Şiir, Sadece

3 Kasım 2017 Cuma

Kara Taş Aktaş Üstüne

Paris'te öleceğim boşanan yağmurlarla,
anısını şimdiden yaşadığım bir günde.
Paris'te öleceğim -bu da koymuyor bana-
belki de bugün gibi bir güz Perşembesinde.

Bir Perşembe olacak, çünkü bugün, Perşembe,
yazarken bu dizeleri durmadan sızlıyor kolum,
ve hiçbir gün, geçtiğim yollarında yaşamın,
yalnızlığı içimde bugün gibi duymadım.

Cesar Vallejo öldü, dayak yiye yiye herkesten,
oysa kimseyi de incitmemişti:
koca sopalarla vurdular,

Kalın urganlarla dövdüler;
tanığı Perşembeler, kollarında kemikler,
yalnızlık, yağmurlar, yollar ...


Cesar Vallejo
Çeviren: Cevat Çapan

Bir Adamın Adamları'ndan Üç Parça

I.

Yeşil yaprak. Gün ortasında
Kaynaşması
Tepeden tırnağa çıplaklığın. Varlığın
Işıltısı, küçüklüklerle dolu varlık.

Hiçbir şey yok artık
Bu ufacık
Bolluktan başka.
Ah, Tanrının bir hecesi
Geçip gidiyor titrek havada!

Şimdi
Varlık saydam, duru.
Şimdi
Zonklayarak salt gerçek
Olmuştur, yaşayan bir sınır
Beni sürdürüyor kıskıvrak
Her şeyden ayırıyor beni
Kendi içinde ...
Tanrının adası, öğleyin türkülerle!


II.

Zamanın kum tanecikleri
Düşüyor
Kaçıyor...

Günler-
Soğuk ve obur balıklar -
Azap
Sonsuz bir ırmak.

Bu adam:
Sessizliktir, çürüyüştür
Gözleri
Bacakları
Yırtık giysisi
Pis pabuçları ...

Aranıyor
- Kimbilir neyi - soğuk gölgede.
(Gecenin sarp yamaçlarında
dolaşan bir kedi gibi
Tanrı adamın kemiklerinden geçiyor.)


III.

Korku
Gölgelerden çıkıp gelen o kedi
bekliyor
erkek helalarında.
(Göremezsin girdiğini; işitmezsin adımlarını.)

Korku, salt korku
Keskin,
Uçsuz bucaksız, ürpertici dişler
Kemiriyor kemiklerimizi

Yaralar açıyor
Ürküntülü etimizde
Kanımız
Başıboş, bozuk kanımız.

İnsanların oturduğu odalara bakın hele!
Dört duvar,
Dam,
Pencereyle kapı
Boşlukla karşı karşıya ...
İçerde -hey gidi yaralı zaman-
( Göremezsin girdiğini; işitmezsin adımlarını)
Hantal bir darbe, bir yudum
Sessizlik, hiçlik ...


Francesco Perez - Maricevich
Çeviren: Talat Sait Halman

2 Kasım 2017 Perşembe

Uyanış

Çünkü birisi şafağı ördü
Taptaze düşen çiğle
Uyuyan kireçle

Çünkü birisi nakış gibi işledi balıkları
Irmağın bir kanadından bir kanadına
Sisli yaprakların çilesini çözerekten

Çünkü birisi çiğin liflerini ürküttü
On iki burcun içini dışını
ve yıldızları ezdi ateşböcekleri gibi

Çünkü birisi kuledeki sessizliğin yapraklarını yoldu
Cam doldurdu çanın içine
Yapraklar

Çünkü birisi gözlerle ormana çevirdi anıları
içeri çekerek keten çarşafları

Çünkü birisi şafağı ördü
Islak otların iplikleriyle

Çünkü birisi günün borusunu öttürdü.


Ruben Bareiro Saguer
Çeviren: Talat Sait Halman

Cansız Köklerden Un

Eski çağların köklerinde un
-epeski açlık-

Canevlerinin kapılarından öte
Şu sizin isteksiz alıcılar
Kükreyen fırınları alabora eder.
Artık konuk kadına
Canının istediği kadar laf çıktı demektir.

Önce gece
Taze çarşaflarla.

Deri gerilmiştir çırçıplak
Kan denizi üstüne
nabız gibi atan bayram davulu -

Gözler olta atmıştır düzlemine
ellerle dilin.
Balçığın kendi vaktini al
Derinliklerden çamur çıkarmak
Ve siesta güneşinin ateşinde pişirmek için.


Ramiro Dominguez
Çeviren: Talat Sait Halman

Tanrının Limanı

İşte kayıtlar,
Rakamlar,
Çizelgeler,
Başkalarının alınterinin sayımı!

Kahkaha dağarcığı,
Kaygı ve açlık yükü,
Çaput hamulesi,
Istırap ve kan envanteri,

Öfke yükü,
Ağaç yükü
Gazap ve hakaret
içki, köpekler, sıcak
Ve yüzlerinden açlık akan barbar yığınlar

Balta girmemiş orman.
Binlerce yıldır lekelenmişler
Kıyasıya, oburca saldıran suçlarla,
Tükürerek söverek.

Kayıtlar,
Rakamlar,
Çizelgeler,
Başkalarına verilen cezaların sayımı...

Ve sonra
yoksul, zavallı insanların alın teri!


Elvio Romero
Çeviren: T. S. Halman

1 Kasım 2017 Çarşamba

Gölgelerin Koparttığı

Juan ile Pedro'yu alıp götürdüler, ellerini kestiler:
biri sağda kanatsız kaldı
ötekini gölge örttü
sol koluyla.
Andres'in nutku tutuldu
Antonio ana avrat sövüyor sessizliğe.
Maria çıt çıkarmıyor, boğazı kuru,
serzenişi yok onu cezalandıran edasıyla
attığı tavan adımlardan başka.
Ortiz'in yüreğini söktüler
türkü söylüyordu
tuzlu su balıkları şimdi
kumsal boyunca ölü.
Kuzey Rüzgarı gibi bir nefret var
kopup geliyor da zehirliyor ırmakları
Sandal: sal,
ay: kılıç
ve zehir koşuyor alev gibi.
Nice türkü söyleyip dua etseler duyamazlar ki
o sağır cılk yara kulaklarla.
Birbirlerine sarılamazlar artık
çünkü elleri koptu gitti.


Elsa Weizell
Çeviren: T. S. Halman

Bu

Bu aşk doğdu içimde
sözlerden
ısırılmış acıyla
şimdi sürüp gidiyor büyüyor
yüreğin kendi itilimiyle.
Artık adsız gecenin
ayazı kopup gelse bile
hırpalamıyor beni.
Acısını çekmez oldum
çığrışan neşidelerin
bir başka susuzluğun.
Aşk duruyor yerli yerinde
ölümümün
gizli omurgasında.


Elsa Weizell
Çeviren: Talat Sait Halman

Bendeki

Özveri
Dört yanda
Ve yaralı taşbebeği
Çocukluğun.
Düşler
İtti beni
Eylüle doğru
Ansızın
Bir telaş
Tanıdım erkeği.
Esirgedim türküyü
Çekingen
Güz içerisinde
Kurdum evimi
İki penceresi var
Biri ağaç gövdesi biri çiğ.


Elsa Weizell
Çeviren: T. S. Halman

31 Ekim 2017 Salı

Testi Yapan Kadınlar


Bir düşünseniz testilerin kıvrımlarını -
kıpkırmızı öpücükleriyle ateş perdahlar kili
ve suyun depreşen şifası bir sığınak bulur.
Bir düşünseniz o yuvarlak ve titiz elleri -
kumların sarkan dilindeki iştaha
olanca durgunluğunu sebil ederek
testinin ham maddesini dalga dalga getiren
ırmaktaki küplere biçim veren, can veren eller.
Bir düşünseniz.

Hem bu yurdun hem uzakların kadınları -
saç örgüleri hamaktır,
kara salıncaklar gibi kalın -
çene kemikleri çıkık
yüzlerinin cılız tirşesini yırtarcasına,
dudakları sımsıkı oldum olası -
ta o zamandan beri,
törende sütle kucaklaşmayı uzatmak için
ana memesini ittiklerinden beri.

Testi yapan kadınlar.
Ayakları nasırlı, pis, gergin,
damarlar kaslar coğrafyasında kumların örttüğü çelik,
eğri büğrü ayaklar, baştan başa bolluk,
hepsinin işi gücü toprağın alınyazısı olmak,
taşımak desteklemek güç vermek,
ayakların somut ve yalın görevi.

Kuru kuru et, güneşte, öğle sıcağında ışıltılı ve kavruk
ve birtakım kararmış eller, yarık,
testilerin düşünü görmek için hep uyanık.

Su. Kadın. Toprak.
Bir düşünseniz.


Jose-Luis Appleyard
Çeviren: Talat Sait Halman

Ekmek

Ekmek ara.
Koş peşinden.
Koş. Uyu. Uyan.
Yeniden başla.
Koş. Ara.
Ye. Uyu.
Başka bir şey yapma.
Ekmek ara.
Koş peşinden.

Dudaklarına getir titreyerek.
Ye ekmeği.
Koş.
Uyu.
Yıllanmış sokaklardan git gel.
Koş.
Yemek için-
iki ayağınla.

Görmek için gözleri
Ve sert kırıntılar üstünden
Salyası ağır aksak süzülen acı ağzı.
Ekmek ara.
Koş peşinden.
Kavgaya tutuş uğrunda.
Yarala gerekirse.
Ye.
Uyu.

Yeniden doğma sakın.
Yaşamak budur işte.
Ama yaşamak
Düşünmek değil artık
Sevişmek değil, var olmak değil.
Ye.
Uyu.
İyisi mi: öl.



Jose-Luis Appleyard
Çeviren: Talat Sait Halman

Ülkemin Erkekleri

Ülkemin erkekleri, bu toprağın insanı.
İşte daha şimdiden ölü görünüyorlar;
derin bir uykudalar dıştan bakıldığında,
içten bakarsan savaş düşlerine uyanık.

Onlar hep bu topraktan, ta kendisi toprağın:
Ölmüşlerinin yapraklarıyla yürüyorlar
görüntü yok, yolar yok, çöller de yok artık;
her ne varsa savaşın izini gösteriyor.

Eski yaralar kendi derilerini deşmiş,
çiçeklerin açtığı derinliklerden kökler
sere serpe fışkırmış nadas tarlalarına.

Ülkenin erkekleri, bu toprağın insanı:
göğüslerinin kanlı rengi öyle güzel ki
onlar savaştığında Barış tomurcuklanır.


Augusto Roa Bastos
Çeviren: Talat Sait Halman

30 Ekim 2017 Pazartesi

Saat Sıfır'dan

Orta Amerika'nın tropikal geceleri,
ayın altında güller ve yanardağlar
ve başkanların saraylarında ışıklar,
kışlalar ve hüzünlü boru sesleri
sokağa çıkma yasaklarında.
Ubico bir sigara yakarak,
"İdam kararlarını sigara içerken verdim," diyor,
pembe bir doğum günü pastasına benzeyen sarayında
Ubico nezle olmuş,
Dışarda fosfor bombalarıyla dağıtmışlar halkı.
Gecenin karanlığı altında San Salvador,
odalarda, pansiyonlarda muhbirler
ve çığlıklar karakollarda.
Halk taşa tutmuş Carias'ın sarayını.
Çalışma odasının camı kırılmış
ve polis ateş açmış halka.
Çikolata rengi sarayın pencerelerinden
makineli tüfekler için bir hedef Managua,
sokaklarda kol geziyor çelik yelikliler.

Gözcü, gecenin kaçı?
Gözcü, gecenin kaçı?

Paralarını sombrerolarında saklardı Honduraslı köylüler
toprağı kendileri ektiklerinde
ve Honduraslıların olduğu zaman toprak.
Paraları olduğu zamanlar.
Yabancılara borçları olmadığı zamanlar,
vergilerini Perpont Morgan and Company kesmeden önce,
yemiş şirketi küçük ekiciyi ezmeden önce.
Ama United Fruit Company geldi yan şirketleriyle
Tela Raulroad Company'yle,
Trujillo Railroad Company'yle,
yan kuruluşu Cuyamel Fruit Company'yle.
Vaccaro Brothers and Company'yle,
sonra Standard Fruit and Steamship Corporation'a bağlı
Standart Fruit and Steamship Company'yle:
United Fruit Company'yle,
darbeler düzenlediler ayrıcalıklar sağlamak için
milyonlarca dolarlık ithalatlardan, ihracatlardan
vergi iadeleri sağlamak için
yeniden düzenlemek için eski ayrıcalıkları,
yeni sömürülerine yatırımlar sağlamak için
anlaşmaları bozmak için, bozmak için
Anayasa'yı...
Yükümlülükler vardı ortada
(ulusun yükümlülükleri, Şirket'in değil)
günün birinde eğer
99 yıllığına bedavaya verilmiş
o varlıklara el koyarsa ulus
koşullar vardı (Şirket'in koşulları)...
"işbu anlaşmada imzası bulunan şirketin kurmuş
bulunduğu
ya da ileride kuracağı şirketler de
bu anlaşmanın daha önceki maddelerinde belirtilmiş
haklardan
aynı koşullarla yararlanma olanağına sahiptir..."
(Dili de bozdu Şirket.)
Şirket demiryolu kuracaktı koşullara göre
ama kurmadı,
çünkü katırlar daha ucuzdu demiryolundan Honduras'ta
- ve Zemurray'ın dediği gibi -
"milletvekili katırdan da ucuz"du,
vergi bağışıklığından yararlanıyordu yararlanmasına
Şirket'e armağan edilmiş 175.000 dönümden yararlanıyordu
yararlanıyordu
yapmadığı her mil için para ödeyecekti ulusa
hiçbir şey yapmadı, hiçbir şey ödemedi.
(Diktatör Carias'ın bir rekoru var:
demiryolu yapmama rekoru)
ve sonunda yapıldı demiryolu
ulusa beş paralık yararı yoktu
Trujillo ile Tegucialpa arasında değil,
iki işletme arasında yapılmıştı çünkü.

Dili bozuyorlar, Parlamento'yu.
İşletmelerde çürümeye bırakılıyor muzlar
ya da demiryolu yanındaki vagonlarda çürümeye bırakılıyor
ya da dallarda bekletiyorlar uzun süre onları
rıhtıma gelince geri çevrilsinler
ya da denize dökülsünler diye;
hevenkler zedelenmiş diyorlar, muzlar küçük diyorlar,
kurtlu diyorlar, ham diyorlar, fazla olgun, çürümüş diyorlar:
muzun satış fiyatı düşmesin diye bütün bunlar,
ve kendileri ucuza kapatsın diye.


Ernesto Cardenal
Çeviren: Ülkü Tamer

Güz Dizeleri

Kokuşlanır sana düşende gönlüm;
öyle tatlıdır ki bakışın işler derinlere.
Tanırsın dudaklarında mutluluğunu yeryüzünün,
köpüğün aklığıdır ayaklarının dibinde.

Geçip giden sevdanın güzelliği ne kadar kısa,
sunar aynı yazgıyı neşeye ve kedere de.
Bir saat önce bir ad kazıdım kara;
bir dakika önce söyledim aşkımı kum üstüne.

Sarı yapraklar düşer kayın korusunda,
pek çok aşığın çift çift dolaştığı.
Ve hayali bir şarap kalır gözün kupasında
senin güllerinin, baharın yapraklarının döküldüğü.


Ruben Dario
Çeviren: Adnan Özer

Gri Majör Senfoni

Deniz civalı, uçsuz bir cam gibi
yansıtır levhasını çinko bir gökyüzünün,
uzak kuş sürüleri kirletir
cilalı tabanını solgun grisinin.

Güneş toparlak ve donuk bir vitray gibi
hasta adımıyla yürür doruğa;
dinlenir gölgede deniz rüzgarı
yastığıdır kara trompeti.

Kurşuni karnının dalgaları salınır
iskelenin altında inlercesine.
Düşünür bir denizci, kaf diyarının,
uzak sisli bir ülkenin sahillerini
bir halatın üstüne oturmuş, tüttürürken piposunu.

Şu ihtiyar deniz kurdu. Kavurmuş yüzünü
Brezilya güneşinin yalaz ışınları;
görmüşler içerken bir şişe cinini
Çin denizlerinin yaban tayfunları.

İyot ve güherçileden kötü kokan köpük
tanır öteden beri kırmızı burnunu,
kıvırcık saçlarını, atletik pazularını,
yelken bezinden kepini, pamuklu yeleğini.

Tütünden çıkan duman bulutunun ortasında
görür o ihtiyar uzakları, sisli diyarı,
sıcak ve altuni bir akşam
yelkenleri salınmış çektirgeyle çıktığı.

Tropik siestası. Uyur deniz kurdu.
Ve sarıp sarmalar onu grinin tüm tonları.
Sanki yumuşak devrisi bir gölge kalemi
siler ufuğun kavisli çizgisini.

Tropik siestası. İhtiyar ağustos böceği
dener boğuk sesli, emektar gitarını
ve ses verir çekirge tekdüze bir solodan önce
kemanının tek teli üzerinde.


Ruben Dario
Çeviren: Adnan Özer

Görevin Kokusu

Hastalandığında, gize benzer bir şeylerin
atlandığını gördü düşünde.
Onu betimleyemiyoruz.
ne o ne ben,
fakat
geçip gidiyordu o korkusuzca
şaşkınlığın, tehdidin, korkunun ve umutsuzluğun
yapmacıkları arasından.
O anda biliyordu
bu garip kişinin her şeyini
dizginsizce giden bu kişinin
görev kokusuyla dolu düşüncelerini:
Şöyleydi onursallık listesi:
yararsızın ıslahı,
geniş imparatorluğu yapmacığın,
sefil kalıntıların titrek sahibinin Kocaman Dünyası,
ve gelip geçici sevgilerinin parlaklığını ve uçuculuğunu
ya da can çekişmesinin resmini bulgulayanlar;
karşılıklı nefretin telgrafla iletiminde,
ya da birbirine bağlananları bağlayan bağın gölgesinde
aşağsamasında aynı varlığın
böyledir değerler. Akşamları ve günleri
patlayan kızgınlıklarla doludur, kaygısızdır gene de
gene de.
Gece, yalnızlık, kafesler arasında düşünce
derin uyuşukluk içinde görüyor geldiğini
sığınağına kadar hastalık nöbetlerinin


Francisco Cervantes
Çeviren: M. Uyguner

28 Ekim 2017 Cumartesi

Güneş Şiiri

Çılgın şiir giyiyor güneşin şapkasını
çılgın şiir giyiyor mantosunu yağmurun
ve bize uzatıyor süslü oğullarını
ve bütün sorulara tek cevap gibi çiçekleniyor

Çılgın şiir iniyor göğün merdivenlerinden
tırmanıyor ağaçlarına sabahın
bebeciklerin
kirpiklerinde uyukluyor
deliyor öğle ışığını
çalışıyor ve dua ediyor

Islak saçlı çılgın şiir
uyuyor geceleyin
yol alıyor gündüzleyin
duruyor
çiçekleri kokluyor ve gidiyor bulutlarla

Omuzumda ayağı
çılgın şiirin
güzel göğüslerinde senin
çılgın şiir doğuyor güneşin göbeğinden
kayıyor senin böğürlerinden
saçlarından da geliyor

Bizden de çılgındır şiir
Dört kez çiziyoruz simgeyi
kuzey güney ve batıyı görmek için
ve yağmur gibi düştüğünü görmek
geçen yel gibi duymak sesini
ve görmek için sarıldığını kasıklarına akşamın

Daha çılgındır bizden şiir ve sunuyor bize yazı
yavaş yavaş geçen yazı
mevsimlerin kızkardeşinin yanında
çılgındır şiir.


Sergio Mondragon
Çeviren: Muzaffer Uyguner

İndirdiler Kanatlarını Rüzgarda

I.

İndirdiler kanatlarını rüzgarda ölü kelebekler
çevrildi çiçek dürbünü
göründü ölüm
sabah maskesi içinde
Çanlar çalındı ve çiğli yapraklar şenlendi yeniden.
Ölüm
sabah maskesiyle, düşünceli,
çevreye yayılan
güzelliğinde katılaşmış.


II.

Günün hafif kımıltısı
başlıyor
böcekler
soyut biçimleriyle
saatlerin kıvıltısı
artırıyor renkleri
çevrildi çiçek dürbünü
duyuların değişen ışığı
eşyanın karşısında
değişip duruyor
esrimiş gözde
anılardan eser yok.


Isabel Faire
Çeviren: Muzaffer Uyguner

Anekreon Gibi

Asıldım dudaklarına korkunun.
Gözleri kanlı mor bir kaplan gibi.
Saçlarının altına yığdım ışığı.
Güneş. Kirpiklerinin üzerinde gölge izleri
Baskıda ezilen üzümler gibi uğultulu.
Birdenbire kuşandım heyecanı,

Ve saldırırca tutuşturdum arasında kollarının.
Attım kendimi boynunun yüksekliğinden
On yedi yaşında bir kızın
Korsajının altında
İki küçük gemi gibi
Akarken.


Juan Banuelos
Çeviren: Muzaffer Uyguner

Belleğin Gerisinde

Diz çöküp anamın karnında
dua etmekti işim gücüm,
arasıra durup seyrederdim
aydınlığını dışarının:
gerçekle yoktu ilgim
ama gülünce anam
bir Akdeniz ateşi yayılırdı
kırılgan iskeletine kemiklerimin.

Görünmeyen seherimdi bu
ve bayramım ve sefaletin öncesinde
duyuyordum seslerin hafif yankısını
etin sinirli penceresi ardında;
aylar geçirdim böyle diz çökmüş
organların oturumunda, sayarak
saniyeleri ve beni kutup gecesinden
ayıran düzenli solukları.

Sonra dokundum yaşama
güvercin yumurtalarının zor sığdığı
o ufacık ellerle;
bütün duyuları karıştırıyordum
altın iplik gibi
içimdeki şimşekler itiyordu başka yaşama.

Saçların ve ayakların sessiz gürültüsünde
selamladılar yanıp tutuşan semaforu.
Dudaklarıma kadar kavruldum o zaman
bir buhar tülünden kurtuldum
ve uyudum derin bir mutluluk içinde
çekerek havayı ciğerlerime.


Marco Antonio Montes De Oca
Çeviren: Muzaffer Uyguner

27 Ekim 2017 Cuma

Ölçüsüzlük

Bu ak ışık sağnağı yok ediyor her şeyi,
körletiyor besbelliyi,
hemen hemen görünmüyor dünya.
Bekleyecek miyiz, kuşkulu,
düşünülmeyen baskınının mutluluğun?

Fakat, ölçüsüz
bir başka ok var yayda.
Kim soracak nedenini
fazla gevezeliğin,
çingen çalıp kurt oynayacak,
kimse dinlemeyecekse söyleneni?

Korkusuz, taşkın bir sevinçle,
anlatacağız her şeyi,
aralayıp sessizliği,
göstereceğiz yaralı yüreği çırılçıplak;
eğer yok olursa güzelliğin
hiçbir anlamı kalmaz
artık dünyanın;
vuruşlarıyla dalganın
gerileriz adım adım.

Işığın eksilmedi yeryüzünden,
ama gene diyebilirim ki
ıklım ıklım anlamlı sözcük
ağır basıyor sessizlikten.


Tomas Segovia
Çeviren: Muzaffer Uyguner

Heratta Mutluluk

Carlos Pellicer'e


Ta buralara geldim
Yazarak bu çizgileri,
irademin dışında:
Yeşilli-mavili bir cami,
Altı yassılmış minare,
İki ya da üç mezar,
Ermiş bir şairin anıları,
Timurla soyunun adları.

Rastgeldim yüzgünlerin rüzgarına.
Kumla örttü tüm geceleri,
Kamçıladı kaşımı, kavurdu gözkapaklarımı
Şafak:
Kuşların saçılması
Ve taşlar arasında köylülerin ayaksesleri olan
Suyun söylentiler yayan sesi.
(Ancak su da aldı tozdan nasibini.)
Ovada homurtular,
Görünüşler
Yitişler,
Kil şansı kasırgalar
Düşüncelerim gibi aslı astarı olmayan.
Dönüyor, dönüyorlar ·
Otelin bir odasında, tepelerde:
Bir develer mezarlığı bu diyor
Ve benim düşüncelere dalışımda
Hep aynı çöken suratlar.
Rüzgar, o harabeler efendisi mi
Benim tek ustam?

Aşınmalar:
Git gide serpilip büyüyen parçacıklar.

Bir çivi çaktım,
Ermiş'in türbesinde,
Kurumuş ağacın derinine,
Öylesine değil
Diğerleri gibi, kem göze karşı:
Kendiminkine karşı.
(Bir şeyler söyledim:
Rüzgarın alıp götürdüğü sözcükler.)
Bir akşam yükseltiler geldi bir araya'.
Kavaklar gezindi
Değiştirmeksizin yerlerini
Menevişli damlarda güneş
Apansız bahar havaları.
Hanımlar Bahçesi'nde
Tırmandım firuze kubbeye.
Sembollerle döğmelenmiş minareler:
Ve o küfı elyazması ışıldadı
Anlamının daha ötesinde.
İmgesiz görüntülerim olmadı benim,
Yitene dek döndüklerini görmedim biçimlerin
Durgun bir açıklık içinde,
Maddesiz varolmasında Sufi'nin.
İçmedim doluluğu hiçlik içinde
Ne de gördüm iki ve otuz işaretini
Bodisatva'nın elmas bedeninin.
Bir mavi gök gördüm ve tüm mavi tonlarını.
Beyazdan yeşile
Tüm kavaklar yelpazesi
Ve bir çamın üstünde, kuştan çok gök olmuş,
aklı-karalı karatavuk.
Dünyanın dinlediğini gördüm kendinde
Görüntüleri gördüm.
Ve tam şu saatin buçuğuna ünledim:
Ölümlünün kusursuzluğunu.


Octavio Paz
Çeviren: Adnan Özer

Irmak

Huzursuz kent kanımda dolanır bir an gibi,
Ve şikayetçi bir inlemeyi uzun bir S gibi izleyen uçak,
uzak köşelerde kıvrılıp kalan tramvaylar,
birisinin plaza'da geceyarısı silkelediği güceniklikle
yüklenmiş şu ağaç,
yükselen ve parçalanan ve yitip giden ve kulakta kıvır kıvır
dönen bir sır fısıldayan sesler,
karanlığı açarlar, a'ların ve o'ların uçurumlarını, suskun
seslilerin tünellerini,
gözlerim bağlı aşağıya koştuğum dehlizler, uykulu alfabe
bir mürekkep ırmağına benzeyen çukura düşer,
ve kent gidip gelir ve taştan gövdesi tapınağıma ulaşırken
parçalanır,
bütün gece, teker teker, heykelden heykele, çeşmeden çeşmeye,
taştan taşa, tüm bir gece boyunca,
kırık parçaları alnımda birbirlerini ararlar, bütün gece boyunca
kent benim ağzımdan konuşur uykusunda,
nefesi kesik bir söylev, suların kekeleyişi ve tartışan taş.
onun öyküsü.

Bir an kıpırtısız durmak, gidip gelen, gidip gelen ve hiçbir şey
söylemeyen kanımı durgunlaştırmak,
bir incir ağacının gölgesinde oturan yogacı gibi üstüme kurulan,
ırmak kenarındaki Buda gibi an'ı durdurmak,
tek bir an, zamanın kenarına kurulan, benim uykusunda konuşan
ve hiçbir şey söylemeyen ve beni kendisiyle birlikte
sürükleyip taşıyan ırmak imgemi silmek için
kıyıda ırmağı durdurmak için an'ın kilidini açmak, onun
şaşkın odalarına girerek suyun merkezine ulaşmak için
oturmuş,
çeşmeden su içmek, taş dudaklardan dökülen mavi hecelerin
çağlayanı olmak,
kendi kenarına oturan Buda gibi gecenin kıyısına oturmak,
kapaklı an'ın titrek ışığı olmak,
yanışı ve çözülüşü ve doğuşu an'ın, zamanın kenarında
koşuşturan derin soluğu gecenin,
ırmağın söylediğini söylemek, dudaklara benzeyen uzun bir söz,
hiçbir zaman bitmeyen uzun bir söz,
zamanın taştan tümcelerle söylediklerini söylemek,
suların kapladığı dünyaların geniş el-kol hareketleriyle.
Şiirin ortasında büyük bir umursamazlık çöker üstüme,
her şey terk eder beni,
yanımda hiç kimse yok, arkamdan yazdıklarıma dikilen
o gözler bile,
ne arkamda, ne de önümde, hiç kimse, kalem isyan eder,
ne başlangıç var, ne de son, atlayabilecek bir duvar ne de
ıssız bir promenaddır şiir, söylenen söylenmemiştir,
söylenmeyen de söylenemez zaten,
kuleler, yıkılmış teraslar, asma bahçeler, siyah tuzdan bir
deniz, kör bir krallık,
Hayır,
kendimi durdurmak, susmak, gözkapaklarımdan bir yeşil filiz
uçverene kadar gözlerimi kapalı tutmak, bir güneşler filizi,
ve alfabe görüşün rüzgarı altında uzun uzun sallanır
ve akıntı bir dalgaya yuvarlanır ve dalga bendi yıkar,
kağıt, yıldızlarla kaplanıncaya ve şiir karmakarışık sözler
ormanıyla kaplanıncaya kadar beklemek,
Hayır,
söyleyeceğim hiçbir şey yok, kimsenin söyleyeceği bir şey yok
hiçbir şey ve hiç kimse, yalnızca kan,
kanın bu gelip gidişi dışında hiçbir şey, yazıların üstündeki
yazının,
şiirin ortasında yinelenen aynı sözcüğün dışında,
zamanın heceleri, parçalanmış harfler, mürekkep lekeleri.
gidip gelen ve hiçbir şey söylemeyen ve beni de
kendisiyle surükleyip taşıyan kan.

Ve konuşurum, yüzüm kağıda eğilmiş ve yanımda birisi
yazar kanım gidip geldikçe,
ve kent kendi kanında gider ve gelir, bir şey söylemek ister,
zaman bir şey söylemek ister, gece konuşmak ister,
bütün gece boyunca adam tek bir sözcük söylemek ister,
söylevini
vermek sonunda, ufalanmış taşlardan yapılmış,
ve ben kulak kesilirim, adamın söylediklerini duymak,
sürüklenen
kentin söylediklerini yinelemek isterim,
bütün gece parçalanmış taşlar birbirlerini ararlar, elyordamıyla
alnımda, bütün gece su taşa karşı savaşır,
sözler geceye karşı, gece geceye karşı, donuk savaşçıyı hiçbir
şey aydınlatmaz.
silahların vuruşları taşa tek bir parça bile ışık koparamaz,
geceye bir kıvılcım, kimse bir erteleme bağışlamaz
ölümsüzler arasında ölümüne bir savaştır, geri çekilmeyi
sunmak,
kan ırmağı, mürekkep ırmağını durdurmak için
sözler ırmağını durdurmak için, akıntı yukarı geri gitmek için
ve gece altın yalımlı iç organlarını kendi kendine
sergilesin diye.
su göstersin yüreğini, bir boğulmuş aynalar öbeği, camdan bir
ağaç
rüzgarın köklediği,
(ve ağacın her yaprağı kanat çırpar ve parlar ve zalim bir
ışıkla yiter, nasıl yiterse ozanının görüntüsünün sözleri),
zaman kalınlaşabilsin ve yarası görünmez bir yara izi olsun,
dünyanın derisinin üzerinde görülür görülmez ince bir
çizgi,
bırakın sözler silahlarını bıraksınlar ve şiir tek bir sıkı
dokulu söz olsun, ilerleyen amansız bir ışınım
ve tin yangından sonra kararmış çayır olsun, denizin taşlaşan
ve hiçbir şey yansıtmayan ay parçası göğüs
yayvanlaştırılmış boyut dışında, genişleme, kendi üzerine uzanan
uzam, olabildiğince geniş açılmış kanatlar,
ve her şey kendini keserek ve dondurarak saydam iç organlar
kayasına katabilen yalım gibi olabilsin,
büyük sert alevler şimdi kristal, barışçıl bir berraklıkta
karar kılsın.

Ve ırmak akıntı yukarı geri gider, yelkenlerini toplar,
görüntülerini teker teker kaldırır ve kendi içinde
kıvrılır kalır.


Octavio Paz
Ginesra, 1953,
Çeviren: Ali Cengizkan

26 Ekim 2017 Perşembe

Kadınlar

Kalkıp gürültülü kentimden
bu uykulu sıcak kasabaya geldim,
tuz tadı vardı tanyerinin dudaklarında.

Acı getirdim
vadilerimden,
saydam denize özlem getirdim.

Daracık kurdelesinden geçiyordu sokakların
dik memeleriyle kadınlar
oynak ezgilerden göğüsleriyle.

Esmer yüzlerine konmuştu güneş;
gözlerinde iki akik ışığı,
ballı dudaklarında zehir.

Cennet elmaları vardı düşlerinde,
o elmaların süzülmüş suyu,
rüzgarların, kokuların türküsü.

Saydım kadehler biçiminde
yaratmıştı onları Tanrı,
Hugo'nun duasındaki gibi.

Kurudu bütün çeşmelerim
gencecik dudakların sunacağı
bitkin tadıyla bir öpüşün.

Gordoba, çeyiz sandığı kadınların, güzel coşku:
yanaklarınıza allığını veririm seherin dedim
bir öpüşün bitkin tadı karşılığında...

Güneşi verdiler bana!


Jose Gorostiza
Çeviren: Ülkü Tamer