Şiir, Sadece: Refik Durbaş Şiirleri
Refik Durbaş Şiirleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Refik Durbaş Şiirleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2018 Cumartesi

Beyaz Kehribar

Mercan yokuşunda ahşap han odası
taş parçaları, kömür tozu, iplikler, el tornası
benzi solmuş gençliğim
küf kokusu: geldiğim gün pencerenin pervazına astığım ayna
loş
karanlık resimler: ömrü tavan arasında geçmiş uykunun
resmi
acemi yürekte kül bağlayan gurbetin resmi
sıvaları dökülmüş özlemin resmi
ince uzun
gülmeyi unutmuş yüzüm
avuçlarıma sığmayan bir hüzün

Sabah ezanıyla fırlıyorum yataktan
bir kadın akşamdan kalan çamaşırları topluyor balkonda
çiy düşmüş kaşlarının arasına
bir çocuk elinde gazeteler: köşeyi döner dönmez
aydınlanıyor kentin yüzü
sesi alıp gidiyor gecenin zifirini
cama vuran ışıkta saçlarını tarıyor bir güvercin
bir vapur düdüğü gölgesini düşürüyor gökyüzünden
bir bulut elini yüzünü yıkıyor evlerin
bir rüzgar usulca söndürüyor ufkun kandilini

Usta gelmeden tozunu almalı tornanın, bıçakların, anıların
hiç iz kalmamalı dün geceki rüyadan
geldiğim günden beri öylece duruyor testide su
testinin suyunu değiştirmeli
geldiğim günden beri öylece duruyor duvarda Kraliçe
Süreyya
Asık Veysel
Hazreti Ali: cenge durmuş Kan Kalesi önünde
usta gelmeden tozunu almalı resimlerin bir de gençliğimin
geldiğim günden beri duruyor anamın mektupları koynumda
bir acılı türkü
bin gurbet
usta gelmeden tozunu almalı kederin ve özlemin
bir de benzi solmuş gençliğimin

Çay hazır, ekmek sıcak, gün başladı mı usta
sokaklarda gürültü kıvılcımları
az zeytin, az ekmek, kürt böreği, çay hazır
çok insan, az uyku, örümcek bağlamış bir gün daha
az sevinç, az umut, ekmek sıcak
usta başım dönüyor gün başladı mı
kızlar geçiyor gözlerimin içinden: overlokçu, ütücü, ilikçi
ellerinde naylon torbalar, renkli gazeteler
düşleri yarım kalmış
soluk
usta başım dönüyor bakamıyorum kızlara
çay hazır
tozunu aldım acının, hüznün bir de rüzgarın
ekmek sıcak
siparişleri götüreyim mi
ibrişim kalmamış
gün başladı mı usta
dönüşte uğrarım bileyciye, daha yeni verdim bıçakları

Gün başladı, şimdengerû eyvah bana vah bana

Gün başladı, serçeler
birer birer kayboldu gül harmanında ufkun
- Bu iş akşama kalmaz biter usta

Gün başladı, ey rüzgar
nereye götürüyorsun dizinde uyuduğum geceleri
- Bu iş akşama kalmaz biter usta

Gün başladı, havalandı güvercinler
yüzünde bulutlar yeşermiş bir genç kızın memeleri arasından
- Bu iş akşama kalmaz biter usta

Şimdengerû eyvah bana vah bana

Mercan yokuşunda ahşap han odası
taş yontuyorum tesbihe, yıllardır yüreğimde damıtarak öfkeyi
alnıma düşmüş perçemi özlemin
alnıma düşmüş bıçak sapı, gerdanlığı, muskası özlemin
kuşluk vakti semaverinde demlenen özlemin
gün batımında yer sofrasında bölüşülen özlemin

Yıllardır ne muska ne gerdanlık
bir avuç taş: kan, ter ve kehribardan
gerdanlık, ablamın çeyiz sandığında küflü bir resim
ve çeliğinde nakışlar yok artık Suvazlı bıçakların
mapusa düşeli beri ağabeyim

Tesbih yontuyorum acının madeninden
her bir tanesi gözbebeğim kadar
ipliği ibrişimden
simsiyah
mavi damarlı, narin, deseni hüzne ayarlı
- Bu iş akşama kalmaz biter usta

Bir elim tornanın karanlık çarkında kör alev
bir elim bıçağın ucunda saçları ağarmış rüzgar
ne muska ne gerdanlık
tesbih diziyorum sabah yelinde saman savurur gibi
orak biçer gibi güz harmanında
tere kesmiş bir yanım
kan
sızıyor ağzımın pınarından
gün ikindiye devrildi sevincim nerde usta
kederim nerde
sevdiğimin saçları gibi ibrişimler
diziyorum diziyorum bitmiyor
sabır diyor siyah gözleri
bir ilmek bir ilmek daha
ipten taşıyor dane
yürekten sevda taşıyor
hicrana kesmiş her yanım
gurbete kesmiş
alnımın çatısından
trenler
geçiyor durmadan
sılam nerde usta
gurbetim nerde

Ay çıkmış davadan suvarmışım yıldızlar doluşmuş gözlerime
kanat çırparak süzülüyor başımın üstünden akşam rüzgarı
Avucumun içinde tesbih daneleri, aklımda Horasan'dan
bindiğim tren
(Yine daldın diyor usta, gün devrildi kim yontacak bunca
taşı)
kuytu bil: güz akşamı, kaç yıl önceydi
siperliği erimiş bir kasket, üçüncü mevki bir bavul: tahtadan
yeri yurdu belirsiz bir bilet
yeri yurdu belirsiz bir heyecan
ağır
dört gün dört gece
ağır ağır gidiyor tren, bacımın ağladığını görüyorum yaşmağının
altından
bir beyaz mendil anamın elinde
dört gün dört gece

Kuytu bir güz akşamı .
ağabeyim de mi böyle bir trenle gitmişti İzmir'e usta

"Bilader, elbet Oltuluyuz. Taş işlemek baba sanatı. Taşı
tesbihe, bıçak sapına, yüzüğe gerdanlığa, küçük küçük
heykellere yontmak bizim işimiz. Erzurum'da Mustafa
Şeyhler Camiinin şerefesindeki yarım batıya dönük
güneş saatini dedem yapmış. Hani Ahmet Celal'le ilk kez
Erzurum'a gittiğimizde görüp de hayran kaldığın Fizo
Baba'nın evinin ön yüzünü kaplayan süsleme taşları da,
öyle derler. Bilirsin dayımın Taşmağazalar'daki dükkanını.
Yalnız tesbih üzerine çalışırdı. Acem Şahına, Yemen Kıralına
tesbih bu dükkandan giderdi. Hacılar Hanına inen kervanlar
ilkin dayımın dükkanına uğrardı. Atalarım ki taşın her
türlüsüne hükmetmiş ben neden hükmetmeyeyim deme.
Bilader bil ki artık taş yontmada iş yok. Bereketi tükendi.
Dayımın sonunu biliyorsun. Taşın da gavuru çıktı.
Gömleğin naylonu gibi, çarığın lastiği gibi taşın da şimdi
- camı var, mikası var, bekalit mi neyi var artık. Zifti
döküyorlar yüzüğün kaşına anla bakalım taş mıdır nedir.
Cemşid'in Ali Alamanya'da. Ben fırıncılık yapacağım gayrı.
Bıktım usandım. Ya kapağı atmalı Almanya'ya. Ya..."

Yine daldın diyor usta, gün devrildi kim yontacak bunca taşı
tesbihe

En iyisi fırıncılık; - yak ateşi geç karşısına
nar gibi ekmekler
pirina
palamut
odun talaşı; genzime yapışmış gitmiyor kokusu
usandım soğuktan, zalım ayazdan

Sabah erkenden girersin hamura, her yanın un
su buz gibidir, hani bilmesen sanki Erzurum'dan bir pınar
tekne desen deryalar kadar
yoğur
saçlarını örer gibi hamurun
yoğur
taşsın çağlayanları bereketin
yoğur
bir bayram sabahı elini öper gibi ananın
ölçülü koy tuzunu ama

Gün ışır birazdan, hamur hazırdır, radyo açılmıştır.
dudağının ucunda bir türkü
geçersin küreğin başına
akşamdan beri yanıyordur ocak
sanki irem bağı, gir içine bağdaş kur otur
çevrende elvan elvan çiçek açmış ekmekler
koy binite topak topak hamuru
solla
hele ramazansa peynirli kıymalı pide
güveç, güllabi, baklava
peksimet

Yapışmış genzime gitmiyor kokusu

Öyle midir dersin usta?

Kuytu bir güz akşamı, kaç yıl önceydi
(Yine daldın diyor usta, gün devrildi kim yontacak bunca
taşı)
avcumun içinde boynu bükük bir mendil
kumaşı gözyaşından dokunma bir mendil
bar tutarken gelinlere savurduğum mendil
kar mı yağmur mu belli değil, ağır ağır uzaklaşıyor tren
başım askere bağlı
mapusta ağabeyim
anam
kar üstünde can vermiş bir serçe gibi
öyle sessiz ve kendinden habersiz

Tren hızlandıkça büyüyor elleri, yalnız elleri
yüzünden boşalan bir hüzün seli
yitiyor gözbebeklerimde

Bıçağa vuruyorum taşı
usul usul dönüyor tornanın kolanı
bıçağın hası Suvazlı ustaların çelik hamurundan, öyle mi usta
kolu çevirdikçe eriyor taşın yüzü
ve tükeniyor dermanım
bir avuç kömür tozu
silmek için kirini, pasını, karanlığını taşın
kömürün hası Zonguldaklı işçilerin alınterinden, öyle mi usta
sildikçe parlıyor taşın yüzü
ve tükeniyor dermanım
bir çanak su
arıtmak için taşı hüzünden kederden ışıl ışıl bir sevince
suyun hası bizim ordan, Kargapazarı dağında bir kaynaktan,
öyle mi usta
yudukça can geliyor taşın yüzüne
ve tükeniyor dermanım

Bu iş akşama kalmaz biter usta

Kuytu bir güz akşamı, kaç yıl önceydi
(Yine daldın diyor usta, gün devrildi kim yontacak bunca
taşı)
dağların kaşları arasından geçiyor tren
ırmak tünellerinden
kuş sürüleri içinden geçiyor, göllerin uykulu yüzünden
- Kapağı Almanya'ya atamadık bilader
bir yıl Ankaralarda sürttüm
on aydır da burada, İzmir'de bir fırındayım
hiç bir hakkımız yok
iş güvenliğimiz yok
sendikamız yok
kaydımız yok
imimiz yok
fazla mesaimiz yok
adamlığımız yok

Şimdengerû eyvah bana vah bana

Rüzgrın atına binmiş gidiyor tren
koyunlar kuzulamış
köyler bomboş: davarlar, çocuklar, çadırlar yaylada
yağmur yağıyor kentlerin çatısına
anam lavaş ekmeği sarmış mendilime
kete
taze lor, cücüğü gövermiş soğan
- On aydır çalışıyorum burada, İzmir'de bilader
sendika yoktu
örgütlendik, and verip el ele kavuşturduk
baş vurduk işverene
sözleşme
ardından tehdit
toplantı, dayanışma
ardından yıldırma
hak dedik, alınterimiz, iş gücümüz geleceğimiz, onurumuz
ardından fitne fesat
direniş, topluca işi bırakma, yürüyüş
ardından cop, dayak, işkence

Işık bulutları içinden geçiyor tren
sevinç mi tasa mı bilinmez
cama dayalı alnım
gün indi inecek
dilimin ucunda bir türkü: Leyla Nur'un sesinden

"Direksiyon elimizde
ne varsa dilimizde
sen darılma kara gözlüm
fesat yok kalbimizde

Küçük yaşta yollara
atmış bizi felek
sen hancısın biz yolcuyuz
sevda nemize gerek

Hayat yolu karanlıktır
gel yakalım farları
şoförleri efkar basar
yollarda akşamları"

Soluk almadan uçup gidiyor tren bir dağdan bir dağa
bir ovadan bir ovaya
bir buluttan bir buluta
biri saz çalıyor gözleri sılada
biri kasketini örtmüş yüzüne derin hülyalarda
Samsunlu hoca durmadan namaz kılıyor: hak saklasın
beladan
bir asker mektubunu okutuyor gar bekçisine
mektup
açmış kollarını savruluyor gecenin dehlizine
- Dün Konak meydanında başlayan yürüyüşümüzü
Basmane'ye gelmeden güvenlik kuvvetleri dağıttı. Büyük bir
çatışma çıktı. Bir yiğit kardaşımızı şehit verdik. Oysa hiç
görmemiştim kendisini. Şimdi içimde onu yıllardır
tanıyormuşum gibi bir his var. Sanki birlikte orak biçmişiz
bizim tarlada. Askerde el ele tutuşup devriye gezmişiz.
Birlikte içip birlikte nara atmışız sanki bacımın düğününde.
Neyse ben dahil beş kişiyi gözaltına aldılar. ispirli Cemal'le
halen Buca cezaevindeyim. Beni düşünme bilader.
Pişman değilim. Gözlerinden öperim. Ağabeyin

Şimdengerû ne eyvah bana ne vah bana

Kuytu bir güz akşamı iniyorum İstanbul'a. Hiç bu kadar ışık
görmemiştim
sanki yıldızlar boşalmış da gözlerimden
yeryüzünü kaplamış

Mercan yokuşunda ahşap han odası
ağızlık ve tesbih yontuyorum, ne muska ne gerdanlık
ağabeyim mapusa düşeli beri
tesbih değil de insan sureti
dişlerini bilemiş, kollarını sıvamış bir hamur teknesinin
başında
bir yürüyüşün en ön safında
yumruğunu sıkmış: bu zulüm gün gelir biter bilader
ne korkudan çıldırmış bir ceylana benziyor
ne çay kırağında susamış da tuzağa düşmüş bir tavşana
söğüt dalından düdüğünü öttüren bir serçe gibi
avucumun içinde
kanatlarıyla göğün zırhını yaran bir atmaca gibi
göğüs kafesimde
bir yiğit kartal gibi, dağlar kadar pençesi
canlanmış konuşuyor sanki
geçmişimi anlatıyor, geleceğimden söz ediyor

Bu iş akşama kalmaz biter usta

Ben çıkarıyorum çünkü taşı Kargapazarı dağında bir kar harmanından
bir kaynak suyunun derin oluğundan
solgun benizli meşe ağaçlarının bağrından
güverin benekli kayaların sarnıcından
Oltu çayının rahminden çıkarıyorum, bir serçenin donmuş
sesinden
damarları kurumuş bir türkünün yoksul sesinden
gündüz bereketli haczedilmiş toprağın sesinden
gece yıldızlarla dertleşen kavakların sesinden

Bu iş akşama kalmaz biter usta

Eskiden heykel, muska, kupa, gerdanlık, bıçak saplan
yaparmış dedelerim
şimdiyse ne muska ne gerdanlık
tesbih yontuyorum sadece
zarif işlemeli
Oltu çayında çiçek açmış çakılraslan gibi pırıl pırıl
kar altında
düşe yatmış
huğda
taneleri gibi
sabah serinliğiyle öpüşen bir geyiğin gözleri gibi
menevişli

Bu iş akşama kalmaz biter usta

Düneyin mektup aldım ağabeyimden
İzmir mapusundan Sinop'a sürgünmüş
isyan mı çıkarmış ne, bir güz bile geçmedi gideli
bir ağızlıkla bir tesbih göndereymişim
zarif işlemeli, halis Oltu taşından

Bugün postaladım ağızlıkla tesbihini


Refik Durbaş
Çırak Aranıyor

Dokumada Çalışan Kızlar

Dokumada çalışan kızların
günleri naylon iplik, ucuz keten
emeğin, alınterinin ve aşkın
kanı damlar kirpiklerinden

Erimiş tırnaklarında al kına
tuzlu badem, eğlencelik
gençliği solmuş tül gelinlik
o çocuk yüzlü hanlarda

Çoğu hiç uyumuyor geceleri
çoğu yazlık sinemada, şarkılarda
güneş girmeyen bir romanda
bakışı aydınlık sevgili

Dokumada çalışan kızların
ben de karışsam aralarına
kuş olup konsam avuçlarına
dokusam onlarla kumaşını acının

Onlarki yüreklerinden başka
öderler rüşvetini herşeyin
acılarından, umutlarından başka
aşkın, alınterinin ve emeğin


Refik Durbaş
Hücremde Ayışığı

26 Temmuz 2011 Salı

Kalsın Adı Da Soyadı Da

Çevresi bin adım, durup durup duruyor öylece yalnızlığın kayağında
bin yıldır kale ağası, neferleri ve timar ehliyle
sis içinde bir pazar sabahı İstanbul'un
balıkçı tekneleri, sırları dökülmüş hüznü, ahşap güneşiyle
yenice tazeledim ateşini mangalın
balıkları temizledim: okunan mektuplar
rakılar buz muhabbette: okunmayan mektuplar
bitsin hele son macunu da sandalın
nicedir boynun büküklüğü Göksu deresi
gün olur görüşür müyüz bir daha?

Nicedir yalnızlığım, katran karanlığında ışıdığını
sis içinde bir pazar günü çığlığında İstanbul'un
nicedir hücrelerde zındanlarda
çığlıksız kaldığım, umarsız bir başınalığım

Bir çınarın gölgesine asın sesimi
onu yaptı desinler geçenler geceleri köprülerden
onu yaptı bu aman dilemez acılar
onu yaptı yalnız cumbalı evlerde konaklayan hüzün
saati dar sokaklarda durmuş gençliğim

Güzelce soydu ve dört parçaya ayırdı elmayı bir martı
biri muhabbetin közünden, biri bahçelerinden Niğde'nin
biri sisten, gurbetten aşınmış gökyüzünden
birinin saklı kalsın adı da soyadı da zulasında
suya vuran gölgesinde demir tarayan gemilerin

Nice bin yıldır künyesi okunmaz evlerin
okunmaz kimliğimin

Elmalar soyan ve parçalara ayıran olmak isterdim
yüksek, sağlam kale kapısı avlusunda
bir pazar sabahı Anadoluhisarı'nın
martılarla, dal sesi su sesi, hüzünlerle
mangal ateşinde kavrulan
balıklar ve rakı kokusuyla: uzaklara daha uzaklara

Gitmek isterdim

Ama kaldım burada, nice bin yıldır öylece sis içinde
gölgesi suya düşmüş yitik geçmişimi düşünüyorum hâla

Geleceğimi bir de burada: Anadoluhisarı'nda, umarsız bir
başıma


Refik Durbaş
Adresi Uçurum

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Acıyla

Aşkı ve zatürreyi göğsüme nakşeden
şiirimi et ve kemikten yoğuran usta
Bir kış günü. Kendini umuda böleni
şarabı elmaya böleni
aşkı sevdaya böleni
yalnızlığı sese
sesi sessizliğe böleni müjdele
Kalbim acıyla damgalansın

Bir kış günü. Onsekiz yaşında
evleri yıkılanı, aydınlığı kuruyanı
Ondokuz yaşında. Çocukların yağdığını
güvercin yağmadığını, kar yağmadığını
Yirmi yaşında. Yoksulluğu değerlendirilmeyen
yaşlı kızlara sevda ve aşk yağmadığını
Yirmibir yaşında. Halk bahçelerine
hiç gül yağmadığını, umut yağmadığını
Yirmiüç yaşında. Alanlar türkülerle inlerken
dağlanma karanlık ve özgürlük yağdığını anlat
ki elmadan evler oyayım
kırayım zincirleri umutla, sevdayla, aşkla
Kalbim acıyla damgalansın

Su erken uyanır
önce sigara karşılar beni
sonra ev kirası
dertli zeytin
küflü ekmek
kör yalnızlık.
Ve bir kelebek ırmağı
der ki şarap delidir
tütün kıskanç
esrar haindir
rakı yurtsever
eroin kurnaz
votka çalışkandır bir su kenarında
ispirto kuvvetli
nargile çarpıcı
bira hırsızdır
Umut, bulunmaz hanemizde

Kalemi hüzünle yontulmuş
defteri kısa pantolonlu
bir kış günü
gecenin ve gündüzün bedelini ödeyen
ayrılığın bedelini ödeyen
yoksulluğun bedelini ödeyen
akan kanın, işsizliğin faizini
kelepçe ve alınterinin bedelini ödemeyen
ekmeğin ve bağımsızlığın bedelini ödemeyen
toprağın bedelini ödemeyen
şiirimi bulutlar ve kederden damıtan usta
Yurdum uçarken senin şanlı ufkunda
bir kuş tufanına
bir sevinç albümüne müjdele beni
Kalbim acıyla damgalansın

Şehvetle acıkan orospular
namusla doyan pezevenkler
geceye yağan şiir heykelleri
kiralık ovalar
antika dağlar
günah ve sevap şemsiyeleri
saat canbazları
kar fidanları
toprak ağaları
acıyla damgalansın
Karınları kan dolu anne ve babalar
elma tabutları
gül kemikli kardeşler
kirazları olduran yanaklar
dişleri deneyen ayvalar
dudak izleri
hançer dokuyan kirpikler
şehir eskileri
ekmek faizcileri, tefeciler
acıyla damgalansın

Güvercin kadehleri
sigara karakolları
harf demetleri
asker fotoğrafları
Rüzgar
acıyla damgalansın
Genç kızlar
memelerinden akan kanla sürsünler toprağımı
ilk söz kadınları yağmalasın
ilk kelime bir kış günü düşsün avuçlarıma

Dağ erken uyanır
önce sessizlik karşılar beni
sonra ışık kervansarayları
saçları çözülmüş duvarlar
günü geçmiş gömlekler
gelinliği kurumuş ayna
Ve uzun boylu masa
der ki meşe cesurdur
gürgen karanlık
çam münvezidir bir dağ koynunda
kavak cimri
çınar korkak
selvi öfkelidir
akasya şaşkın
söğüt kederli
gül murattır
Umut, bulunmaz hanemizde

Rimel ve sevda
ruj ve ayrılık
rastık ve özlem
gece - gündüz kafileleri
sararmış kalçaları şafağın
üçüncü sınıf mezarlar
perçemli evler
çiçek deltaları
orman ağaları
acıyla damgalansın

Sevda değil
yazı denklemleri
kirli gömlekler
umutsuzluktur bu
Aydınlık değil
namussuz sigara
nemli odalar
yalnızlıktır bu
Kan değil
ödenmeyen borçlar
kız memeleri
yoksulluktur bu

Bir kış günü. Yirmiiki yaşında
çimenlere yağandır kalbim
bu çiçeği açandır
dallara konandır
kuşları uçandır
ırmakları taşlayan
denizleri gözleyen
acıyı avlayandır
Odur saçlarını okşayan ölümün
bu esen rüzgar
yıkılan gecekondu
dağlarımdan damlayan karanlık
yakılan orman
bankalarda biriken alınteri.
Ve odur elbette şiirlere yağan bu beyazlık

Gökyüzü erken uyanır
önce aydınlık karşılar beni
sonra sır vermez perdeler
çileli balkon
sandalye artıkları
ufukla öpüşen pencere.

Ve bir kuş tufanı
der ki elma kasvettir
portakal dalkavuk
kavun akılsız
dut çirkindir
incir masum
üzüm tembeldir bir göl kıyısında
armut çılgın
karpuz hürmetli
hurma sessizdir
Umut, bulunmaz hanemizde

Ey aşkı ve zatürreyi göğsüme nakşeden
şiirimi et ve kemikten yoğuran usta
Sokakları acıyla dokuyanı
sevdası çeşmelerden akanı
mutluluğu geçmişte kalanı
aydınlığı zincire vurulanı
evlere gün ışığı serpeni müjdele artık
Kalbim acıyla damgalansın

Başımda ışıklı bir rüzgar
göğsümde serin gökyüzü
Yirmidört yaşında. İntihar sürgünü
açayım sıkıntının yelkenini
Yirmibeş yaşında. Yeni bıyıklı
uzun erzurum kasketli ve cömert
güneyden kuzeye serseri
bir kış günü. Yirmialtı yaşında
uzun trenler, kalabalık yaylalarla geçeyim
kürt gelinlerinin bahçelerini ...


Refik Durbaş
Kuş Tufanı