Şiir, Sadece

16 Ocak 2017 Pazartesi

Müjde

Kuşlar haber verdi kuşlar
Gelecekte bir şeyler olacak
Gün dilediğimiz gibi doğar
İnsan yüzümüz güler olacak

Neden sonra nehir yatağında
Kurt ininde kuzu otlağında
Dünya dirlik düzenlik çağında
Düşle gerçek beraber olacak


Cahit Sıtkı Tarancı
Düşten Güzel

Bir Ölünün Ağzından

Kabrime çiçek getirenlere gülerim;
Gafil kişilermiş şu insanlar vesselam;
Bilmezler ki bu kabirle yoktur alakam;
Ben o çiçeklerdeyim, ben o çiçeklerim.


Cahit Sıtkı Tarancı
Otuz Beş Yaş

Düşümde

Düşümde gördüm Cahit’i:
Banka gibi bir yer,
Aynı servise verilmişiz,
Yolumu gözler.

Baktım ki, toplamış memurlarını
Nutuk çekmede şefimiz.
El edip geçecektim yerime
Sessiz.

Cahit bu, dayanamadı, boynuma atıldı.
Gözyaşlarını duydum yüzümde bir ara.
O, düşümde ağladı.
Bense uyandıktan sonra.


Ziya Osman Saba
Nefes Almak
1957

14 Ocak 2017 Cumartesi

Dilek

Mesut olmuş görmek isterdim hepinizi
Bu bahar gününde, dertliyi, ümitsizi
Terfi etmiş memur, sınıf geçmiş öğrenci
Kadını, erkeği, yaşlısı, genci,
Bir bayram sevinciyle, kol kola sokaklarda
Sevgililer, baş başa, muratlarına ermiş
Çocuklar el ele, bir halka oluvermiş
Görmek isterdim camlardan, odalarda oturmuş
Radyoyu açmış, küçük sofra kurmuş
Yol, meydan, dere, tepe, dağ, bayır, kır
Vapurlar limanlarda yola çıkmaya hazır
Gazinolar, plajlar, sinemalar açık
Her dilden bir şarkı, her dudakta bir ıslık
Ne yoksul âhı, ne dul hıçkırığı, ne hasta iniltisi
Mesut olmuş görmek isterdim hepinizi.


Ziya Osman Saba
Nefes Almak
1954

Deniz Kıyısındaki Kulübe

Bir deniz kıyısında kursam kulübemi...
İsterim her şeyim denizden yana olsun.
Çakıl taşları, şeytanminarelerim, yosun,
Deniz sesi, deniz ufku, deniz meltemi...

Pırıl pırıl enginlerden geçecek bir gemi.
Yelkenler, kürekler, bir ömür, kayıklarla,
Kulaçlamak suları, konuşmak balıklarla,
Koşmak kumlarda yalnayak.

Ah, bir deniz kıyısında, buralardan uzak,
Başımızı sokacak bir kovuk;
Çoluk çocuk,
Yaz, kış.

Dalgaların kıyıya bırakacağı barış,
Kardeş kardeş,
Bütün gün gökyüzünde tanrısal güneş,
Akşamları gurub, sabahları şafak.

Günler ya serin, ya sıcak.
Ne kin artık, ne garez, ne hırs, ne tamah,
Bir mutluluk içinde kalbim, aydınlık, ferah,
Çarpacak...


Ziya Osman Saba
Nefes Almak
1954

Nefes Almak

Nefes almak, içten içe, derin derin,
Taze, ılık, serin,
Duymak havayı bağrında.

Nefes almak, her sabah uyanık.
Ağaran güne penceren açık.
Bir ağaç gölgesinde, bir su kenarında.

Üstünde gökyüzü, ufuklara karşı.
Senin her yer: Caddeler, meydan, çarşı...
Kardeşim, nefes alıyorsun ya!

Koklar gibi maviliği, rüzgârı öper gibi,
Ananın südünü emer gibi,
Kana kana, doya doya...

Nefes almak, kolunda bir sevgili,
Kırlarda, bütün bir pazar tatili.
Bahar, yaz, kış.

Nefes almak, akşam, iş bitince,
Çoluk çocuğunla artık bütün gece,
Nefesin nefeslere karışmış.

Yatakta rahat, unutmuş, uykulu,
Yanında karına uzatıp bir kolu,
Nefes almak.

O dolup boşalan göğse...
Uyumak, sevmek nefes nefese,
Kalkıp adım atmak, tutup ıslık çalmak.

Sürahide, ışıl ışıl, içilecek su.
Deniz kokusu, toprak kokusu, çiçek kokusu.
Yüzüme vuran ışık, kulağıma gelen ses.

Ah, bütün sevdiklerim, her şey, herkes...
Anlıyorum, birbirinden mukaddes,
Alıp verdiğim her nefes.


Ziya Osman Saba
1953

İstanbul

Seni görüyorum yine İstanbul
Gözlerimle kucaklar gibi uzaktan
Minare minare, ev ev,
Yol, meydan.

Geliyor Boğaziçi`nden doğru
Bir iskeleden kalkan vapurun sesi,
Mavi sular üstünde yine
Bembeyaz Kızkulesi.

Bir yanda, serin sabahlarla beraber,
Doğduğum kıyılar: Beşiktaşım.
Baktıkça hep, semt semt, yer yer,
Beş yaşım, onbeş yaşım, ah yirmi yaşım!

Durmuş bir tepende okuduğum mektep,
Askerlik ettiğim kışladır ötesi.
Bir gün bir kızını benim eden
Evlendirme dairesi.

Benim de sayılmaz mı oralar?
Elimi tutar gibi iki yanımdan,
Babamın yattığı Küçüksu,
Anamın toprağı Eyüpsultan.

Önümde, açık kollarıyla boğaz,
Çengelköy`den aktarma Rumelihisarı.
İstanbul, İstanbul`um benim,
Kadıköy`ü, Üsküdar`ı...

Gün olur, Köprü ortasında durur
Anarım, Adalar`da çamların uykusunu.
Gün olur, Beyoğlu`nu özler içim,
Koklamak isterim Tünel`in kokusunu.

Bulut geçer üstünden,
Gemi gelir yanaşır
Bir eski türküdür, kulağıma fısıldar,
"İçi dolu çamaşır."

Göğünde tanıdım ayın ondördünü.
Kırlarında bilirim baharı,
Herşey içimde, herşey,
İstanbul yadigarı.

Bir daha görüyorum seni dünya gözüyle,
Göğün hep üstümde, havan ciğerlerimdedir.
Ey doğup yaşadığım yerde her taşını
Öpüp başıma koymak istediğim şehir!


Ziya Osman Saba
Nefes Almak
1952

Misakımilli Sokağı No:37

Ah, şimdi hatıralar mahallesinde
Misakımilli sokak No.37
Orası bütün evler, bütün ömür içinde,
Mesut olduğumuz evdi.

Talihin bir gün karşımıza çıkardığı.
Elele döşediğimiz bir çift küçük odası.
Ne diyeyim bilmem ki:
Gönül sarayı, aşk yuvası...

Akşamlar iner "kaymak yoğurt"çularla
Kaldırımlar benim için gölgelenirdi.
Saatler ilerler bozacılarla,
Derken bir komşu seslenirdi.

Pencerelerimizden biri komşu arsaya bakar,
Ötekinin önünde bir havagazı feneri;
Rüzgarla açılıp kapanırdı ışığı,
Geceleri...

O geceler, doğan günler orada,
Kaderlerin en güzelini ördü.
Misakımilli sokağı No.37,
Çocuğum orada dünyayı gördü.

Misakımilli sokağı! Senin
Esen rüzgar, yağan karını sevdim.
Camın önüne her oturuşta seyrettiğim,
Arnavut kaldırımlarını sevdim.

Bir çocukluk oyunu mu oynadık orada?
Sen gelin olmuştun, ben güvey.
Sen öyle güzel; ben daha genç,
Yepyeni, taptazeydi her şey.

Ne zaman o sokağa yolum düşse şimdi,
Ayaklarım geri geri gider.
Evler cansızdır elbet, insanlar vefasız,
Komşumuz başkalarına komşuluk eder.

Yabancı perdeler aşılmış penceresi,
Bir vakitler içinde çocuğumun oturduğu.
-Yeni kiracılar evlatsız besbelli-
Şimdi birkaç saksının durduğu.

Söz birliği etmiş şimdi saksılar, perdeler,
Elektrik lambasıyla değiştirilen fener.
O sokağa ne zaman yolum düşse, bir ses:
Günler geçti, geçti, geçti... der.


Ziya Osman Saba
Nefes Almak
1951

13 Ocak 2017 Cuma

İhtiyar, Çocuk, Hizmetçi v.s.

Değneğini taşlara kakar,
Beli bükülmüş, toprağa bakar,
İhtiyar ...

Yeni başlamış yolculuk.
Yalınayak, benzi uçuk
Çocuk.

Tatmamış baharı, bilmiyor sevinci;
Şu kızların en genci;
Hizmetçi.

Bakar caddeye doğru,
Gözlerinde uyku,
Orospu.

Esmer güzeli hemşirem,
Gedecek, sürmeden bir dem:
Verem.

Akşam oldu, gözlerini yum,
Sen herşeyden mahrum
Yavrum...


Ziya Osman Saba
Geçen Zaman
1944

Beyaz

Bir bademin altına, yorgun, oturmak biraz,
Ayrı ayrı seyretmek çiçek açmış her dalı,
Artık bütün renklerden, artık uzaklaşmalı:
Beyaz işte, aylardır gözümde tüten beyaz.

Kış bitti... Uzaklarda ilk ümitler gibi yaz,
Duyuyorum bu sabah, kış içimden çıkalı,
İçimin dört duvarı bembeyaz badanalı,
Ah, sade nefes almak, göğsüme dolan bu haz ...

Bir kuş ötecek şimdi ... Havada bir durgunluk,
Mermeriyle konuşan açık kalmış bir musluk,
Beyaz çiçeklerini tektük düşüren kiraz.

Bahar pınarlarından içime damlıyan su,
Bembeyaz çiçeklerin ıslak, temiz kokusu,
Kış bitti ... Uzaklarda ilk ümitler gibi yaz ...


Ziya Osman Saba
Geçen Zaman 
1936

Ahret

Bir garip dünyada ben yadırgadım yerimi.
Yıllardan sonra gir gün, görüp çektiklerimi,
Tanrım bir meleğine emredecek: "Yetişir!"

Göz1erimi o saat sessiz kapıyacağım.
Beni bekliyedursun bir kenarda yatağım;
Bütün yorgunluğumu alacak bir teneşir.

Bir yükü atmış gibi içimde bir hafiflik,
Oraya geçmek için aşacağım bir eşik,
Bir lahza tutacağım bana uzanan eli.

Bir el gözlerimdeki perdeyi sıyıracak.
Onları bulacağım ... Ve annem şaşıracak:
"Oğlum! Ne kadar da büyümüş ben görmeyeli."


Ziya Osman Saba
Geçen Zaman
1938

12 Ocak 2017 Perşembe

Biraz Daha

Yaşlandım; güneşim batıyor. Gece
Yaklaşmada sinsi, sessiz ve sonsuz.
Biliyorum; her şeysiz, sensiz, bensiz
Yiteceğim, karanlıklar içinde.

Biraz daha her şeyle haşır neşir,
Biraz daha kendimle bilişmemiz,
Biraz daha seninle baş başa, bir...
Biraz daha gök, biraz daha deniz.


Ahmet Muhip Dranas

Yağma

Ümit Yaşar'a


Boğaz'ın bir kıyısında, aydınlık 
Pencerelerde -her bulutun yolu- 
Bir mevsim, seninle başbaşa kaldık, 
Yaşadıkdı bir zaman İstanbul'u.

Akan suda kuş gibi gemilerle, 
Eski evler ve tenha sokaklarla, 
Şarkı gibilerle, düş gibilerle 
Sarmaş dolaş... Olmaz gibi bir dünya.

Mutluluklar şehri bir İstanbul'du, 
Şiirler, buluşmalar, aşklar... 
Şimdi Akşam olan bir gün gibi son buldu; 
Ne şiir kaldı, ne aşk, ne beklenti.

Tığ gibi minareleriyle, kendi 
Kendisinde güzel, tek, yüce, kutlu 
Bir ölümsüzlükler, zaferler kenti 
Bugün yenilgilerle, yasla dolu.

Bir songün hali, bir taş taş üstüne; 
Hem mide, hem ruhta bir açlık, ejder 
Örneği saldırmada dörtbir yöne; 
Toz, duman, inilti, akıntılar, çöpler...

Niçin geri geldik bunca yıl sonra? 
Batık bir ülkeyi aramak gibi. 
İşte gençliğimiz: ta uzaklara, 
Çok uzaklara bak. Orada belki.

Ama gizlice bak, olur ki ürker. 
Yaşantıdan fazla anılardan kork, 
Bize gülümsüyorsa geçmiş günler; 
Belki yalandır, belki o bile yok.

Orda elinde bir simitle, ufak, 
Süzgün bir çocuk, çocukluğum işte; 
Nasıl kaçıyor benden, nasıl bir bak, 
Yaban domuzu görmüş gibi düşte.

Boğaziçi, daha sağken gömülmek 
İçin dönüşmüş beton mezarlara; 
Bir hippi kız, bir deccal, şimdi 
Bebek Koylarında ilham, arsız, farfara.

Ölebilirsin ha yol ortasında, 
Yanılıp gökyüzüne bakma sakın. 
Bir sevi vaktinin bile havasında 
Yok artık o mahrem örtüsü aşkın.

O güzelim aşkın vücudu yağma, 
Şarkısı ne mahur beste, ne Itri... 
Tenekeler çalıp çığlık çığlığa 
Yarı bir sevişme, ayaküzeri

Ve ekmek kapanın elinde. 
Hayat Haklı değil. Tanrı ve kul ortada. 
Darağacında sallananlardan tut 
Yargı kürsüsüne kadar yürü, taa... 

Herşey değişiyor, kalbimiz bile, 
Ama yüzyıllarla besli bir şehir 
İnsan yaşamından daha da hızla 
Bunca çabuk nasıl yok olabilir?

Hani o masal dünyası yalılar, 
Hani o kayıklar ki kızca beyaz, 
Hani o kadınlar ki sevdalılar, 
Renk renk şemsiyeler altında bin yaz?

Ve o İstanbullular... Doygun, uçuk, 
Sanki bir gelecek tufandan haber 
Almışlarcasına hep, çoluk çocuk, 
Göksel gemilere binip gitmişler.

Gidiş o gidiş… Ve kimbilir kaç yıl 
Bu göç, fakiri, zengini elele 
Usulca... Ve artık hiç... Hayal meyal 
Görünmüyorlar bulutlarda bile...

Kurabilir misin tekrar, düşünsen? 
Hayallerimizi bile yitirdik; 
Dağılmış bir sofra bu, bitti şölen. 
Sona kalmışlarsa biz gibi yenik.

Ne kadar yalnızız şu akşam vakti, 
Bir selam bile yok artık verilen; 
Anlamsız turistler gibiyiz şimdi 
Kapalıçarsı'da sen, Köprü'de ben.

Söyle her doğruyu bilen güzel'im, 
Sulara vurmuş gökyüzü mü? Neydi? 
Uzanıp yıldızları tutsa elim 
Bulur muyuz yeniden o cenneti?

Ruhumuz Boğaz'da, o eski yerde, 
Yeni akımları umursamadan, 
Bir hayalet gibi pencerelerde 
Ne denli beklese de.. Hiç bir zaman.

Bir Tanrı ve tarih güzeli, tabu; 
Güneş ve sular mucizesi, bir giz... 
Her zaman sonsuz elbet, İstanbul bu. 
Körelen belki de biziz.. Kalbimiz...


Ahmet Muhip Dranas

Darağacı

Ve günlerden bir gün, bir sabah erken
Kuşluk vaktinde, bülbüller öterken
Kentin meydanında bir darağacı.
Sallanıyor boşlukta bir yabancı.
Geçiyor sabahın yolu alnından
Ve yalın ayakları bir gecede...
(Yeni yollarını mı düşünmede
Bu ayaklar? .. son durağına kadar
Ne uysal yürümüştür bu ayaklar!)

Esintili alanda üç beş adam;
Uykusuz yüzleri donuk birer cam,
Bakadurmuşlar öyle... ve garibi,
Hepsi ayrı ayrı asılmış gibi.
Ben de aralarında üç beş adam;
Uzatsam elimi, alnını tutsam,
“Uyan, kardeşim! Desem, bu uykudan”,
Yüzünü kapardı hemen, korkudan.

Çekilirken gece batıya doğru,
Konmuş da bir çatıya karga ruhu
Söylenip duruyordu: “Gün doğmada
Ben miyim bu? ben mi, bu baş bu eller,
Bu ayaklar? .. ya hani nerde yollar? ”
(Anlamamış ne olup bittiğini
Zavallı karga; atın yittiğini.
Sadece bir göğe, bir yere bakıp
Ölüyü ölüye çekiştirir hep.)
“Niye geldin bu çıkmaza, be ayak?
Var mı beni boşlayıp, burda barınmak?
Ben insanoğlunun aynası mıyım?
Şu garip yolcunun aynısı mıyım?
Benzeten kim bana bu dağarcığı
Orda sadece bir darağacı
Ve onda rüzgarla sallanan bir dal! ..
Yalnız, beni düşünür gibi bir hal! ”

Bir yağmur gölcüğü yerde akşamdan,
İçinde titrek bir yansı idamdan...

Bu biçim üzre bitecekken gece,
Dağılacakken artık seyirci de,
Birden, kargalarla doldu gök yüzü.
Tüm asılmışların ruhlar sürüsü
Tamusal bir koroyla, dişi erkek,
Alçalarak, yükselerek, dönerek,
İlenirlerdi bağrışa çağrışa
Hem asılana, hem asan nebbaşa:

“İşte Ölen, ama işte Öldüren,
İşte Bulan, ama işte Bulduran,
Filozof ve kurtarıcı, hem yalvaç,
Hem doğrucu bir ruh ve de yalancı
Ve siyasacı ve hakcı ve hırsız
Ve can çalan ve övüngen ve arsız...”

Gün doğmak üzre, eşya kabarıyor,
Yeryüzünün çatısı ağarıyor;
Acı bir gün! Karga ağlanır durur,
Adam darağacında sallanır durur..


Ahmet Muhip Dranas

11 Ocak 2017 Çarşamba

Sevinsin

Aldık nasibimizi hüzünden
İşte geldik gidiyoruz sevinsin
Halbuki ne güzel başlamıştı hikaye
Şerbet gibi bir gök üstümüzde.
Ve bütün lezzetleriyle toprak
Gözümüzde nur, dizimizde takat
On parmağımızda on hüner vardı
Biz onun sevgili kulları.
Dünyasını abad eyledik
Bir can verdi bize bin alır
Gideriz gözümüz arkada kalır
Sevinsin.
Açın kapıları açın
Gidin haber verin meleklere
Can çekişip durmasın beyhude yere
Elbet bir tutam ot biter üstümüzde
Mezara göre ayağını uzatır ölülerimiz.


Bedri Rahmi Eyüboğlu
Karadut

Hele Bir Başlasın

Hele bir başlasın ılık yaz yağmurları, içimdeki çocuk!
Hele bir kanatlansın ufuklar,
Hele bir içini çeksin orman,
Hele bir kere güneşler yansın,
Kertenkeleler üşümesin,
Hele bir kere toprak kansın,
Mevsim demlensin,
Hele bir ballansın böğürtlen dikenleri!
Gelincikler bedava,
Gökler sahipsiz
Bahçeler zilzurna..
Hele bir başlasın ılık yaz yağmurları, içimdeki çocuk!
Dudaklarında kalın kabuklu bir portakal kokusu,
Tabanlarında, kınalı keklikleri bol dağların rüzgarı karıncalansın..
Hele bir kere dallarda sallansın
İri kalçaları şeftalilerin;
Hele bir duyulsun uzaktan
Yaylı çıngırakları
Yıldızlar seslensin,
Hele bir armut ağacı temmuzu yüklensin,
Hele bir kerrecik daha yalınayak yere değsin içimdeki çocuk...


Bedri Rahmi Eyüboğlu
Yaradana Mektuplar

Aslını Ararsan

Ben yalnız seni büyürken gördüm Mehmedim
Aslını ararsan;
Biz bu dünyada her şeyi olmuş bitmiş bulduk.
Gökyüzü çoktan çatılmış
Toprak yoğrulmuş sıcağı sıcağına
Petekler dolmuş ağzına kadar
                           Narlar yarılmış.

Aslını ararsan
Ne mevsimlerin birbirine değdiği yeri
Ne bulutları, ne karanfilleri
Ne yıldızların, niçin uçtuğunu
Ne de insanların niçin göçtüğünü biliriz.

Aslını sorarsan
Biz bu dünyada her şeyi olmuş bitmiş bulduk
Hayatı kırk yıllık bir dost gibi yanı başımızda
Ölümü göz kapaklarımızın eşiğinde
Ve adlarımız
İbibik kuşu gibi başımızın üstüne konmuş!


Rıfat Ilgaz
Yaradana Mektuplar

10 Ocak 2017 Salı

Oğlum Mehmede

Meyvelerimizi Takdim Ederim 


İşte armutlarımız çırılçıplak
Ne avret mahallerinde yaprak
Ne de kendilerini verirken
Haz ederler
Üç aylık sabinin gülüşü
Yağmurun kendiliğinden dökülüşü gibi
Her şeylerini verirler
Yabana atma meyvelerin şehvetini tosunum
Şehvetle nur
Yalnız meyvelerin cennetinde
Haşrüneşr olur

Dalından ayrılan meyveye kulak ver
Hâlâ içerisinde toprağın uğultusu
Ve için için akan serin çeşmeler.
Isır meyveleri tosunum birer birer
İnsan oğlu cennetlerin en güzeline
Meyveleri ısırarak girer.
Oğlum Mehmede meyvelerimizi takdim ederim
Dilerim Allahtan
Meyve ağaçları sıralansın ömrün boyunca
Hazzın biri tükenmeden
Öteki yansın dallarda alev alev
Ye rüyalarına salkımların buğusu dolsun.
Cürmün çağla taşlamaktan
Yaran böğürtlen dikenlerinden olsun.
Ölümün ağulu dutlardan olsun.


Bedri Rahmi Eyüboğlu
Yaradana Mektuplar

Mahsul

En güzel, en olgun, en harikulade
Meyvesini versin diye toprak
Hiçbir emek esirgenmedi ondan
Ne zindan, ne temerküz kampları,
Ne duvar diplerinde kurşunlanmak,
Ter, göz yaşı ve kanla suladık onu
Dökecek yeryüzüne tam ve olgun mahsulünü
Toprak nankör değildir
Utandırmaz insanoğlunu.


Hasan Basri Alp

Bir Kozada

Geç kalmadık tam zamanı
İş başlamaktaydı başladık
Örüyoruz kozamızı birlikte
Zaman da bir kozadır ipek böceğim
Her solukta örülen
Bir dışındayız bir içinde

Bir gün bizim de dokunacak
Atlasımız çalışkan ellerde
Gül yaprağı inceliğinde duru
Sabahların eridiği mavilikte
Mekikler söyleyecek türkümüzü
En güzeli bu değil mi övgünün
En sürüp gideni ipekte

İlk yağışla başladı diriliş
Özsuyla buğulandı dalların ucu
Yaprağa durdu dipten doruğa
Bahçedeki dut ağacı


Rıfat Ilgaz
Uzak Değil

9 Ocak 2017 Pazartesi

Kim Bilir

İlk yağmur damlası düştü
Kuru yapraklarına güzün.
Ardında kış kıyamet,
Dert, hüzün.

Alınyazısı hepsi.... Kısmet....
Ha yazı, ha kışı geceyle gündüzün,
Kim bilir kaç günü kaldı
Ömrümüzün?


Ziya Osman Saba
Nefes Almak 
1956

Kuş Misali

I

Ortada hesap yanlışlığı yok,
Yavrumuz vakitsiz doğdu:
Tam sekiz aylık.

Bilmem ne vardı acele edecek?
Sekiz aylık çocuk yaşamazmış,
Bunu da bizim gibiler söylüyor;
Belki yaşadığı evler bulunur,
Zor yaşar bunun dokuz aylıkları
Bizim buralarda.

Ne yapalım, yetmezse ömürcüğü,
Daha bir tane var geride.
Onu büyütürüz ister istemez.
O da bizim kadar düşünceli
Memnun görünmüyor gelenden.

Bilse hiç üzülmeyecek;
Söylemeye dili varmıyor ebenin
-Evlattır ne de olsa-
Misafire benziyor, yazık.
İş, erken doğmakta değil,
Gelmişken yaşamakta…

Eziyet bize yaptığı,
Hazırlayınca çekip gidecek,
Bezini muşambasını.

Kolayına ısınmıyor odamız,
Buz kesiliyor elleri, ayakları;
Sıcak şişeler mi koymalı dersin,
Pamuklara mı sarmalı?
Akşama sabaha yolcudur.
Artık annesini de istemez oldu,
Minneti kalmadı kimseye.


II

Sekiz aylık çocuk bu kadar yaşarmış,
Dört gün yaşadı.
Çok bilmiş insanlar gibi
Gitti sabaha karşı…

Haber verince bekçiye,
Soruldu ekmek karnesi.
Doğuma bakarak,
Yerinde buldular ölümü
Hemen izin çıktı gömülmesine.

Dört gündür, soğuktan,
Su yüzü görmeyen yavrumuz,
Geleneğe uygun yıkandı.
Çıkarken kucakta
Bulamadı beklenen gözyaşını.

Çocuklar düştü arkamıza,
Yüzü kirli çocuklar…
Dört yanımı saranlara,
Su dökenlere, yasin okuyanlara
Dağıttım son meteliğe kadar.

Ayın sonunda gitti en kötüsü,
Kaldı ebenin parası aybaşına.
Vakitsiz doğduğu gibi,
Bildi vakitsiz ölmesini yavrucak,
Gitti kuş misali!


Rıfat Ilgaz
Uzak Değil

İçelim

İşte bir aradayız!
Sağlığından haber beklediklerimiz yanımızda,
Ve aramızda uzun zamandır
Yüzünü görmediklerimiz!
Kimimiz mahpustan dönmüşüz
Kimimiz sürgünden!

Bu akşam keyfimiz yerinde,
Günlük dertlerimizden sıyrılmışız,
Nasıl kazanıldığını unutmuşuz paranın
Elimiz o kadar açık;
Harcayalım neşemiz için!
İyisi gelsin şarabın,
Yüklü olsun mezeler!

Nöbetçisiz geçiyor akşamımız demek,
Kilitsiz, demir parmaklıksız;
İstersek burda keser konuşmamızı,
Çıkarız kol kola, kelepçesiz.
Dolaşırız canımızın çektiği sokakta.

Özlemini çekmişiz uzun zaman
Dostların ve aydınlığın.
Duymuşuz her çeşit yalnızlığı
Tek başımıza.
İki çift laf etmenin karşılıklı,
Ne demek olduğunu öğrenmişiz.

Konuşalım,
Bir suç olduğunu bilerek her sözümüzün.
Güzel günlerin yaklaştığını söyleyelim,
Dört yanımızı kollayarak.

Ne olacak, bilir miyiz birazdan?
Belki hesabı sorulacak neşemizin.
Kaldıralım son kadehleri,
Ayrılalım arkadaşlar,
Ayrılırken öpüşelim!


Rıfat Ilgaz
Uzak Değil

7 Ocak 2017 Cumartesi

Egan Orahilly'nin İhtiyarlığı

Soğuk aydınlıkta dikilir zorcana
Ve gider yoluna tiril titrek kıyı boyunca.
Sarsak, bükük ve söverek mide sızıltısına.

Tuzlu uçurum sulara boğar onu daha bir
Her işgüzar çarpıntısında dalganın
Gösterir dişlerini o, bitimsiz ölüm çığlığına denizin.

Çukurun yanında açılır kapanır gökkuşağı
Titreşir rüzgarda bitkisel görüntüler
Gülerler gizli gizli görüp ölümcülün çizgilerini.

O kısar kırmızı gözlerini ve kaynaşır garibanlar
Çirkin yüzleriyle ezerek şatoları, açar gizini
Başkaldıran yüzlerin, yere göğe söverek.

"Ey sürgün prensler, sizler mutsuzluğunuzda
Kaçtınız deniz ötesine. Adımlarımın gittiği her yanda
Evleriniz: atmayı kesmiş yürekler şimdi.

Öldürür çocuklarınızı açlık, çocuklarınızı ki ben
Çılgınlıklarını besleyebilirim ancak, uzun ve anlamsız yakanlar
Sizin için özümlenmiş can çekme sanatının yatağında.

Ama düşman yöneliyor aynı yöne ve çoğalıyor
Düzensiz vuruşu okyanusun yıktı dinginliğimi dün
Bu sabah deniz yumuşakçaları ve yapay sofular bulantısı."


Thomas Kinsella
Çeviren: Kaya Öztaş

Yarından Sonrası İçin Şarkı

Dublin'e çıkarsanız şöyle bir
Yüz yıl ya da daha sonra
Baggot Street'te söylerler size
Nasıldım arkadaşlarıma karşı.

Bir başkaydı o
Diyecekler size
Bir başka herifin
Tekiydi o

Çok zaman oluyor ninemi
Davet etmişti fakirhanesine
Ninem gülümsüyordu hep anımsayarak
İlk o tatlı yaprak koparışlarını.

Tehlikeliydi o, orası öyle
Tehlikeliydi
Tehlikeli olmasına
Tehlikeliydi o.

Pembroke Road'da atlarsınız
Bağrı açık görüntümü benim
Birkaç yumurcakla parmaklık arasından oynayan
Onların öz çocukları toprak altında olacak o zaman.

Uğursuz değil de hem
Seviyorduk çok onu
diyecekler size
Seviliyordu o.

Kahvelerde işitirsiniz
Kaldıysa boşlukta sesim
Sorun masada oturanlara
Ne düşünüyormuş dedeleri hakkımda benim.

Kendine özgü birisiydi o
Evet, kendine özgü
Kendine özgü olmasına
Kendine özgü biriydi o.

Bir tanrı vergisiydi onda
Herkese kesin değerini vermek
Tanrı nasıl nazlıysa ölçüde, öyle,
Niye sevsinler onu sanki.

Gururluydu o, orası öyle
Gururluydu
Diyecekler size
Gururluydu o.

Bir gün çıkarsanız Dublin'e
Yüz yıl ya da daha sonra
Soluyacak mısınız benim özümden
Gerçek bir lavantadan daha başka şey.

Kendini beğenmişti o.
Beğenmişti kendini
Orası öyle
Öyleydi o.

Yüz başka adın arasından
Bir kitapta gördüm adını, rafta
Okudum orada
"Çok daha iyi yapabilirdi"

Doğru, tembeldi tembel olmasına
Tembel
Diyecekler size
Tembelin tekiydi o.

Biliyordu ki Yarın
Us verilerini sever ancak
Yürekten kopan dizeler oysa
Yalnız ruhun Türküsü.

O da yalnızdı öyle
Orası öyle
Ama yaşamında yararlanmasını
Bildi o.


Patrick Kavanagh
Çeviren: Kaya Öztaş

Selam Yaratanlara

Tanıklardan bir bulut. Kime? Neye tanıklar;
Gökyüzünden gitmeyen o küçücük ateşe.
Günlük aşı pişiren o koskoca ateşe.

Ne varsa yeryüzünde bizi hatırlamasa bile
Bizce anılıp kutsanan. Ne varsa biz öldüğümüzde
Farkına varmayacak olan. Ama gene de

Anlam ve kanat veren her geçen ana.

Selam öyleyse Yaratanlara: sözlerden, eylemlerden
Kitaplar dizenlere. Ne kadar koşan varsa
O kadar yazanlara, nasıl büyürse bir aile

Yüzlerini güneşe döndüren ayçiçeklerince,
Ve bazen karartmalarda, hava saldırılarında
Nasıl bir ada yaratırsa gecede yapılan şaka,

Bazen de bir iyilik nasıl sararsa odayı,
Evleri ve köyleri, bazen de hiç olmadık
Bir vida sıkıştırmak, bıçakları bilemek

Bir anlam kazanırsa, tıpkı geceyarısı
Çan seslerini duymak paylaşmaksa onları,
Ya da ahir ömründe adamcağızın biri

Ihlamurlar diker de bütün bir cadde boyu
Koklarsa çiçeklerini daha açmadan, yürürse
Gölgeli kemerleri altından ağaçlar büyümeden,

Yeşermeye başlarsa otlar, doğanlarla birlikte
Yanında yürüyenlerden, nasıl nohut öğütür
Kahve bulamayınca insan ve saldırılara

Karşı durursa asker, analar gecelerce uykuyu düşünmeden
Hayatı yoğururlar, madenciler gündüzün kuyulara inerse,
Bir çocuk yaramaz uçurtmasını aldırışsız bir göğe

Nasıl salıverirse, balıkçılar sallayıp oltalarını
-Balıkla oynarlarsa, işçiler çalışıp da nasıl övünürlerse
Dökülen alın terinden daha gündeliklerini almayı düşünmeden,

Atlılar nasıl sürerse atları atların üzerindeyken,
Dağcılar nasıl tırmanırlarsa bir doruk orda diye,
Ve hayat nasıl doğrulanırsa intihar ederken bile:

Yaratmak budur işte. Yaratalım ey dostlar. Arınsın şu pis hava.



Louis Macneice
Çeviren: Cevat Çapan

Baştan Başa

Anlayabilmek işin aslını baştan başa
Olmayacaktı erken;
Bildiğimiz, sözlerin sıçrayışı rastgele,
Bir de şarkının dalları düşerken.
Ne zaman kulak versek büyük varlıklara biz,
Kırk yılda bir kere
Talih yaver giderse, yakalayabiliriz
Baştan başa bir ibare.

Bulabilsek mutluluğumuzu baştan başa
Kollarında başka birinin,
Bahar mızraklarının korkusunu çekmezdik,
Ne de kentin o cırtlak yangın sirenlerinin;
Gel gör ki etimizi mızraklar öldürüyor
Her yıl ve her saat başı
Çanlar ya da sirenler uzaklara sürüyor
Masmavi gözlerini sevdanın baştan başa.

Dünya ya kara olsa ya da ak baştan başa.
Tüm haritalar olsa ayan -beyan,
Kaplan gibi suların arapsaçı değil de
Biçmeler gibi hazla ve acıyla parlayan
Gitmek istediğimiz yolu bilirdik belki,
Ya da kalırdık öyle, bunalmış sıkıntıyla.
Ama gaddar gerçekte asla tek bir yol yok ki
Doğru olsun baştan başa.


Louis Macneice
Çeviren: Talat Sait Halman

6 Ocak 2017 Cuma

Buluşma Yeri

Zaman yoktu, zaman başka yerdeydi,
İki bardak, iki iskemle vardı,
İki insan, nabızları aynıydı,
(Yürüyen merdiveni durdurmuşlardı):
Zaman yoktu, zaman başka yerdeydi.

Ne yüksekteydiler ne derinlerde
Berrak esmer dereyi bir zaman dinlediler,
Sonra hala o sesin duyulduğu yerde
Bir kır kahvesi buldular, oturdular
Ama ne yüksekteydiler ne derinlerde.

Havada bir çan sesi sallandı durdu
Öyle bir huzurla susmuş,
İki vuruş arasında bir çiçek oldu.
Tunçtan bir keis, demir bir sesmiş,
Havada bir çan sesi sallandı durdu.
Fincanlar tabaklar arasında

Kum denizleri vardı, develer geçti,
Çöl onlarındı, yıldızında hurmasında
İki insan birbirini paylaştı,
Fincanlar tabaklar arasında.

Zaman yoktu, zaman başka yerdeydi,
Garson görünmedi, saat unuttu onları,
Radyonun çaldığı valslar o pınar değil miydi
Demin kayalar içinde duydukları?
Zaman yoktu, zaman başka yerdeydi.

İnce parmakları külünü silkti
Tropik ağaçlarda biten korların,
Kimin umurunda dünya, tomruklar kaça çıktı
Onlar sahibiyken bu uçsuz ormanların,
Uzun parmakları külünü silkti.

Allah yahut ne demekse o
Büyüktür ki zamanı durdurur böyle,
Kalplerin anladığı duyduğu
Gerçek olur vücudun huzuruyla,
Allah yahut ne demekse O.

Zaman yoktu, sevgili buradaydı,
Yaşamak değildi daha önceki,
Çan sesi susmuştu, ses havadaydı,
Her yeri bir ışık ısıtmış, çünkü
Zaman yoktu, sevgili buradaydı.


Louis Macneice
Çeviren: Cavit Erginsoy

Bizans

Gündüzün silinmemiş görüntüleri çekilirken
İmparatorun zilzurna askerleri sızmış erken;
Karışıyor koca katedral çanının ardı sıra
Gece yankısıyla bekçi şarkıları kayıplara;
Yıldızlarla ve ayla ışıklanan kubbe tiksinir
İnsanın tüm varlığından,
Bütün karmaşıklığından,
Nasıl öfke ve balçıkla doluysa gövdede sinir.

Sürüklenir önümde bir imge, insan ya da gölge,
İnsandan çok daha gölge, gölgeden çok daha imge;
Ahretin makarası, mumya bezlerine sarılı,
Çözebilir arapsaçı gibi yolu;
Bir ağız ki ne bir soluğu var, ne de nemli,
Çağrılar çıkabilir soluksuz ağızlardan;
Selam sana üstün insan;
Adına varlıkta ölüm, ölümde varlık demeli.

Mucize, kuş ya da altın el işi,
Daha çok mucize, değil kuş ya da el iş,
Yıldızlarla ışıklanan altın dala dikilmiş de
Cehennem horozları gibi ötüp duruyor işte
Ve nefret saçıyor acısıyla aydan yanmış canın
Değişmez madenlerin görkemleri uğruna,
Sıradan kuşla çiçek yaprağına
Ve olanca karmaşıklığına balçığın ve kanın.

Geceyarısı İmparatorun avlusunda seker
Çalıyla beslenmeyen, çelikten yanmayan alevler,
Alevden doğan alevler, onları bozmaz fırtına;
Kanın doğurduğu ruhlar yaklaşır da yanlarına
Öfkenin olanca karmaşıklığı tutar yolunu,
Ölüm raksıyla birleşir,
Coşan acıyla depreşir,
Kol ucunu yakamayan alevin acısıdır bu.

Yunusun balçığı kanı üstünde eli yularda
Ruhlar, peşpeşe ruhlar! Sel kırılır kuyumcularda,
İmparatorun altın işçileri!
Raks yerinin mermeri
Bozar karmaşıklığın öfkelerini, merhametsiz,
O görüntüler ki yine
Hayat veriyor taptaze görüntülerine,
Yunusun yırttığı, çanın işkence ettiği deniz.


William Butler Yeats
Çeviren: Talat Sait Halman

Galway At Yarışlarında

Orada, atların yarıştığı çayırda,
Aramızda birlik yaratıyor duyduğumuz sevinç.
Atlılar dörtnala atlarının sırtında,
Yüreği ağızlarında arkadan bakanların:
Bizim de seyircilerimiz vardı eskiden;
Dinleyen, işimizde bizi yüreklendiren;
Yoldaşlık ederdik binicilerle
Yeryüzü tüccarın, kalem efendisinin
Kesik soluklarıyla buğulanmadan.
Sürdürün türkünüzü: bir yerde doğarken yeni bir ay,
Göreceğiz uyumanın ölmek olmadığını,
Duyarak yeryüzünün yeni bir hava tutturduğunu -
Yeryüzü hep delikanlı çünkü -
Sonra bağıranlar çıkacak yarışlardaki gibi,
Ve insanlar olacak bizi yüreklendiren,
Atını sürüp gidenlerden?


William Butler Yeats
Çeviren: Cevat Çapan

5 Ocak 2017 Perşembe

İkinci Geliş

Genişleyen çemberde döndükçe hiç durmadan
Şahin işitmez oldu kendi şahincisini;
Her şey çığrından çıktı: devrilen devrilene;
Saldırıyor dünyaya amansız kargaşalık,
Gemi azıya alan kapkara kan selinde
Boğulup kurban gitti masumların şöleni:
İyilerde ne inanç ne umut kaldı artık,
Oysa kötüler coşkun, kabına sığamıyor.

Yakında belirecek elbette bir mucize,
Artık İkinci geliş yaklaşmıştır elbette.
İkinci geliş! Daha bu sözler söylenirken
Evrensel Ruh içinden koskoca bir görüntü
Tartaklıyor gözümü: bir çölün kumlarında
Aslan biçimli, insan başlı bir gövdedir bu,
Bir bakış, güneş gibi bomboş ve merhametsiz,
Ağır kalçalarıyla yürüyor, çevresinde
Gölgeleri dönüyor kızgın çöl kuşlarının

Karanlık bastırıyor yine; biliyorum ki
Yirmi yüzyıldır süren taş uykusu kabusa
Dönmüştür ezasından sallanan bir beşiğin.
Hangi yaban yaratık, günü gelmiş de artık,
Doğmak için Beytlehem yolunda sendeliyor?


William Butler Yeats
Çeviren: Talat Sait Hamlan

Ölüm

Ne korkusu vardır, ne de emeli
Can çekişmekte olan bir hayvanın;
Korkularla, umutlarla eceli
Bekleyip durmak yazgısını insanın.
Kaç kere ölmüştür insan üstüste
Ve kaç kere dirilmiştir art arda.
Bir büyük adam gururuyla işte
Katillerin karşısına çıkar da
Küçümser, hor görür, alaya alır
Ecelin kesmesini soluğunu.
Ölümü etle kemik gibi bilir -
İnsan kendisi yaratmıştır onu.


William Butler Yeats
Çeviren: Talat Sait Halman

İnsanın Dört Çağı

İlkönce bedeniyle yaman bir cenge girdi,
Ama beden kazandı, dimdik yürüyor şimdi.

Sonradan yüreğiyle çarpışmaya koyuldu;
Masumluk da huzur da başka sığınak buldu.

Kafasıyla kavgaya kapıştı daha sonra;
O mağrur yüreğini bıraktı bir kenara.

Şimdi Tanrıya karşı başlıyor savaşları;
Zaferi kazanacak geceyarısı Tanrı.


William Butler Yeats
Çeviren: Talat Sait Halman

4 Ocak 2017 Çarşamba

Heykeltıraş

Koca heykeltıraşım ben, hayalin çekiciyle,
Bir gece seni şiirin mermerinde yaratmışım.
Elmas gözlere şehveti resmetmek için
Bin tane kara gözün nazına katlanmışım.

Bakıp endamının yıkanma isteğine.
Ayın köpüklü şarabını üzerine serpmişim.
Seni korumak için ansızın nazardan,
Kıskançların gözünden bakışları çalmışım.

Kıvrılıp bükülüşün gönülleri fethetsin
Diyerek, ellerimi dört bir yana açmışım.
Her kadın endamından biraz ödünç almışım;
Güzel rakkaselerin nazlarını çalmışım.

Güzel bir heykelsin sen, bakmıyorsun hiç bana.
İnsafsızca atmışsın beni kara toprağa.
Sarhoşsun gururunla, uzak benim acımdan
Gönlüm kapanmış seni yaratan adama.

Dikkat et! Bu yalvarış perdesinin ardında
Ben varım, heykeltıraş, kara sevdalı sana ...
Çılgınlık saracak bir gece her yanımı,
Yerlerde görecekler seni de parçalamış!..


Nader Naderpur
Çeviren: A. Eğilmezcan

Sessiz Damawed

Selam! Ey görkemliler!
Selam! Ey aydınlık ve mağrur tepeler!

Yamaçlarına, vadilerine, derelerine selam!
Duru ve berrak kaynaklarına selam!
Vücudun sağlam, yüreğin kırılmaz çelik
Sertliğin dokunulmaz.

Dorukların ötesindeki gece şöleninde
Sonsuz yıldızların övgüsü,
Kollarının arasındaki sislerde günün doğuşu
Sürüp gidiyor,
Yaban lalelerinin kışkırtan çağrısı
Sert ve güzel taşların ardında.

Sen de bizim gibi bağlısın
Bulutların şalından bir örtü boynunda
Bir dayanak ve sığınaktır!
Ey şahlanmış at!

Kara bulutlar gibi karanlık benim de ruhum
Konuşuyorum seninle
Olmayan ovalarda taşınan zahmet niye,
Nerde yuvaları kartalların? Söyle,
Barınmak istiyorum ölenecek.

Gece nasıl da yıldızsız
Bakışlarımız ve ellerimiz boş
Sessizlik yanıp tutuştu çayırdaki köklerinde sözlerin

Söyle, söyle, konuşan sensin işte
Yıldırım dilinde ve taştan sözlerinle
Ne kadar karanlık gece
Sonsuz gecelerimizden daha soğuk bir gece
Söyle, susup durma öyle!


Siavaş Kasrai
Çeviren: Muzaffer Uyguner

Eşikte

Sakın
Güneşin sarı benzine
dalıp
bakma

Büyüler
seni.
Gözlerine ellerini siper et
Gökyüzüne bakarken
Göçmen turnaları
Göreceksin
yükseklerde
Mevsimlerin kavşağında
Rüzgarların geçidinde
Güneye doğru
Uçarlarken.


* * *

Ellerin
Gözlerinin kalkanı olsun
Sarı benizli güneş
Bakışını
Büyülemesin
Göçmen turnaları
Gör de
Denizlerden
Dağlara
Kanat kanata
Denizleri aşarlarken
Gururlu dik dağlara
Islak saman yüküne
Tarlanın kuru sofrasına

Kargaların kargaşasına
terk edilen harman yerlerinde
Geleneklere
Göreneklere
Ülkelere
Ve seni fersiz damına
Başına
Ve üzgün gövdene
Çöktüğün kedere

Ve böylece
Zindanda geçen yıllarına
Ve turnaların kanatlarındaki son kızıllık
Batan güneşin ateşinde
Kül olacak

Orda sen
Kederi göreceksin
Uzayan gölgesiyle
Batan güneşle birlikte
titreye
titreye

Ereğe erişir
Ve senin yanında
Pencere kıyısına ilişir
O
Senin sayrılı, beyazellerine
Yaşlı ellerine ...
Ve batan güneşi
Kara Kanadını...


Ahmed Şamlu
Çeviren: İldeniz Kurtulan

3 Ocak 2017 Salı

Tanyeri

Sabaha dek uyumayan
bana ninni söyleyen anam
ağlarken mutsuzluktan
gözyaşlarımı silen anam
öğretmişti bana
geceleri uyanık kalmayı

uyumadık
bu karanlık yıldızsız gecede
usanmadan dikilir gözlerimiz
tanyerine
uyumadık gözlüyoruz
ne zaman ağaracağını tanın

gelin sulayalım kanımızla
bu kızıl fidanı
sulayalım tanyerinin
bu kızıl gülünü

bulunmaz
karanlığın gözlerinden
acı acı dökülen
yaşlardan
daha parlak bir ışık


Ali Reza Nabdel Oktay
Çeviren: M. Babek

Yurt

Yorgun bir kent
geceleri ağır ağır
uykuya dalarken
gider benim gönül kuşum
ufuklara doğru
yellerin savurduğu
bulutlarla beraber

ey benim gönül kuşum
soyunup
bırakan kendini
serin dalgaların fısıltısına
ve kulaçlayan
"Urumiye" gölünün sularını
sonra o
buharlı geminin
dumanı kaplar gökyüzünü
gölün tarih ocağından
adlanan yüreğinden çıkar

yükselir duman, dağılır duman
Bağmeşe'de
tezgah başında
halı dokuyan bir kızın
dolar
ıslak ve küflü bodrumuna

çalışır kız kan ter içinde
canla başla çalışır
dokunur ilmek ilmek insanlığın destanını
çiçekler yaratır
sonsuza dek yaşayacak

gönül kuşum
Karadağ halkının
kışlık konargalarında gezer
ve Merage'nin

bağ çardaklarında
bahçıvanların söyleşilerini dinler
titrek fener ışığında
ve sonra yükselir
yürek dolusu gamla
konar
uçsuz bucaksız "ark" ın surlarına
donar gönül kuşumun yüreği
"neden bir sıcak ocak, yoktur ülkemizde
neden halkımın elleri soğuktur"
dağların
çayırların ötesinde
hiçbir sıcak ocak
hiçbir sıcak kucak
çağırmadı gönül kuşumu

O Ark ile dertleşir
Ark ki özüdür tarihin, sözüdür
ve der ki gönül kuşuma Ark
tutsak olmayacak insan
insanlık boy atacak.


Ali Reza Nabdel Oktay
Çeviren: M. Babek

Hallaç

Suda yine belirdi
rüzgarda,
saçlarının bulutuyla
yine o kızıl marş
"En elhak"
hep dilindeydi

sen
"aşk namazında" ne okudun ki
asıldığından yıllar geçiyor da
hala
bu ihtiyar asesler
ölünden bile korkuyorlar
adını
Nişabur'un bağrı yanık aşıkları
esriklik
esriklik ve doğruluk anında
dudaklarının altından
yavaş yavaş
gizleyerek yineliyorlar

sen
darağacında
suskun ve donukken
izleyici kaldık biz
vazifeli aseslerle

külünü
sabah rüzgarı
nereye savurduysa
bir yiğit çıktı
topraktan

Nişabur'un sokaklarında
geceyarısının esrikleri
yavaş yavaş
kızıl şarkılarını söylüyorlar

adın,
dolaşıyor dillerde


Hamid Mosaddegh
Çeviren: M. Babek

2 Ocak 2017 Pazartesi

Peşrev

Olayların gizemini
Kır.
Suskunluk mührünü dudaklarından
Sök
Terk edilmiş kuyulara
Dalma
Sun, adımlarını yollara
Sun...
Direniş destanı ezgisini çağır
Keder türkülerini neden,
Neden söylersin?
Kurulup oturmamalı tasa
Gönlüne
Gözlerinden yaş akmamalı
Direnip ayakta durmak
Belki çok zordur bilirim
Ama
Çökeltemez insanı gam
Kalk o gem almaz atını
Eğerle
Ardına bak
Kimdir güvendiklerin
Efrasiyab, Siyavuş'un kanını döktü
Bijen'e düşmanlar kuyuda boğdu
Neredeymiş bahadırlığın senin?
Tüm vücudun suskun
Nerdeymiş erkekliğin senin
Tüm vücudun durgun
İsfendikar'ı ne teselli edersin
(Ben) pür gurur benddeyken?
Al okunu yaya yerleştir
Yaylan, vur onu gözünden
Şogad'ın kuyusu, ölümünü sağlar
Sana senden gelir zarar
Kendi kuyunu kazansın sen
Seni vurmak gerek
Kırmak gerek.



Hamid Mosaddegh
Çeviren: İldeniz Kurtulan

Geçmişte Kalan

Çok yaşlıdır korular;
Ve funda dallarında
Baş veren tomurcuklar,
Eserken Mart rüzgarları,
Öyle eskidir ki güzellikleri -
İnsan hiç bilebilir mi
Kaç çılgın yüzyıl geriye
Uzanır gülün tarihi!

Çok yaşlıdır dereler;
Ve altında mavi bir göğün
Karların serin serin uyuduğu
Yerde kaynayan sular
Gelip geçenle ilgili
Bir öykü anlatırlar
Bilgedir her damlası
Hazreti Süleyman kadar

Çok yaşlıyız biz insanlar;
Düşlerimiz masal olmuş
Havva'nın bülbülleri anlatır
Cennetin kararan bahçelerinde;
Uyanır fısıldaşırız bir süre,
Ama bitmiştir artık gün,
Ve horozibikleriyle dolu bir tarla gibi
Uzanır sessizlik ve uyku.


Walter De La Mare
Çeviren: Cevat Çapan

Adam Olmak

çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse
sen aklı başında kalabilirsen eğer
herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
hem kendine güvenebilirsen eğer
bekleyebilirsen usanmadan
yalanla karşılık vermezsen yalana
kendini evliya sanmadan
kin tutmayabilirsen kin tutana

düşlere kapılmadan düş kurabilir
yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir
ikisine de vermeyebilirsen değer
söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz
kandırabilir diye safları dert edinmezsen
ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz
koyulabilirsen işe yeniden

döküp ortaya varını yoğunu
bir yazı-turada yitirsen bile
yitirdiklerini dolamaksızın dile
baştan tutabilirsen yolunu
yüreğine sinirine dayan diyecek
direncinden başka şeyin kalmasa da
herkesin bırakıp gittiği noktada
sen dayanabilirsen tek

herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen
unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
dost da düşman da incitemezse seni
ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
her saatin her dakkasına
emeğini katarsan hakçasına
her şeyiyle dünya önüne serilir
üstelik oğlum adam oldun demektir


Rudyard Kipling
Çeviren: Bülent Ecevit

Zindan Türküleri'nden

Al ceketini giymedi
Çünkü kırmızıdır şarap ve kan
Elleri kan ve şaraba bulanmıştı
Onu cesetle buldukları an
Bir ölü vardı yatağında
Sevdiği zavallı kadından

Geziyordu mahpuslar arasında
Başında kriket şapkası
Soluk gri bir ceket sırtında
Yürüyüşü hafif şen-şatırdı
Ömrümde görmedim böyle bir adam
Güne bu kadar ihtirasla bakan

Ömrümde görmedim böyle bir adam
Mahpusların gök dediği
O küçük mavi çadıra
Ve gümüş yelkenlerle geçip giden
Her buluta
Böyle ateşli gözlerle bakan

Dünyanın bir başka ucunda
lzdırap çeken başka ruhlar da olacak
Nasıl iş yapmıştı bu adam acaba
Ki arkamdan bir ses duydum:
- Bu adam asılacak


Oscar Wilde
Çeviren: Halim

31 Aralık 2016 Cumartesi

Deniz Humması

Gene denizlere dönmeliyim, ıssız deniz, semaya
Bütün istediğim bir gemi ve yolunu gösteren yıldız
Çark vursun, rüzgar söylesin, beyaz yelkenler çarpsın havaya
Ve denizde sisli bir fecir, bir fecir istediğim yalnız.

Gene denizlere dönmeliyim, dalgaların çağrısına
Öyle hoyrat, öyle saf bir çağrış ki karşı durulmaz buna
Bütün istediğim rüzgarlı bir gün, bulutların yarışı,
Savrulan köpükler, serpintiler, martıların haykırışı.

Gene denizlere dönmeliyim, serserilik hayatına
Martılarla, balinalarla o keskin rüzgarlı yollarda
Bütün istediğim yolculuğun sonunda, bıkıncaya dek,
Uyumak, rüya görmek ve bir gemici masalı dinlemek.


John Masefield
Çeviren: Melih Cevdet Anday

Çılgın Bahçıvan Türküsü

Bir fil gördüğünü sandı
Duvarda kaval çalan
Yine baktı, anladı ki
Mektupmuş karısından.
"Sonunda anladım." dedi,
"insana hayat zindan."

Yılan gördüğünü sandı
Soru soran Yunanca,
Yine baktı anladı ki
Geçmiş gün, bir de baca.
"Üzüldüğüm şu ki" dedi,
"Yok bende konuşmaca."

Goril gördüğünü sandı
Kahve değirmeniyle
Yine baktı, anladı ki
Hapmış, erimiş bile,
"Bir yutarsam bunu,'' dedi,
"Ey hayat, güle güle."

Martı gördüğünü sandı
Çevresinde lambanın
Yine baktı, anladı ki
Puluymuş geçen ayın,
"Geceler soğuyor," dedi,
"Evine git, donarsın."

Kanıt gördüğünü sandı
Diyor ki: "Papa oldun."
Yine baktı, anladı ki
Bir kalıp renkli sabun.
"Sen görsen bunları," dedi,
"Kırılırdı umudun."

İnek gördüğünü sandı
Rafta, aman ne iyi,
Yine baktı anladı ki
Baldızının yeğeni.
"Evi terk etmezsen," dedi,
"Çağırırım bekçiyi."

Katip gördüğünü sandı
Oturduğu yerde güler,
Yine baktı, anladı ki
Su aygrıymış meğer.
"Yemeğe çağırırsam,'' dedi,
"Ben başlamadan biter."

Fayton gördüğünü sandı
Atları birer karış
Yine baktı, anladı ki
Başsız bir ayıcıkmış.
''Aman zavallıcık" dedi,
"Vah, vah karnı acıkmış."

Kapı gördüğünü sandı
Açılan iki yana
Yine baktı, anladı ki
Dünya binmiş zamana.
"Bu işin esrarı" dedi,
"Gün gibi açık bana."


Lewis Carrol
Çeviren: Ülkü Tamer

Werther'in Çektikleri

Werther'in Charlotte'a öylesine sevgisi vardı ki
Sözle anlatılamazdı bu:
İlk kez karşılaşmaları nasıl oldu bilir misiniz?
Kız ekmek ve tereyağı kesiyordu.

Charlotte evli bir hanımcıktı
Werther sapına kadar dürüst erkek;
Okyanus adalarının bütün zenginliği karşılık olsa
Hiçbir şey yapamazdı onu incitecek.

Bu yüzden iç geçirip ofladı pufladı durdu
Kaynadı köpüklendi içindeki arzular
Ta aptal beyni patlayıp
Dertsiz kalıncaya kadar

Charlotte ise görünce onun cesedini
Önüne geldiğinde konup da bir sedyeye
Hanım hanımcıklara yakışacağı gibi
Devam etti ekmekle tereyağı kesmeye.


William Makepeace Thackeray
Çeviren: Bilge Umar

Bir Yunan Vazosuna

Hey sessizlik!. Eşikte el değmeden bekleyen,
Kıvrak bükülüşlerle süzülüp duran gelin!
Ağlamadan, gülmeden toprakta emekleyen
Güzel çocuk sütanan Vakfın elinde elin ...
Yüzyıllardır söylenegelmiş ve bitmemiş te,
Ölmüşleri ölümsüz yapan masallar işte,
Uzandıkça dolanan sarmaşık üzerine ...
Bizdeki bozuk düzen mırıltılar yerine
Birşeyler anlatıyor, içli, sessiz, derinden
"Arkadya"nın duygular akan düzlüklerinden ...
Gün geçer, güzelleşir duyulmuş şakımalar;
Duyulmamışlarında daha da güzeli var;
Üstündeki resimde üflenen, duyulmayan
Makamlar işte öyle alımlı, zorlu yaman
Şu güz bilmez ağaçlar altında gelmiş dile.
Şu atılgan, gözü pek, sevimli aşık hele.
Bekleyecek hep böyle uzanmış o genç dudak;
Aklından geçmez bile bir an için sızlanmak
Çünkü sevgili hep bu, hep hurda, bekliyor hep,
Uzanıp öpemesin, öpmemeye yok sebep!
Böyle diri, tetikte, böyle istekli her an
Mutluluk kadehini boşaltıp da kırmadan
Yüzü buruşturmadan hep içmeyi beklemek
Ne tadına doyulmaz ne vazgeçilmez emek!
Var öpme o dudağı; kapanmasın gülüşün.
Kalb böyle çarparsa, biter ömür bir günde, düşün,
Duracaksın hep böyle, alımlı, zorlu, sıcak,
Hep böyle çarpan kalbin hep böyle genç kalacak!
Her siniri bir düğüm, her bakışı bir hile;
Burkulmuş dilleriyle, yanan alınlarıyla.
Yürekleri çarpmaktan bıkan insanların, sen,
Havasında hep böyle yaşamak, ne zevk, bilsen!
Kutlu şey! Güzel duruş! Eşsiz, benzersiz şekil;
Amacı kekeleyen kelimelerle değil;
Birkaç beden çizgisi, bir dal, bir çeşme tası,
Çiğnenmiş ot, çalınmış çalgı, bir taş parçası
En işlek dil olmuş ta, bilinen bugün-yarın,
Sırrını fısıldıyor bize sonsuzlukların ...
Gönül! bak, gözlerini örten dumanı sil de;
Vazo! bunu tekrar et, ona daha eğil de.
"Bunu bil, yeter sana, yeryüzünde bunu bil!
"Güzellik, büyük gerçek, tek gerçek, başka değil!.."


John Keats
Çeviren: Behçet Kemal Çağlar

30 Aralık 2016 Cuma

La Belle Dame Sans Merci

"Seni ne üzebilir, ey gücü-pek bahadır!
Yalnız dolaşıyorsun, benzinde solgunluk var.
Sazlar kurudu artık gölün kıyılarında.
Ötüşmez oldu kuşlar.

"Seni ne üzebilir, ey gücü-pek bahadır!
Ne kadar da bitkinsin, terk etmiş seni rahat,
Sincap doldurdu artık kışlık ambarlarını.
Yapıldı bitti hasat.

"Bir zambak görüyorum senin alnında açmış
Istırap nemi ile humma çiği taşıyan,
Ve solan bir gül yanağının üstünde
Son demini yaşayan."

"Bir hatuna rastladım kırlarda dolaşırken,
En güzelden de güzel - Gerçek bir perikızı,
Topuklarında saçı, keklik gibi sekişli,
Vahşi - ürkek bakışlı.

"Çiçeklerden bir çelenk ördüm onun başına,
Sonra bileziklerle bir kemer hoş kokulu;
Gözlerime baktı da sevdalı gözleriyle,
İnledi arzu dolu.

"Tuttum, onu bindirdim rahvan giden atıma
Ondan sonra bütün gün bilmedim gördüğümü,
Eğilerek bir yana çünkü çağırdı durdu
Bir peri türküsünü.

"Bayan hazlar verici kökler çıkardı bana,
Yaban balı topladı, kudret çiği içindi,
Ve sonunda dedi ki kendi peri dilinde
'Çok seviyorum seni.'

"Sonra götürdü beni büyülü mağ'rasına,
Or'da gözyaşı döktü, bir ah çekti kederle,
Or'da kuruttum ben de o vahşi gözlerini
Yanan öpücüklerle.

"Or'da uyuttu beni tatlı ninnileriyle,
Bir rüya gördüm or'da - Ah! bahtım ne de kara,
Biraz önce gördüğüm pek taze bir rüya bu
Bu ürperten yamaçta.

Solgun krallar gördüm, prensler, savaşçılar
Ölüm solgunluğuydu hepsinin yüzündeki;
Haykırarak dediler ki - "La Belle Dame sans Merci
Beni de tutsak etti!"

"Kavruk dudaklar gördüm akşam alacasında
Büyük büyük açılmış müthiş bir uyarmayla.
Birden uyanıverdim, bur'da buldum kendimi
Bu ürperten yamaçta.

"İşte bundan dolayı buradayım şimdi ben
Yalnız dolaşıyorum, benzimde solgunluk var,
Kurumuş da olsalar sazlar göl kıyısında
Susmuş da olsa kuşlar."


John Keats
Çeviren: Mete Ataç

Chapman'ın Homeros Tercümesini İlk Görüş

Altın illerde çok gezip dolaştım,
Nice büyük devletler krallıklar gördüm,
Batının nice adalarını dolandım ki
Şairler Apollon'un buyruğunu tutarlar.
Bana kaç kereler geniş bir ülkeden bahsedildiydi:
Bu mülke alnı derin kırışıklı Homer beylik edermiş;
Ama Chapman'ın gür ve yiğit sesini işitinceye dek
O saf sonsuzluk nedir bilmemiştim.

O zaman içimde bir his doğdu: Sandım ki ben, görüş ufkuna
Yeni bir seyyare yüze giren bir gökler gözcüsüyüm;
Yahut - Bütün adamları çılgınca kuşkulanarak
Birbirine bakarken - Dairen'de bir tepeden,
Sesini çıkarmaksızın, kartal gözleri
Büyük Okyanus'a dalıp kalan Levent Kortez'im.


John Keats
Çeviren: Orhan Burian

Dünyanın Avareleri

I.

Söyle bana, yıldız, kanatları nurdan,
Göster, uçuşunla, ateş saçaraktan,
Gecenin hangi tarafında mağaran?
Kanadını nerde kapatacaksın?


II.

Ey saz benizli yolcu, ay, söyle bana,
Kuş uçmaz kervan geçmez sema yolunda;
Gündüzün, gecenin hangi kovuğunda
Dinlenmek için gidip yatacaksın?


III.

Macera peşinde sürten yorgun rüzgar,
Bir serserisin ki her yerden koğarlar,
Sığınacağın gizli bir yuvan mı var,
Üzerinde bir dalın, bir dalganın?


Percy Bysshe Shelley
Çeviren: Orhan Veli