Şiir, Sadece

27 Temmuz 2017 Perşembe

Karga Tünemesi

Karga bir küme dağ gördü sabahleyin, buram buram.
Denizi gördü
Omurgası loş, kıvrımlarında bütün dünya.
Yıldızları gördü, karanlıkta yitip giden bir duman, hiçlik
ormanında üretim yerlerini örten mantarlar, Tanrı ağusu.
Yaratılışın korkunçluğundan titredi.

Dehşetin verdiği görüntüde
Şu ayakkabıyı gördü, tabansız, yağmurdan sırılsıklam,
Yatıyor çölde.
Bir de çöp tenekesi vardı, dibi paslanıp delinmiş,
Rüzgarın oyun yeri, pis su birikintilerinde.

Bir de ceket vardı sessiz evin sessiz odasındaki karanlık dolapta.
Bir de yüz vardı, sigarasını tüttürmüştü alacakaranlık
pencereyle ateşin korları arasında.

Yüzün yakınında, bu el, hiç kıpırdamadan.
Elin yakınında, şu fincan.

Karga göz kırptı. Göz kırptı. Hiçbir şey olmadı.

Gerçeklere baktı da baktı.
Hiçbir şey kaçmadı gözünden. (Hiçbir şey kaçamaz ki).


Ted Hughes
Çeviren: Talat Sait Halman

Şarkı

Kadınım, kutsadığında ayın eğik kupası seni
Yumuşak ateş oldun bir bulut inceliğiyle;
Güç yıldızlar yüzdü göz yerine yüzünde;
Durdun yer ettim gölgende:
Döndün, buza döndü gölgen

     O Kadınım.

Kadınım, okşadığında deniz seni
Köpükten mermerden, ama-dilsiz.
Ne zaman açacak taş dikitini?
Ne zaman salıverecek dalgalar köpüğünü?
Ne ölüyorsun ne de dönüyorsun eve,

     O Kadınım.

Kadınım, yel öptüğünde seni
Ezgin yaptın onu denizkabuğu gibi.
İzliyorum suları ve yeli hala.
Yüreğim türkünü duyup kırılalı beri
Sevgililerinin çaldığı kötü amaçla,

     O Kadınım.

Kadınım, düşün yitirdiğimde seni
Ayın dopdolu elleri yıkıntı saçarak,
Denizin elleri dünyanın göğüslerinden karanlık,
Yelin geçtiği yerde dünyanın çürüyüşü,
Başım sevgiden yorulmuş durarak
Ellerimde ve ellerim dolu toprak,

     O Kadınım


Ted Hughes
Çeviren: Şavkar Altınel - Roni Marguli

Eylül

Oturup akşamları izliyoruz yayılan karanlığı yavaşça:
Hiçbir saat saymıyor bunu.
Yinelendiğinde öpücükler ve kollar sarıldıkça
Kim bilebilir zamanın nerede olduğunu.

Yazortası: iri, durgun sarkıyor yapraklar:
Bir yıldız gözlerin ardından,
İpek bileğin altından bir deniz, diyorlar:
Hiçbir yerde zaman.

Şimdi duruyoruz; uyamadı yaz zamanına yapraklar.
Saatlerin söylemesi gereksiz
Artık salt anımsadıklarımız var:
Başkaldırıyor dakikalar, ellerinde başlarımız

Başları gibi talihsiz Kraliçesiyle bir Kralın
Ayaklandığında budala kalabalıklar;
Ve sessizce sularına havuzların
Atıyor taçlarını ağaçlar.


Ted Hughes
Çeviren: Şavkar Altınel - Roni Margulies

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Yatakta Konuşmak

Yatakta konuşmak en kolay şey olmalı,
Bir gelenek sanki böyle yanyana uzanmış olmak:
İki kişinin içtenlikliğinin kanıtı.

Oysa konuşmadan geçen zaman gittikçe uzuyor.
Dışarıda rüzgarın o eksik karmaşası
Bir toparlıyor bulutları bir dağıtıyor,

Karanlık kentler yığılıyor ufukta.
Ve umursamıyor tüm bunlar bizi. Yanıtlanmıyor
Sorumuz: bu denli uzakken tekillikten, yatakta,

Niye daha da zor, neden,
O sözcükleri bulmak, hem sevecen, hem içten,
Ya da en azından, ne kırıcı, ne yalan.



Philip Larkin
Çeviren: Roni Margulies

Sokaklar

Şiirin başlığı "Hanoi Sokakları"ydı,
Konusu düşen bombalar, ölüm ve yıkım,
Çile ve sefalet, acı ve hasar.
Bestelendi şiir, bestenin konusu da ölüm
Ve yıkım, çile ve sefalet, acı ve hasar.

Salon bulundu, şarkıyı okuyacak birisi de
Eşlik edecek bir orkestra, program basacak
Bir basımevi... O zaman düşündüler ki
Olup bitenlere,bakılırsa şarkının adı
"Saygon Sokakları" olsa daha uygun.

İyi söylendi şarkı, iyi çalındı, iyi karşılandı.

Şiir gerçekten evrenseldir, musiki gibi
Düşen bombalar da ölüm ve yıkım da.
Çile ve sefaletle acı ve hasar da

Gerçekten tek şair gerektir dünyaya,
Belirli yerlerde adları yayımcılar değiştirir,
Tiyatro yönetmenleri, katipler, kültür bakanlıkları.


D. J. Enright
Çeviren: Talat Sait Halman

Tanrılardan Sonra Kahramanlardan Sonra

Görüyorsun işte, ne kadar kolay bir insanı susturmak,
İki üç yardakçın adamın kollarını büker arkasında,
Sokakta bekleyen bir arabanın içine yakapaça sokup
Issız bir yere götürür de ağzını burnunu
Darmadağın ederseniz adam susar eninde sonunda.

Söz açma kahramanlıktan. Ömrü bir soluk kadardır.
Kafalarına kurşun yemiş olan koca kahramanlar
Birer cesettir ancak. Gömdürme masrafını ailesi
Ödemek zorunda. En sessiz sedasız cenaze bile masraf
kapısı.

Düşünceler, bilgiye dayanıyor günümüzde. Hiç kimse
Çabucak heyecana kapılmıyor artık. Nice kahramanlar
Gelip geçti. Sağduyu değişir kuşaktan kuşağa. Genel yargı şu:
Başı derde girenler, kargaşalık çıkartarak belalarını bulmaya
Dünden hazır olanlardır. Bu illetten kurtulamayanlar, doğuştan
intihara eğilimlidir.

Ne olursa olsun, uzmanlar bile ayırt edebilir mi kahramanı
Kötü adamdan? Özellikleri nedir ki?

Tarih kitapları çoktan doldu.
Gazetelerde yer satın alınamaz parayla da sevgiyle de.
Gazetelerin işi gücü beşizler, en yeni modalar,
İç çatışmalar ve cinayetler ev köpeklerinin yiğitliği.
Örneklerdeki ilham gücünü göstereyim deme,
Daha iyisi, örneklerden ibret alınması üzerinde dur.
Özgürlükten sebze ya da arabaymış gibi, hayati ihtiyaçmış
Gibi söz açmak boşuna. Sebze yiyen araba süren bilgili
kimselerle konuşuyorsun.

Söylemesi acıklı ama, bizim çağımızda, çıkar yol
Başkalarından medet ummaktır, bir de
Ataerkil ve anaerkil ailelerden, sıkıla sıkıla çalışan
Katiplerden, ihtisas yapmaksızın zar zor okul bitirenlerden,
Yaşamanın son tadını almaya kalkışan dedelerden, acayip
Hülyalara kapılmış kızlardan, içlerini boşaltmak için
Ellerinden gelse şiir yazacak olan delikanlılardan...
Yoksul ülke, işte, kahraman olmayan bu insanlardan yana zengin.
Kitlelerin önderleri artık önderlik yapmaz olmuş.
Şimdi, kitlelerle bir arada kalmışsın,
Hepsinin ayrı ayrı istekleri, küçük inatçı hırsları,
(Kurşuna dizilemeyecek, hapse atılamayacak kadar kalabalık
Olduklarından) kalımlı olanlar.
Ya kitleden biri olacaksın ya da gidip asacaksın kendini,
Öleceksin kuru başına. Açık bir mektup bırakacaksın, gururlu,
Kınayan bir mektup, gazetelerin yayınlamasını da istiyorsan,
Pürüzsüz olmalı mektup, hem de kısa


D. J. Enright
Çeviren: Talat Sait Halman

25 Temmuz 2017 Salı

Fern Hill

Ben işte öyle gencecik, tasasız bir çocukken seken evin ordaki
Elmaların altında, otlar nasıl yeşilse işte öyle mutluyken,
Vadideki koruyu örten yıldızlı gece,
Zamanın da izniyle bağırıp tırmanırken
Hep öyle pırıl pırıl dipdiri gözlerinde,
Ve sayılan biriyken vagonları orada, prensi o elma köylerinin,
Bir kere zamanında altında krallar gibi ardımdan sürüklendi
Ağaçlarla dalları, arpalar, papatyalar
Rüzgarın sağnağıyla ırmaklardan aşağı.

Yemyeşil, umursamaz, o mutlu avludaki ambarlar arasında ünlü,
Bir de türkü tutturup o çiftlik yurdummuş gibi,
Yalnızca bir kerecik genç olan o güneşte,
Zamanın da izniyle oynayıp koşuşurken
Hep öyle pırıl pırıl Tanrının esirgeyişinde,
Yemyeşil, pırıl pırıl, hem avcı, hem çobandım, buzağılar
Ses verirdi öttürdüğüm boynuza, tepelerde tilkiler donuk donuk havlarken
Pazar çanı ağır ağır çınlardı
O kutsal derelerin çakıllarında.

Gün boyunca hiç bitmeyen bir koşuydu, ne güzel, uzanan tarlalarda
Ev boyunda tarlalarca ekinler, bacalarda ezgiler, bir havaydı,
Çalıyordu, su gibi öyle güzel,
Ateş bile otlar kadar yeşildi.
Ve her gece o yalın yıldızların altında
Ben atımla yol alırken uykuya, baykuşlar da çiftliği uzaklara taşırdı,
Ay geceyi dolandıkça duyardım, ahırlarda kutsanmıştım,
Öten kuşlar balyalarla uçardı, atlar birden
Şimşek gibi karanlığa dalardı.

Sonra uyanmak ve çiftliğin beyaz bir gezgin gibi
Geri gelişi, çiğ içinde, omuzunda horozla: her şey
Pırıl pırıldı, Adem ile Meryemdi,
Gökyüzü yeni baştan bir araya geldiydi
Ve güneş işte o gün yusyuvarlak belirdi.
Demek ki aydınlığın doğum gününden hemen sonraydı
O fırdönen alanda, büyülenen atlar da hızla çıkarken
Soluklarının dumanı tüte tüte kişneyen yeşil ahırdan

Ve sayılan biriyken tilkilerle sülünler arasında, gülen evin yanında
Yepyeni bulutların altında, yürek nasıl uzunsa, işte öyle mutluyken
Durmadan doğan günün aydınlığında
Koşardım hiç aldırmadan,
İsteklerim yansırdı ev içinde savrulan samanlarla
Hiçbir şey umurumda değildi, gök mavisi uğraşımda, zamanın
O güzel sa hah türküleri kulağıma geldikçe
Çocuklar yeşil yeşil, altın gibi sapsarı
İlk duadan çıkmış onu izlerken

Hiçbir şey umurumda değildi, o süt beyaz günlerde, zaman
Kucaklar kaldırırdı beni kırlangıçlı samanlığa elimin gölgesinde
Durmadan yükselen ayın aydınlığında,
Onun uçtuğunu bile duymazdım
Yükselen tarlalarda at sırtında yol alırken uykuya
Uyanıp o çocuksuz ülkeden sürgit kaçan çiftlikte.
Ah işte öyle gencecik tasasız bir çocukken Tanrının esirgeyişinde
Zamana yakalandım körpecik ve ölürken
Türkümü söylediysem de denizler gibi zincirlerimle


Dylan Tomas
Çeviren: Cevat Çapan

Başlangıcımda

Başlangıçta üçgen bir yıldız vardı
Boş bir yüzün ötesinde ışığın gülüşü
Kök salan havanın ötesinde kemikten bir dal
Özdek çatalladı özleştirsin diye ilk güneşi
Ve uzayda fırdolayı yanan şifreler
Döndükçe cennet cehennem karşıtı birbirine

Başlangıçta solgun bir imza vardı
Üç heceli ve yıldızlı tıpkı gülümseyiş gibi
Sonra suların üstüne izler düştü
Kalıplanmış bir yüz ay üzerine
Çapraz ağaca ve kutsallığa dokunan kan
Değdi ilk buluta ve bir belirti bıraktı

Başlangıçta dağca yükselen ateş vardı
Ki bir kıvılcımla havayı tutuşturdu
Bir üç gözlü, kızıl gözlü kıvılcım çiçeksi açık
Yaşam yükseldi ve filizlendi yuvarlanan denizlerden
Patladı köklerden, pompalandı topraktan ve kayadan
Çayırları besleyen gizli yağlar

Başlangıçta söz vardı, söz
Ki ışığın som köklerinde
Soyutladı boşluğun tüm harflerini
Ve soluğun bulutlu yataklarından
Sözler fışkırdı, çevirerek yüreğe
İlk harflerini doğumun ve ölümün
Başlangıçta gizli bir beyin vardı
Beyin hücrelendi ve düşünceye kaynaklandı
Yükseldik bir güneşe doğru çatallanmadan önce
Kan fışkırdı ve dağıldı yellerin ışığına
Hançerlenmiş kökeni sevginin


Dylan Tomas
Çeviren: Osman Türkay

Kağıdı İmzalayan El

Bir şehri yıktı kağıdı imzalayan el
Soluğu kesti beş egemen parmak
Çiftleştirdi ölüler evrenini, bir ülkeyi böldü
Beş kral bir kralı ölüme görürdü

Eğik bir omuza uzanan güçlü el
Tebeşirle kenetlenmiş parmak eklemleri
Cinayetlere bir son veriyor
Görüşmelere son veren kalem

Bir hastalığı çoğaltıyor güçlü el
Ağustos böceğiyle birlikte açlık ve kıtlık
Karalanmış bir imzayla büyüktür
İnsanlara hükmeden el

Krallar ölüler sayar, yaraları yumuşatamaz
Ve alnını okşayamaz kimsenin
Gökyüzü ve şefkat ellerin emrindedir
Ama gözyaşı yoktur ellerin.


Dylan Tomas
Çeviren: Anıl Meriçelli

24 Temmuz 2017 Pazartesi

Hükmü Hiç Kalmayacak Artık Ölüm Ülkesinin

Hükmü kalmayacak artık ölüm ülkesinin
Tek gövdede çıplak ölüler birleşecekler
Rüzgarla batan ayaktaki insanla beraber;
Sıyrıldı da savruldu mu artık o kemikler,
İskeletler tepeden tırnağa yıldız dolacak.
Sağlamlaşır akılları çıldırsalar bile,
Ummana batsa da çıkar hepsi sahile;
Kaybolsa da her sevgili kaybolmayacak aşk,
Hükmü hiç kalmayacak artık ölüm ülkesinin.

Hükmü hiç kalmayacak artık ölüm ülkesinin
Çoktan uzananlar denizin kıvranışında
Rüzgarca ölüp bitmeyecekler boşuna;
Gerilen etleri mosmor olacak cenderede,
Bağlanmış azap çarkına, hiç kopmayacaklar.
Avuçlarında inanç parça parça olsa bile,
Gulyabani kötülükler canevinden deşse,
Yarılsalar da her uçtan, kopup kırılmazlar
Hükmü hiç kalmayacak artık ölüm ülkesinin.

Hükmü hiç kalmayacak artık ölüm ülkesinin.
Ve çığlık atmayacak martılar kulaklarına,
Dalgalar sille tokat çarpmayacaklar kıyıya;
Deli rüzgarla uçup düştüğü yerlerde çiçek
Eğecek kamçılı yağmurlara bitkin başını.
Çılgın da olsa, leş gibi cansız da olsalar
Kelleler fışkıracak yerden ezip laleleri,
Çatlayacaklar güneş altında, güneş çatlayacak:
Hükmü hiç kalmayacak artık ölüm ülkesinin.


Dylan Tomas
Çeviren: Talat Sait Halman

Parkın Gediklisi Kambur

Parkın gediklisi kambur,
Münzevi bir zat...
Demir kapılar açıldı mı o saat
Ne kadar berduş varsa içeri doluşur
Büzülür o da şimşirlerin arasına iki kat
Paydos vaktine dek orada durur
Gazete kağıdından yer peynirsiz ekmeğini
Zincirli maşrapadan içerdi suyunu
Yelkenlimi yüzdürdüğüm yalağın içine
Görmezlikten gelirdi çocukların toprak doldurduğunu
Geceleri sığınırdı bir köpek kulübesine
Ama duymazdı uykusunda uluduğunu

Parkın kuşları gibi kalkardı erken
Parkın çimleri gibi çöker toprağa
Kambura da Maşallah, diye başlarlardı derken
Mektep kaçakları kenar mahallelerden
Şeytan görmüş gibi kaçardı fıkara
Yumurcaklar üstüne koşuşurlarken
Yumruğunu sallar ama başlamazdı gülmeyi
Harlandıkça büyüse de sırtındaki tümseği
Bir solukta aşar fidanlığı fideliği
Kaybolurdu söğütlüğün yaygarası içinden
Sonunda bunun dayak yemek de var bekçiden
Hep o kambur bozuyor dirliği düzenliği!

Öğleyin pineklerken havuzun başında
Ördeklerle kuğularla bir başına
Bir kıyamettir kopar korudan
Kükrerdi sıçrayıp kayalığın taşına
Yamyamların gözlerinden bir alay kaplan ...
Bıraksalar, bırakmazlardı ki rahat
Hayalin kuracaktı çarpuk çomaklarından
Selvi boylu bir sultan suret
Salına salına gelecekti yanına
Ömür-boyu can yoldaşlığına razı
Bir hayat ki hayatta görülmedik bir hayat

O kahpe, o kambur feleğe inat
Oysa rivayet ederler kim
O bozuk-düzen parkta geceleyin
Çitlerle çalılardan sonra
Kuşlar havuz ağaçlar çimen
Ve çilekler kadın masum çocuklar
Gelirmiş kamburun peşi sıra
Karanlıktaki kulübesine kadar


Dylan Tomas
Çeviren: Can Yücel

Acı Limonlar

Bir acı limonlar adasında
Karanlık yuvarlarında meyvelerin
Ayın soğuk otlarının yandığı,

Sonra kuru otlar yerdeki
Acıtan anılan, yan yaşamdır
Gözden geçiren ölü alışkanlıkları

Gerisini söylemesek daha iyi,
Güzellik, karanlık,
Kocamış denizler korusun onları

Anılarıyla uykularının
Kıvırcık başı Yunan denizinin
Saklar sessizliğini akmayan yaşlar gibi.


Lawrence Durrell
Çeviren: Cevat Çapan

Özgürlük

Ey herkese içlerindeki odlarca özlem
Kuğulara göl, allara petek,
Yarasalara karanlık, sevgililere
Sevişme sunan özgürlük,
Salt bilgeleri kısıtlayan, sınırlayansın,
Kendisinden yan kurtulan herkes
Çeker acılarını yalanlarının,
Özgürlük, özgürlük, zindanı özgürlüklerin.


Lawrence Durrell
Çeviren: C. Çapan - T Aktürel

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Yoksul Kız

Yabancı bir ülkede oturan yoksul kız,
Kafatası biçiminde ışıltılarıyla gecenin
Yazdöneminde parlayan uzak ay gibi
Gözlerinin içinden bakar her yana ölüm
Öyle dik ve derin:

Yoksul çocuk, giymişsin yazlık giysilerini
Ve altın çizgili yırtık ayakkabılarını
Toprak ana renk çimen
Ve çiçek mantosunu giyindiği gibi
Örterek yıkım mağaralarını
Oyuk ölümlerin söylediği.

Yüreklerimizde sanki de şaftlarıdır kuyuların
O çökmüş gözler ki bakıyorum derinden
Bilmem günahı nedir onların
Bu yapmacık sevinç gösterisinde
Dudaklarımızın arkasında uslarımız
Birleşir ağlamakta
Uyku içinde hiç uyumayan
ölümlülüğe.

Ağlamanın yararı ne?
Bir cerrah bıçağı taşımıyor ki
Kessin yaşamının kökünde
Yanlış çoğalan hücreleri

Sevginin aşırılıkları tanıtlar yalnız,
Tenin ötesinde uzanır çirkin kemiğe
Karanlıkta sırtlanlarda uluyan bir ses.

Bir düşünüdür üzgünlüğüm, bir düştür,
Yarının fırtınası alıp götürecek:
Uyanmaz gün günden daha dinç
Görünüşten öte salt doğru olana:
Ya da yatağının çevresindeki granit gerçeklere
Yoksulluğun kahrıyla umutsuz, çirkin
Gerçeğe ki bir belirtisidir
Yakında öleceğinin.


Stephen Spender
Çeviren: Osman Türkay

Çifte Ordular

Karakışın düzlüklerine dizboyu dalmış iki ordu
Mevzi alıyor - yenmek için yok etmek için.
Donuyor askerler, aç izinler kaldırılmış
İki orduda da - yalnız ölüler ve yaralılar,
Onlar izinli gitmiş. Yeni taburlar bekliyor
Azgın bir barışa varmak için eninde sonunda.

Herkesin cinleri başında, herkes öyle üşümüş,
Nefret ediyor herkes amacından bu savaşın
Ve mermiden çok, cepheye sürükleyen uzak laflardan.
Oğlanın biri bildik bir marş mırıldanmış eskiden,
Toy bir elceğiz selam çakmıştı bir sefer:
Ses boğuldu, yana düştü selama kalkan el,
Bileğinden vurdular ondan yana olanlar.

Bu duygusuz hasattan kaçacaklardı ama, bir kez
İçlerine işlemişti korku çelik bir okulda,
Namlu ucunda hepsini kıskıvrak tutan korku.
Ama, uykuya daldılar mı yurdun yuvanın -hayali
Biner gider kaçışın umutlu küheylanlarına,
Okunmayan bir kitle şiiri kaplar koca düzlüğü.

Nefret etmez olurlar sonunda; oysa ki nefret
Havadan fışkırır, dolu olup kamçılar yeri,
Ya da çeşmelerden yükselir, görmelere değer.
Gerçi yüzlerce can gider, ama kimler bir-tutacak
Silahların ardı arkası gelmez öfkesini
Dilsiz sabrıyla işkence edilen hayvanların?

Temiz bir sessizlik iner geceye: birkaç adımcık
Ayırır uykuya dalmış orduları. Uzak ellerin
Ördüğü çarşafları içinde uyurlar tortop olmuş.
Susunca topların tarrakası, tek nefeste aynı acı
Beyazlar havayı, bir yapıverir iki orduyu
Kucak kucağa uyuyormuş gibi kanlı düşmanlar.

Aşağı düzlüğe parlak kılavuz ay bakar yalnız,
Berrak dostu gökteki çapulcu akıncıların,
Işıl ışıl bir iskelet yaratır ay ışığı
Binlerce kemikten düşen gölgelerle yoğrulmuş.
Kehribar bulutların serpildiği ıssız vadide
Aydır seyreden ölümün ve vaktin fışkırttığı
Gazaplı sözlerle yakıp yakıcı madenleri.


Stephen Spender
Çeviren: Talat Sait Halman

Hiç Barış Olmayacak

Güldüyse de berrak yumuşak bir hava tekrar
İyi şeyler düşünen varlığının ülkesine,
Döndüyse de renkler ... boradan sonra değiştin.
Hayır, unutmayacaksın
Bütün umutları birden silen karanlıkta
Düşeceksin diye kahinlik eden fırtınayı.
Yaşaman gerek yine kendi bildiğinle:

Yabancılar var uzaklarda, senden ayrı düşen,
Mehtapsız yokluklarda hiç duymadığın;
Oysa onlar seni duymuş, seni öğrenmiştir,
Kaç tane, ne cins, bilmediğin varlıklar,
Bir tanesi olsun seni sevmez

Ne mi yaptın acaba onlara sen?
Hiç mi? Yok, bir cevap değildir ki hiç:
Evet, akıl yoracaksın, düşünmesen olmaz,
Bir şeyler yaptın mı ki yapmışsındır;
Ah şunları bir güldürebilsem diyeceksin,
Dost olmayı onlarla için isteyecek.

Hiç barış olmayacak:
Öyleyse, savaş sen de; yiğit ol, kullan
Bildiğin her türlü kalleş hileyi,
Vicdan bakımından rahatın yerli yerinde:
Davaları bitmiş - o da davaları varsa -
Onların nefreti sırf nefret içindir artık.


W. H. Auden
Çeviren: Talat Sait Halman

Alla'sen Söyle Nedir Aşkın Aslı Astarı!

Kimine göre ufak bir çocuktur aşk,
Kimine göre bir kuş,
Kimi der, onun üstünde durur dünya,
Kimi der, kalp kuruş;
Ama komşuya sordum, nedense yüzüme
Manalı manalı baktı,
Karısı bir kızdı bir kızdı, sormayın,
Aşkedecekti tokadı.

Şıpıtık terliğe mi benzer yoksa
Yoksa kandil çöreğine mi
Hacıyağına mı benzer dersin kokusu.
Yoksa leylak çiçeğine mi?
Çalı gibi dikenli mi batar mı eline,
Andırır mı yoksa pufla yastıkları,
Keskin mi kenarı yoksa yatar mı eline?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!

Tarih kitapları dokundurur geçer
Köşesinde kenarında,
Hele bir lafı açılmaya görsün
Şirket vapurlarında;
Eksik olmaz gazetelerden, bilhassa
İntihar haberlerinde,
Maniler düzmüşler gördüm üstüne
Telefon rehberlerinde.

Aç kurtlar gibi ulur mu dersin
Bando gibi gümbürder mi yoksa,
Taklit edebilir misin istesen kemençede,
Ne dersin piyanoda çalınsa;
Çiftetelli gibi coşturur mu herkesi
Yoksa ağıraksak bir hava mı?
İstediğin zaman kesilir mi sesi?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!

Bir hal oldum çardakların altında
Onu araya araya,
Küçüksu'ya baktım, orada da yok,
Boşuna çıktım Çamlıca'ya;
Anlamadım gitti bülbülün şarkısını
Bir acayip gülün lisanı da;
Benim bildiğim o kümeste değildi
Ne de yatağın altında.

Aklına esince çıkarabilir mi dilini,
Başı döner mi asma salıncakta,
At yarışlarında mı geçirir hafta tatilini,
Usta mı düğüm atmakta,
Millet der peygamber demez mi
Para mevzuunda nedir efkarı,
Borç alır borcunu ödemez mi?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!

Ona rastladığı zaman duyduğu şeyleri
Kabil değil unutamazmış insan,
Yolunu gözlerim bacak kadardan beri
Ama o geçmedi bile yanımdan;
Merdiven dayadım otuz beşine,
Öğrenemedim gitti bir türlü,
Nemene mahluktur bu düşerler peşine
Bunca insan geceli gündüzlü?

Gelsin ya, nasıl, pat diye gelir mi dersin
Burnumu karıştırırken tatlı tatlı,
Ya tutar yatakta bastırırsa sabahleyin?
Talih bu ya otobüste nasırıma basmalı!
Gelişi yoksa havalardan anlaşılır mı
Selamı efendice mi yoksa gider mi aşırı,
Değiştirir mi dersin bir kalemde hayatımı?
Alla'sen söyle nedir aşkın aslı astarı!


W. H. Auden
Çeviren: Can Yücel

21 Temmuz 2017 Cuma

Saatle Benim Aramda

Vurdum kapıyı, indim bir akşam
Bristol Caddesi'nden aşağı;
Kaldırımlarda ahali baktım,
Tarlada sanki buğday başağı.

Yürürken taşınış dere boyunda
Bir aşk şarkısı duydum ansızın,
Demir köprünün hemen altından;
"Ucu bucağı yoktur sevdanın.

Vazgeçmem senden, vazgeçmem, yarim,
Taa ki geçer de magrip maşrığa,
Tırmanır da Kafdağı'na sular,
Taa ki çıkar da balık kavağa

-Vazgeçmem senden taa ki Okyanus
Kurur, katlanır, konulur rafa;
Dolanır gökte yedişer yıldız
Cıvıl da cıvıl konar Araf'a.

-Yıllar koşacak tavşanlar gibi
Sen varsın mademki kollarımda,
Sen ki çağların gonca baharı.
Dünyaya nasip ilk ve son sevda."

Yazık ki şehrin saatleri hep
Başladı birden çın çın ötmeye:
-Düşme zamanın ağına sakın!
Diş geçirilmez o örümceğe.

-Kabusun budak deliğinde Hak,
Başı kavuksuz, sırtı cübbesiz ...
Gözetler zaman sizi siperden,
"öhö" der, tam öpüşeceksiniz.

"Hayhuydu derken bir de bakarsın,
Kandilinde yağ kalmamış ömrün.
Zaman erecek muradına hoş,
Yarına kalmaz belki de bugün

"Nice yemyeşil bağ bahçe var ki
Üstüne şimdi çullanmakta kar.
Zaman dağıtır bari, halayı;
Ellerde kopar güzelim yaylar.

"Daldır suya ellerini bari,
Bileklerine kadar daldır da!
Gözlerini dik! dik de leğene,
Neydi o, düşün kalan arkanda!

"Buzullar zorlar yük kapısını,
Yatağında iç çekense çöldür;
Çay fincanındaki bir çatlaktan
Öte dünyaya yollar görünür.

"Kuzum gel de bir bak şu aynaya!
Gel şu perişan haline bir bak!
Hayat, Şer değil Hayır; gine de
Sana hiç hayrı dokunmayacak.

"Dur da, camların önünde dur da!..
İki göz iki çeşme dökülen ...
İşin yoksa sen kötrüm komşunun
Gönlünü al bu kötrüm gönüllen."

Geç - ti, geçtiydi akşam suları,
Gitti aşıklar gittiydi bir bir;
Sustu saatler durduydu çın çın;
Akar da akar akardı nehir.


W. H. Auden
Çeviren: Can Yücel

Sağ Kalan

Umutsuz bir umutla ölmek, ama düşersen ellerine
Savaş çapulcularının, kurtulmak için pençelerinden
Boy göstermek yeniden bir tören alanında,
Yaralı ve göğsü madalyalarla dolu, kaldırıp kılıcını
Kahraman bir bölüğe yeniden kumanda etmek:

Mutluluk bu mu acep? Kesenkes canlı olmak yeniden
Başkaları ölmüşken? Hoş gelir mi burnuna
Her zaman ilk kezmiş gibi koklayacağın konca?
Kulağın bilenir mi dinlerken ardıç kuşunu
Kendi bestelemişçesine şakırken türküsünü?

Ve bu mudur mutluluk? Çifte intihardan sonra
(Yürek yüreğe karşı) yeniden hayata dönmek,
Düzeltmek saçlarını, silmek dökülen kanı,
Gencecik bir kız bulup kulağına gecede
"sonsuza kadar" diye yeminler fısıl damak?


Robert Graves
Çeviren: Cevat Çapan

Kimse Değil

Kimse değil, gedikli şeytan, kimse değil
Yitik bir tenle erinçleri durma yıkan.

Kimse değil, yoldan gelen, kimse değil
Kara giyinmiş bir adam uzunluğunda.

Kimse değil, evde dolaşan, kimse değil,
Kimse değil, çocuklar kadar merdiveni sessiz çıkan

Kimse değil bahçesinde, kimse değil
Kimse değil, örgü ören kız kadar suskun,

Kimse değil, daha henüz gelmeye başlayan
Kimse değil, uyanık kulağın aralıksız ağırlığı.

Bu kimse yanaşmadıkça ölüme
Çarpılıp duracağız ilence

Ve kıskançlığının, acısının ve korkusunun ilençleri
İzleyecek geceleri, cürümlere ve bozulan kızlara dek.


Robert Graves
Çeviren: Feyyaz Kayacan

20 Temmuz 2017 Perşembe

Yirmi Bin Ayakta Gecenin Çöküşü

Doğudan siyah bir duvar, tekerlenerek, kemerliyor
       üstteki yüksek göğü
Boğmak için masum ve benzi uçuk batı ışıklarının
       henüz kapladıklarını
Tükenmiş günbatımının buluttan kıyılarını; öyleyse
       hoşçakal, tatlı gün!
En erken yeşilden fışkırdın sen, yeşiller içinde,
       incinirmişçesine, kayarsın.
Hiç fark etmemiş miydim, nöbette daha önce, daha
       alçakgönüllü bir yükseklikte
Şafağın kapısından, kalabalıklaşarak, gecenin
       ve gecenin ölümünün girdiğini?


Robert Graves
Çeviren: Ali Cengizkan

Kopuk İmgelerle

O hızlıdır, düşünür seçik imgelerle;
Ben yavaşım, düşünürüm kopuk imgelerle,

O alıklaşır, seçik imgelerine güvendiğinden;
Ben keskinleşirim, kopuk imgelerime güvensizlikten.

İmgelerine güvendiğinden, uygunluklarını varsayar;
İmgelerime güvensizlikten, uygunluklarını sorgularım.

Uygunluklarını varsayarak, gerçekliği varsayar;
Uygunluklarını sorgulayarak, gerçekliği sorgularım.

Gerçeklik onu yanılttığında, duygularını sorgular;
Gerçeklik beni yanılttığında, duyularımı onaylarım.

Seçik imgeleriyle, hızlı ve alık, sürdürür işini;
Kopuk imgelerimle, yavaş ve keskin, sürdürürüm işimi.

O, kavrayışının yeni bir kargaşasında;
Ben kargaşamın yeni bir kavranışında.


Robert Graves
Çeviren: Ali Cengizkan

Hırsızlar

Aşıkların davranışlarıyla dağıttığı
Benim - senin haklarına karşılıklı saygı
Aslında uyarıcı bir açıklamada-
Alınacak ve çalınmayacak olana dair,
Ve uyguladıkları çözümün gizi:
"Sen ve ben buralarda değiliz."

Sonra çözülünce birbirlerinden
Sen benden ve seninki benimkinden,
İkisi de kararsız, kimdi
O ben, benimkinin sen olduğu.
Davranmaya başlarlar yine
Bütünüyle bilmezden gelircesine.

Hırsızlık hırsızlıktır, saldırı saldırı
Yapılmış olsa bile karşılıklı
Sonuç şudur: aşıklar
İç geçirmeyi ve kıskançlığı arttırırlar
Hırsızlar arasında yiten onura
Yas tutmakta olan tek bir yürekte.


Robert Graves
Çeviren: Ali Cengizkan

19 Temmuz 2017 Çarşamba

Ölüme Mahkum Gençlere Ağıt

Sürüyle ölenlere hangi çanlar çalıyor?
Sadece silahların canavarca öfkesi.
Yarım yamalak dua etmeye çabalıyor
Tarrakalar kopartan silahların şom sesi.

Ne cenaze alayı, ne de alaycı çanlar;
Tiz bir korodan başka yaslı sesler kısılmış:
Çıldıran, çığlık atan bir korodur kovanlar.
Gençler üzgün illerden korularla çağırılmış.

Onları hangi mumlar uğurluyor yarına?
Son vedaların kutsal ışığı parlayacak
Toy erlerin elinde değil gözünde ancak.

Kızların solgun yüzü şaldır tabutlarına,
Çelenkleri bir sessiz duygudur gönüllerde
Ve her akşam loşluğu inen son kara perde.


Wilfred Owen
Çeviren: Talat Sait Halman

Uğurlama

O kararan daracık patikalardan şarkılarla gittiler
istasyon kulübesine
Ve gaddarca sevinçli yüzlerle doldular trenlere.

Göğüsleri dallarla, çelenklerle bembeyaz
Hani insanların olur ya, öldüklerinde.

Yorgun hamallar baktı arkalarından, rasgele bir serseri
Durup seyretti gidişlerini,
Onları kaçırdığına üzgün dağdaki kamp yerlerinde.
Sonra, duygusuz, işaretler verildi ve bir lamba
Göz kırptı hareket memuruna.

İşte böyle gittiler gizlice, örtbas eder gibi bir suçu.
Bizim oralı değillerdi:
Hiç öğrenmedik hangi cepheye gönderildiklerini.

Ne de onlara çiçek veren kadınlarla hala
Eğlenip eğlenmediklerini.

Acaba dönerler mi çalınan çanlarla gene
Trenler dolusu, sevinçten çılgın?
Birkaçı, ancak birkaçı, trampet sesleri
Ve çığlıklara göre pek azı
Sürünüp sessizce dönerler belki suskun köy kuyularına
Tırmanarak o yan bildik yolları.


Wilfred Owen
Çeviren: Cevat Çapan

John Maclean (1879-1923)

Glasgow şehrinin bütün yapıları koyu kurşuni.
Zulmün, alçaklığın rengidir bu,
söker götürür insanın içinden tüm umudunu,
birden kararır yapılardan biri, olur zifir gibi.
Kör duvarlar arasından gelir bu türkü,
gerçek bir yiğitlik, gerçek bir destan arasından,
bu türlü düşmeyecek dillerden hiçbir zaman.

Bakın ona, ey dalkavuklar, kör gözlerinizle bakın ona!
Hadi, yalancı dillerinizle inkar edin onu!
Sizin o pis yüreğiniz nasıl da sezer ama,
o saat telaşa kapılır dört dönersiniz, bakarsınız karartmaya,
yanı başında bir sürü yalanlar düzdüğünüz
kutsal kitabın karanlık dolaplarına benzetmeye,
bir hücrenin içinde yaşayan bu aydınlığı,
hiçbir yüreksizin baş edemediği bu aydınlığı.

Gök mavisi değil zalim polisinizin yakasındaki mavi.
Ve adalet bu denli kirli duvarlar arkasında
kirli işini yürütür durur.
Bir de övünür kendi kendisiyle, çalım satar,
ama hiçbir vakit şunu bilmez, budala:
Karanlık zindanlara atılan her mahpus,
aydınlığı da yanında götürür.

Yaklaşın gelin, köreltin bu alevi,
gücünüz yettiği sürece, ey rahipler, düzen bekçileri,
ey cehennem bekçileri, duygusuz, sağır,
ey kalın enseliler, şiş göbekliler, kaymak tabaka,
körelttiğimiz bu alevin kıvılcımları gene de korktuğumuz
yere varacaktır,
boy ölçüşemez MacLean'ın düşmanlarından bir teki
MacLean'la,
bu bir gerçek,
bu, gün gibi ortada.
Pilat ve Romalı askerler nasıl davrandılarsa İsa'ya,
öyle davrandı en güzel iskoçyalısına çağının
hukuk ve düzen,
az rastlanır gerçek insanına lanet soyumuzun,
zindan karanlığı içinde soluyan bir ülkenin tek güneşine.
Yok Hıristiyan şefkatiymiş, yok bilmem ne!
Siz gidin o mavalı başkalarına okuyun.
İşte bar bar bağırıyorum ben olanca gücümle:
Mutlaka öcü alınacak John MacLean'ın!

.......................

En güzel onur payları dağıladursun dalkavuklara, katillere!
Onun çeşmesine zehir katıldı bir kere, yayar fesadını dört
bir yana!
Ne çıkar senin vücudun göçtüyse, ne çıkar, John MacLean,
İskoçya hiçbir zaman unutmayacak senin o hiç yıkılmayan
inancını,
sensin bilecek İskoçya'nın gücünü ayakta tutan tek gerçek,
kendi aptallığının tek simgesidir bu, bir kara bayrak,
bu senin yattığın zindan,
bilecek.


Hugh Macdiarmid
Çeviren: A. Kadir - Selahattin Yıldırım

18 Temmuz 2017 Salı

Ağustos 1914

Bu savaşın ateşinde
Yaşamımızda ne yanmış?
Yüreğin sevgili anbarı?
Ya diğerleri, özleyeceğimiz?

Üç şeyin tek bir yaşamı var -
Demir, bal ve altın.
Gitti altın ve bal
Sert ve soğuk, sen kaldın.

Yaşamlarımız demirdendir
Gençliğimizin ortasında eritilmiş.
Olgun tarlalarda yanık yerlerdir
Güzel bir ağızda kırık bir diş.


Isaac Rosenberg
Çeviren: Ali Cengizkan

Miriam'a Son Sözler

Seninki huysuz bir acı,
Oysa benim de yüzüm kara;
Sevgin köklüydü, eksizdi senin,
Benimki güneşe doğru büyüyen
Tutkusuydu çiçeğin.

Beni araştırıp tanıyacak güçteydin,
Tomurcuklarımı bir bir açacak;
Çektin uykulardan aldın ruhumu,
Acıyı duyar ettin-
O zaman tökezledim?

Koyun koyuna seni sevemedim,
Sevmeyi isteseydim de
Öpüştük, belki de öpüşmemeliydik.
Boyun eğdin, kendimizi son bir denedik,
Beceremedik.

Sen yalnız dayandın, böylece
Çökerttin usta direncimi.
Okşamamla titremedi hiç tenin;
Bu yüzden gereken son ince acıyı da
Sana çektiremedim.

Güzelsin, alımlısın
Ama donuk ve tutuksun etinde;
İçine işleyebilseydim eğer
O dikenli acının olanca şiddetiyle,
Işıyan bir ağ çıkardı belki

Renkli bir pencere gibi; tenini
Yakıp geçti en güzel ateş,
Kurtardı çürümekten, arıtıp
Kutsadı onu yeni bir duyarlıkla.
Ama kim alır şimdi seni yeniden?

Kim yakıp kurtarabilir seni
Etinin ölümünden, çürümesinden?
Artık söndüğüne göre benim de içimin ateşi,
Hangi erkek eğilir sürüp çıkarmak için
Etinde haykıran çarmıhı şimdi?

Sessiz, nerdeyse güzel bir şey yüzün,
Baktıkça utanıyorum,
Seni bütün yalımların içinden
Kurtarıp çıkaracak kadar
Amansız olmalıydım.


D. H. Lawrence
Çeviren: Cevat Çapan

Bir Beyaz Çiçek

Orada bir küçücük ay bembeyaz
Bitimsiz baharlardan kalma kokusu yasemin gibi
Yaprakları yapayalnız uzanmış pencereme
Karlı çardakları içinden gecenin
Pırıl pırıl ışımıştı nasıl da yumuşaktı
Ilık damlacıklarınca yağmurların
Parıldar o şimdi evrenime uzaklardan
Kaygısız gençliğimin ilk aşkı
Esen günlerimin en yiğit anısı
Parıldar boşuna.


D. H. Lawrence
Çeviren: Coşkun Zengin

17 Temmuz 2017 Pazartesi

Rüzgarlı Bir Gece Üstüne Rapsodi

Saat on iki.
Sokakların erimi boyunca
Durdurulmuş bir aysı bileşimde,
Fısıldayan aysı büyüler
Dağıtır tabanını anıların
Ve onun tüm açık ilişkilerinin,
Sınırlarının ve kesinliklerinin.
Geçtiğim her sokak lambası
Kaderci bir davul gibi vuruyor,
Ve karanlıklar boyunca
Yarıgece sarsıyor anıları
Bir deli nasıl sarsarsa ölü bir ıtırı.

Saat bir buçuk,
Sokak lambası pırpır etti,
Sokak lambası mırıldandı,
Sokak lambası dedi, "bak şu kadına,
Sana doğru ikircikli, ışığında bir kapının,
Açılmış ona doğru bir sırıtış gibi.
Görürsün elbisesinin eteği
Yırtılmış ve lekelenmiş topraktan,
Ve görürsün gözünün köşesi
Çengelli bir iğne gibi bükülür.

Anılar fırlatır su üstüne
Bir sürü bükülmüş şeyi;
Bükülmüş bir dal kumsalda,
Aşınıp düzlenmiş ve cilalı,
Sanki dünya vazgeçmiş
Onun iskeletinin gizlerinden,
Sert ve apak.
Kırık bir yay bir fabrika avlusunda,
Pas yapışmış biçime, gücün terk ettiği,
Sert ve kıvrak ve ısırmaya hazır.

Saat iki buçuk,
Sokak lambası dedi,
"Bak oluğa uzanmış kediye,
Uzatır dilini
Ve atıştırır bir parça küflü yağı."
Çocuğun eli de öyle, kendiliğinden
Uzanıp cebine attı rıhtımda yuvarlanan oyuncağı,
Hiçbir şey göremedim çocuğun bakışları ardında.
Sokakta gözler görmüşümdür
Işıklı panjurlardan dikizlemeye çalışan,
Ve bir yengeç, bir öğle sonu, bir havuzda,
Yaşlı bir yengeç, sırtında deniz böcekleri,
Yakaladı ucunu kendisini durdurduğum çubuğun.

Saat üç buçuk,
Lamba pırpır etti,
Lamba mırıldandı karanlıkta.
Lamba vızıldadı:
"Aya bak,
La lune ne garde aucune rancune*,
Kırpıyor gözünü hafifçe,
Gülümsüyor köşelere.
Düzeltiyor saçını otların.
Ay yitirmiş anılarını.
Çiçek hastalığı çopurlaştırıyor yüzünü, kadının,
Büküyor elinde kağıttan bir gülü,
Toz kokulu, kolonya kokulu,
Yalnızdır o,
Geceye özgü tüm eski kokularla,
Ki geçtikçe geçerler kafasından."
Akla gelir
Güneşsiz kuru ıtırlar
Ve çatlaklardaki toz,
Kestane kokuları sokaklarda,
Ve kadın kokuları panjurlu odalarda,
Ve sigaralar koridorlarda
Ve kokteyl kokuları barlarda.

Lamba dedi,
"Saat dört,
İşte numara kapıda.
Hatırla!
Anahtarın var,
Küçük lambanın ışık çemberi merdivende.
Çık.
Yatak açık; diş fırçası duvarda asılı,
Pabuçları kapıda bırak, uyu, hazırlan hayata."

Son bükülüşü bıçağın.


T. S. Eliot
Çeviren: Suphi Aytimur


*Ay hiç kin beslemez.

Mr. Prufrock'tan Aşk Türküsü

Gel gidelim beraberce;
Akşam gelip göğün üstüne serilince
Ameliyat masasında baygın bir hasta gibi...
Gidelim bildiğin ıssız sokak içlerinden,
O sabahlara dek gürültüsü dinmeyen otellerle
Sabahçı kahveleri önünden ...
Gidelim o sokaklardan işte ...
Bir'sinsi niyetle uzadıkça uzayan münakaşalar gibi hani
Sürükler ya içinden çıkarılmaz bir soruya doğru seni...
Kuzum, sorma nedir diye?
Kalk gidelim misafirliğe!
Odada kadınlar bir aşağı bir yukarı ...
Michelangelo' dur konuştukları.
Sarı sis sürterken sırtını pencere camlarına,
Sarı duman sürterken burnunu pencere camlarına
Yaladı diliyle kenarını, köşesini akşamın
Oluklarda oyalandı bir vakit su birikintileriyle,
Sonra yüklenip sırtına bacalardan inen kurumu
Kaydı saçaktan, ansızın baş aşağı daldı,
Baktı bir ılık teşrin gecesi,
Şöyle bir dolandı evin etrafında, uyuya kaldı.

Elbet bulunacak vakit
Kaysın diye yol boyunca sarı duman
Pencere camlarına sürterekten sırtını;
Bulunacak vakit, bulunacak vakit
Yaklaştığın çehrelere yakışacak bir çehre takınmana;
Bulunacak vakit, hem öldürmek, hem yaratmak için
Ve vakit, kaldırıp bir sual bırakan tabağına
Türlü işleri, türlü günleri için ellerin;
Vakit senin için de benim için de
Hala daha hala vakit kararsızlıklar için
Binbir karar, binbir pişmanlık için
Kızarmış ekmekle çay ikramından önce.
Odada kadınlar bir aşağı bir yukarı ...
Michelangelo' dur konuştukları.
Elbette bulunacak vakit
"Cesaretim var mı cesaretim" diye sormak için de
Vakit, geriye dönüldüğünde, merdivenler inildiğinde,

Bir açılmış benekle saçlarımın tepesinde -
(Diyecekler: "Bir hal oldu saçlarımın dibine!")
Üstümde sabah kostümüm, sımsıkı yakam, havada çene,
Kıravatım zengin fakat mütevazı, bir de basit asorti iğne(
Diyecekler: "Bir hal oldu el ayak bileklerine!")
Cesaretin var mı
Tacize kainatı?
Vakitse var aynı dakka içinde
Kararlar için pişmanlıklar için derken hepsinin karşıtı.

Zira şimdiden bilirim bütün hepsini bir bir hepsini -
Bilirim sabahını, ikindisini, akşamlarını,
Kahve kaşıklarıyla çıkarmışım ömrümü tutarını;
Kesik bir ezgiyle kesilen sesleri de bilirim,
Ağır basınca bir uzak bölmeden bir musiki,
Şimdi nasıl cüret ederim ki?

Şimdiden bilirim gözleri, bir bir hepsini -
İnsanı yafta olmuş bir cümlenin altında çıkan gözleri;
Yaftalandıktan sonra duvarda yarı canlı,
Hangi cesaretle başlamalı
Döküp saçmaya günlerimin yamalı bohçalarını?
Hem nasıl cüret ederim ki?

Şimdiden bilirim kolları, bir bir hepsini -
Kollar: bir masaya uzanmış yahut bir şal'a sanlı.
(Ama ışık düşünce üstünü ayva tüyleri saracak!)
Bir entariden yayılan lavanta
Kokusu mu acaba aklımı dağıtmakta?

Kollar: bir masaya uzanmış yahut bir şal'a sanlı.
Hangi cesaretle başlamalı?
Hem nasıl cüret ederim ki?

Denir mi "Ben akşam karanlığında dar sokaklardan geçtim;
Pencerelerden sarkmış kollan sıvalı, yalnız insanların
Seyrettim pipolarından yükselen dumanı"?
Çentikli bir çift yengeç kıskacı olacaktım ben,
Seyirterekten sakin deniz düzlerinde.
İkindi-vakti, akşam vakti, uyumakta öyle deliksiz!..

Uzun parmaklarla okşanmış da
Dalmış ... yorgun ... yahut yalancıktan hasta,
Uzanmış şuracağa yanımıza ...
Kalkmalı mıyım çay, pasta ve dondurmadan sonra
Yaşadığımız anı sürüklemeye bir çıkmaza?
Evet, ağladım, oruç tuttum, ağladım, dua ettim,
Gördüm, evet, başımın (hafif ten dazlak) bir tepside yattığını,
Demiyorum, peygamberim ben - Şart değil ya bu zaten;
Görmedim değil devlet kuşunun bana doğru kanat çırptığını,
Paltomu tuttuğunu gördüm o ezeli kavasın, pis pis sırıttığını;
Ne saklayayım korkudan kalbimin attığını!

Zahmete değer miydi üstelik
Fincanlardan, reçellerle çaylardan sonra
Porselenler ve senli benli bir sohbetin ortasında,
Zahmete değer miydi
Kestirip atmak meseleyi bir tebessümle,
Sıkılmış bir top'a döndürüp avucunda kainatı
Yuvarlamak içinden çıkılmaz bir soruya doğru?
"Ben Lazar'ım" diye çıkmaz ortaya. "Ben ahretten geldim
Anlatmak için size her şeyi, anlatacağım size her şeyi" -
Ya hanım başının altına bir yastık yerleştirerekten
"Hiç de bu değildi benim aklımdan geçen,
Hiç de bu değildi," deyiverirse?

Zahmete değer miydi üstelik?
Zahmete değer miydi?
Onca gruptan sonra yol üstü bahçelerinden, sulanmış
sokaklardan,
Onca romandan sonra çay fincanlarından, döşemelerde
sürüklenen eteklerden sonra? -
Neler daha, nelerden sonra? -
Bir türlü anlatamıyorum meramımı bu sefer;
Fakat sinirlerin hayalini bir perdeye aksettirmiş gibi
bir sihirli fener:
Zahmete değer miydi
Ya hanım, bir yastık yerleştirerek yahut çıkarıp atarken
şalını,
Pencereye çevirip yüzünü
"Hiç de bu değildi'', deyiverirse?
"Hiç de bu değildi benim aklımdan geçen."

Yok! Ben Prens Hamlet değilim, ne de o katın ehliyim;

Ben mabeyinde bir beyzade, hizmeti geçen biri
İşlerin seyrine hız vermekte ve bir iki sahneye vesile,
İşe yaradığına memnun gayet,
Ve prense nasihat etmekte ele yatkın bir maşa nihayet,
Hürmetkar, dikkatli, ihtiyatlı,
Tumturaklı laflara meraklı, fakat azıcık kaim kafalı,

Kimi zaman doğrusu gülünç adamakıllı -
Kimi zaman nerdeyse Soytarı.

İhtiyar oluyorum, İhtiyar ...
Kıvıracağım zahir paçalarımı potinlerimin konçlarına kadar.

Saçlarımı arkadan ayırsam mı acaba; yiyeyim mi dersin bir şeftali?
Beyaz fanila pantolonlar ayağımda, dolaşacağım sahili,
Türkü söylerken işittim deniz kızlarını birli ikili.

Sanmam türkü söylesin onlar benim için.

Açılırken gördüm onları dalgaların sırtında.
Dalgaların tarayaraktan beyaz saçlarını, o arkaya savrulu,
Savurdukça suları rüzgar açıklı koyulu.

Oyalandık bir vakit denizin sofalarında
Saçlarına kırmızı yosunlar takmış deniz perileriyle,
Boğulduk sonra uyanınca ansızın insan sesleriyle


T. S. Eliot
Çeviren: Can Yücel

Yeni Ev

İlk önce, kapayınca kapıyı,
Yapayalnız kaldım
O yeni evde, derken uğultusu
Başladı rüzgarın,

Birden eskiyiverdi ev,
Birden ben de yaşlandım;
Önceden söylenenlerle
Ürperdi kulaklarım.

Fırtınalı geceler, sonu hiç gelmeyen
Sisli gündüzler; güneşle ısınmayan
Kasvetli günler: eski tasalar
Ve daha başlamamış yeni acılar.

Böyledir demişlerdi de,
İnanmamıştım önceden;
Şimdi anladım görünce,
Rüzgar nasıl uğuldarmış eserken.


Edward Thomas
Çeviren: Cevat Çapan

Bana Pan Öldü Dediler

Bana Pan öldü dediler,
Öyleyse kimdi şakıyan sessizce
Külrengi mürverlerle kaplı
O yeşil vadinin dibinde?

Bazen ruhumun büyüsüyle
Canlanan bir kuştu sanki öten;
Bazen denizin iniltisiydi
Karada yüreğime seslenen.

Soluk güzelliğiyle çuha çiçeklerinin
Donanmış kırlarda bile,
Eski bir acının gözyaşlarına
Rastladım menekşelerde.


Walter De La Mare
Çeviren: Cevat Çapan

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Bir Şiir İçin Ancak

Bir şiir yazılacak.
O şiirin uğruna
öfkeli bir alev gibi kuduracak mavi gökyüzü
ve huzursuz fırtına
kanatlarını çırpacak denizin üstünde
bulutların düğüm düğüm dumanlı perçemleri
çözülecek ve
gökgürültüsü dolduracak ormanı,
kökler nasıl da korkacak
topraktan sökülmenin utancını duymaktan,
şimşek nasıl bakacak geriye
göz kamaştıran ışığının ortasından
yok edici göz kendini gözetleyecek
kanın kırımızı aynasında
ve her yerde yıkımı görecek.
Ve işte şiir o zaman yazılacak.

Bir şiir yazılacak.
O şiirin uğruna
birisi dualar yapıştıracak duvarlara geleceğe kalacak
sonra da ölüm korkusunu idam edecek
adım adım ilerlerken geçittekiler:
göklere rüzgarlar yankılanacak türküsüyle
sonsuz güzellikler
ve sonsuz sevgi dolu gelecek dünyanın.
ve işte şiir o zaman yazılacak.


Subhas Mukarci
Çeviren: Yurdanur Salman

Aşığın İnleyişi

Heyhat üzerimde yükselen ay yok bu gece
Siyah yağmur bulutları göklerde toplanıyor
Sayısız rüzgarlar ıslık çalıyor -ben tek başımayım.
Siyah yağmur bulutları göklerde toplanıyor bu gece
Okyanus bir can çekişme haliyle haykırıyor.

Ölmüş aşkların tatlı neşesini hatırladığından
Gözlerim yaşlarla dolu
Okyanus bir can çekişme haliyle haykırıyor bu gece.
Artık sevgilimi hiç göremeyeceğim
Kıyıyı arkasında bırakmış olan
Siyah yağmur bulutları gözlerime doluyor bu gece.

Heyhat üzerimde! Yükselen ay yok.
Karanlıkların derinliğinden, yağan yağmurlardan
Hala onu çağırıyorum
Heyhat bana! O artık dönmeyecek.


Harindranath Chattopadhyaya
Çeviren: Özdemir Asaf

Gitancali'den

III.

tanımadığım nice insan tanıttın
nice evde bana da verdin bir köşe
uzağı yakına çevirensin
yabancıyı kardeşe

eski evimden ayrılıp düşünce yollara
düşünürüm ilkin kara kara
eskide de var olan sensin oysa
yenide de var olan sen
uzağı yakına çevirensin
yabancıyı kardeşe

ölümde yaşamda bütün evrende
nereye götürsen beni
tüm doğuşlardan bilinen
sen tanıtacaksın bana herkesi

yabancı yoktur bilene seni
kapılar kapanmaz olur
herkesin bağısın bilen bildirensin
senden ırak kılma beni
uzağı yakına çevirensin
yabancıyı kardeşe


VII.

türlü türlü ahenklerle gel
kokularla türkülerle renklerle gel

vücudumda duyayım gel seni
başımda duyayım şarap gibi
örtülü gözlerle büyülü renklerle gel
türlü türlü ahenklerle gel

gel pırıl pırıl duru ve güzel
inceliğinle sessizliğinle gel
gel başka başka düzenlerle

acınla gel neşenle gel canevime
gel günümün bütün işlerine
gel işlerden çekince gel

türlü türlü ahenklerle gel
çeltik tarlasında güneşle bulutların
saklambaç oyunu var bu kez
mavi gökte ak buluttan sallar
kim yüzdürür bilinmez

arılar ışıkla esrik
balı kovanı unutmuş
ırmak kıyısında bir yığın kuş
neden toplanır bilinmez

girmesek bugün evden içeri dost
girmesek evden içeri
basıversek de göğü bugün
yağma etsek enginleri

sularda köpükler gibi
rüzgarda gülüşler koşuyor bak
boşversek de işi gücü
günü türkülerle harcasak


X.

altın tepsisinde bugün sana
gözyaşlarını sunacağım mücevher gibi
bir gerdanlık dizeceğim onlardan
inciler gibi

ayaklarındaki halkalar
aydan güneşten olabilir
benim acımsa göğsüne
bir değerli taş gibidir

ne varsa senin
olur ne dersen
ister verirsin
alırsın ister

acımsa benimdir ancak
bilirsin taşın temizini
karşılığında bir gülüşün
yeter gönendirmeye beni


XI.

çelenkler ördük çiçeklerden
otlardan demetler derdik
bir sepet sunuyoruz içine
taze başaklar serdik

gel ey güz Lakşimi'si
koşulsun ak buluttan araban gel
duru mavi yollarda gel
gel bütün karanlığı yıkanmış
ışıkla donanmış
ormanlardan tepelerden dağlardan
gel tacın ak nilüferlerle bezenmiş
serin çiğler içinde

Ganjın sular basmış kıyısına
kuştu korularda döşek serilmiş
dökülen yaseminlerden sana
kuğu dönüp yaymış kanatlarım
ayak ucuna

fısıltılar yükselir tellerinden
senin altın çalgının
bal gibi tatlı bir vızıltı derinden
eriyiverecek gözyaşlarıyla ansızın
kahkaha taşan ahenk

denektaşıdır pırıldayan
saçının büklümlerinde yer yer
bir an için o esirgeyen yeller
dolaşsa düşüncemizde
altına dönüşür dertlerimiz
karanlıktan ışığa çıkıveririz


XX.

bir yaz akşamıdır karanlık çöküyor
gün yok olmuştur
kesintisiz boşanır gökten
bir tükenmez yağmur

çekilmişim evin bir köşesine
kurarım kendi kendime
bahçede ıslak esen yel
kimbilir ne konuşur
kesintisiz boşanır gökten
bir tükenmez yağmur

dalgalar yükseldi gönlümde bugün
kıyı görünmez oldu
çiçek kokularından ıslak bahçenin
gözlerime yaş doldu

neylesem bu akşam neylesem
ne türküler söylesem
büyülü bir el değer belleğime
bildiklerim yok olur
kesintisiz boşanır gökten
bir tükenmez yağmur


Rabindranath Tagor
Çeviren: Bülent Ecevit

Aynı Ses, Hep

Parçalayacağın ekmek gibiyim ben
Yakacağın ateş gibiyim, arı su gibiyim
Ölüler yurduna seninle gidecek olan

Köpük gibiyim
Senin için ışığı ve limanı olgunlaştıran.

Kıyıları silen gece kuşu gibiyim
Ansızın akşamın yeli gibi daha soğuk ve ansızın


İossif Noneşvili
Çeviren: Özdemir İnce

14 Temmuz 2017 Cuma

Var Böyle Bir Ülke

Bir beşik gölgesinde sallanan, asmaların
Bir kavalın tatlı inleyişi,
Dilden dile dolaşan ölümsüzlük ve yiğitlik türküleri
Bir halkın, Rustaveli'nin şiirlerinde.
Tertemiz kanıyla atalarımızın
Yıkanmış bir toprak; güneş ışınlarıyla taçlanan,
Uçurumlara sıçrayan uğultulu seller
Karlı dağlar: ovalarda bülbüller.
Ansızın bir geyik sürüsü,
Bir kartal gökyüzünde salınan...
Söylediğim gerçek, var böyle bir ülke.
Var böyle bir ülke: adı Gürcistan!
Güçlü erkeklerin güzel kadınların buyruğunda

İavnana: Orolova. Rero ...
Bağlar, çayırlar, buğday tarlaları
Durmadan ışıtır yaşamayı; ışıtır aşkı!
Bir atasözü:
"Mutluyuz bölüştüğümüz zaman kuru ekmeğimizi."
Açar dostlara yüreğinin,
Ve de evinin kapılarını ardına dek:
Bir tanrı konuğudur gelen mutlak,
Diye düşünen yiğit halkı!
Söylediğim gerçek, var böyle bir ülke,
Var böyle bir ülke, adı Gürcistan.
"Dağları ovaları da olsa bir küçük ülke"
Demeyin; gökyüzündedir o doruklar;
Okşar durur güneşi,
Bir elde kadeh bir elde çiçek.
Karşılamaya hazırlanır baharı!..
Bir yücelik düşü varsa
Ölümsüz halkının yüceliğidir o!
Yüreği kıvançla dolu.
Seyreder gelecek denen sancağın çırpınışını,
Söylediğim gerçek, var böyle bir ülke
Var böyle bir ülke; adı Gürcistan!..


İossif Noneşvili
Çeviren: Sefahattin Hilav

Dut Ağacı

Penceremden atlayacak dut ağacı, kuşkusuz!..
Odama süzülecek, sürünecek saçlarıma.
Adımı çağırıyor, sesleniyor, kıvranıyor sanki
Elmas yapraklı dik başlı ağacım!
Nasıl da eziliyor yüreğim, fısıldayışlarından
Nasıl da tutku yüklü, yakıcı bu sözler!
Biliyorum penceremden atlayacak dut ağacı;
Birden odama süzülecek
Saracak gövdemi


Anna Kalandadze
Çeviren: Selahattin Hilav

Yuvarlanan Taş

"Dur durak bilmiyorsun, korkuyorsun bir yerlerde kalmaktan
"Ne garip! Demek böyle yaratılmışsın sen!" diyorlar.
Doğru! Sonuna kadar yaşıyorum, sonuna kadar söylüyorum, türkümü.
Kim kınayabilir beni coşkunsam; kabıma sığmıyorsam.
Köpüklü bir selin önünü çevirseniz
Durgun ve bulanık bir birikinti kalır geriye!
Delişmen bir ırmak gibidir ruhum
Kıvılcım yüklü dalgalarını devirerek akan
Öylesine tedirginim; öylesine çılgın! seviyorum alınyazımı!
Yuvarlanan ve yosun tutmayan taşın alınyazısını!...


İossif Grişaşvili
Çeviren: Selahattin Hilav

13 Temmuz 2017 Perşembe

Alazan'ın Kıyılarında

Bilirim tabiatın konuştuğu dili
Güzellik ve bilgelik dolu sesini tanırım
Düşen yaprağın mırıltısından anlarım
Alazan dağlarının türküsünü, benden sorun!

Borbal dorukları neler anlatır
Sakhor tepeleri, Khador geçitleri,
Vadiyi seyreden dağ ne düşünür?
Altın tenli güzel ne fısıldar, benden sorun!

Buzlu kayaların çıtırdısını
Yüreğini ovaya açan kaynakları
Nisan ayının çılgın sellerini
Uyku dolu gözün dingin yüzünü, benden sorun!

Bilirim tabiat-kitabını okumayı
kulak vermeyi sesine, ölümsüz güzelliklerle dolu;
Buğdayın ve otların incecik sözlerini
Ve güneşin canlandırdığı üzüm denilen elması, benden sorun!

Rüzgar neler fısıldar anlarım,
Tanırım kuşu uçuşundan,
Şu dünyadan çekip gittiğim an
Biliyorum, bu cıvıl cıvıl konuşmalardan
İnsanoğlunun diline dökülmeyen bir şey kalacak


İraklı Abaşidze
Çeviren: Selahattin Hilav

Ressam Niko Pirosmaninin Yitik Mezarında Bir Gün

Baharın böylesini
Görmedim doğrusu ya
Yağmur yağmur
Kasımdayız sanki
Koptu ipi
Yaşamanın
Karardı gelecek
Her umudun sonu geldi

Fakat elbet
Geçer bu sanrı da
Ömür boyu
Sürmez bu sağnak
Ve işte senin
Doğum gününde
Toplandık hepimiz
Mezarında

Gök senin şerefine mi
Aydınlanıverdi
Sen misin yoksa
Çevreyi aydınlatan
Gün nasıl da
Esnek, parlak
Toprak nasıl da
Pırıl pırıldı
Bağrında açan
Yaban gülleriyle
Kendi yarattığın
Dünyayı sen
Tanrıya sunduğunda
Titreyen ellerinle


İraklı Abaşidze
Çeviren: Ataol Behramoğlu

Şafaktan Önce Kar

Şehir sırtüstü uyuyordu
Yüzünde yorgun bir gülümseyişle
Anımsamaya çalışır gibi
Geçmiş günün olaylarını
Ve az önce şafaktan
Yorgan kayıverince
Uyuyan Tifüs
Bir beyaz nevresimle kaldı

Boşuna değil şafağın
Mucizeler vaat etmesi
Bu sokaklara beyazını
Boşuna çekmedi kış
Sessizlik ve bilgelik doldu
Bir eski kitap mahzeni gibi her yer
Gizemli bir bekleyişe
Gömüldü dilsiz evler

Ve ıssız Mtatsminda'da
İki anlamlı bir desen belirdi
Bezendi tunç renkli yamaç
Parlak nakışıyla hayatın
Baktı şehre dağdan
Dilsiz bir hayranlıkla Akaki
Apak aydınlığında
Kışın ve kendi saçlarının


İraklı Abaşidze
Çeviren: Ataol Behramoğlu

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Güz

Bulutlar
Karanlık bulutlar
İndi iyice aşağılara
Güneşliyken gün, kapandı birden.
Eski yara yerleri
Askerlerin
Sızlıyor şimdi
Askerler ki yoktur ayrımları
Şairlerden

Bin övgü onlara, bin şan!
Savaşın ateşinde pişip
Kardeş oldular şairlerle.

Aynı acı yazılıdır
Çünkü şairlerin alnına da
Ki nükseder
Havanın her değişiminde...


İraklı Abaşidze
Çeviren: Ataol Behramoğlu

Yıkıntıların Kuşu

Yıkıntıların kuşu ayrılır ölümden,
Boz kayalarda yuva yapar, güneşte,
Tüm acıyı aştı, tüm belleği,
Bilmiyor artık yarın nedir sonsuzda.


Yves Bonnefoy
Çeviren: Özdemir İnce

Akşamın Işığı

Akşam,
Şu aralarında konuşan kuşlar, belirsiz,
Birbirini ısıran, aydınlık,
Issız böğürde kımıldayan el.

Devinimsiz duruyoruz uzun suredir.
Fısıltıyla konuşuyoruz.
Ve çevremizde zaman renk bataklığı gibi.


Yves Bonnefoy
Çeviren: Özdemir İnce

11 Temmuz 2017 Salı

Tiyatro

I.

Sekilerde koştuğunu görüyordum,
Savaştığını görüyordum yele karşı,
Soğuk kanıyordu dudaklarında.

Parçalandığını gördüm, ölü olmaktan kıvandığını
ey ondan da güzel olan
kendi kanınla lekelerden beyaz camlarını yıldırım.


VI.

Hangi solgunluk vuruyor sana, yeraltı ırmağı,
hangi atardamar kopuyor sende, nerede yankılanıyor
düşüşün?

Kaldırdığın bu el açılıyor birden, tutuşuyor.
Geriliyor yüzün. Hangi yoğunlaşan sis söküp alıyor
bakışını benden? Gölgenin ağır yalıyarı, ölümün
sınırı.

Uzanıyor sana dilsiz kollar, ağaçları bir başka
kıyının.


XIII.

Yüzün toprakla aydınlanmış bu akşam,
Görüyorum ama çürüyüşünü gözlerinin
Ve artık anlamı yok yüz sözcüğünün.

Dönen kartallarla aydınlanmış içdeniz,
Bir imgedir bu. Soğuk tutuyorum seni
Görüntünün artık erişemeyeceği bir derinlikte.



Yves Bonnefoy
Çeviren: Özdcnıir İnce

Her Zaman Bir Şey Kalacak Ondan

Tanrım bir insan olarak düşünüyorum seni
Oturmuşsun Eiffel Kulesi'nin son sahanlığına
Kaygısızca sigara sarıyorsun
Yukarıdan bakarak boğulan insanlara
Çok oldu birlikte tatil yapmayalı
Son kez sanırım anımsarsın
Eli kulağındaydı savaşın
Bir yerde küçük bir limanda
Sabahları erkenden düşüyordun yola
Omuzuna balık ağını atarak
Çok sonra buluşabildik bir daha
Kasım ayında yükselen bir yolda
Pas rengiydi ağaçlar ve yağmur yağıyordu
Bir baskından dönüyordu haydutlar
Tanrım yazık değil mi sence
Benim gibi yolculuk vurgunu birinin
Oturup beklemesini seni bekler gibi
Yaşlı köy postacısını 1900'lerden kalma
Gökyüzü şatom! Athena tapınağımdır benim!
Athena sineması sen o çocukluk yıllarımın
Piyano sahanlığı ve sessizlik
Büyük kargaşalık komşu odadaki
O tam sonsuzluğa bakan.


Rene Guy Cadou
Çeviren: Özdemir İnce

Bu Saatte Dünyada

Bu saatte dünyada
Bir küçük kız vardır belki çiçek toplayan
En güzel ülkenin bir yol kıyısında
Ve bir limanda mendil sallamaktadır biri
Uzun uzun şifreli telgraflar gibi
Gösterişli arabalar düşünüyorum
Chavigne'de yengeç dolu bir dereyi
Ve son sayfasını istasyonu düşünüyorum
Rüzgarın uğuldadığı bir akşam
Hiçbir zaman inmeyeceğim istasyonu
Boş villalar vardır kıyıda
Ve dumanla kaplıdır bir plaj oteli
Yitmiştir can sıkıntısı dumanında
Bir bataklığın ucunda ya da
Garip bir şato vardır gecenin içinde
Ve Montepin okur piposunu usulca tüttürerek yaşlı bahçıvan
Bir transatlantik vardır okyanusta
İkiz kardeşidir sanki Nuh'un Gemisi'nin
Ama özlemektedir üçüncü sınıf öğrencisi çocuk
Küçük çiftliklerini ve bayram günlerini
Ve bisiklet yarışlarım kasabalar arasında
Bu saatte dünyada
Bir çiçek açar
Birden bir kanıt bulur bir ozan
Ve güneşin şişesine
Bir pervane gibi düşeceğini sanan uçman
Gülmeye başlar sarhoş ve açar yakasını
Ah yaşlanmadığını şu dakikada
Ne gelir elimden seni düşünmekten başka
Güvercin memelerini
Ağzını
Ellerini
Kusursuz güzelliğini
Uzun bacaklarını beni coşturan
Ve okşayışlarını
O her akşam bir leylak gibi açan.


Rene Guy Cadou
Çeviren: Özdemir İnce

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Avrupa

Her yer gece
Yürüyen gölgelerle dolu dünya
Akınız kara gelincikler basamaklar üzerinden
Bilinmez bir ceset zehirliyor buğdayları

Ağlayan kadınlar var
İçinde çiçekler bitmiş paslı bir miğfer
Toprağın kokuları
Tüfeğin parlayan gözü sisin kirpikleri altında
Ve ateşin gözkapaklarını tutan el

Kimileri karları zorluyor
Kimileri denize açılıyor okuldan çıkınca
Kimileri durmadan kanıyor çarmıhta
Terk etti son akşam yemeğini Tanrı
Beyaz ekmek kalmadı masalarda

Ah bir uyuyabilsek dallar arasında
Ama ya gökyüzü salı verirse üzerimize çığlarını
Selam tembeller
Yumak yapıyor yüreğini
Önlüğünün altında öğrenci

Koru güzel yüzünü
Görünümü son silah sesleri kurtarıyor
Ve boyun eğiyor kolum gelip geçici dostlara.


Rene Guy Cadou
Çeviren: Özdemir İnce