Şiir, Sadece: Aşık Mahzuni Şerif

1 Ocak 2010 Cuma

Aşık Mahzuni Şerif

Şerif Çırık veya tanınan adıyla Aşık Mahzuni Şerif (17 Kasım 1939, Afşin, Kahramanmaraş - 17 Mayıs 2002, Köln), Türk halk ozanı.

Anadolu halk ozanlığı geleneğinde önemli bir kilometre taşı olan Aşık Mahzuni Şerif, 17 Mayıs 2002'de Köln'de Hakka yürüdü. Aşık Mahzuni Şerif son yüzyılda yaşayan halk ozanlarının kuşkusuz en ünlüsüydü. 0 nedenle öldüğünü haber yapan yazılı basın ve televizyon kuruluşları onu "yüzyıla damgasını vuran ozan" olarak tanımladı. Ölümü, Türkiye'de ve Türklerin yaşadığı ülkelerde büyük yankı uyandırdı. Mahzuni Şerif, hiçbir halk ozanına, sanatçıya, hatta politikacıya kolay kolay nasip olmayacak görkemli bir törenle son yolcu uğuna uğurlandı.

Mahzuni Şerif, aynı ilgiyi yaşamı süresince de görmüştü. Konser verdiği salonların önü miting meydanına dönmüş, albümleri satış rekorlarını param parça etmişti. Oysa köyden kente göçün artması ve kitle iletişim araçlarının günlük yaşama girmesiyle şıklık geleneğinin de yok olma sürecine girdiği savlanıyordu. Aşık Mahzuni, bu savı boşa çıkardı.

Türk Şiiri Cumhuriyet'le birlikte büyük bir evrim geçirdi. Özellikle 1940'lı yıllarda ortaya çıkan Garip akımıyla gerek biçimsellik gerekse içerik açısın dan önemli değişimlere uğradı. Geleneksel halk şiirinde kullanılan hece veznine yönelen yeni Türk şiiri, içerik açısından da daha toplumcu ve gerçekçi bir kimliğe kavuştu. Ancak bu akımın o yıllarda geniş kitleler tarafından benimsendiğini söylemek güçtür. Sadece hece veznini kullanmak bu akımın yaygınlaşmasına yetmedi ve devamlılığı olmadı. Oysa aynı yıllarda kentle henüz tanışmamış kırsal alanlarda özellikle de Alevi inancının yaşandığı bölgelerde şıklık ve halk ozanlığı geleneği dimdik ayaktaydı. Hele de aşıkların harman Olduğu Sivas, Maraş, Erzincan, Çorum, Erzurum ve Kars gibi bölgeler de birbirinden değerli ozanlar usta-çırak ilişkisiyle bu geleneğin kalıcı ürünlerini vermeyi sürdürüyorlardı.

Toplumun siyasallaştığı 1960 ve 70'li yıllara gelindiğinde hece veznini kullanarak toplumcu şiirler yazan Garip akımının etkisi silinmiş, buna karşılık köyden kente akının başlamasıyla ozanlık ve şıklık geleneği kentlerde de kabul görür olmuştu. Kuşkusuz bunda Garip akımının öncülerinin siyasi argümanların dışında kalması, halk ozanlarının ise bu argümanlara sarılmasının payı da yadsınamaz.

Ancak yine de halk ozanlığının ya da şıklık geleneğinin kentte de kabul görmesini sadece siyasi argümanların kullanılmasına bağlamak yanlış olur. Unutmamak gerekir ki, kır insanı kente geldiğinde alışkanlıklarını ve kültürlerini bir anda silip atmadı, yanında taşıdı. Kentte karşılaştığı güçlükler, yeni yaşam tarzına uyum sorunu, yoksulluk, dışlanmışlık ve toplumun gündemine yerleşen siyasal mücadele yanında bir de sahip oldukları inancın gereklerini köydeki gibi özgürce yaşamaktan yok sun kalış gibi olumsuzluklar, bu soruları dile getiren ozanların kentte de tutunmasını kolaylaştırdı. Elbette bu geleneğe bağlı kalanları kentli nüfus olarak görmemek lazım. Kentte yaşayan ancak kır kökenli nüfus olarak tanımlamak belki daha doğru olur.

İşte o dönemlerde özellikle de Alevi kökenli ozanların revaçta olmaları, şehrin büyük salonlarında geniş kitlelere seslenmeleri ve doldurdukları 45'lik plakların yüksek satış grafiklerinin sırrı burada yatıyor. Geride bıraktığımız yüz yılda özellikle de 60'lı ve 70'li yıllarda büyük Alevi ozanları, aynı dönemde Anadolu'yu bir uçtan bir uca dolaştılar. 20. yüzyılın en büyük ozan ve şık hemen hemen aynı dönemde seslerini duyurdular. Aşık Veysel, Aşık Daimi, Aşık Nesimi, Feyzullah Çınar, Davut Sulari, Mahmut Erdal ve tabii ki Aşık Mahzuni bunların başında geliyordu. Aynı dönemde belki farklı kültür ve inançtan gelse de siyasal içerikli şiirleri ilgi toplayan Aşık İhsani'yi de bu kervana katabiliriz. Sünni gelenekten gelen, dinî ve millî motifleri şiirlerinde işleyen Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova ve Aşık Reyhani gibi ozanlar kendi bölgelerinin dışına çıkamayıp sınırlı bir etki yaratmışlardır.

Eserlerinin Sayısı Bilinmiyor:
Aşıkları iki ayrı kolda ele almak gerekiyor. Birincisi, geçmişteki büyük ozanların yazdığı nefes ve deyişleri kendi yaptığı müzikle çalıp okuyan aşıklar; ikincisi ise kendi eserlerini çalıp söyleyen aşıklar. Aşık Mahzuni ikinci sınıfa giren ozanlar arasındadır. İlk yıllarında Maksudi (Osman Dağlı)'den Okuduğu bir iki eseri saymazsak ölümüne kadar kendisinin dahi hatırlayamadığı kadar sayıda eseri hem yazıp hem okudu.

Mahzuni Şerif'i diğer ozanlardan ayıran bir başka yönü de iyi bir icracı olmasıydı. Nice ozan vardır ki, eserleri başka sanatçılar tarafından okunarak üne kavuşmuştur. Ancak Mahzuni, hem yazdığı nefesler, hem o nefesleri birbirinden güzel ezgilerle bestelemesi ve bu eserleri Tanrı vergisi etkileyici sesiyle mükemmel bir şekilde icra etmesi nedeniyle haklı bir üne kavuşmuştur. Büyük Kızılbaş ozanları Pir Sultan Abdal ve Şah Hatayi'yi saymazsak eserleri günümüzde başka sanatçılar tarafın dan en çok okunan Alevi ozanı Aşık Mahzuni Şerif olmuştur.

Mahzuni'nin bu kadar tutulmasında ajitatif söyleminin de payı büyüktür. Özellikle Alevi yol ve inancının anlatıldığı nefeslerinde diğer ozanların aksine açık, şeffaf ve ajitatif bir söylemi tercih etmiştir. Bu da kendi toplumu tarafın dan ilahlaştırılmasına yol açmıştır. Karizmatik kişiliği de bunu pekiştirmiştir. Ufak tefek boyu, mahcup yüz ifadesi, etkileyici ses tonu ile karşısındaki insanı hemen etkilerdi Mahzuni.

Mahzuni Şerif'i Ortaya Çıkaran Toplumsal Koşullar 
 
Asıl adı Şerif Çırık olan Mahzuni Şerif, 1943 yılında Kahramanmaraş'ın şimdilerde Afşin, o yıllarda ise Elbistan'a bağlı Berçenek Köyünde doğmuştur. Ozanlık geleneğinin güçlü olduğu Elbistan, Alevi inancının en saygın de delerinin ve erenlerinin yetiştiği bir bölgedir. Dedeleri, Tunceli'nin Hozat ilçesine bağlı Bargeni köyünden çıkmış Anadolu'nun netameli günlerinde ora ya savrularak gelip Elbistan ovasını mekan tutmuşlardır. Bargeni, Alevi ocaklarından mürşit ocağı olarak kabul gören Ağuiçen ocağının merkezidir.

Kalender Çelebi ayaklanması sırasında Anadolu'nun çeşitli bölgelerin den sökün eden Alevi Türkmenler, Nurhak Dağları'na sığınmış, ancak Osmanlının bu ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırmasından sonra çevre yörelere dağılmışlardır. Bu nedenle Elbistan Ovası'nda farklı bölgelerden gelmiş, farklı ocaklara mensup Alevi Türkmenler bugün de yaşamaktadır. Birçoğu baskılar nedeniyle Sünnileşmiş olsa da gerek aşiret adları gerekse yerleştikleri bu bölgelere verdikleri adlar, şecerelerini ortaya koyuyor.

Mahzuni Şerif'in büyük dedesi Seyyid Mehmet'in türbesinin bulunduğu Hasan Köyü de 1800'lü yılların ortasın da Sünniliği seçmiştir. Seyyid Mehmed'in ölümünden sonra aile iki kola ayrılmış. Bir kol, Berçenek'e yerleşerek Alevi inancını sürdürmüş, diğer kol ise Hasanköy'de kalarak Sünni inancı benimsemiştir.

Okul çağı geldiğinde köyü Berçenek'te ilkokul olmadığı için Elbistan'ın Alembey Köyü'nde bulunan Lütfü Efen di Medresesi'nde Kur'an kurslarına giden Mahzuni Şerif, böylece eski yazıyı da öğrenmiş, ilköğrenimini ancak 1956 yılında köyüne ilkokul yapılmasıyla tamamlayabilmiştir.

12 yaşından itibaren amcası Aşık Fezali (Behlül Baba)'den saz çalmayı öğrenen Şerif Çırık, Alevi yol ve erkanı ile tasavvuf bilgisini Şakir ve Cırık Baba'dan öğrenmiştir. Cırık Baba, saz çalıp nefesler de söyleyen bu kara kuru mahcup delikanlıya "Mahzuni" mahlasını vermiştir.
Şerif Çırık bir yandan Mahzuni mahlasıyla deyişler çalıp söylerken bir yandan da Mersin'de Astsubay Okuluna devam eder. 1960 yılında Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu'na devam eden Aşık Mahzuni, sonunda ordudan kendini kovdurtarak istediği yaşam biçimine kavuşmuştur.

Artık Mahzuni'nin mekanı şıkları, ozanların buluştuğu muhabbet sofralarıdır. Ankara'da elinde sazı sık sık usta aşıkların sofralarına konuk olur. İsmini yeni yeni duyurduğu yıllarda Aşık Veysel ve diğer ünlü ozanlar, büyük bir kitle tarafından tanınıyordu. Mahzuni Şerif, ilk plağı "İşte Gidiyorum Çeşmi Siyahım"ı yaptığı 1967 yılında henüz yirmili yaşlarının başındaydı.

1967'den 1980'li yılların başına kadar Türkiye'de bir Mahzuni Şerif kasırgası esmiştir. İlk plağına bir sevda türküsü okumasına karşın Mahzuni asıl çıkışını Alevi tasavvufu ve yola ilişkin ne fesleri ile yapmıştır. Daha 18 yaşında İmam Hüseyin'e yazdığı mersiyesi karşısında kendisinden yaşça büyük olan ozanların takdirini kazanmıştır. Özellikle de Aşık Veysel'in. Aşık Veysel, her platformda Aşık Mahzuni'ye ilgi göstermiş ve yaşı çok genç olmasına karşın aralarına büyük bir ozanın katıldığını ifade etmiştir. Mahzuni'nin İmam Hüseyin'e yazdığı mersiye 1967 yılında bir muhabbet sofrasında Fikret Otyam tarafından kaydedilmiş ve üç yıl önce albüm olarak piyasaya çıkmıştı. Bir senfoni niteliğindeki bu eserden sonra da Mahzuni, tasavvuf konulu deyişler üretmeyi sürdürdü ve asıl ününü bu alanda yaptı. Aşık Mahzuni, geleneksel halk şiirinin kalıplarının dışına çıkan nefesler de yazmıştır. Buna örnek olarak iki nefesini burada aktaralım:

Ozanımız serbest vezinde de şiirler yazmış ve bunları "Dolunay'a Tül Düştü" adlı kitabında toplamıştır. Mahzuni Şerif aynı dönemde birbirinden güzel sevda türküleri üretmeyi de ihmal etmez.

Ozanın son yıllarda dillere pelesenk olan ve onlarca sanatçı tarafından okunan "İşte Gidiyorum Çeşmi Siya hım", "Seher Vakti Elinize", "Beni Yücelerden Seyreden Dilber", "Gidiyorum Kara Gözlüm Ağlama", "Bitmez Tükenmez Geceler" gibi ölümsüz sevda türkülerini anmadan geçmek olmaz.

Toplumsal Şiire Yöneliş

1960'lı yılların sonunda Mahzuni adı artık tüm yurtta tanınmıştır. 0 dönem Türkiye'de toplumsal halk hare ketlerinin ve 68 kuşağının siyasal mücadelesinin başladığı yıllardır. Ünü arttıkça çevresi de genişleyen Mahzuni Şerif, artık toplumsal konularda daha çok eser vermeye başlamış, yoksulluk, çarpıklık, siyasi baskılar Mahzuni'nin eserlerine de yansımıştır.

Aşık Mahzuni dönemin en gözde ozanı olmasına karşın birçok ozanın aksine bağımsızlığını korumuş ve hiç bir siyasal kurumla organik ilişki içine girme yanlışına düşmemiştir. 0, tüm Türkiye'nin ozanı olmayı arzulamış ve hedef kitlesi toplumun en ait kesimini oluşturan yoksul Anadolu insanı ol muştur.

Kendi yaşadıklarıyla yoksul halkın yaşamı arasında ilinti kurup onların sesi, avazı olan Mahzuni'nin eserlerinde herkes kendinden bir şeyler bulmuştur. Köyünde ailesine ait bir tarlanın uzun uğraşılardan sonra tapusunu alan ozan, köyün ağası tarafından tarlasına el konup tarlanın sürüldüğünü öğrenince kahrolur. Bu konuyu ele aldığı eserinde kendi feryadına, feodal düzenin cenderesinde sıkışıp kalmış topraksız Güney doğu köylüsünün feryadını bakın nasıl katmıştır:

Mahzuni Şerif, bu dönemde yazdığı birçok eser nedeniyle soruşturmalara uğradı, hapislere girdi. Ancak belirtmek gerekir ki, Mahzuni'nin bu dönemde yazdığı güncel siyasî içerikli eserleri değil, tasavvuf, aşk, toplumsal konulu şiirleri ile taşlamaları kalıcı ol muştur. 0 nedenle bu dönem, ozan açısından kayıp yıllar olarak sayılır. 1980’den sonra Mahzuni, hakkındaki dava ve soruşturmalar nedeniyle bir süre suskun kalmış, davaları bitince yeni den üretime başlamıştır. Bu yeni dönemde Mahzuni de siyasî içerikli eserler üretmekten kendini alıkoymuştur. "Dom Dom Kurşunu", "Sarhoş" gibi eserler bu dönemin ürünüdür.

1990'lardan itibaren Aşık Mahzuni, yeniden çıkış noktasına dönmüş ve tasavvufa meyletmiştir. Bu dönem Mahzuni'nin kemalet dönemidir ki, en güzel eserlerini bu dönemde vermiştir. Belki o eski coşkulu Mahzuni'yi bulmak zordur ancak eserlerinde bir dinginlik, bir olgunluk göze çarpar. Ozanın maalesef son dönemleri olan bu yıllarda daha çok nefesler, semahlar, düaz-ı imamlar ürettiğine ve eserlerinin birçoğunda ölüm konusunu işlediğine tanık oluyoruz.

Mahzuni Şerif, ilk çıkışından ölümüne kadar eserlerinde ölüm temasını sıkça işlemiştir. Fakat Mahzuni'nin, eserlerinde ölümü işleyiş şekli, bir Ahmet Haşim'den farklıdır. Mahzuni, ne ölümden korkuyor ne de ölümü bir kayıp olarak görüyor. 0, ölümü Hakk'a kavuşmak olarak görüyor ve ölümü "hoş geldi sefa geldi" diyerek karşılı yordu.

Ölümünden sonra çalışma odasındaki masasında bulduğumuz, Niyazi Aslan dedeye yazdığı mektubunda halini şöyle arz etmiş:

"Özünüz ve cemaliniz kadar aziz muhabbetnamenizi aldım. Söylediğiniz gibi tahammül edilmesi güç bir rahatsızlık geçirdim. Ancak bu yolun benden evvelki bütün yolcuları da aynı akıbete rızalık gösterdikleri için Hazret-i Şah'a karşı isyankar olmadım. Demek ki, dünyada yapmam gereken bir takım ödevlerim daha varmış ki, Hazret-i Şah bu kuluna kıymadı ya da huzuruna kabul buyurmadı. Sizlerin himmet ve duasıyla bu günahkar canımı yeniden taşımak zorunda kaldım. Hak sizlere zeval vermesin, Ehl-i Beyti ve insanlığı seven her canın belası bana gelsin. Ben hakkıma düşene razıyım. Ben dilerim ki, huzur-u Ali’de hiçbiriniz benim yakamdan tutmayasınız. Kainatın mirası Ehl-i Beyt'e kalmıştır, Ehl-i Beyt'in mirası da ariflerin kamillerin malıdır. Yeniden hastaneye yatacağım galiba. Ümit görürlerse ameliyat edecekler. Şayet ameliyat masasından bu dünyaya dönmemek üzere gidersem lütfen haklarınızı helal ediniz ve bu fakiri unutmayasınız.


Yaşamı boyunca hep bir derviş gibi yaşadı. Her zaman mahcup ve alçak gönüllü tavrını korudu. Bir çocuğun bile karşısında konuşurken yüzünü yer den kaldırmadı. Bazen beş yaşında bir çocuk bazen asırları devirmiş bir bilgenin kimliğine büründü. Aynı zaman diliminde halden hale girerdi. Bir yanı hep çocuk kaldı. Onun bu çocuksu ve saf yönü çevresindeki dostlarını güldürürdü. On binlerce hayranı olmasına karşın kendisini bir sanatçı gibi görmeyip, Şakir ve Cırık Baba’nın dizi dibin de saz çalıp nefes söyleyen mahçup Mahzuni olarak kaldı.

Yaşı ve statüsü ne olursa olsun her kes ona saygı gösterir "Baba" derdi. El öptürmez ama el öperdi. Mürşitlere, kamillere hep secde etti. Saygı duyduğu bu insan-ı kamilleri sık sık ziyaret eder, himmet dilerdi.

Elif Ana'nın Deli Mahzunisi

Mahzuni'nin yaşamında önünde secde ettiği üç vardı. Şakir ve Cırık Baba, onu yetiştiren elh-i kamiller olarak ölene kadar ondan sevgi ve saygı gördüler. Pulyanlı Elif Ana da Mahzuni'nin taparcasına sevdiği bir başka kamil insandı.

Elbistan yöresinde çok büyük saygı halesi oluşturan Pulyanlı Elif Ana'nın Mahzuni ile tanışımda ilginçtir. Elif Ana'nın oğlu Mehmet’ten ve Mahzuni Şerif'in eşinden dinlenen bir tanışma öyküsü:

Kışın en amansız geçtiği 1970'li yılların başında Gaziantep'te ikamet eden Mahzuni Şerif, Başpınar'a gideceklerini söyleyerek eşini gece yarısı arabaya bindirir. Ancak ozan, direksiyonu Maraş yönünü doğru çevirmiştir. Elbistan'a vardıklarında tek tük karşılaştığı insanlara Pulyan köyünün yolunu sorduğunda eşi onun Elif Ana'ya gideceğini anlamıştır. Saat gece yarısını çoktan geçmiş, dışarıda amansız bir tipi başlamıştır. Aynı saatlerde Pulyan köyünde de Elif Ana aniden yataktan fırlamış ve oğullarını uyandırıp gelen misafir için hazırlık yapılmasını istemiştir.

Çocukları ve gelinleri Elif Ana'nın bu hallerini bildiklerinden hemen kal kıp sobayı yakmış, bir koç kesip yemek için ateşe koymuşlardır bile. Çocukları "Ana gelen kim?" diye sorduklarında Elif Ana, "Antep'ten yana bir deli geliyor, neredeyse varmak üzeredir." der. Mahzuni ile eşi Pulyan'a vardıklarında lambası yanan tek bir ev görüp yönlerini o yana çevirirler. Kapıyı çalıp tam "Elif Ana'nın evi hangisi?" diye soracak olurlar ki, kapıyı Elif Ana'nın bizzat kendisi açar. "Gel bakalım be hey deli, seni bekliyordum gir içeri." diyerek Mahzuni'yi buyur eder. içeri giren Mahzuni, sofranın hazırlandığını görünce Elif Ana'nın dizlerine kapanarak niyaz eder. Şakir ve Cırık Baba'dan sonra Elif Ana da Mahzuni’nin ölünceye kadar olarak kalmıştır.

Vasiyet

Aşık Mahzuni Şerif son iki yılında ölümünün yaklaştığını, dostlarına bildirerek vasiyetini açıklamıştır. Öl düğünde, Hacıbektaş'a pîrinin irşad ettiği topraklara gömülecek, mezarının bulunduğu topraklara bostan ekilecek, gelen geçen yolcu bu bostanlardan yiyecektir. Bu vasiyeti aynı zamanda şiirleştirmiştir de.

kaynak: http://www.mahzuniserif.net

Hiç yorum yok: