Şiir, Sadece

14 Aralık 2011 Çarşamba

Dörtlükler XVII

Bir put demiş ki kendine tapana: 
Bilir misin niçin taparsın bana? 
Sen kendi güzelliğine vurgunsun: 
Ben ayna tutar gibiyim sana. 


Biz aşka tapanlarız, müslüman değil; 
Cılız karıncalarız, Süleyman değil; 
Biz eskiler giyen benzi soluklarız: 
Pazarda sırma satan bezirgan değil. 

 
Nerdesin? Sana baş kaldırmışım işte; 
Karanlık içindeyim, ışığın nerde? 
Cenneti ibadetle kazanacaksam 
Senin ne cömertliğin kalır bu işde? 

 
Gerçek erenlere güzel çirkin, hepsi bir; 
Sevenler için cennet, cehennem, hepsi bir; 
Kendini veren ha ipekli giymiş, ha çul; 
Yastığı ha pamuk olmuş ha diken, hepsi bir. 

 
Yıllar günler gibi geçti gider; 
Nerde o eski dertler, sevinçler? 
Belaya aldırmaz aklı olan: 
Bu da her şey gibi geçer, der. 

 
Dünyayı allar pullar boyarlar gözünü; 
Aklı olan hor görür süsünü püsünü. 
Kimler geldi gitti, kimler gelip gidecek: 
Al gitmeden alacağını, doyur gönlünü. 

 
Şarap mimarıdır yıkık gönüllerin 
Süzülmüş, tertemiz canı üzümlerin. 
Neden şer demişler bu hayırlı suya? 
Siz bana bu şerden üç dört kase verin. 

 
Aşk bir beladır, ama Tanrıdan gelme; 
Halk neden karşı kor Tanrı emrine? 
Bize herşeyi yaptıran kendi madem, 
Kulu sorguya çekmenin alemi ne? 

 
Dert de neymiş? O mu bizi ağlatacak? 
O mu sevinç bayrağımızı yırtacak? 
Gelin, atalım şunu gönül yurdundan: 
Yoksa içimizde fitne çıkartacak. 

 
Sensiz camide, namazda işim ne? 
Seninle buluşma yerim meyhane. 
Benim sevmem de böyle, yüce Tanrı: 
İstersen kaldır at cehennemine. 


Ömer HAYYAM

13 Aralık 2011 Salı

Gerontion

Thou hast nor youth nor age
But as it were an after dinner sleep
Dreaming of both.

Here I am, an old man in a dry month,
Being read to by a boy, waiting for rain.
I was neither at the hot gates
Nor fought in the warm rain
Nor knee deep in the salt marsh, heaving a cutlass,
Bitten by flies, fought.
My house is a decayed house,
And the jew squats on the window sill, the owner,
Spawned in some estaminet of Antwerp,
Blistered in Brussels, patched and peeled in London.
The goat coughs at night in the field overhead;
Rocks, moss, stonecrop, iron, merds.
The woman keeps the kitchen, makes tea,
Sneezes at evening, poking the peevish gutter.

                  I an old man,
A dull head among windy spaces.

Signs are taken for wonders. "We would see a sign":
The word within a word, unable to speak a word,
Swaddled with darkness. In the juvescence of the year
Came Christ the tiger

In depraved May, dogwood and chestnut, flowering Judas,
To be eaten, to be divided, to be drunk
Among whispers; by Mr. Silvero
With caressing hands, at Limoges
Who walked all night in the next room;
By Hakagawa, bowing among the Titians;
By Madame de Tornquist, in the dark room
Shifting the candles; Fraulein von Kulp
Who turned in the hall, one hand on the door. Vacant shuttles
Weave the wind. I have no ghosts,
An old man in a draughty house
Under a windy knob.

After such knowledge, what forgiveness? Think now
History has many cunning passages, contrived corridors
And issues, deceives with whispering ambitions,
Guides us by vanities. Think now
She gives when our attention is distracted
And what she gives, gives with such supple confusions
That the giving famishes the craving. Gives too late
What's not believed in, or if still believed,
In memory only, reconsidered passion. Gives too soon
Into weak hands, what's thought can be dispensed with
Till the refusal propagates a fear. Think
Neither fear nor courage saves us. Unnatural vices
Are fathered by our heroism. Virtues
Are forced upon us by our impudent crimes.
These tears are shaken from the wrath-bearing tree.

The tiger springs in the new year. Us he devours. Think at last
We have not reached conclusion, when I
Stiffen in a rented house. Think at last
I have not made this show purposelessly
And it is not by any concitation
Of the backward devils.
I would meet you upon this honestly.
I that was near your heart was removed therefrom
To lose beauty in terror, terror in inquisition.
I have lost my passion: why should I need to keep it
Since what is kept must be adulterated?
I have lost my sight, smell, hearing, taste and touch:
How should I use it for your closer contact?

These with a thousand small deliberations
Protract the profit of their chilled delirium,
Excite the membrane, when the sense has cooled,
With pungent sauces, multiply variety
In a wilderness of mirrors. What will the spider do,
Suspend its operations, will the weevil
Delay? De Bailhache, Fresca, Mrs. Cammel, whirled
Beyond the circuit of the shuddering Bear
In fractured atoms. Gull against the wind, in the windy straits
Of Belle Isle, or running on the Horn,
White feathers in the snow, the Gulf claims,
And an old man driven by the Trades
To a sleepy corner.

                   Tenants of the house,
Thoughts of a dry brain in a dry season.
 
 
Thomas Stearns Eliot

Dörtlükler XVI

Kim görmüş o cenneti, cehennemi? 
Kim gitmiş de getirmiş haberini? 
Kimselerin bilmediği bir dünya 
Özlenmeye, korkulmaya değer mi? 

 
Ne mutlu adı sanı bilinmeyene; 
İpeklere, kürklere bürünmeyene; 
Anka gibi iki dünyadan da geçip 
Bu viranede baykuşa dönmeyene. 

 
Yok olmamış varlık var mı bir tek? 
Herşey bir gün, dağılıp gidecek. 
Öyleyse vara yoğa ne bakarsın? 
En iyisi yoku var, varı yok bilmek. 

 
Sevgili, bir başka güzelsin bugün; 
Ay gibisin, pırıl pırıl gülüşün. 
Güzeller bayram günleri süslenir: 
Seninse bayramları süsler yüzün. 

 
Öldük, dünyayı şaşkın bırakıp gittik; 
Yüzlerce incimiz vardı delinmedik. 
Sersemliği yüzünden bilgisizlerin 
Renk renk düşünceler kaldı söylenmedik. 

 
Kendimden geçtikçe gelirim kendime, 
Alçalırım çıktıkça yüksek yerlere. 
En garibi, içmeden sarhoşum da ben, 
Ayılırım her kadehi devirdikçe. 

 
Ben içerim, ama sarhoşluk etmem: 
Kadehten başka şeye el uzatmam. 
Şaraba taparmışım, evet, taparım: 
Ama senin gibi kendime tapmam. 

 
Şeyh fahişeye demiş ki: - Utanmaz kadın; 
Her gün sarhoşsun, onun bunun kucağındasın. 
Doğru, demiş fahişe, ben öyleyim; ya sen? 
Sen bakalım şu göründüğün adam mısın? 

 
Dün gece usul boylu sevgilim ve ben, 
Bir kıyıda gül rengi şarap içerken; 
Sedefli bir kabuk açıldı karşımızda; 
Sabah müjdecisi çıkıverdi içinden. 

 
Dinle dinsizliğin arası bir tek soluk; 
Düşle gerçeğin arası bir tek soluk. 
Aldığın her soluğun değerini bil 
Bütün yaşamak macerası bir tek soluk.


Ömer HAYYAM

Dörtlükler XV

İnsan çeker çeker de sonra hür olur; 
İnci sedef zindanlarda yuğrulur. 
Paran pulun yoksa bugün, sağlık olsun: 
Bugün boş duran kadeh yarın doludur. 

 
Gençlik bir kitaptı, okuduk bitti; 
Canım bahar geçti çoktan, kış şimdi. 
Hani sevincin, o cıvıl cıvıl kuş? 
Nasıl, ne zaman geldi, nasıl gitti? 

 
Her gün biri çıkar, başlar ben, ben demeğe, 
Altınları gümüşleriyle övünmeğe. 
Tam işleri dilediği düzene girer: 
Ecel çıkıverir pusudan: Benim ben, diye. 

 
Can verinceyedek bu çorak yerde 
Dertten başka ne geçer ki eline? 
Ne mutlu çabuk gidene dünyadan; 
Hele bu dünyaya hiç gelmeyene! 

 
Yerleri yapmış, gökleri kurmuşsun ama, 
Sensin bunca gönülleri yakıp yıkan da. 
Ne kızıl dudakları, ne altın saçları 
Almışın süprüntüler gibi kara toprağa. 

 
Dostum, olan olmuş, vahlanma boşuna; 
Dünyayı kara zindan etme başına. 
Yaşamana bak, elinden tek gelen bu: 
Olacakları danışan var mı sana? 

 
Sevgilim, ömrü derdim gibi bitmeyesi, 
Bu sabah bütün cömertliği üstündeydi. 
Bir göz atıverdi bana geçip giderken: 
İyilik et  denize at mı demek istedi? 

 
Gül de şarab da bilene güzel gelir; 
Sarhoş olmayan için sarhoşluk nedir? 
Cebi boş gönlü dolu olmayan kişi 
Her şeyden geçmenin tadını ne bilir? 

 
Yapma diyorsun; yapmamak elimde mi? 
Sen al demişin; nasıl çekerim elimi? 
Hem yap hem yapma demek seninki bana 
İnsaf: Kadeh devrilir de dolu kalır mı? 

 
Bu dünya iki kapılı bir han, 
Girdi mi dertlere düşer insan. 
Tanınmadan yaşamak en iyisi: 
Elinde olsa da hiç doğmasan. 


Ömer HAYYAM

12 Aralık 2011 Pazartesi

Dörtlükler XIV

Toprakla karışıp bulanmamış bir can  
Sana konuk geldi bir temiz dünyadan. 
Otur, bir kadeh şarap iç kendisiyle, 
Sana iyi geceler deyip kaçmadan. 

 
Ne yazık, pişmiş ekmek çiğlerin elinde; 
Ne yazık, çeşmeler cimrilerin elinde. 
O canım Türk güzeli kömür gözleriyle, 
Çaylakların, uğruların, eğrilerin elinde. 

 
Dünyaya geldiler, coşup taştılar; 
Güldüler, eğlendiler, anlaştılar; 
Bir kadehte sızıverdiler bir gün 
Ölüm uykusunda kucaklaştılar. 

 
Bilir misin, yüceler yücesi Tanrı, 
Şarap ne zaman çoşturur içenleri? 
Pazar, pazartesi, salı, çarşamba, perşembe, 
bir de cuma, cumartesi günleri. 

 
Yaşamak elindeyken bugüne bugün, 
Ne diye bırakır, yarını düşünürsün? 
Geçmiş, gelecek, kuru sevda bütün bunlar; 
Kadrini bilmeğe bak avucundaki ömrün. 

 
Toprak olup gitmişlere sorarsan 
Ha gavur olmuşsun ha müslüman. 
Kimler bu dünyada eğlenmemişse 
Ötekinde yalnız onlar pişman.

 
Ey garip kuş! Bu yıldızlar darı sana; 
Elest günü canı sen verdin insana. 
Dünyayı gören büyülü bir kadeh varmış: 
O kadeh sende, başka yerde arama. 

 
Bu zamanda az dostun olsun, daha iyi. 
Herkesle uzaktan hoş beş edip geçmeli. 
Can gözünü açınca görüyor ki insan 
En büyük düşmanıymış en çok güvendiği. 

 
Feleği döndürebilir misin muradınca? 
Ne çıkar gök yedi kat değil sekiz katsa? 
Er geç toprağa karışıp gidecek gövdeni 
Ha ovada kurt yemiş, ha mezarda karınca. 

 
Bak, gül yeşiller, sevinçler içinde; 
Arar bulamazsın gelecek perşembe. 
İç şarabını, gül kokla, yeşil topla: 
Toprak oluvermeden gül de yeşil de. 


Ömer HAYYAM

Dörtlükler XIII

Bir testici gördüm, çamur içindeydi: 
Ayağı çarkında, elinde bir testi; 
Testinin başında bir yoksulun ayağı 
Kulpunda bir padişahın kellesi. 

 
Bir testi aldım çarşıdan ucuza; 
Gizli gizli neler  anlattı bana; 
Bir şahdım, dedi; altın kupam vardı; 
Şimdi neyim? Testi oldum şaraba. 

 
Bilmem, ne sayar durursun bir, iki; 
Ha bir olmuş, ha yüz bin fark etmez ki 
Çal sazını, sonun bir avuç toprak, 
Şarap ver, bir esip gitmedir bizimki. 

 
Kambur Felek, sen ne konaklar yıka geldin; 
Kin beslersin bize, zulüm eski adetin. 
Şu kara toprağın göğsünü bir yarsalar, 
Ne inciler yatar içinde bilir misin? 

 
Yoksul, dertli gönlüm arar sevgilisini; 
Aklı gelmez başına, yer kendi kendini. 
Bana sevgi şarabını sundukları gün 
Kana boyamışlar varlık kadehimi. 

 
Ha Belh' te ölmüşsün, ha Bağdat' ta hepsi bir; 
Kadeh doldu mu, acı da olsa içilir. 
Keyfine bak; çok aylar doğmuş batmış sensiz; 
Sensiz daha çok ayların ondördü gelir. 

 
Gönlümün dilediği gül yüzüne bakmak; 
Elimin özlediği kadehi kavramak. 
Her zerrem nasibini almalı dünyadan 
Yarın güle kavuşturmadan beni toprak. 

 
Behram' ın şarap içtiği orman köşkünde 
Bir tilki yavrulamış, bir ceylan keyfinde. 
Ömrünce yaban eşeği avlamış Behram: 
Mezar da Behram' ı avlamış günün birinde. 

 
Ben bıyıkları süpürge etmişim meyhanede: 
Hayırmış, şermiş bırakmışım ikisini de. 
İki dünyayı karpuz gibi önüme koysalar 
Ne birine metelik veririm, ne ötekine. 

 
Padişah ol, yokluk halkasına gir de; 
Yıkan, kirin pasın kalmasın gönülde. 
Meyhaneye ermeğe gelince biri 
Kendini bil de ne yaparsan yap de. 


Ömer HAYYAM

10 Aralık 2011 Cumartesi

Gecenin Ortasında

Gördüğüm düşü anlatmak için uyandırdım onu:
masa yok, hiçbir şey destek olmuyor onlara -
ak bungalovlar, karanlıktan kopmuş.
Işıma yok, koku yok ya da arılık yok,
yalnızca ak dallar, bol ak akış.
Karanlık odada, bir canlanış: alışılmamış devinimin
görünüşü.
Yol bir koku anımsatıyor sana, ne dediklerini
duyumsuyorum -
"Bir yeniden diriliş hazırlığı örülmekte, çanları çalacak
neşenin kökleri."
Acı veren hoşnutluk.
Uyuyamadığımı gördü ve "Kadınlar
çok karmaşık, erkeklerse çok basit.
Ben basitim. Sen de öyle olmalıydın." dedi bana.
İsterim basit olmayı, haklı şimdi -
basit, basit, yinelemeye başladım içimden - basit, diye.
Birden bu sözcük dikildi karşıma. Çarptı geçti üzerimden.
"Nedir yanlış olan?" diye sordu bu kez.
- Bungalovlar -
Hiç o kadar uzaklara gitmedik ki biz,
Aklım başıma geldi bu soruyla, hıçkıra hıçkıra,
yeterince basit oluncaya dek yumuldum uyumaya.
 


Adélia PRADO 

Çeviri: Tuğrul Asi BALKAR

Dörtlükler XII

Dostum, gel yarına kanmayalım biz; 
Günümüzü gün edelim ikimiz. 
Yarın çekip gettik mi şu konaktan 
Yedi bin yıl önce gidenlerleyiz. 

 
Ömrümüzden bir gün daha geldi geçti; 
Derede akan su, ovada esen yel gibi. 
İki gün var ki dünyada, bence ha var ha yok: 
Daha gelmemiş gün bir, geçmiş gün iki. 

 
Tanrı, her an sevdiğinin kapısında ol; 
Bu dünyadan o dünyadan bana ne! 
Gönlüm ter gibi çıkıp bedenimden 
Karıştı varlığın denizlerine. 

 
Gönül, her an sevdiğinin kapısında ol; 
Her istediğini onda ara, onda bul. 
Aşk tavlasında hileye kaçma kalleşçe: 
Koy canını ortaya, soyulursan soyul. 

 
Sarhoş oldum mu aklım azalır; 
Ayıldım mı sevincim dağılır. 
Ne sarhoş, ne ayık bir hal var ya? 
En güzeli öyle yaşamaktır. 

 
Sevgili, sırlarına eren gönül nerde? 
Sözlerinin tekini duyan kulak nerde? 
Gece gündüz serilirsin de karşımıza: 
Yüzünü bir kez gören mutlu göz nerde? 

 
Dert içinde  sevinci bul da yaşa; 
Haksız düzende haklı ol da yaşa; 
Sonu nasıl olsa yokluk dünyanın, 
Varından yoğundan kurtul da yaşa. 

 
Açılmaz kapıları açmanız mı gerek? 
Dünyada insanca yaşamanız mı gerek? 
Bırak öyleyse iki dünyayı birden: 
Ey ölü canlılar, canlar uyanık gerek! 

 
Dün özledim de seni coştum birden bire; 
Çıktım senin yerin dedikleri göklere. 
Bir ses yükseldi ta yukarıda, yıldızlardan: 
Gafil, dedi; bizde sandığın Tanrı sende! 


Ömer HAYYAM

Dörtlükler XI

Felek, delik deşik ediyorsun yüreğimi; 
Yırtıyorsun ikide bir sevinç gömleğimi, 
Esen yelleri ateş ediyorsun bana; 
Çamura çeviriyorsun içeceğimi. 

 
Haram, acı, kötü derler canım şaraba: 
Oysa ne hoş şey, hele bir güzel sunarsa; 
İçin bakın; hem doğrusunu isterseniz, 
Haram dedikleri her şey hoş galiba! 

 
Dedim ben artık kızıl şarabı içmem; 
Üzümün kanıymış bu, ben kan dökmek istemem. 
Gün görmüş aklım şaşırdı: Sahi mi? dedi; 
Yok canım, şaka, ben nasıl içmem! 

 
Sen bu dünyanın sırlarına eremezsin; 
Erenlerin dilini de söktüremezsin; 
İyisi mi iç şarabı, cennet et bu dünyayı: 
Öbür cennete ya girer, ya giremezsin. 

 
Bulut geldi; lalede bir renk bir renk! 
Şimdi kızıl şarap içmemiz gerek. 
Şu seyrettiğin serin yeşillikler 
Yarın senin toprağında bitecek. 

 
İki batman şarap, bir buğday ekmeği; 
Bir koyun budu, bir de ay yüzlü sevgili; 
Daha ne istenir bilmem şu dünyada: 
Padişah daha iyisini bulabilir mi? 


Dünyaları değişmem kızıl şaraba; 
Ay da ondan sönük; çoban yıldızı da. 
Şarap satanların aklına şaşarım: 
Ondan iyi ne var alınacak dünyada? 


İnsan son nefese hazır gerekmiş: 
Nasıl ölürse öyle dirilecekmiş. 
Biz her an şarap ve sevgiliyleyiz: 
Böylece dirilirsek işimiz iş. 

 
Biz de çocuktuk, bir şeyler öğrendik; 
Bildiklerimizle övündük, eğlendik. 
Şu oldu, bu oldu da ne oldu sonra? 
Bir bulut gibi geldik, yel gibi geçtik. 

 
Hayyam bilgelik çadırları dokudu; 
Sonra dert potasında yandı kül oldu. 
Bir pula satıldı kader çarşısında, 
Ölüm celladı geldi, boynunu vurdu. 


Ömer HAYYAM

9 Aralık 2011 Cuma

Eidolons

       I met a seer,
  Passing the hues and objects of the world,
  The fields of art and learning, pleasure, sense,
       To glean eidolons.

       Put in thy chants said he,
  No more the puzzling hour nor day, nor segments, parts, put in,
  Put first before the rest as light for all and entrance-song of all,
       That of eidolons.

       Ever the dim beginning,
  Ever the growth, the rounding of the circle,
  Ever the summit and the merge at last, (to surely start again,)
       Eidolons! eidolons!

       Ever the mutable,
  Ever materials, changing, crumbling, re-cohering,
  Ever the ateliers, the factories divine,
       Issuing eidolons.

       Lo, I or you,
  Or woman, man, or state, known or unknown,
  We seeming solid wealth, strength, beauty build,
       But really build eidolons.

       The ostent evanescent,
  The substance of an artist's mood or savan's studies long,
  Or warrior's, martyr's, hero's toils,
       To fashion his eidolon.

       Of every human life,
  (The units gather'd, posted, not a thought, emotion, deed, left out,)
  The whole or large or small summ'd, added up,
       In its eidolon.

       The old, old urge,
  Based on the ancient pinnacles, lo, newer, higher pinnacles,
  From science and the modern still impell'd,
       The old, old urge, eidolons.

       The present now and here,
  America's busy, teeming, intricate whirl,
  Of aggregate and segregate for only thence releasing,
       To-day's eidolons.

       These with the past,
  Of vanish'd lands, of all the reigns of kings across the sea,
  Old conquerors, old campaigns, old sailors' voyages,
       Joining eidolons.

       Densities, growth, facades,
  Strata of mountains, soils, rocks, giant trees,
  Far-born, far-dying, living long, to leave,
       Eidolons everlasting.

       Exalte, rapt, ecstatic,
  The visible but their womb of birth,
  Of orbic tendencies to shape and shape and shape,
       The mighty earth-eidolon.

       All space, all time,
  (The stars, the terrible perturbations of the suns,
  Swelling, collapsing, ending, serving their longer, shorter use,)
       Fill'd with eidolons only.

       The noiseless myriads,
  The infinite oceans where the rivers empty,
  The separate countless free identities, like eyesight,
       The true realities, eidolons.

       Not this the world,
  Nor these the universes, they the universes,
  Purport and end, ever the permanent life of life,
       Eidolons, eidolons.

       Beyond thy lectures learn'd professor,
  Beyond thy telescope or spectroscope observer keen, beyond all mathematics,
  Beyond the doctor's surgery, anatomy, beyond the chemist with his chemistry,
       The entities of entities, eidolons.

       Unfix'd yet fix'd,
  Ever shall be, ever have been and are,
  Sweeping the present to the infinite future,
       Eidolons, eidolons, eidolons.

       The prophet and the bard,
  Shall yet maintain themselves, in higher stages yet,
  Shall mediate to the Modern, to Democracy, interpret yet to them,
       God and eidolons.

       And thee my soul,
  Joys, ceaseless exercises, exaltations,
  Thy yearning amply fed at last, prepared to meet,
       Thy mates, eidolons.

       Thy body permanent,
  The body lurking there within thy body,
  The only purport of the form thou art, the real I myself,
       An image, an eidolon.

       Thy very songs not in thy songs,
  No special strains to sing, none for itself,
  But from the whole resulting, rising at last and floating,
       A round full-orb'd eidolon. 
 
 
Walt Whitman 

Benediction

Lorsque, par un décret des puissances suprêmes,
Le Poète apparaît en ce monde ennuyé,
Sa mère épouvantée et pleine de blasphèmes
Crispe ses poings vers Dieu, qui la prend en pitié:

« Ah! que n'ai-je mis bas tout un noeud de vipères,
Plutôt que de nourrir cette dérision!
Maudite soit la nuit aux plaisirs éphémères
Où mon ventre a conçu mon expiation!

« Puisque tu m'as choisie entre toutes les femmes
Pour être le dégoût de mon triste mari,
Et que je ne puis pas rejeter dans les flammes,
Comme un billet d'amour, ce monstre rabougri,

« Je ferai rejaillir la haine qui m'accable
Sur l'instrument maudit de tes méchancetés,
Et je tordrai si bien cet arbre misérable,
Qu'il ne pourra poussa ses boutons empestés! »

Elle ravale ainsi l'écume de sa haine,
Et, ne comprenant pas les desseins éternels,
Elle-même prépare au fond de la Géhenne
Les bûchers consacrés aux crimes maternels.

Pourtant, sous la tutelle invisible d'un Ange,
L'Enfant déshérité s'enivre de soleil,
Et dans tout ce qu'il boit et dans tout ce qu'il mange
Retrouve l'ambroisie et le nectar vermeil.

Il joue avec le vent, cause avec le nuage
Et s'enivre en chantant du chemin de la croix;
Et l'Esprit qui le suit dans son pèlerinage
Pleure de le voir gai comme un oiseau des bois.

Tous ceux qu'il veut aimer l'observent avec crainte,
Ou bien, s'enhardissant de sa tranquillité,
Cherchent à qui saura lui tirer une plainte,
Et font sur lui l'essai de leur férocité.

Dans le pain et le vin destinés à sa bouche
Ils mêlent de la cendre avec d'impurs crachats;
Avec hypocrisie ils jettent ce qu'il touche,
Et s'accusent d'avoir mis leurs pieds dans ses pas.

Sa femme va criant sur les places publiques:
« Puisqu'il me trouve assez belle pour m'adorer,
Je ferai le métier des idoles antiques,
Et comme elles je veux me faire redorer;

« Et je me soûlerai de nard, d'encens, de myrrhe,
De génuflexions, de viandes et de vins,
Pour savoir si je puis dans un coeur qui m'admire
Usurper en riant les hommages divins!

« Et, quand je m'ennuîrai de ces farces impies,
Je poserai sur lui ma frêle et forte main;
Et mes ongles, pareils aux ongles des harpies,
Sauront jusqu'à son coeur se frayer un chemin.

« Comme un tout jeune oiseau qui tremble et qui palpite,
J'arracherai ce coeur tout rouge de son sein,
Et, pour rassasier ma bête favorite,
Je le lui jetterai par terre avec dédain! »

Vers le Ciel, où son oeil voit un trône splendide,
Le Poète serein lève ses bras pieux,
Et les vastes éclairs de son esprit lucide
Lui dérobent l'aspect des peuples furieux:

« Soyez béni, mon Dieu, qui donnez la souffrance
Comme un divin remède à nos impuretés,
Et comme la meilleure et la plus pure essence
Qui prépare les forts aux saintes voluptés!

« Je sais que vous gardez une place au Poète
Dans les rangs bienheureux des saintes Légions,
Et que vous l'invitez à l'éternelle fête
Des Trônes, des Vertus, des Dominations.

« Je sais que la douleur est la noblesse unique
Où ne mordront jamais la terre et les enfers,
Et qu'il faut pour tresser ma couronne mystique
Imposer tous les temps et tous les univers.

« Mais les bijoux perdus de l'antique Palmyre,
Les métaux inconnus, les perles de la mer,
Par votre main montés, ne pourraient pas suffire
A ce beau diadème éblouissant et clair;

« Car il ne sera fait que de pure lumière,
Puisée au foyer saint des rayons primitifs,
Et dont les yeux mortels, dans leur splendeur entière,
Ne sont que des miroirs obscurcis et plaintifs! »
 
 
Charles Baudelaire

Dörtlükler X

Bilgisizliğimi sundum durdum aleme; 
Bir yoksulluk karanlığı çöktü gönlüme; 
Utandım günahımdam, müslümanlığımdan: 
Bundan böyle zünnar takacağım belime. 

  
Bir su, bir damla suymuşuz, bele düşmüşüz; 
Şehvet ateşiyle dışarı savrulmuşuz; 
Yarın yel savuracak toprağımızı: 
İçelim, hoş geçsin üç nefeslik ömrümüz. 

 
Bahtımın kökü yeşerip dal budak da verse 
Eğretidir bu ömür diye giydiğin elbise; 
Mıhlar gevşek bir gölgeliktir beden çadır, 
Pek dayanma sakın ne kadar sağlam da görünse. 

 
Ben de geçtim gittim bu zulüm yurdundan, 
Elimde yelden başka bir şey kalmadan; 
Ama var mı, ölümüme sevinip de 
Ecelin şaşmaz tuzağından kurtulan? 

 
Orucumu yiyorsam ramazanda 
Mübarek aydan habersizim sanma: 
Çileden gece oluyor da gündüzüm 
Sahura kalıkıyorum gün ortasında. 

 
Yılan gibi taşa girsen de, Saki, 
Sızar ecelin suyu bulur seni; 
Bu dünya toprak, Saki, türkü söyle; 
Bu soluk bir yel, şarap ver, Saki. 

 
Gönül Bijen' i kuyu gibi gam zindanında; 
Akıl Sührab'ı ölmüş derdinin sayvanında; 
Dünya Siyavuş'unun öcünü almak için 
Gam, Rüstem'in Turan gibi gönlünü talanda. 

 
Ey yanağı ağustos gülünü bastıran; 
Ey yüzü Çin güzellerini kıskandıran; 
Bakışı Babilşahını büyüde yenip 
Elinde at, fil, ruh, ferz, baydak bırakmayan. 

 
Elimde olsa dünyayı küçümserdim; 
İyisine de kötüsüne de yuf çekerdim; 
Daha doğrusu bu aşağılık yere 
Ne gelirdim, ne yaşardım, ne ölürdüm. 

 
Şarap iç, bire birdir derde tasaya; 
Ne bu dünya kalır, ne öteki dünya. 
Ne serin ateştir o, ne can dolu su: 
Çabuk ol, bulup içemezsin mezarda.


Ömer HAYYAM

Dörtlükler IX

Ramazan ayı bu yıl da geldi yine; 
Vurdu bukağıyı aklın bileğine; 
Tanrım bu halka bir gaflet ver de bari 
Ramazanı Şevval sansınlar bu sene. 

 
Ey doğru yolun yolcusu, çaresiz kalma; 
Çıkma kendinden dışarı, serseri olma; 
Kendi içine sefer et erenler gibi: 
Sen görenlerdensin, dünya  seyrine dalma. 

 
Duru sudan daha temizdir benim sevgim; 
Sevgiyle bu oynayış da hakkımdır benim; 
Halden hale girer başkalarında sevgi: 
Neyse hep odur benim sevgim ve sevgilim. 

 
Dünya padişahın, kayserin, hakanın olsun; 
Cehennem kötünün, cennet iyinin olsun; 
Tesbih meleklerin olsun, temizlik Rızvan' ın: 
Sevgili bizim olsun, canı canımız olsun. 

 
Ey güzel, sen ki bana derdi derman edensin; 
Şimdi: Çekil önümden, diye ferman edersin; 
Senin yüzün canımın kıblesi olmuş bir kez; 
Ne yapsın, kıble mi değiştirsin bu can dersin? 

 
Şarap iç adın silinip gitmeden dünyadan; 
Şarap kasveti, karanlığı giderir candan; 
Güzellerin saçını çözüp dağıtmaya bak 
Neylesin, netsin bu can, kıble mi değiştirsin? 

 
Bizim şarap içmemiz ne keyfimizden, 
Ne dine, edebe aykırı gitmemizden; 
Bir an geçmek istiyoruz kendimizden: 
İçip içip sarhoş olmamız bu yüzden. 

 
Biliyorum varlığın, yokluğun dış yüzünü; 
Yükselmenin de alçalmanın da içyüzünü; 
Ne çıkar öte yanını da bilsem feleğin: 
Bezmişim bilgiden, atmışım her türlüsünü 

 
Baharlar yazlar gider, kara kış gelir; 
Varlığın yaprakları dürülür bir bir; 
Şarap iç, gam yeme; bak ne demiş bilge: 
Dünya dertleri zehir, şarap panzehir. 

 
Gülün yüzünde çiy tanesi nevruzun ne hoş; 
Yeşillikte canı aydınlatan yüzün ne hoş; 
Geçmiş gitmiş gün üstüne ne söylesen boş: 
Bırak dünü, hoş et gönlünü, bak bugün ne hoş. 


Ömer HAYYAM

Dörtlükler VIII

Nerde yüreği tertemiz uyanık insan? 
Nerde güzel düşünceler ardında koşan? 
Herkes kendi kafasının kulu kölesi: 
Hangi Tanrının kulu, nerde o kahraman? 

 
Kim için bu yerler gökler? Bizim için. 
Biz görüş cevheriyiz akıl gözünün 
Evren bir yüzük gibiyse çepeçevre 
İnsan, taşında bir nakış o yüzüğün. 

 
Yüce varlık bize bir beden verince 
Sevmesini öğretti her şeyden önce 
Sonra şu delik deşik yüreğimize 
Mana incileri sakladı binlerce. 

 
Niceleri geldi, neler istediler; 
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler; 
Sen hiç gitmeyecek gibisin, değil mi? 
O gidenler de hep senin gibiydiler. 

 
Vakit geldi, dünya yeşiller giyecek; 
Ağaçlara Musa'nın eli değecek, 
Kuru tohumlara İsa'nın nefesi; 
Gözler açıp buluta çevrilecek. 

 
Gerçek eren içinde kir tutmayandır; 
Varlığını korkusuzca hiçe sayandır; 
Bu topraklar üstünde en temiz kişi 
Sağlığında toprak kesilmiş olandır. 

 
Ey can, sana aklı niçin vermiş veren? 
Kendini bil, yolunu bul yitip gitmeden. 
Baykuş gibi ne gezersin viranelikte, 
Yerin akdoğan gibi sultanın emrindeyken? 

 
Onlar ki kurtulamaz ikiyüzlülükten 
Canı ayırmaya kalkarlar bedenden; 
Horoz gibi tepemde testere olsa 
Aklımın kafasını keser atarım ben. 

 
Bir yanarım Tanrı özlemiyle Musa gibi; 
Bir ölürüm murada ermeden Yahya gibi; 
Yarı gökte kalırım hep bir iğne yüzünden 
Hep bir başka derdin terzisiyim İsa gibi. 

 
Dert çekme boşuna, hep gül de yaşa; 
Zulüm yolunda hakkı bul da yaşa; 
Sonu yokluk madem bu dünyamızın 
Yok bil kendini, özgür ol da yaşa. 


Ömer HAYYAM

Dörtlükler VII

Ben kadehten çekmem artık elimi; 
Tutmam senin senin kitabını, minberini. 
Sen kuru bir sofrasın, ben yaş bir sapık: 
Cehennemde sen mi iyi yanarsın, ben mi? 

  
Eşi dostu verdik birer birer toprağa; 
Kiminden bir taş bile kalmadı ortada. 
Sen, yorgun katır, hala bu kalleş çöldesin: 
Sırtında bunca yük, yürü bakalım hala. 

 
Gözüm, kör değilsen, bunca mezarı gör; 
Dünyayı saran yalan dolanları gör; 
Kırallar, padişahlar çürüyüp gitmiş: 
Ela gözlerine kurt dolanları gör! 

 
Felek doğruyu eğriyi tartaydı, 
Her işine güzel demek kolaydı. 
Böyle özü doğruluk olaydı? 

 
Duman değil mi dünya mutfağında payın? 
Öyleyse ha olmuşsun ha olmamışsın. 
Senin zorunsa sermayeden yememek: 
Bekle, bekle de başkası yesin yarın. 

 
Bayram geldi; işimiz iştir bu aralık; 
Horoz kanı gibi şarap bollaşır artık. 
Gel gelelim eşekler de boş gezer şimdi: 
Oruç gemi ağızlarından çıkar, yazık! 


Hep  arar dururdum, dünyaya geleli, 
Alın yazısı, cenneti, cehennemi. 
Hocam kesti attı, sağlam bilgisiyle: 
Alın yazısı, cennet cehennem sende, dedi. 

 
Yarım somunun var mı? Bir ufak da evin? 
Kimselerin kulu kölesi değil misin? 
Kimsenin sırtından geçindiğin de yok ya? 
Keyfine bak: en hoş dünyası olan sensin. 

 
Bahar geldi; başka şey istemem kafamda; 
Hele akla hiç yer vermem bahar soframda; 
Şarap, seninleyim bu mevsim, koru beni: 
Söğüt ağacı, sen de ser gölgeni altıma. 

 
Tanrı, cennette şarap içeceksin, der; 
Aynı tanrı nasıl şarabı haram eder? 
Hamza bir Arab' ın devesini öldürmüş: 
Şarabı yalnız ona haram etmiş peygamber. 


Ömer HAYYAM

19 Kasım 2011 Cumartesi

Yarın Düşüncesi

(...) Salt toplumcu açıdan bakıldığında, sanatçıya düşen görevin, günümüzün gerçekleri, bu gerçeklerin değiştirilmesi biçiminde almak tamamlayıcı olur. Gerçekte tüm olarak toplumculuk da, yarını kurmanın çabası değil midir? Ekonomisi, hukuku, sanatı ile yarını...Yarın, şımarık bir çocuk değildir, çünkü onu günümüz doğuracaktır.

Ancak şunu da belirtmek yerinde olacaktır ki, sanatta yarını kurmak düşüncesi, soyut bir sav olarak kaldıkça, konumuzun sınırları içine giremez. Burada ilk ayırdedici öğe, sanatçının doğru sözlüğüdür. Sanat anlayışı gereği, kendini böyle bir görevle yükümlü görmeyen sanatçı, yarın düşüncesine bu anlamda sığınmamalıdır.


Melih Cevdet ANDAY

Uzun Şiir - Kısa Şiir

Geçende bir ozan arkadaşım, yeni yazdığı dört beş dizelik güzel bir şiirini okudu bana; o şiir üzerine konuşurken, uzun şiir-kısa şiir konusuna değindik. Şunu merak ediyordum ben : Arkadaşımın, o dört beş dize ile verdiği, vermek istediğinin tümü müydü? Başka bir değişle, onu bu dört beş dizeyi yazmaya iten düşünce daha da geliştirilmeye elverişli değil miydi? Bir ozan, niçin kimi zaman düşüncelerinin ardına takılıp gidebildiğince gidiyordu da, kimi zaman az sözle yetiniyordu? Konuların (salt anlaşma kolaylığı sağlamak için kullandığım bu cözcükten ötürü bağışlanmamı dilerim, yoksa konulu şiir değildir sorunumuz) geliştirilmeye elverişli olanı, olmayanı mı vardı ve bunlar ne yoldan ayırd edilebilirdi? Konuşmamızın sonunda anlaşıldı ki o ozan tanıdığım, sadece çok vakti olmadığı için kısa kesmiş, dört beş dize ile yetinmişti. Demek kısa şiirler, vakitsizlikten ötürü kısa şiirdiler. Bunun gibi, tembellikten ötürü, yorgunluğuna katlanamamaktan ötürü geliştirilmeden bırakılmış şiirler bulunduğunu da düşünebiliriz. Bütün bunların dışında kısa şiiri, salt kısa şiir için yazmak diye anlatabileceğimiz bir tutum da var ki, bu tutum, "Şiir kısa olur!" savını içinde taşımaktadır.

(...) Bugün bizim kısa şiirleri uzun şiirlere, ya da uzun şiirleri kısa şiirlere yeğlememizin ne gibi nedenlere dayandığı sorusu kolay kolay çözülemez. Uzun bir şiiri, kısa bir şiir gibi sevmemize hiçbir engel yoktur. Ama daha ileri gidersek, "Uzun şiir nedir, kısa şiir nedir?" sorusunu sormak gerekir; kaç dizeye kadar kısa şiir de kaçıncı dizeden sonra uzun şiir başlar? İşte bu soruyu karşılamadan konuyu aydınlatamayız sanırım.

Edgar Allan Poe, 31 Ağustos 1850' de yayımlanan, From the Poetic Principle adlı yazısının bir yerinde şöyle diyor : "Şu kanıya vardım ki, uzun şiir diye bir şey yoktur. Uzun şiir sözünün sadece apaçık bir çelişki olduğunu ileri sürüyorum."

Uzun şiire karşı ilk başkaldıran Edgar Allan Poe'dur, diye düşünmekte büyük bir yanlışlık olmasa gerektir. Başka bir deyişle, kısa şiiri, yeni bir şiir anlayışı olarak ortaya süren çağdaş şiirdir ve onun babası sayılan da Edgar Allan Poe' dur. Ancak Poe' nun, sözgelişi Raven şiiri 108 dizeliktir. Şimdi 108 dizelik bir şiiri kısa şiir mi sayacağız, uzun şiir mi?

Burada yapılacak ilk iş, konuyu dize sayısına bağlı görmekten kurtulmak olmalıdır, sanıyorum. Çağdaş şiir anlayışı, şiirden öyküyü atmak amacından doğmuştur, denilebilir; bu ise sözgelişi, Homeros'un, Dante' nin, Fransız klasik ozanlarının ve bir anlamda romantik ozanlarının şiir anlayışına karşı çıkmak demektir. Gerçekten de, Homeros' u alırsak, o iki büyük koçaklamanın onca uzun olması, bütün ayrıntıları ile bir savaşı ve bir deniz yolculuğunu anlatmasından, giderek bir parçayı önce ozanın, sonra kişilerden birinin diliyle, daha sonra da başka bir kişinin diliyle olmak üzere birkaç kez anlatmasındandır. Öyküyü, tarihi, dini, ansiklopedik bilgileri çıkarıp atınca, yeni şiir ister istemez, eski şiire bakarak kısa olacaktır.

Bu açıdan bugün uzun şiir - kısa şiir tartışması, bana gelir ki, baştan başa gereksizdir. O tartışma, yeni şiirin, çağdaş şiirin ortaya çıkışı sırasında, yüz yıl önce gerekliydi. Bugün kısa şiir sözünden, beş altı dize içinde dönüp durmayı anlamak, bu bakımdan , sadece yanlış olmakla kalmaz, bir şiirin geliştirilmesine, bu yoldan görütlemeye de karşı durmak olur, vakit darlığından ya da değil, tembelliği yerleştirir, fantaziyi nükteye indirir ve ozanlığı kolay göstererek şiirin eğitimsel yanını çürütür.


Melih Cevdet ANDAY

18 Kasım 2011 Cuma

Şiirin Anlamı

Ataç, şiir üstüne yazar ya da konuşurken, sık sık, "yapı"sözcüğünü kullanırdı; sözgelişi, "Ozan, sözcüklerle bir yapı kurar," derdi. Burada "yapı" sözcüğü ile anlatılmak istenen, ilk bakışta ve hele şiir sorunlarınayabancı olanlarca sanılacağı gibi, şiiri eskilerin deyişiyle bir "abide" saymak, böylece de onu göklere yükselen ölümsüzbir kalıt olarak övmek değildir. Başka türlü söylemek gerekirse, "şiirin yapısı" sözünde bir mecaz yoktur; buradaki benzetme, düpedüz taştan, tuğladan, demirden yapılan yapılarla, sözcüklerden kurulan şiir arasındaki öz birliğini göstermek amacını gütmektedir. Eskilerin "inşa" sözcüğü de bu anlamdadır, ama düzyazı için kullanılmıştır.

Gerçekten de şiirin, temelli, dengeli, bir ucu öteki ucunu tutar, ağırlıkları eşitçe dağıtılmış, kendi içinde kendine benzeyen, özdeş öğelerden kurulduğu için benzerlikleri dönerek yineleyen, sayıca da düzenli bir yapıda olduğu yadsınamaz. Ancak bu yapı, her şiirde kolayca gösterilemez ve bütün ayrıntıları ile gösterilemez. Ayrıca "şiirin yapısı" sözünden, bütün şiirler için, her çağda ortak ve uyulması gerekli bir kurallar toplamı anlaşılamayacağıiçin, kendi çağımızın ya da kişiliğimizin beğenisine uygun belli bir yapı düzenini, bütün şiirler için aramak ve istemek, bulamayınca da onları yapısızlıkla suçlamak yanlış olur. Hele eskiler, ölçü ile uyaktan başka yapı gereci bilmeyenler, çağdaş şiirleri baştan başa düzensiz, bizim konumuz olan sözcükle söylemek gerekirse "yapısız" buluyorlar, "Bunun başı sonu tutmuyor!" diyerek yeni şiirleri alaya alıyorlar. Gerçi ölçü ile uyak da şiiri bir yapıya sokar, daha doğrusu, onu bir yapısı varmış gibi gösterir; ama şiirin yapısını ölçüden, uyaktan başka yerde aramak gereklidir, çünkü ölçü de, uyak da bizi aldatabilir, yapısız olan bir şiiri bize yapılı gibi gösterebilir., böylece gerçekte anlamadığımız bir şiiri sanki anlamışız sanısına kapılırız. Çünkü bir şiirin anlamı da, gerçekte şiirin yapısından başka bir şey sayılmamalıdır. Bir ev, bir fabrika, bir tiyatro yapısı karşısında, "Ben bunun anlamını kavrayamadım demektir. Bunun gibi, şiirin biçimi, yapısı da onun anlamını, gerçek anlamını belirtir, ortaya koyar.

Bizdeki anlamsız şiir tartışmaları, belki bir de bu nedenden ötürü, çoğun verimsiz oluyor, karanlıkta kalıyor. Çünkü şiirde biçimden bağımsız anlam arayanların karşısına dikilen birtakım ozanlar, biçim - yapı kaygısı taşımadıkları için, anlamı ya düpedüz yoksuyor ya da şiirlerine koydukları anlamların ancak ileride anlaşılacağını söylüyor ki, bunların ikisi de, şiirde biçimden bağımsız anlam arayanların anlayışından hiç de başka değildir, başka türlü yorumlanamaz. Şiirin yapısından anlamayan, anlamadığı için de gerçek şiir güzelliğine varamayan okur, nasıl şiirdeki sözcüklerle gizli kapaklı ya da üstü örtülü olan anlamı ortaya çıkarmakla görevli sayıyor ve bunu başaramayınca elindeki şiir anlamsızlıkla adlandırıyorsa, tıpkı bunun gibi, şiirin anlamıyla birlikte doğduğunu bilmeyen ozan da, "şiire ayrıca bir anlam kondurmak gerekli midir, değil midir?" biçiminde ortaya attığı bir soruyu, "Hiç de değildir," diye yanıtlayarak anlamsız olabilmek için elinden geleni yapmaya çalışıyor. Gerçekte bu iki anlayış, o çeşit okurla bu çeşit ozanın anlayışları, karşıt değildir; olsa olsa bunların ikisi de şiire karşıttır. (...)


Melih Cevdet ANDAY

17 Kasım 2011 Perşembe

Şiirin Vazgeçilmez Üç Dönemi

Abdulhak Hamid, "En iyi şiirlerim yazmadıklarımdır," demiş ya, dogrusu "yazamadıklarım olmalı; öylesine derin ve güçlü duygular, heyecanlar yaşamış ki, salt bu yüzden onları bir türlü şiire getirememiş... Hamid' in, şiiri bir türlü gereğince anlamadığı bundan da belli. Şiirin en iyisi, en güçlü, en yüce duyguları, heyecanları anlatanı değildir ki... Daha da ileri gidebiliriz ve şiir duyguları, heyecanları anlatmaz, şiirin uyandırdığı duygu, heyecan, yaşamdaki duygu değildir, olsa olsa ona benzer, o kadar, diyebiliriz.

İşte bu yüzden de, "Şiirin kaynağı yaşam değildir, gene şiirdir," demişler. Ama "Şiirin kaynağı yaşam mıdır, yoksa gene şiir midir?" sorusu dar tutuldu mu, ortaya iki karşıt anlayış çıkıyor ki, bu iki anlayışın çatışması, verimli bir eylem doğuracağına, bir kısır döngüye gelip dayanmaktadır. Çünkü gerçekte yaşam ile şiir arasında böyle bir karşıtlık yoktur. Bir ozan, yaşadıklarını olduğu gibi, yaşamadıklarını da birer gereç olarak kullanabilir ve diyelim ki bunların çoğunu da yaşamdan değil, şiirden, şiirlerden öğrenir. Şiirin bu dönemi, biriktirme dönemi diye adlandırılabilir. İşte bundan sonradır ki şiirin kendi dönemine sıra gelir. Orada ozan, yaşamış olsun, yaşamamış olsun, elindeki duygulara, heyecanlara birer düşünce olarak, soğukkanlılıkla bakacak, nerede ise bir bilim adamı gibi çalışacaktır. Artık bu dönemde, "Elimde duygular, heyecanlar öylesine güçlü ve derin ki şiir yazmaktan beni alıkoyuyorlar," diye düşünmek ancak ozan olmamakla açıklanabilir bir durumdur.

İşte genel olarak şiir okurunun ister istemez yabancı olduğu, anlamadığı, belki de anlayamayacağı dönem bu dönemdir, uğraş dönemidir, herkese kapalıdır, giderek büyülü, gizlerle dolu bir çalışma sorunudur bu.
Ama bir ozan salt bu dönemin kendine özgü yapısına çokça kapılarak, şiirin okura bütün bütün yabancı olduğu kanısına çokça varırsa, bence yanılır. Çünkü böylece yalnız ilk dönemi görmezlikten gelmiş olmakla kalmaz, benim üçüncü dönem olarak adlandırmak istediğim, şiirin yeniden okura, yaşama dönüşü dönemini de yadsımış, yoksaymış olur. Gerçekte ozanın işi, bir bilim adamı gibi çalışıp yarattığı dönemde bitmiş değildir; şiirin tamamlanması, onun yeniden yaşama dönmesi ile olur. İşte artık bu dönemde, ya da bu dönem yüzünden ozan, toplumsal ödevinin bilinci sorunu ile karşı karşıya gelir.

Bunun gibi, şiirin kendine özgü tekniklerine, salt anlaşılmak için boş vermek, şiiri yaşanmış duygular ve heyecanlarla çırılçıplak bırakmak, kimi ozanlarca sanılıyor ki, okurla yakınlık kurmanın, tek yoludur. Oysa bir şiirin kolaylığı, aykırı görünse de, zorluğundan doğar; başka bir deyişle, okurun bilemeyeceği, bilmesi gerekli de olmayan birtakım uğraş güçlükleri, ancak ozanın ustalığı ile yenilebilir ve böylece şiir, neredeyse damıtılmış olarak okura sunulur. Ama bu güçlükler, ne küçümsenmeli, ne de gereğinden çok çapraşık sayılmalıdır. Bunun ölçüsünü, ozan, kendi başına bulacaktır.


Melih Cevdet ANDAY

16 Kasım 2011 Çarşamba

Şiir Üzerine

Bizde olsun, Batı' da olsun, şiir üstüne ama ozanlarca yazıları okurken kendi kendime, "Ozanlar şiir üstüne niçin yazarlar?" diye sorarım. Sözgelişi bir ozan, "Somutlayın!" ya da, "İşe düşünceden başlamayın!" diye yazmakla, şiirin kendince bir gizini yakalamıştır da, kendinden sonra gelen ozanlara yol mu göstermektedir? O ozanın, şiir sanatına beslediği sevgiden ötürü böyle özverili bir davranışa yönelmiş olduğunu benimsesek bile, öğütlere uyularak şiir yazılamayacağı gerçeği, bu özgeç davranıştan umulan yarara bel bağlamamamızı gerektirir. Gerçekten de, şiir üzerine verilen öğütler, ancak yaratıcılık sırasında doğrulanınca değer kazanır ki, bu da o öğüt içindeki gerçeğin yeni baştan bulunması anlamına gelir. Böylece bizden önceki ozanların kendi deneylerine dayanarak ortaya attıkları - deyim yerinde ise - kuramlar, ancak kendi şiirleri ile bir arada ele alınınca değer kazanır; demek ki sürekli bir etkileri olamaz.

Öyle ise, şiir üstüne ozanlarca yazılan yazıları, açıklama, belki de savunu olarak görmek gerekecektir. Ama bir ozanın, şiiri ile yetinmeyip şiirini açıklamaya, savunmaya kalkması nedendir? Ortada yaratılan bir şiir varken, bu şiirin nasıl yaratıldığını, hangi yöntemlere, kurallara ve kuramlara uyularak yaratıldığını öğrenmemizde ne gibi bir yarar umuluyor? Dayanağı kuramları bilmeden de güzel bir şiiri sevebileceğimize göre, ozanın bu türlü bir çabası gereksiz olur; demek ki açıklamadan ya da savunmadan umulan yararı sağlamaz.

Ayrıca kimi ozanların, kendi şiirleri üstüne olsun, genel olarak şiir üstüne olsun (ki ikisi bir kapıya çıkar) açıkladıkları görüşler, bakıyorsunuz, çoğu zaman kendi şiirlerini tutmuyor; kuramlar, yöntemler bir yanda, şiirler başka bir yanda. Böylesi, şiirle şiirin kuramları arasında hiçbir ilinti bulunmadığı kuşkusunu uyandırmaktadır. Başka bir deyişle, ozanların çoğu, şiir üstüne birtakım kuramlar, kurallar, yöntemler öğreniyorlar, ama onlardan birini bile şiir yazarken uygulamıyorlar, şiirlerini gene de göreneğe, geleneğe, bakarak yazıyor, ama düşünür görünmek hevesinden ötürü birtakım şiir bilgilerini sayıp döküyorlar. Bunu konumuzun dışında sayalım.

Ama birtakım büyük Batılı ozanların, sadece şiir yazmakla yetinmeyip şiir üzerine de yazmalarını nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalı? Bunu, yeni bir şiirin yadırganmaması, okurun o yeni anlayışa alıştırılması için eğitimsel bakımdan gerekli saymak da doyurucu, kandırıcı bir düşünce değildir. Çünkü bu görev, ozandan çok eleştirmenlere, edebiyat tarihçilerine, edebiyat öğretmenlerine düşer.

Şiirin tarihindeki bu çeşit en önemli yazılara bakarsak, belli bir dönemde ileri sürülen yeni bir şiir anlayışının, kendi çağı içindeki felsefi, giderek bilimsel akımların hizasında bir uç olduğunu görürüz. Başka bir deyişle, bu çeşit önemli görüşlerde, bir öğüt, bir savunu aramak boşunadır; ozan burada, artık bir uğraşın adamı olmaktan daha ileri çıkmış, düşünür katına yükselmiştir. Bilim adamları için de durum buna benzemiyor mu? Bakıyorsunuz, çekirdek fiziğinde ortaya yeni bir buluş atan bir fizikçi, buluşunun önemi oranında bir felsefi görüşe yönelmekten kendini alamıyor, genel bir doğa yorumuna, oradan insan anlayışına, ahlaka ve edebiyata dek yöneliyor. Şiirinde kendi çağının düşünüşüne varan, giderek o düşünüşü zorlayan ozan da, bunun gibi, artık kendi uğraşının içinde kalmaktan çıkar, çağdaş düşünce yaşamındaki yerini almaya yönelir.


Melih Cevdet ANDAY