Şiir, Sadece

1 Mart 2014 Cumartesi

Güney Denizi

O yalnız denizdeki güller
ince tuzdan ve tehlikedeki bir boğazdan,
gene de dalgalı sudan
ve korkunç kuşlardan,
ve günden sonra gelen
gece var yalnızca, ve bir barınaktan sonra
geliyor gün,
bir soytarı, bir sessizlik.

Sessizlikte büyüyor rüzgâr
tek bir yaprağıyla ve kırbaçlanmış çiçeğiyle,
ve yalnızca dokunuşu ve sessizliği olan kum,
hiçbir şey yok, yalnızca bir gölge,
devrilen bir atın izi,
zamanın kabullendiği bir dalgadan başka bir şey yok,
çünkü bütün sular götürür denizin derininde
dik dik bakan zamanın soğuk gözlerine.

Ölmüş sudan ve güvercinlerden gözleri ölüdür şimdi,
ve kanlı dişleriyle balıkların geçip gittiği
acılı bölgeden iki deliktir onlar,
ve balinalar peşindedir zümrütlerin,
ve solgun süvarilerin iskeletleri çözünmüştür
yavaş denizanalarından, ve yanı sıra
zehirli nanelerin değişik birliklerinden,
yalnız eller, oklar,
pul pul tabancalar,
dur duraksız çalışıyor yanakları boyunca
ve yiyip bitiriyor çıplak tuzdan gözlerini onun.

Ay teslim ettiğinde kendi gemi batışlarını,
kasalarını, erkek gelinciklerle örtünmüş
kendi ölülerini,
giysiler gömüldüğünde denizde
düşer ayın torbası
onların uzun acılarıyla, yolunmuş sakallarıyla,
su gibi kafalarıyla ve gurur talep etmişti
zamanı ve sonsuzluğu,
o zaman işitilir her yerde
denizin dibine düşen diz, taş torbasında ayın
getirilmiş buraya, gözyaşlarıyla yıpranmış
ve ısırmış kasvetli balıklar.

Doğrudur, ayın battığı
zalim sallamalarda bir sünger gibi, alıkonulmaksızın,
yalpalayıp duruyor ay hayvanların inleri etrafında,
suyun çığlığıyla kemirildi ay,
ayın mideleri, pulu hızla ayrılmış çelikten:
ve şimdiden sonra
iniyor aşağıya okyanusun sonuna doğru,
mavideki mavi, içe işlemiş mavi renkler,
kör maddenin mavi kör renkleri,
ve sürüklüyor kendi çürümüş yükünü kendiyle,
dalgıçlar, kalaslar, parmaklar,
denizin yüce ışıltısındaki büyük felaketlerde
akan kandan yapılmış bir balıkçı karısı.

Fakat bir sahil hakkında konuşuyorum, orada deniz
kırbaçlar öfkeyle ve dalgalar çarpar
külden duvarlara. Nedir bu? Bir gölge midir?
Hayır, gölge değil, kumdur o kederli cumhuriyette,
alglerden bir sistemdir, kanatları var, bir gagalama
göğün bağrında:
ey yaralı dalgaların yüzeyi,
ey denizin kaynağı, eğer güvence veriyorsa
yağmur senin gizlerine, eğer o sonsuz rüzgâr
öldürüyorsa kuşları, eğer yalnızca gökyüzü varsa,
kıyılarını yalnızca ısırmak ve ölmek isterim,
gizlerin aktığı, köpükle dolu taşların ağızlarından
yalnızca uzun uzun bakmak isterim.

Yalnız bir bölgedir, daha önce
hakkında konuştuğum bu ıssız bölge,
denizle çevrilidir toprak
ve kimse yoktur – yalnızca bazı at izleri,
rüzgâr dışında hiç kimse, hiç kimse
denizin sularına düşen rüzgârdan başka,
hiç kimse, yalnızca yağmur büyür deniz üstünde.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama'dan

Şiir Sanatı

Şairim ben ama şiiri
Kendisi olarak umursamam bile.
Gece ırmağının taşıdığı yıldız
Çirkinleşir göğe tırmanmak isterse.

Zaman damla damla eriyip gitmede
Karnım tok sütüne masalların
Ben gerçek ve elle tutulan bir dünyayla beslenmekteyim
Göğün köpükleridir yükselen üstünde o dünyanın

Girip yıkanasın diyedir kaynak
Orada ürpertici ya da sakin sular
Birbirlerine karışıp sarmaşırlar
Sevimli, akıllı şeyler konuşarak

Birtakım şairler - ırak olsunlar benden -
Tepeden tırnağa çamur içinde
Yalandan bir sarhoşluğun imgelerini kusarak
Yolculuk etmedeler birinci mevki bir esrimede

Meyhaneler de ırak olsun benden
Ben akla giderim ve daha öteye
Hiçbir şey ruhumu alçaltamaz
Dalkavukluğa, ikiyüzlülüğe.

Sev, ye, uyu, iç; kendine
Ölçü olarak evreni almalısın
Bizi yoksul ve tutsak kılanlara
Bir zerresini bağışlamam yaşama hakkımın

Hiçbir uzlaşmaya yanaşmadan
Mutlu olma hakkımı haykırırım
Kızarır yanaklarım tutkudan
Tutuşur ateşler içinde kanım.

Hiç kimse beni susmaya zorlayamaz
Bilimdir bana omuz veren çünkü
Çağ beni koruyor, onun oğluyum ben;
Beni düşünüyor sürerken sabanını köylü.

İşçinin içine doğan şey benim
Mekanik iki hareket arasında
Şu hırpani kılıklı delikanlı
Beni bekliyor sinema kapılarında

Ve benim yakıcı dizelerimi
Vurmaya kalkıştığında alçaklar
Yola çıkar kardeş tanklar
Gümbürdeyerek şiirlerimi

İnsan çocuk daha, bunu biliyorum
Ama büyümek istiyor; işte bu onun deliliği,
Anne-babası sevgi ve akıl
Ona göz kulak olsalar bari.


Attila Jozsef
Çeviren: Ataol Behramoğlu

Flora

Şimdi iki milyarlar zincirlemek için beni
Benden bir çoban köpeği yapmak için kendilerine
Fakat iyilik, şefkat ve incelik duyguları
Göç ettiler onların dünyasından Güney'e.
Artık ışık içinde göremiyorum bu dünyayı
Göremiyorum, deney tüpüne bakan bir doktor rahatlığıyla
Diz çöküyorum, haykırıyorum yenilgimi
Sevgilim, bir an önce gelmezsen yardımıma

Köylü nasıl toprağa muhtaçsa
Yağmura, güneşe nasıl muhtaçsa, muhtacım sana
Bitki nasıl ışığa muhtaçsa
Ve klorofile, fışkırmak için topraktan.
Muhtacım sana, çalışan kalabalık
Nasıl işe, ekmeğe, özgürlüğe muhtaçsa
Ve nasıl avuntuya muhtaçlarsa kuşatıldıklarında
Çünkü gelecek doğmadı daha acılarından.

Bir köye nasıl okul, elektrik
Su, taştan evler nasıl gerekliyse
Çocuk nasıl gereksinirse oyuncaklara
Isıtan bir sevgiye;
İşçi için bilincin
Ve gözüpekliğin anlamı neyse
Yoksul için onurun;
Ve bulanık çocuklarına bu toplumun
Bir hayat çizgisi nasıl gerekliyse
Ve nasıl gerekliyse hepimize
Akıl, uyanıklık, yol .gösteren bir ışık
Flora! Yüreğimde yerin işte öyle.


Attila Jozsef
Çeviren: A. Behramoğlu

28 Şubat 2014 Cuma

Günün Barışını Karartan

Günün barışını karartan
o siyah ahtapot ne kadar büyüktü?

Kolları demirden mi yapılmıştır
ve gözleri ölü ateşten?

Ve niçin üç renkli balina
keser yolumu?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı'ndan

Anne

Bütün bir hafta, aralıksız
Annemin görüntüsü geçti gözlerimden
Kolunda ağır çamaşır sepeti
Çatı katına tırmanırken

Ve ben yaramaz, delişmen çocuk
Bağırır, tepinirdim yerimde
Bıraksın da koca sepeti
Çatıya beni taşısın diye

O, söylenmeden, bana bakmadan
Çıkar, sererdi çamaşırları
Göz kamaştıran aklıkta çamaşırlar
Sallanır, döner, hışırdarlardı.

Ağlamak için çok geç şimdi;
Annemi uçuşan kır saçlarıyla
Görüyorum gökyüzü sonsuzluğunda
Göğün suyuna katarken çivitini...


Attila Jozsef
Çeviren: Ataol Behramoğlu

27 Şubat 2014 Perşembe

Güvercinin Barışı Mıdır Barış?

Güvercinin barışı mıdır barış?
Leopar mı sürdürür savaşı?

Niçin öğretir öğretmen
ölümün coğrafyasını?

Okula geç gelen kırlangıçlara
ne olur acaba?

Doğru mudur gökyüzü boyunca
berrak mektuplar taşıdıkları?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı'ndan

Yurdum

(VI)

Yoksulun karşısında ürküntüden titrer zengin
Yoksul korkudan titrer zenginin karşısında
Çünkü aslolan şey korkudur hayatımızda
Ve düzenbazlık, ama orada yeri yok ümidin.

Karınlarını köylünün ekmeğiyle şişirenler
Dışına sürmüşlerdir onu tüm hakların
Kıraç toprak kadar cılız şu gündelikçi kadın
Hakkını arayacağına bir köşeye siner.

Ve bin yıldır yürünmüş keçi yolunda
Halkın çocuğu ortaya çıktığında
Sırtında zavallı bir çıkın vardır.

Bir uşaklık bulmak için baştanbaşa dolaşır şehri
Ve yapabileceği şey, elindeki değneği
Babasının kemiklerinin bulunduğu mezara vurmaktır.


(VII)

Her şeyiyle Macar, ama kendi içine sürgün ruhum
Haykırıyor bir özlemi tüm gücüyle
Sonunda sadık oğlu olabileyim diye
Sonunda beni bassın diye bağrına sevgili yurdum.

Boynuna zincir vurulmuş bir hayvandan
Kaderim farklı olsun isterim, insanca yasamak, şairce.
Ve emrediyorum savcıya, hiç değilse
Kalemim koparılmasın çırpınışlarından

Ah yurdum, sen ki okyanus ötesine gönderdin köylülerini
Onlara dehasını ver Macar toprağının
İnsanlara insanca duygular ver şimdi,

Bir Alman sömürgesi olmasın bu ülke
Dizelerim, parlak bir güzellikle ışıldasın
Artık sevinç sinsin türkülerime


Attila Jozsef
Çeviren: Ataol Behramoğlu

26 Şubat 2014 Çarşamba

Güzde Unutulmuş

Saat yedi buçuğuydu güzün
Ve ben bekliyordum
Kimi beklediğim önemli değil.
Günler, saatler, dakikalar
Bıktılar benle olmaktan
Çekip gittiler azar azar
Kaldım ortada, tek başıma

Kala kala kumla kaldım
Günlerin kumuyla, suyla
Bir haftanın artıklarıyla kaldım
Vurulmuş ve hüzünlü

Ne var, dediler bana Paris'in yaprakları
Kimi bekliyorsun?

Kaç kez burun kıvırdılar bana
Önce ışık, çekip giden
Sonra kediler, köpekler, jandarmalar

Kalakaldım tek başıma
Yalnız bir at gibi
Otların üstünde ne gece, ne gündüz
Sadece kışın tuzu

Öyle kimsesiz kaldım ki
Öyle bomboş
Yapraklar ağladılar bana
Sonra, tıpkı bir gözyaşı gibi
Düştüler son yapraklar

Ne önceleri, ne de sonra
Hiç böyle yalnız kalmamıştım
Bu kadar
Ve kimi beklerken olmuştu
Hiç mi hiç hatırlamam.
Saçma ama bu böyle
Bir çırpıda oldu bunlar
Apansız bir yalnızlık
Belirip yolda kaybolan

Ve ansızın kendi gölgesi gibi
Sonsuz bayrağına doğru koşan.
Çekip gittim, durmadım
Bu çılgın sokağın kıyısından
Usul usul, basarak ayak uçlarıma
Sanki geceden kaçıyor gibiydim
Ya da karanlık, kükreyen taşlardan

Bu anlattıklarım hiç bir şey değil
Ama başıma geldi bütün bunlar
Birini beklerken bilmediğim
Bir zamanlar.


Pablo Neruda

Yaban Ördekleri

Genç yıllarımın pırıl pırıl göğünde
Çizgi çizen mühendisler gibi
Göründü yaban ördekleri
Yalpa vuran uçuşlarıyla

O ilkel desenlerinde
Bir eski mesajı okuyorum
Ürkek yüreğimde uyanan:
"işte sonbahar! Uslu öğrenci!"

Döküyor, önüme sorunları gök,
Gizli bir elin kara tahtada
Tanrısal denklemler halinde,
Yazıp sonra sildiği.

Bin kere yazılmış formül
Sırrını arıyor kalbim,
Anlamadan, eskisi gibi
Gitmek gerek, ayrılmak bu yerden.

Senden de ayrılmak gerek, anam,
Uzak ve yabancı bir dünyaya doğru,
Çılgınlığım acı olsa da
Benim güzüm, benim kaderim bu.

Boyun eğdim, ezik yürekli, kaçtım,
Olduğumdan başkası olmadığıma,
Olmak istediğimi olamadığıma
Acınarak, inanır mısınız?

İşte geliyorlar, danslarını düzelterek
Çığlıklarla, dalgalanıp rüzgarda;
Çocukluğumun mavi yaban ördekleri
Kımıltılı gökte kaçıp gidiyorlar.


Gyula İllyes
Çeviren: Yaşar Nabi

25 Şubat 2014 Salı

Zorbalık Üstüne

Yalnız orda yok zorbalık,
zorbalığın olduğu yerde,
yalnız tüfeklerin ağzında,
yalnız hapishanede.

Yalnız sorgu odalarında
yok zorbalık,
ve gecenin içinde bağıran
nöbetçinin sesinde.

Yalnız karanlık ve dumanlı
iddianamede yok o.
yalnız tutuklunun
itiraflarında yok.

Yalnız "suçlu" diye haykıran
yargıcın soğuk yargısında,
yalnız "hazır ol!" da
yok zorbalık

"Ateş!" komutu veren katılıkta,
trampetlerin çalışında yok yalnız,
yalnız bir cesedin mezara
atılış biçiminde yok.

Gizlice aralanmış
kapıların arasında
korkuyla fısıldanan
haberlerde yok yalnız.

Yalnız dudağa götürülen parmakta yok o.
ki "sus!" demek ister.
Daha başka yerlerde de var o,
daha başka yerlerde de.

Hapishane duvarı gibi örülmüş
bir yüzün çizgilerinde yok yalnız,
yalnız parmakların arkasında
acılı, perişan çığlıklarda yok.

Dilsiz gözyaşlarının
sessizliğe eklenen
coşkun selinde yok yalnız,
yalnız irileşmiş gözbebeklerinde yok.

Zorbalık gösterilerde
yok yalnız,
ayakta bağıra çağıra
yaşa'larda, şarkılarda yok.

Yalnız orda yok zorbalık,
zorbalığın olduğu yerde,
yalnız alkış tutan ellerde
yorulmadan hiç.

Zorbalık çocuk yuvalarında,
zorbalık babanın öğütlerinde
Gülümsemelerinde ananın,
verdiği karşılıklarda çocuğun yabancı birine.

Zorbalık dikenli tellerde yok yalnız,
kitapların satırları arasında,
bize dikenli tellerden iyi görünen
ve bizi aptallaştıran sloganlarda.

Veda öpücüğünde bile
var o aslında,
sesinde var kocasına soran kadının:
Ne zaman geleceksin, sevgilim?

Sokaklarda makine gibi tekrarlanan
"Nasılsın? "larda var o,
birden daha da rezilleşen
el sıkışmalarda.

Sevgilinin yüzünde,
buz kesiliveren apansız,
tam şu sıra,
onunla buluşurken.

Sorgularda yok yalnız,
itiraflarda yok yalnız,
şarabın içinde sinek gibi
sarhoşluğunda tatlı sözlerin.

Çünkü sen düşlerinde bile
artık yalnız değilsin,
gelin odasındadır o
belki hazdan daha önce.

İnanma boş yere
sana sahip olduğuna bir kez,
sevdiğini sandığından beri onu
yatıyordun onunla.

Tabaklarda ve bardaklarda o,
burunda ve ağızda,
soğukta ve karanlıkta,
içinde ve dışında senin odanın.

Sanki evin az ötesinde
bir gaz kaçağı varmış gibidir,
dalar gibidir açık pencereden
ağır, pis bir koku.

Konuşurken sen kendi kendinle
odur, zorbalıktır sorguya çeken seni,
özgür değilsin artık
düşünürken bile.
.......................
Konuşur zorbalık
çanların sesinde.

Günah çıkaran papazın ağzında,
vaazlarında papazın,
sökün ederler aynı tiyatroya kol kola
kilise, parlamento ve darağacı.

Gözlerini boş yere açıp kapama,
o durmadan seni gözler,
o hep senin yanında,
hastalık gibi anı gibi.

Bir tümcenin uyumunda gider katar,
sen mahpussun, mahpus,
ister dağda ol, ister denizde,
zorbalıktır soluduğun.

Şimşek çaktı mı bil ki o,
her gürültüde patırtıda o,
beklenmeyen her ölgün ışıltıda,
mide bulantısında bile.

Gücü tükenmişlikte bile o var,
kelepçelerin bezginliğinde bile,
parmaklıkları gökyüzüne dek çıkan
sağnağın çarpışında.

Hücrenin duvarları gibi seni saran
ak karın yağışında var,
köpeğinin gözleri içinden
odur bakan sana.

Her tasarıda hazır o,
senin gelecek günlerinde,
senin güvencelerinde,
tüm davranışlarında hazır,

Hem izlersin, hem yaratırsın onu
yatağında akan ırmak gibi,
hele bir dene menzilinin dışına bakmayı,
o da bakar o saat sana aynada.

Kollar seni, kaçamazsın,
hem gardiyansın, hem tutuklu,
siner kumaşına esvabının,
siner tütünün tadına.

İşler ta iliklerine dek,
daha da derinlere hatta
düşünmek istersin bir şeyler,
onun sözleri gelir aklına.

Bakayım dersin şöyle bir,
görürsün onun gösterdiklerini,
çevrende çoktan kül olmuş gitmiş
tek bir kibritle tutuşan orman,

Ezilip söndürülememiştir
o kibrit atılırken yere,
Bekler zorbalık senin başında,
fabrikada, tarlada, evinde.

Artık bilmezsin yaşamak ne,
et ne, ekmek ne,
istemek ne bir şeyi,
istemek ölesiye.

Böylece olursun kölesi kendi kendinin,
olursun taşıdığı zincirleri döken ocak,
dünyaya getirdiğin çocukları
besler büyütürsün o yesin diye.

Zorbalığın olduğu yerde
her şey zincirin bir halkası,
veba gibi dört yandan sarar seni,
olursun sen de zorbalığın ta kendisi.


Gyula İllyes
Çeviren: A. Kadir - E. Canberk

Hain

Ve bütün bu felaketlerin üzerinde
kahkaha atıyordu bir zorba
ve tükürüyordu aldatılmış
maden işçilerinin umutlarına.
Her halkın kendi acıları vardır,
her savaşımın kendi ıstırapları,
fakat gel buraya ve söyle bana
bu kana susamış
bu yasasız despotların arasında
nefretle taçlanmışların, yeşil kırbaçlardan
kral asalarıyla dolaşanların arasında
var mıdır Şili’deki gibi biri daha?

Tutmadı verdiği sözleri ve ayaklar altında
çiğnedi vaatlerini ve gülüşü,
bulantıdan oluşturdu kral asasını,
zavallı, üzerine tükürülmüş halkının
acıları üstünde dans etti.

Ve sahte fermanları sayesinde
dopdolu olan hapishanelerde
yaralanmış olanların ve hakaret edilmişlerin
siyah gözleri toplandığında üst üste,
dans ediyordu o Viña del Mar’da,
mücevherler ve kupalarla çevrilmiş olarak.

Fakat bakıyor siyah gözler
kara gecenin içinden dosdoğru.

Sen kendin ne yapmıştın? Sözcüklerin işitildi mi
derin madenlerde biraderin için,
aldatılmışın acıları için,
geldi mi alevlerin heceleri sana
haykırmak için ve savunmak için halkını?


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı'dan

24 Şubat 2014 Pazartesi

Budapeşte, Mayıs 1945

İşte yeniden köşemdeyim!
Süprüntüler, kiremit tozları her yanda.
Yarı yarıya yakılmış evim;
Fakat sürüyor yaşam, olağan akışıyla.
Çalışma odama yürüyorum
Geçip altından tavanda açılmış deliklerin.
Bahçedeki mezar ürkütmüyor beni
Kendim kazdım onu ölüler için.

Yerle bir olmuş, ne varsa;
Kağıtlar, eşyalar, raftaki kitaplar.
Yazı masamın üstündeki camda
Bomba kırıntıları var.
Yerleşiyorum yuvama
Şiirler yazıyorum ve dinliyorum sesini
Cıvıldayan kızımın, avluda.
Ve kuşların tasasız türkülerini.

Bana öyle geliyor ki - ve böyle bu gerçekten de -
Yurdumun yıkıntıları arasında oturmaktayım.
Fakat karanlık aydınlanmada git gide
Hüzün ve acılar gibi silinmez sandığım.
Geçmişin dünyası üzerinden süzülüyorum
Takıp kanat yerine özgür düşünceyi;
Şafağı türkülerle karşılıyorum
Türkücü kuşlar ve çocuklar gibi.


Gyula İllyes
Çeviren: A. Behramoğlu

Halk

Geçip gitti halk kızıl bayraklarıyla
ve onların arasında, o dokundukları taştaydım,
o bütün gün süren gümbürdeyen yürüyüşte
ve kavganın keskin şarkılarında.
Gördüm nasıl fethettiklerini adım adım.
Sadece direnci yol idi onların,
ve yalıtılmışlardı ezilmiş parçaları gibi
ağızsız ve pırıltısız bir yıldızın.
Sessizlikte yaratılmış ortaklıklarında
ateştiler, kökü kazınamaz şarkı,
derinlik ve kavgaya dönüşen
ikircikli duruşu insanın yeryüzündeki.
Ayaklar altına alınmış saygınlıktı savaşan
bunun için, ve uyandı
bir sistem gibi, hayatın düzeni
kapıya vuran ve bayraklarıyla
ortadaki salona katılan.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı'dan

22 Şubat 2014 Cumartesi

Halk Ordusuna Güneş Şarkısı

Halkın silahı! Burada! Tehdit ve kuşatma
kasıp kavuruyor hala ve karıştırıyor toprağı ölümle,
dikenler gibi katı toprak!
Selam sana, selam,
selam olsun diyor dünyanın anneleri sana,
selamlıyor okullar seni, yaşlı marangozlar
selamlıyor seni. Başak,
süt, patates, limon, defne,
yeryüzü ve insan ağzına ait olan ne varsa
selamlıyor onlar seni ey Halk Ordusu.
Her şey, ellerden bir kolye gibi,
titreyen bir bel gibi, şimşeğin bir kararlılığı gibi,
her şey hazırlanıyor sana, yöneliyor sana!
Demirden gün,
pekişmiş mavi!
İleri, kardeşler,
ileri sürülmüş toprakta,
ileri kuru, uykusuz, çılgın ve havı dökülmüş gecede,
ileri asmaların arasından, kayaların soğuk rengini çiğneyerek,
selam sana, selam olsun, ileri! Kışın sesinden daha fazla
ısıran, gözkapağından daha hassas,
gök gürlemesinin ucundan daha da güvenilir,
o hızlı elmas gibi doğru, yeniden savaşçı,
toprağın derininden çelik katısı suyla
çiçekle ve şarapla, toprağın sarmal yüreğiyle,
bütün yaprakların kökleriyle, bütün toprağın rayihalı ürünleriyle
hemfikir savaşçılar.

Selam olsun, askerler, selam olsun, nadaslı kızıl tarlalar,
selam olsun, haşin yoncalar, selam olsun, şimşek ışıltısında
demir almış köyler, selam, selam, selam olsun,
ileri, ileri, ileri, ileri
madenlerden, mezarlıklardan, ölümün lanet iştahına karşı
açılan cepheden, hainlerin
iğneleyen terörü,
ey halk, etkin halk, yürekler ve tüfekler,
yürekler ve tüfekler, ileri.
Fotoğrafçılar, maden işçileri, demiryolu işçileri,
kömürün ve taşın kardeşleri, çekicin akrabaları,
ormanlar, denetimsiz eğlenceler, ileri,
partizanlar, binbaşılar, çavuşlar, politik komiserler,
halkın pilotları, gecenin askerleri,
denizin askerleri, ileri:
önünüzde
yalnızca ölümlü bir zincir var, çürümüş balıklardan
bir çukur: ileri!
yalnızca ölen ölüler var orada,
korkunç, kanlı irinden bataklık,
hiç düşman yok: ileri, İspanya,
ileri, halkçı çanlar,
ileri, elma bölgeleri,
ileri, tahıl sancaklar,
ileri, ateşten büyük harfler,
kavgada, dalgada, ovada,
dağda, kekre kokularla dolmuş şafakta
sürüklersiniz kendinizle sürekli doğumu,
talep eden dayanıklılıktan bir ipi.
Bu arada
yükselir kök ve sessizliğin çelengi
beklemek için o mineralsi utkuyu:
her bir alet, her bir kırmızı teker,
her bir testere sapı ya da pulluk,
her bir kazma vuruşu, kandaki her bir titreyiş
izleyecek adımlarını, ey halk ordusu:
düzenleyen ışığın ulaştığında unutulmuş
zavallı insanlara, senin berrak yıldızın
boğuk sesli ışınlarının kökünü saldığında ölümde
ve inşa ettiğinde umudun yeni gözlerini.


Pablo Neruda
"Üçüncü Konaklama"nın "Yürekteki İspanya" bölümünden

Kendi Bıraktığım İzlerde

Kendi bıraktığım izlerde yürümeye
Ne gücüm var, ne de anlamı var bunun.
Varsın tersyüz olsun yüreğim.
Varsın peltekleşsin dilim;
Konuşmayı unutan ya da
Yeni bir dile başlayan gibi.
Tüm bu yararsız, anlamsız döküntüleri
Kurumuş çalılar gibi ateşe vermek istiyorum
Yeşil ormanı bırakıp yalnızca.
Kullanılmış, sıradan sözcüklere -
Neden sığınmalı, onlar-
Satılık kadınlar gibi tıpkı
Hazırdırlar satılmaya.
Sözcükler sözcükler sözcükler ...
Ve yitiyor arada, aslolan.
Amaçsız, yabanıl, boş bir danstan başka
Nedir sözcüklerden kalan?
Varıyor iflasın eşiğine mantık. Durmalı öyleyse.
Biz ki tıka basa doymuşuz yalan sözcüklere.
Ey benim şiirim! Bir ölüm iniltisi ol
Titreyen iniltisi ol son nefesin.
Ya da yeni doğanın haykırışı -ki.
Bu sesin altında henüz
Yoktur çizgileri nesnelerin.
Bırak, yaşamın sıcak kucağı
Şiiri beslesin. Bırak, savrulup gitsin sözcükler
Sapın ayrılması gibi başaktan.
Bırak, çağrısına onun
- hiçbir söze gerek duymaksızın -
Titreyerek yanıt versin yakın bir can.


Josef Fodor
Çeviren: A. Behramoğlu

21 Şubat 2014 Cuma

Halk Ordusunun Zaferi

Fakat toprağın belleği gibi, metalin
ve sessizliğin taşlaşmış ışıltısı gibi,
halk, anayurt ve yulaf, senin zaferindir.

Delik deşik sancağın ilerler
zamandan ve topraktan
damarlar üstündeki göğsün gibi.


Pablo Neruda

"Üçüncü Konaklama"nın "Yürekteki İspanya" bölümünden

Ölüme Doğru

Dere tepe aşarak, ovalardan geçerek
Askerler uzaklara, savaşmaya gittiler.
Dinlediler uğursuz top gürültülerini,
Sonunda içlerinden dedi ki yaşlı bir er:

Ne mutlu genç olan kimseye, kuzum
Ne karısı vardır, ne de çocuğu,
Ölürse geride kalmayacaktır,
Ne dulu, ne öksüz bir yavrucuğu.

Dere tepe aşarak, ovalardan geçerek
Askerler uzaklara, savaşmaya gittiler.
Dinlediler uğursuz top gürültülerini,
Cevap verdi bir ara içlerinden genç bir er:

Ne mutlu sizlere ey ihtiyarlar,
Yetmez mi güldünüz, kederlendiniz,
Başlangıçta bile değiliz henüz
Aşkın tan vaktinde ölüyoruz biz.


Jösef Erdelyi
Çeviren: Sami N. Özerdim

20 Şubat 2014 Perşembe

Hangi Zorunlu İşi Yapar

Hangi zorunlu işi yapar
cehennemdeki Hitler?

Duvarları ya da kadavraları mı boyar?
Ölülerin gazlarını mı koklar yoksa?

Onca yakılmış çocuğun külleriyle mi
beslerler yoksa O’nu?

Ya da ölümünden beri huni huni
kanla mı beslediler O’nu?

Ya da çakıyorlar mı ağzına
başkalarından çekilmiş altın dişleri?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

Yalnız

Küçük odada üç kişi vardık;
Ben, geceyarısı bir de sessizlik.
Üçümüz de candan arkadaştık.
Kurt yemiş, aşınmış, köhne odamda
Üst katta, bir tavan arasındaydık,
Ben, geceyarısı bir de sessizlik.

Çabucak ayrıldı geceyarısı,
Yavaşça, geldiği gibi çekildi.
Biz ikimiz kaldık, iki yakın dost.
Sevinçle kederle, ben ve sessizlik.

Sessizlik, hafif bir kadın örneği,
Dizime oturdu ve beni sardı
Öpüşü kanımı dondurdu sanki
Vücudumu baştanbaşa ürpertti.
Bağırarak ağlamaya başladım.

Arkamda çatlayıp gıcırdadılar
Köhnemiş eşya.
Ve tembel sessizlik kahkahalarla
Çekildi gitti...
Tavan arasında kaldım yapayalnız.


Sandor Forbath
Çeviren: Sami N. Özerdim

19 Şubat 2014 Çarşamba

Hapishaneler

Fakat, sen,
ey sokaktaki Portekizli,
aramızda konuşalım,
kimse işitmez bizi burada,
bilir misin nerededir
Álvaro Cunhal?
Hisseder misin
o cesur Militãos’un
yokluğunu?
Portekizli kız,
Dans edersin
Lizbon’un
gül kızılı sokaklarını dolanarak,
fakat bilir misin
Bento Gonçalves nerede düştü,
o en saf Portekizli,
denizinin ve kıyılarının ünü?
Bilir misin
İsla de la Sal adında
bir ada
olduğunu
ve Tarraffal’a
gölgeleri attıklarını?
Evet, biliyorsun, ey kız,
evet, biliyorsun, ey delikanlı!
Sessizlikte
dolaşıyor söylenti, yalnızca
Portekiz’de değil, ama bütün dünyada.
Evet, biliyoruz,
uzak ülkelerin halkları olarak,
biliyoruz mezar gibi delinmez
ya da mezarlık yarasalarının tunikleri gibi
bir taşın nasıl otuz yıldır
boğduğunu hüzünlü çığlığını senin, ey Portekiz,
işkencenin damlalarıyla
lekeliyor şirinliğini
ve koruyor gölgeden kubbelerini.


Pablo Neruda
"Üzümler ve Rüzgar"dan
1954


Not:
Álvaro Cunhal: Portekiz Komünist Partisi Başkanı’ydı. 1961 yılında hapishaneden kaçtıktan sonra, Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde sürgün olarak yaşadı. Marcello Caetano’ya karşı Nisan 1974’de yapılan darbeden sonra ülkesine dönmüştü.

Militãos: Portekizli bir devrimci.

Bento Gonçalves: Portekizli bir devrimci.

İsla de la Sal: Kap Verde’de bulunan adalardan biri. Portekiz’de diktatörlük döneminde tutukluları sürdükleri bir yerdi.

Tarrafal: İsla de la Sal adasındaki toplama kampının adı.

Bir Şeyin Belirmesini Bekliyorum

Ve yürüdükleri zaman kanatlarının gürültüsünü duydum.
Hezekiel 24


Melekler kederli. Görmez misin ellerindeki kılıcı?
Şimşekler salarken onlar ışığın içine
uçarlar ışıltılı kara lekeleri üzerinden güneşin,
ve güneş açılıverir önlerinde, çünkü onlar ellerinde kılıçla
uçmaktalar.
Melekler kaparlar zavallı gözlerini ve bağırırlar yukardaki
ışınlara
"Ulu tanrı! Ulu tanrı! ulu tanrı!"
Ve ışınlar meleklerin önünde kalkarlar şaha.- Öyle ya.
Ve güneşle ay küçük köpekler gibi büzülürler yanında onların.
Ve yıldızlar dağılırlar çil yavrusu gibi
ve aşırı bir alçak gönüllükle patlayıp o saat sönüverirler.

Gene de bu melekler ne kadar kederliler. Geçtiler kemiklerin
içinden kemik tarlası üzerinde uçarlarken.
Ve bu kemikler de kederliydiler, sularda boğulmuşlar, ateşte
yakılmışlardı bu kemikler,
o kadar yanmışlardı ki bir beyazlık kalmıştı tarlalarda kala kala.
Kemik tarlası üzerinde, diyorum. Orada bile yankı yaptı
meleklerin çığlığı
Karşılık vermediler miydi tarladaki bu kemikler de "ulu tanrı!
Ulu tanrı! Ulu tanrı!" diye onlara. Öyle ya.
Oysa sular boğmamış mıydı bu kemikleri, ateş yakmamış mıydı
bu kemikleri?
Çürük evlerinde bıraktıkları çocukları tütüyordu gözlerinde bu
kemiklerin gene de.

Ah! Düşünce o kadar büyük mü gerçekten, söyle bana
Vladimir İliç, o kadar büyük mü gerçekten?
Geçecek kadar hayatın ve ölümün üzerinden, kemiklerin içinden
geçecek kadar,
ve hiç var olmayan bir şey kalacak kadar iliklerde?
Söyle bana, madem tanrı üç kere ulu, öyleyse uludur onun adı,
bütün varlıklar üzgünken bile, kederliyken bile, bunu iliklerinde
duyar,
dahası var, en acı umutsuzluklar içinde öfkeliyken bile
iliklerinde duyar bunu,
düşünmesi bile insanı ürpertir ama sen gene de söyle bana,
böyle içten bağlılığı varlıklara kim öğreten?
Ah! Yumuşacık bir yürek var sende ve de korkunç bir yürek,
söyle öyleyse, Düşünce nedir biliyordun sen çünkü,
biliyordun, Düşünce kan dökücü, Düşünce iyilik, ama iyiliği
istediği için kan dökücü,
insanoğlunun ilk günahıyla lekelerini yenen güneş gibi
savaşmak zorunda olduğu için kan dökücü,
karanlıklar taşıyan her çağın içine sinmiş kötülüklerle savaşmak
zorunda olduğu için kan dökücü.
Sen ki o kadar iyisin, cezalandırdın gene de - oysa iyilik isteği de
dağlar gibi büyüktü sende,
ve işte öylesine büyük oldu, dağın tepesine çöken bulut gibi
öylesine büyük senin alnına inen keder ve karanlık.
Ey Vladimir İliç, yardım edebilir misin insanoğluna? Boşuna
bunu sana sormam.
Karanlık daha karanlık olur yeni bir çağın eşiğinde, geceler daha
derin.
Ben bu dünyanın vadilerinde hiçbir karşılık duymam.
Boşuna otururum burada ve beklerim görünmesini bir şeyin ne
zamandır, ama hiçbir şey kıpırdamaz.
Sadece resmin başını eğer ve kederli gözlerin bir şeyler söylemek
ister arada bir.
Bir de senin dev gibi eserin.


Milan Füst
Çeviren: A. Kadir - Mahir Şaul

18 Şubat 2014 Salı

Harf

İşte böyleydi. İşte böyle olmalı. O kireçli
dağlarda ve dumanın
kıyılarında, işliklerde,
bir ileti yazılmış duvarlara
ve halk, sadece halk, görebilir onu.
Onun berrak harfleri terden
ve yalnızlıktan oluştu. Yazılmış duruyor.
Sendin yoğuran onları, halk, yolunda
ve kalkıyorlar ayağa gece boyunca
alazlanan, kasvetli ateşi gibi şafağın.
Halk, gir günün sahillerine.
Birleşmiş bir ordu gibi yürü,
ve adımlarınla inlet toprağı
ve aynı çınlayan özdeşliğinle.
Kavgada terle bir olasın,
tozla kaynayan kanıyla
yollarda biçilmiş halkın.

Bu berraklığın üstüne doğacaklar,
çiftçi evleri, şehir, madenler,
ve filizlenen toprak gibi
bu dayanıklı birliğin üzerinde
yaratan değişmezlik kalacak, hayatlarınız
için yeni bir şehrin tohumu.
Eziyet görmüşün ışığı lonca, anayurt
yoğrulmuş metalürjik ellerle,
düzen balıklardan kaynaklanıyor
denizden bir dal gibi, çiçeklenen
duvarcı loncalarıyla silahlandı duvarlar,
tahılın okullarıyla, insandan doğruldu
fabrikalar için kereste.
Geri dönüyor barış sürgünden, bölüşülmüş
ekmek, şafak, o topraksı sevdanın
sihirli gücü, inşa edilmiş
gezegenin dört rüzgârı üzerinde.


Pablo Neruda
"Evrensel Şarkı"dan

Geceye Açılmış Pencere

Kara bir karga gibi bu gece
Kara bir karga gibi bu gece
Nerde kaldı dikişçi küçük kız
Nerde sabahların horozu

Öt horozcuk öt artık
Bitsin sessizliğin korkusu
Bitsin sessizliğin korkusu
Nerde kaldı dikişçi küçük kız
Nerde uçuşuyor kısa etekleri

Kara bir karga gibi bu gece
Kara bir karga gibi bu gece
Nerelere gideyim nerelere
Seni bulmak için sabahtan önce

Kara bir karga gibi gece.


Lajos Kassak
Çeviren: Adalet Cimcoz

17 Şubat 2014 Pazartesi

Yine De Gülümseyerek

Ne sağnaklar görmüşüz, yarılan gökyüzünden alnımız yıldırımlarla ağmış,
ne rüzgarlar çınlamış bağrımızda, coşkusundan kırılmış kaburgamız,
dişlenip kayaları ne ateşler yakmışız, aşmışız ne zifiri uçurumlar,
yine de ürkütmeden öpmüşüz bir ceylanı gözlerinin yaşından
incitmeden tutmuşuz ağzımızda yorulan kelebeği;
şimdi asmalardan korukların tadı silinmiş,
sesimizde sendeleyen bir keder,
uykusuzluk serin serin sızıyor acıyan tenimizden;
ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzde aşkın yeri çok derin.

Ne azgın canavarlar üstüne yürümüşüz bir demet çiçek için,
neyimiz var neyimiz yok vermişiz bir narin dilek için,
yıllarını taş duvara örmüşüz ömrümüzün bir hırçın yürek için;
şimdi çevremizde yosunlaşmış sessizlik,
yabanıyız gittiğimiz her şehrin, çiğdemsiz, kükremesiz,
kimsecikler sezmiyor boynumuzdan didişen örümceğin zehrini;
ziyanı yok, nasıl olsa nabzımızda durulanır iksiri.
Ne güzel sevmişiz, ağzımızda mavi bir tat kekremiş,
ne sızılar sarmışız yumuşacık öpüşlerin çığlığını kuşanıp,
şafaklar tutuşkunu şarkılar yuvalanıp ne mintanlar yırtmışız,
şimdi usulcacık ürpersek kara gece uykumuz kaçacak kadar delik
üstümüz çimensiz tepeler gibi bereketsiz, örtüsüz, serin;
ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün çayırları ipekten, bakışımız lekesiz.

Ne masalar düzmüşüz kıvrımları gümüş, kakmaları sedeften,
ne milyonlar yanından başeğmeden geçmişiz, huyumuz değişmemiş,
hayatımız günbegün çarpışarak yaşanılan sırların ürünüdür;
şimdi kar altında avcumuz, avurdumuz ilaçsız,
ıssızlaşmış sabahlar, yoksunluk arsızlaşmış,
kaçışır yolumuzdan gölgesini de alıp o şaklabanlar inildesek açlıktan;
ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün dağı taşı altından.

Ne devlerle dalaşmış kanımızı göstermeden silmişiz.
ne kudurgan günlerde elimizi dost eline titremeden vermişiz,
bir ömür seğirtmişiz bir nefes beklemeden;
şimdi nice anışların dudağı üşüyen bir çocuk kadar uçuk,
nicesi elsıkışların sahtekar çıkmış.

- Bizi eşkiyalar soymamış abi
muhabbet yıkmış!



Nihat Behram

Bir Çember İçinde

İşte yetmiş iki yaşındayım
Yazgısını düşünün ki bir taşra delikanlısının
Silkinip şöyle bir, çıkmıştı dünyaya.
Görünen ve görünmeyen olguların
Bulmak ve kavramak için uyumunu.
Çünkü her şey bir tuhaf geliyordu ona.

Yürüyerek, yaylıda, trende ya da
Gidiyordum amaca doğru.
Bilmiyordum kendim de
Onun ne olduğunu.
Karşıma çıkan her şeyi
Yığıyordum omzumdaki torbaya:
Göğü ve toprağı, hışırtısını rüzgarın
Şiir dizelerini, açlıktan bayılmaları,
Bakışlarındaki parıltıyı sevdiğim kadınların.

Ve işte yetmiş iki yaşındayım.
Nasıldıysam öyleyim şimdi de.
Hiç bir şey doyundurmuyor beni
Her şey bir tuhaf yine.
Demek bitmemiş daha göreceklerim
Fakat sıçramıyorum artık şuraya buraya
Bir karış dışarda dilim.
Oturmuşum kapalı pencerenin arkasına
Biraz yorgun hissediyorum kendimi;
Ve sigara içerek üst üste
Bir kız anımsıyorum çocukluğumdan
Yabani erik ağacının altına oturmuş
Mavi çiçekler işleyen
Beyaz ketenden masa örtüsüne.


Lajos Kassak
Çeviren: Ataol Behramoğlu

16 Şubat 2014 Pazar

Yenilgi

Ah susuşu o saf yüreğin
ah, acısı acemi çocukluğun
düş kırıklığı, coşkudaki bozgun

Ah yenilginin yorgun kısrağı
kendi içini kavuran kızgın ateş
bekleyişe bağlanan umut, tasası haykırışın

Ah, ardı ardına kenetlenen ölüm
ah, hıncı sabırla bezeyen sır
yazmadaki sırması ağlayışın, tırnaklara oturan kan

Sanki delirmenin eşiğindeyim
boş bomboş gözlerine gömülmüşüm bir köpeğin
mısırların süt taneleri, kestanelerin
bademlerin daha olgunlaşmamış
suyla susuzluk arası kayganlığında
aranıp duruyorum kendimi

Ey yangınlarda patlamaya hazırlanan merak
ey içimi ekşi sularla çalkalayan baş dönmesi
ıssız ıpıssız boşluğu aysız gecenin
ölümle yaşamak arasındaki şerit
naneler, kekikler, ebegümeçleri
ve şifalı bulutu kaynar kükürt deresinin
çekiyor altımdan nemli döşeğimi

Ah, yürekleri toprağa saplanan arkadaşlarım
ah, oğlakların, tayların, buzağıların
acı otlarla kararan damakları
(akşamları barut kokusuyla dönsem de odama,
sancısı: çaresiz seyrettiğim ölümün

Ah, bir kere daha kederliyim
ah, çılgın bir aşkın kollarında incelen bıçak
seni öperek bilemeliyim


Nihat Behram

15 Şubat 2014 Cumartesi

Yaşamak Dediğimiz Feryat

Kalbini taşırken harcadığın kuvvet
ufacık elleri olan bir devin çırpınışlarıymış,
o dev ki: mızraktan yağmurlar altında dolaşarak
bileklerini incecik yasemin saplarına alıştırmış

Demek ki, seninle tanıştırdığım sihir
arpaların, kozaların, peteklerin,
aslına astarına aşk denilen,
burçlarında atmacalar, şahinler barındıran,
bağrın bağra çarpışından
başlayan sevdalı buluşmaların
ürünü bir sihirmiş,
o sihir ki: kanında öpüşlerin olduğu kadar
şerefli ayrılıkların kıpırtılarını da biriktirmiş

Şimdi beton üstüne serilmiş bir döşeğin kıyısında
bunları yazarken
şaşkınlıklar ve özlemlerle zenginleşen sözlerin
senden çaldığı sıcaklığıyla vedalaşmadayım,
ve - sevgilim - bıraktığın notu okuduğum sıralar
koyu bir gecenin çıngıraklarından
çok uzakta olacağım,
üstelik dağlarda, bayırlarda bile
zaptedemediğim o feryadı
çaresiz, oradan
parmaklıklar ardından taşıracağım

Şurada, kaçaklık aylarımın son günüyle
geçip gidiyor hayatımın bir dönemi...
İşte köşesinden köşesine dolaştığım şehir;
işte içime dolan hava;
böğürlerimdeki çılgın girdabı aldığım her nefesin...
gelişime kapı örtenler de oldu bu şehirde
yatak serenler de gecelerime

Sen gözlerinin maviliği gözyaşlarına bulaşan titreyiş,
yosunları dalgalara kıyılara vuran kuvvet,
sen akılalmaz sarplıklardan fışkıran çiçeklerdeki fiyaka,
doğuruşların görkemini taşıyan şefkat,
cançekişler, gerinişler, intikam duyguları,
yetkinlikler, eriklerin ham lezzeti, körpelikler,
midyelerde incileşen kumtanesi: aynı hızla
yolumu gözle - geleceğim -
unutma ki
bu gidişler zaferi getirecek...


Nihat Behram

İlkbaharda Haykırış

Bir çift söz konuşabileceğim kim var, kime vereyim yarısını ekmeğimin?
Kiminle paylaşayım sadık sazımı
Yıllardır pekiştirdiğim, bilediğim?
Acı var bu sözlerde, acı ve kaygılı bir sancı
Ve onlara karşılık verecek bir kardeşe rastlamadım daha
Yalın ve bilgece sözcüklerle.

Çarpışmadayız, savaştayız, dinliyorum çevremi - yazık!
Ölüler görüyorum her yanda, vadilerde, yamaçlarında tepelerin.
Aydınlık bir bakış, bir sevinç çığlığı bilinmiyor burada

Bir akşamüstü, açıldım sandalla, ağımı atmak için;
Balık avlıyordum - cesetler çıkardım sudan:
Genç bir kız, rahminde doğmamış çocuğuyla ve bir delikanlı
Yüreğinde bir mutfak bıçağı paslanan.
İşte onlar, yeni kuşak, diye düşündüm ve ısıtmayı denedim onları kollarımda
Fakat sessizce uyuyorlardı, bulutsuz, yıldızlı göğün altında.

Zaman aşağıladı bizi, yer kaydı ayaklarımızın altından
Fakat, haykırıyorum: eğer yoksa sazımızla çalacak bir şey
yukarı kaldıralım kaslarla kaplı kollarımızı, bir adalet aracı gibi!
Yaşamımız adına! Acı çeken kardeşlerimizin yaşamları adına!

Kırbaçlananların kemikleri çelikten olmalıdır
canlı canlı gömülenler dirilmelidir, ölüler içinden hatta.
Kardeşler, diplerden yüze doğru yükselmenin zamanıdır
madenlerin derinliklerinden, kapanmış fabrikaların yıkıntılarından.

Ekmeğimizin taş gibi kaskatı ve gecelerimizin uykusuz olduğu
bu acı günlerde artık kendi kendimize hizmet etmenin zamanıdır.


Lajos Kassak
Çeviren: Ataol Behramoğlu

14 Şubat 2014 Cuma

Yaşadıkça

Ah benim aşkla beslediğim sevgilim
kalbimi zorlayan heyecanla sana
savaşın gitgide yaklaşan uğultusuyum

Günler
sazlarla çevrili göl kıyısında
suyun inanılmaz berraklığıyla çalkalanıp geçti
serçeler karla yıkadı tüylerini
taşların oyuklarına doluşan kertenkeleler
düşlerimde zamanla silikleşti
Bazan düşünmek acı veriyor bana
içimde yırtılarak uzaklaşan çayırları

Ah, benim aşkla beslediğim sevgilim
bütün güzel şarkıları sanki ben bestelemişim
üstelik merakla bakıyorum tanıdık her yüze

Çayırları düşün
anamdan emdiğim sütün tadı
yırtarak uzaklaşan çayırları

Artık tek afiş kan kokusu şehrin sokaklarında
gerisi düşmanın kurduğu pusu
kan kokusu diyorsam
ah, benim aşkla beslediğim sevgilim
kalbimi zorlayan heyecanla sana
savaşın gitgide yaklaşan uğultusuyum.


Nihat Behram

Gece Müziği

Ah! Fırtına ne güzel! Hızla dolandı gecenin ortasında ilkin
uykulu vadide, taşıyıp dağların serinliğini.
Sarstı yeri göğü küstahça, taşkın bir çatırtıyla, kuru yıldırımlarla
örülmüştü alevden kamçısı.
Kaldırdı yataklardan, uyandırdı sıcaktan bitkin köyleri, gördüm
pencereden, yanıyordu çayırda bırakılmış ot yığını
Hırçın ufuktan kıpkızıl bir parça koparılmıştı geceden ve keskin
bir biçimde belirdi ürkek karaağacın koyu görüntüsü karanlıkta
Gökgürültüsü yoruluyordu ve o zaman dibi delindi göğün,
alevler söndü ve yeniden karanlığın saltanatı başladı çevrede
Birden çıldırdı sanki yağmur olukları, anımsıyorum,
Hindistan'da böyle olurdu sağanaklar
Bir çınıltı dolaştı ağaçlarda, kıvrak damlalar akın akın
zıplıyordu çalıların sırtında, otların hıçkırığı duyuluyordu
Çayırlar göklerin cömert nemini içiyordu kuraklıktan sonra,
içkiye hasret kalmış ayyaş nasıl dayarsa şarap dolusu
testiyi dudaklarına
Ve ulu ağacın titremesini duydum benliğimde, tüm köklerimle
sarhoş özsuyunu toprağın emiyordum
Ve her bir yaprağımla, kendimden geçmiş, bağırıyordum
coşkuyla:
Ah! Fırtına ne güzel! Yaşam nasıl da başdöndürücü!


Lajos Aprili
Çeviren: Ataol Behramoğlu

13 Şubat 2014 Perşembe

Uykudaki Korku

Gece kuşları
ışığı tel tel koparıyor pencereden

Ay
yapraklarından
köklerine inmiş papatyaların

Çöllerin
kuru hışırtısını titreyen bir yılan
sanki kıvrılıp kayıyor
gözlerindeki tümsekten

Kalbin geceyle bir gemide

Kapın ya açıldı ya açılacak

Duvarında her gün
gelincik yaprakları toplayan resim
ürkmüş, sığmıyor çerçevesine

Çocukların
düğün evlerinde dolaşan uykusu
zambaklar topluyor
yorgun dönerken bahçelerden

Oysa
ağaç kabuklarını dolduran nem
yıldızları saçlarından gizliyor senin

Her gece bir bekleyiş
kırılmak üzere örtülen kapıların
merdiven ayaklarıyla birleştiği yerden
ürperip çekiliyor

Her gece bir bekleyiş
onların oyulmuş göz çukurlarını perçinliyor
ayrılırken hüzünle bakacağın
başucundaki resme


Nihat Behram

Nasıldı

Sarışınlığı nasıldı; bilmiyorum artık?
Ama, bildiğim şu: kırlar da sarışındır.
Sararan yaz zengin başaklarla geldiğinde
Bu sarışınlıkta yeniden onu buluyorum.

Gözlerinin mavisi nasıldı; bilmiyorum artık?
Ama, güzle birlikte gökler açıldığında
Eylülün o baygın ayrılışında
Gözlerinin rengine yeniden dalıyorum.

Sesinin ipeği nasıldı; artık bunu da bilmiyorum?
Ama, baharın başında çayır iç çekerken
Öyle sanıyorum ki Anna'nın sıcak sözleri
Gök kadar uzak bir bahardan bana sesleniyor.


Gyula Juhasz
Çeviren: Sami N. Özerdim

12 Şubat 2014 Çarşamba

Umut Ki

Umut ki yüreğimdir
Halk olmuş yüreğimdir
Adını Onur koyduğum kavga
Büyü de umudu doğur

Kimi gün düşüm olur
Sese döner beni söyler
Kimi gün rüzgarlanır
Kuşa döner göğü söyler

Bileğim kelepçeli
Kolum zincirli olsa
Dudağım filizlenir
Kırılmış dalı söyler


Nihat Behram

Paris'ten Geçti Sonbahar

Dün, sessizce geçip gitti Paris'ten sonbahar.
Saint - Michel'e bir sokağı iniyordu
Yürüyordu sıcaktan uyuklayan ağaçların altında.
Kararlı, bana doğru geliyordu.

Ağır adımlarla yaklaşıyordum Seine nehrine.
İçimde ölmüş ormanların ateşi şarkı söylüyordu.
Garip bir şarkı, acımasız, kan rengi
Bana kendi ölümümden söz ediyordu.

Yanıma geldi sonbahar. Bir şeyler söyledi kulağıma
Saint Michel Bulvarı korkudan tirtir titriyordu
Ve yol boyunca şen şakrak yapraklar
Neşe içinde dans ediyordu.

Bir an sürdü. Umursamadı yaz, tınmadı bile.
Ve güz gülerek ayrıldı Paris'ten ruh gibi bir anda.
Geçip gitti. Ama bilen kimse yok olan biteni
O ağır ağaçların altında benden başka.


Endre Ady
Çeviren: Özdemir İnce

11 Şubat 2014 Salı

Sürgün

Uyandırın Anamı
Söyleyin gidiyorum
Yolumu gözlemesin
Dönemem belki geri

Arkadaslarım duysun
Kardeşim bunu bilsin
Söyleyin gidiyorum
Dönemem belki geri

Babama haber salın
Çiçekler onda kalsın
Sulasın günaşırı
Dönemem belki geri

Korulara söyleyin
Dağlara asmalara
Baygın çocukluğumun
Çınladığı kırlara

Söyleyin gidiyorum
Dönemem belki geri
Gelsinler anılarım
Uğurlasınlar beni

Sadece sevdiğime
Söylemeyin duymasın
O kadar körpe ki kalbi
Bilmiyor yitirmeyi
Söylemeyin bu akşam
Sevdiğim ağlamasın


Nihat Behram

Yarıda Kalan

Ah o yarıda kalan öpüşlerin ateşi,
Kalplerimizi yakan.
O serin akşamlarda koşan deli gibi
Mahvoluruz ağlamaktan,
Bulamayız o yeri.

Kaç kere yarım kaldı. Kaç kere .. sarmaş dolaş,
Ben raşeler içinde.
Arzu içinde yanan dudaklarımda telaş,
Seninkilerde telaş ...
Olmayacak bugün de.

Bir tek defa öpüşsek şöyle bir kana kana
Rahat ölebiliriz.
Ateş çağırıyor bak, gitmek lazım o yana.
Neden daha acaba biz
Vakit geçirmekteyiz?


Endre Ady
Çeviren: Orhan Veli

10 Şubat 2014 Pazartesi

Suda Yiten Ayışığı

Kırk sevginin baygınıyım - belki de yüzkırk -
yine de yalnızlık yalazlanır kırık kalbimde

Otların tutuklusu
haylazı ağzım
şimdi tutlusu kara suların.

Her şeye yeniden başlayabilseydim eğer
aşkımı acıyla anmazdım artık.

Ben ki delisiyim suların, oysa bu sular
çöl rüzgarı kadar bulanık.

Akar gibi geçiyorum dünyadan, ısınıp bakınmadan,
sarhoş
sıkılgan
sırılsıklam...

Kırk diyarda kırkbin öpüşün bitkiniyim
dudağında kırkbin kekik tadı kamaşır
yine de kalbim ısırgan mı ısırgan.

Eşini çağlayana kaptırmış balığıyım bu nehrin;
aydır, geceden beri dişlenmiş kelebeğin
her sabah ağzımda ölümüyle buluşan.


Nihat Behram

Üç Damla Gözyaşı

Bir sonbahar öğlesinde, bir sonbahar öğlesinde
Ah, ne de güç
Gülüp geçmek genç kızlara.

Bir sonbahar akşamında, bir sonbahar akşamında
Ah, ne de güç
Durup bakmak yıldızlara.

Bir sonbahar öğlesinde, bir sonbahar akşamında
Ah, ne kolay.
Ağlaya ağlaya yere kapanmak!


Endre Ady
Çeviren: Sami N. Özerdim

9 Şubat 2014 Pazar

Sığınak

Yedeğimde hep bir şiir olmalı
Korusun diye beni,
Sarsın
Solusun diye...
Yedeğimde hep bir şiir olmalı
Dileğimce değiştirebildiğim
Değiştikçe beni de değiştiren
Yüreğimle sindiğim,
Kimsenin bilmediği,
Acısına başka acı
Sevincine başka sevinç değmemiş,
Canım gibi
Yok etmek hakkını kendimde gizlediğim
Ömrümce çılgın, gönlümce engin,
Yeni doğmuş bebeklerin sesiyle
Yankısı ufkuma dokunurcasına yakın
Soluğumda kıvılcım, dudağında gül
Yaşamaya düğümlü,
Goncalar kadar körpe
Dalgalar kadar hırçın
Kavuşmamız olanaksız birine sakladığım,
Mahrem, bağışıksız,
Mazlum bir şiir
Yedeğimde hep bir şiir olmalı;
Çırpındığım geceler
Yetişip yatıştıran
Esinlenip dindiğim,
Duygusu sağılmamış,
Üşüse soluverecek,
Pürüzsüz, bir başına incecik,
Gülüşü gülüşüme denk, andıkça parıldayan
Andıkça parıldadığım,
Kanmayan, kandırmayan;
Öfkesi kirlenmemiş,
Zehri gibi kendi hayatımın
Ayrılık yaralarını sarılır sanmış,
Sürgün, ürkütülmüş,
Üzgün bir şiir.
Yedeğimde hep bir şiir olmalı
Yuvasında ilk kez uçan serçe gibi telaşlı,
Şafakta kuzulamış karaca gibi baygın,
Ulaşınca çılgınlığa kırılan dallarda ömrün
Yanarak uğuldayan
Yanarak uğuldadığım...
Yine daldım da kendi düşüme
Hasretin kanayışı bitermiş sandım...
Beni şiirler bağışlasın!


Nihat Behram

8 Şubat 2014 Cumartesi

Özlemin Kadar

güzelim;
serçelermi taşıdı sana,
çimen çimen,
karadut oyası
zülüflerini.

çigdem tüten gamzeleri
omuzlarına kırdan mı sardın?

yadellerden esen yelde
sevdalın mı var?

unutma,
hiçbir şey yakışmıyor kalbime


Nihat Behram

7 Şubat 2014 Cuma

Ölüme Gazel

İnsandır en yüce değerleri yaratan.
Sevdayı sözgelimi,
erdemi, özlemi, özveriyi,
umudu, şefkati, düşü...
Yaşamı tanıdıkça kendini tanımlayan... İnsandır...
Ve fakat
yakalar yakalamaz uygun bir an
bulur bulmaz dengini
durmaz
tümünü
haraç mezat pazarlar...
Soylu mu soylu, huylu mu huylu;
hırsız mı hırsız, arsız mı arsız!
İnsandır...
Tanrılar yaratacak denli esinli, tinsel, engin...
Canı pahasına direnecek denli gözüpek,
atılgan, seçkin...
Ve fakat
kendi büyüsüne sığınacak denli bitkin,
güvensiz, sefil...
Sefasını sefaletten sağacak denli rezil...
Özlü mü özlü, sözlü mü sözlü;
bezgin mi bezgin, azgın mı azgın!

İnsandır...
Diş diş dudaklarında
özgürlüğün tutkusu kıvılcımlanır,
çığlığı gecenin ışıltısı olur şarkılarında.
Çağıran acılarsa eğer
koşar
üleşir her şeyini...
Ve fakat
ışıltının karşısında kuduran da odur...
Bilgine değil, haine tapan;
kendi türünü yok etmenin ustası;
doydukça bölüşmeyi unutan...
Masum mu masum, mazlum mu mazlum;
Katil mi katil, zalim mi zalim!

İnsandır...
Bir o’dur ölümlü doğuşunun bilgisiyle yaşayan...
Vurgunu olduğu göğe süssüz,
sürgünü olduğu cana güçsüz,
çılgını olduğu tene öksüz...
Narince açan... Soldukça üzgün...
Sevincini bile gözyaşıyla yoğuran...
bir yanı hep anılara sarmaşık...
Gönül boyu yaralı... Ömür boyu âşık...
Bağrında özlem, sırtında hançer
dağları delip, ağzında ışıkla gelebilir...
Coşkun, düşlü, dövüşken...
Ve fakat
çıkan için ufkunu yakan
dostunu satan da odur...
Doymak bilmezcesine çakalcana açgözlü;
uygarlığınca acımasız, evcilliğince vahşi...
Korkak, kaypak, sürüngen...
Ulaşsa
denizler gibi yıldızlar da kirlenir ellerinde...
Binlerce yılmış gibi ömrü, onlarca yıl susabilir;
suskunluğu çatal çatal, yılanca zehirlidir...
İçli mi içli, güçlü mü güçlü;
suçlu mu suçlu, hınçlı mı hınçlı!

İnsandır...
Sonunda solacak,
kurumuş bir yaprak gibi rüzgâra ilişerek
geldiği toprağa dönecektir.
Yücelerde soluduysa ömrünü
baharda sazı kalır
dallarda hızı kalır
kuşlarda açar sesi
dillerde sözü kalır...
Irmağın kıvrım kıvrım suyunda
köpürür, gümüşlenir...
döndükçe gümüşlenir...
Arının kekik tüten balıyla
leylaklar kınalanmış bakışlar kutsar onu,
köklere sürgünlere uğurlar...
Ardı sıra
ateşböcekleri uçuşur,
su tutuşur...
Dalgalar alkışlarıdır...

Kimi ölür izi kalır,
kimi ölür buzu kalır


Nihat Behram

6 Şubat 2014 Perşembe

Oy Dağlar

Yazlar kışlar uçan kuşlar tanığımdır
Ayrılıklar yolum oldu
Can yoldaşlar dil sırdaşlar tanığımdır
Ölümlerden gülüm soldu
Anam bacım arkadaşlar tanığımdır
Zulüm gelip beni buldu

Oy dağlar yalçın dağlar
Dumanı hırçın dağlar
Gün olur devran döner
Ağlayan bayram eyler

Oy dağlar haber verin
Sılamı özledim yine
Kuş olun kanat gerin
Yolunu gözledim
Yolunu gözledim yine oy dağlar oy dağlar
Kın olup bıçak verin
Anamı özledim yine
Kuş olup kanat gerin
Yolumu gözledim yine


Nihat Behram

5 Şubat 2014 Çarşamba

Ona Doğru Koşmak İçin

Sana ufku anlatmak istiyorum

Yüreğini
Avuçlarında bir güvercinin
Yüreğiyle yatıştıran çocuğun
Bileklerinde çözüp
Doldurduğu şeyi
Sana anlatmalıyım...

Binlerce insan dökülmüş duraklara
Asfalttan, yapılardan, seslerden;
Binlerce saattir oradalar
Ve kudurgan bir beyin
Ve kıpırtısız bir yürekle
Düşmanca bir şeyler biriktiriyorlar karşılıklı
Ve herkes birbirine benziyor
Ve herkes yabancı birbirine üstelik.

Sana ufku anlatmak istiyorum...
Yalınayak
Ve aşağılara koşarken çaylarda
Çakıl taşları, çağlayanlar
Ve kayaların oyuklarında köpüren suyun
Düşündürdüğü şeyi
Sana anlatmalıyım...
...
Sana ufku anlatmak istiyorum...
Bir ağacın kökleri ve dallarıyla
Uzanıp uzanıp vardığı şeyi
Sana anlatmalıyım...
İçinde duvarlar uğulduyor ilişkilerin
İlanlar, rutubet, çıkar...
Ve söz namusun simgesi değil,
Duygular öyle lekelenmiş
İçtenlik öyle hesap işi ki...
Kimin öpüşleri bir papatya kadar temiz
Kim kime kıstırıldığı anda omuz verebilir?
Ya aşk: çarparak başlatan yeni şeyleri
O sevinç
Nerede şimdi?

Yine de güzel bazı duygular
Aşkla kendini onarıyor
Fakat rüzgârlı, yağmurlu ve sabahları
Bir sinir birikintisi olarak karşılamaktan
Bakışları gizlice köreliyor onun da
Ve hatta sağanağı bir nehir gibi
Yabani bir hayvanmış gibi düşünüp
Ürküyor
Ve giderek aciz,
Sinirli, habis insanlar dolduruyor caddeleri;
Oysa şehirden yabani bir hayvan kadar uzakta nehir
Öpüşüyor uçsuz bucaksız bir çalkantıyla
Ve yüzlerce çocuk tanıyorum
Kaçak bir duygu taşıyan sinemalarda
Ona doğru koşmak için...

Sana ufku anlatmak istiyorum.
...
Son mavisi gözlerinde kaldı gökyüzünün
Bu şehirde
Anlatmak istediğim.


Nihat Behram

Ne Sağnaklar Görmüşüz

Ne sağnaklar görmüşüz, yarılan gökyüzünden, alnımız yıldırımlarla ağmış.
Ne rüzgarlar çınlamış bağrımızda, coşkusundan kırılmış kaburgamız.
Dişlenip kayaları ne ateşler yakmışız, aşmışız ne zifir uçurumlar.
Yine de ürkütmeden öpmüşüz bir ceylanı gözlerinin yaşından.
İncitmeden tutmuşuz ağzımızda yorulan kelebeği.
Simdi asmalardan korukların tadı silinmiş,
sesimizde sendeleyen bir keder.
Uykusuzluk serin serin sızıyor acıyan tenimizden.
Ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzde aşkın yeri çok derin.
Ne azgın canavarlar üstüne yürümüşüz bir demet çiçek için,
neyimiz var neyimiz yok vermişiz bir narin dilek için,
yıllarını tas duvara örmüşüz ömrümüzün bir hırçın yürek için.
Simdi çevremizde yosunlaşmış sessizlik, yabaniyiz gittiğimiz her şehrin.
Çiğdemsiz, kükremesiz, kimsecikler sezmiyor
boynumuzdan didişen örümceğin zehrini.
Ziyanı yok, nasıl olsa nabzımızda durulanır yaşamanın iksiri.
Ne güzel sevmişiz, ağzımızda mavi bir tat kekremiş,
ne sızılar sarmışız yumuşacık öpüşlerin çığlığını kuşanıp,
şafaklar tutkusunu şarkılar yuvalanıp ne mintanlar yırtmışız,
şimdi usulcacık ürpersek kara gece uykumuz kacacak kadar delik
üstümüz çimensiz tepeler gibi bereketsiz, örtüsüz, serin.
Ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün çayırları ipekten, bakışımız lekesiz.
Ne masalar düzmüşüz kıvrımları gümüş, kakmaları sedeften,
ne milyonlar yanından başeğmeden geçmişiz, huyumuz değişmemiş,
hayatimiz günbegün çarpışarak yaşanılan sırların urunudur.
Simdi kar altında avcumuz, avurdumuz ilaçsız,
ıssızlaşmış sabahlar, yoksunluk arsızlaşmış.
Kaçışır yolumuzdan gölgesini de alıp o şaklabanlar inildesek açlıktan;
ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün dağı taşı altından.
Ne devlerle dalaşmış kanımızı göstermeden silmişiz.
Ne kudurgan günlerde elimizi dost eline titremeden vermişiz.
Bir ömür seğirtmişiz bir nefes beklemeden.
Şimdi nice anışların dudağı üşüyen bir çocuk kadar uçuk,
nicesi elsıkışların sahtekar çıkmış.
- Bizi eşkiyalar soymamış abi muhabbet yıkmış.


Nihat Behram

Manastır Kuşçusu

Zor bir nakış gibi işliyorum
liseyi ve aşkı
hüzünden bir kanaviçeye

Üveyikler ibibikler arıyorum
kandillerle gece çullukları
bana bir salgını çağrıştıran bıldırcınlar
lise öğretmenlerinin dolduğu odalardan
sarı asmalar ürküyor koştuğumda

kim bilir kuşların öldüğünü
rüzgar geçerken selviler arasından
sepetime diken gülleri toplayıp
annemin güzelliğine üzgün
kuşlar vurduğumu benim
çağlalar çaldığımı
kim bilir hala nasıl süslüyor beni
o yusufçuk sesleri

şimdi kumruların angutların kaçıştığı
çocukların mavi serçeler topladığı
aile albümünden bir yüreği
hızla soyunuyorum
hızla soyunuyorum karanlık koynumdan
liseli kitaplarımı.


Nihat Behram