
adı ne
bir güneş parçasının, bir salkım söğütün
dönüp duran yaprakların üstünde
adı ne, o noel süsleri gibi göz alan.

(baylar! inecekler insin, öyle değil mi
herkes çiçeklerini isterse bıraksın
bir iki şey var zaten yapacak, yolumuz uzun
hem size söyleyeyim, benim aklımda kadınlar dizili
bir sürü evler duruyor
yataklar .perdeler, kolonya şişeleri
ve çiçekler, prezervatifler
rengârenk perşembeler dizili
bir sürü evler duruyor
ben istersem oralardayım, haberiniz olsun.)

ölü bir balığın bir suyu ölü bıraktığı yerde
işte o gibi bir yerde ben
doğanın ve bütün canlılıkların ölü yerlerine bakıyorum
kendimden ne kadar öldürdüğüm sorulursa
buna bir şey diyemem
diyemem de, ben gözlerimi açsam dünya bir başka türlü genişliyor
bir şeyler azalıyor bir kâğıdı ikiye bölsem
öyleyse ben nasıl bir şeyim ki, bilmem ki
bildiğim, dünyanın adamakıllı yansımış bir parçası olmalıyım
yani gerekli bir olmanın yüküyüm sanki.

taş ustasıyla o adam bir yerde gene oldular
benim kendime yarattığım dünyayı bulursanız
sisler gibi dolaşıyorlar orda onlar
durmadan değişerek
bense mezarlığa bir damla kan bırakıyorum
ya da kokina dedikleri kıpkırmızı bir çiçek.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

5 Mart 2016 Cumartesi

Cadı Ağacı II

üç kişi iniyor, üç kişi biniyor, ben artık bir pencere kenarına
oturuyorum
bir açık pencerenin kenarına ben
sessizce oturuyorum. bir kır fidanı büyük oluyor, onu öylece görmem
gerek
saydam bir kervan geçiyor üstünden, ki bunlar unuttuğum şeyler
olmalı benim
kervanın ben tutarındaki parçaları
hiçbiri ilgimi çekmiyor
sıcaktan ölmüş bazı kuşları aydınlık kurutuyor ve kayaları
aydınlık kurutuyor. sonunda bir ses olacak bunlar rüzgârda
ayrıntıları ben uğultusunda bir ses
ben bunu biliyorum
kayaların hep başka kayalarla ilintileri var. oysa kuşların
diyorum bir kuşlar düşüncesiyle ilintisi var da, onlar
sanki hiç uçmuyorlar, durmadan kopuyorlar
bir gizlilik biçiminden, dünyanın böyle ne olduğu biçiminden
kopuyorlar bir bir
kopsunlar, ben bunu anlıyorum
bunu tam anlıyorken cadı ağacı orda duruyor
boş bir kasabada çok yaşlı bir hancının
tuzlanmış dere balıklarını kutulara dizerkenki
elleri gibi, öyle bir yanılmazlıkla
duruyor da
her şey ki bir süre kendisi gibi duruyor, ben buna seviniyorum
çünkü yeryüzünün müthiş şekillerinden biriyim ben
üstümde gök olarak içimde bir de hayatın bulunduğu
yani gerekli bir olmanın yüküyüm sanki anladığıma göre
tam işte böyle bir ağırlıkla pencerenin önündeyim gibi
cadı ağacına bakıyorum sessizce
uzantıları ben kurulukta bir şey bu cadı ağacı
çünkü bazı şeyler çok büyümeye ve
hayatın içindeki gerçek köklerini bulmaya yönelirler de
örneğin bazı kış günleri vardır ki, dünyadan almadıkları bir aydınlıkla
bir ayazma içi gibi oldukları ya da
bir han odası
gibi oldukları zaman, alkolün
kurtarışlı ve boyutsuz çağrışımını taşırlar
ben burda büyümekten ve baş dönmesinden kendimi alamam
insanın en genç yerindeki ben
sonra pek kimse bilmez sanırım, günlük yaşamanın tanımadığımız
yerleri vardır
ben işte tıraş makinamın fişini taktıktan sonra
onu bir tahta masanın üstüne koyarım
koyarım da, masanın üstündeki o sabah cızırtısı var ya
sabahın ve günlük yaşamanın altındaki şeyleri eşeler
bir süre bakarım
çünkü sabahların bir mi, iki mi, sonsuz mu
beni bulması vardır ki, benimle olan her şeyi
bulması
işte bu yüzden denebilir ki, sabahlar yeni açılmış sinek kâğıtları
gibidir
insanı ve onun bütün devinimlerini
kendilerine yapıştırırlar
ve sabahlar yapışkandırlar, her neyse...
çünkü işte yolcular tartışıyorlar şimdi de. ben o açık pencerenin
kenarına oturuyorum
o açık pencerenin kenarında ben
öylece oturuyorum
yaşamaya yeni çıkmış sözlerindeyim onların
bir iğde fidanı gibi
yumuşak, tüylü ve anlamsız geleceğinde
sözlerinin
ilk atılım şapkalı bir adamın ellerinden geliyor
—cezanne’ın iskambil oynayan adamları vardır
gerçekte onlar bir tabutun gecesinde
görünmez bir ölüyü oynuyorlardır belkide
ve ölü
her neyse... —
sen ki her şeyi yeni anlamaya çıkmış gibi bakamazsın yüzüme
diyor ki aynı yolcu, ben bu sesten hiçbir şey anlayamam
öteki yanıtlıyor elbette
kalktığım zaman hiçbir şeyi yerli yerinde bulamadım
bunca yıl oturduğumuz evi hiç tanıyamadım da, karım dedi ki
bahçemizdeki bütün mürdümleri kargalar yemişler
anlatılmazlıkta olan bir şeyi
kargalar
artık biz şimdi ne yapalım
dedi ki yolcunun biri de: o bahçe öyle neyin içinde büyük
çiçekler neyin içinde büyük öyle
ve mürdümler
görüyorsunuz ki, her şey bir şeyin içinde, ne yapalım
mürdümleriniz yenince...
yolcu bir ötekileşme içinde bunları dedi
ve kendini öyle gördü, ben buna hiç şaşmadım
üstelik işe geç kalmaz mıyım bir de
diye ekledi mürdümleri kargalar tarafından yenen yolcu
dur bakalım bizim müdür ne diyecek
ben yalnızca şuna takıldım: mürdümle müdürün o gizli işbirliğine
dur bakalım
bir başka servise yollayacaktır beni belki de.

(baylar! umutsuz, düzensiz ve biletsiz böyle nereye?)

siz artık bunu unutmuş olmalısınız, dedi bir başka yolcu
az sonra masanızın başına bir güzel oturun
peynirli bir sandviç getirtin ve şekerli bir kahve
kalemlerinizi ince ince yontun mesela, ben size söyleyeyim
üç ton pamuğun navlunu gibi bir şeyler
dünya gibi bir yerde nasıl bir şey oluyor
bunu bir iyi düşünün de, müdür gelince
müdür gibi bir şeyler nasıl oluyor, öylece bakarsınız
iyice baktınız mı, siz artık bu bakma biçiminde
yeni bir şey oldunuz, bunu kendimden biliyorum.

(baylar! müdürsüz, zamansız ve bahçesiz böyle nereye?

ben hiç de insan gibi kalkmıyorum sabahları, haberiniz olsun
ve şu benzin kokusu yok mu, fena halde dokunuyor bana
hem inecekler insin, öyle değil mi
benim aklımda posta kartları dizili bir dükkân
ve pullar dizili
ve gazozlar, çikolatalar
bir dükkân duruyor, öyle değil mi
ben belki de bir gün sevineceğim, haberiniz olsun.)

üç kişi resmini çekiyor cadı ağacının
üç biyoloji uzmanı, biri de çakısıyla
bir parça koparıyor cadı ağacından
ben ne biçim bir şeyim ki, sancısız bir acı duyuyorum
tam o sıra
ve acı yayılıyor ben olan kollarıma
ayaklarıma da
benim sanki birtakım nesnelerle çok yakın ilintilerim var
ve çözülmedik şeylerin de insanıyım ben
insanın en gerçek yerindeki
ve anlatılmazlıktaki bir yerden anlatılmaya
akan bir şeyim.

(neden bu kadar çok duruyoruz burada, bir türlü anlamıyorum
inecekler insin, öyle değil mi
ve binenler yerlerine otursun, işte o kadar
hem nedir, bir camın üstündeki cam kırıkları gibi
o saydam varlığınızla
hepiniz durmadan yer değiştiriyorsunuz
şu da var ki, ben bunu anlamıyorum, o kadar.)

üç kişi konuşuyor kendi aralarında, üç biyoloji uzmanı
ben kendi yarattığım yolda duruyorum
öyle hep duruyorum
cadı ağaçları ne ölü değildirler, ne de hiç yaşamazlar
biz bunu anladıksa artık gidelim
ne kadar gitsek o kadar çok iyidir
son sözü köşedeki bir öğrenci söyledi
gören var mı, dedi, cadı ağacını
cadı ağacını yani
yok, değil mi
kuru gözler kuru şeyleri hiç göremezler
ve düş içinde yaşayanlar düş içindekileri.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil

Cadı Ağacı I

Doğanın unuttuğum ya da hiç rastlamadığım parçaları
Bir bir oluyor
Ben kendi yarattığım bir yoldan geçiyorum
Yolun üstünde kurumuş bir cadı ağacı
Kurumuş, kansız, bembeyaz bir cadı ağacı
Kenarından bir düş sallantısının ağıyor
Dinliyorum bu ölümsel sesi de -ne ister benden bu doğa-
Dinler gibi bakıcıların tıpkı
Hışırtısını meşe yapraklarının
Yüce tanrı Zeus’un tapınağında
Bilmek için ne düşündüğünü bu delişmen tanrının
Dinliyorum ben de yıkıntısını ağacın
Oysa biliyorum, ne olacak bir şey var
Ne görünmezlerde bir tanrı
Ki yarattığım bir yolda duruyorum. öyle
Hepimiz duruyoruz: ilk durak cadı ağacı.


Edip Cansever
Çağrılmayan Yakup
Yerçekimli Karanfil