Tevfik Kolaylı, doğumu 24 Mart 1879; Bodrum, Muğla - ölümü 28 Ocak 1953; İstanbul, ya da yaygın bilinen adıyla Neyzen Tevfik, taşlamalarıyla tanınan Türk neyzen ve şairdir. Taşlama kitaplarının yanı sıra, çeşitli taksimler ve saz semailerinin bestecisi olarak da bilinir.
Osmanlı döneminde istibdata karşı, Cumhuriyet yıllarında ise devrimlere karşı gelenlere karşı hicvini kullanmış; haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa karşı şiirler yazmıştır. Birçok defa tutuklanmış, ama kısa süre sonra serbest bırakılmıştır.
Bektaşi tekkesine mensup olmuş, hayatının büyük bölümünü İstanbul'da çeşitli hanlarda geçirmiştir. Son dönemlerindeBakırköy Akıl Hastanesi'nde kendine ayrılan 21. koğuşta kalmıştır. 1930'larda kısa süreyle kendine bağlanan aylık haricinde düzenli bir geliri olmamıştır ve hayatı boyunca epilepsi nöbetleri ile uğraşmıştır. Aynı zamanda rakı başta olmak üzere fazla içki içtiği bilinmektedir ("Ancak bir alkolik onun gönlünü çalabilmişti: Neyzen Tevfik!").
Hayatı
1879 yılının 24 Mart Pazartesi günü, kendi bir beyitinde belirtiğine göre Hicrî 1296 yılında, Muğla'nın Bodrum ilçesinde, Emine Hanım ve Hasan Fehmi Bey'in ilk oğlu olarak doğdu. Ahmet Şefik adında bir de kardeşi vardır. 'Kolaylı' soyadı, Soyadı Kanunu'nun çıkmasından sonra, babası Hasan Fehmi Bey'in Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Kolay beldesinden olduğu için aileye aldığı soyadıdır.
Çocukluk ve Gençlik Yılları
Bodrum'daki çocukluk yıllarında babası ile birlikte genellikle, Tepecik Camii'nin yakınındaki kahvede vakit geçirirken kahveye gelen dervişlerin üflediği, sonradan ustası olacağı ney dikkatini çekti ve kendi de üflemek istedi. Babası eğitim hayatını olumsuz etkileyeceğini düşünerek o erken yaşlarda buna izin vermedi. Çocukluk arkadaşlarından Avram Galanti, Tevfik'in düdükler yapıp çalarak civardaki çocukları etrafında topladığını ve ilham kaynağının deniz olduğunu anlatır. Bir yandan şiire olan ilgisi de çevresinden duyduğu halk hikayeleri vasıtasıyla bu erken yaşlarda başlamıştı.
Sara Nöbetleri
1892'de, on üç yaşındayken babasının tayini ile birlikte Urla'ya taşındı ve bir süre burada okudu. Bu esnada, taşındıktan yaklaşık bir yıl sonra, 1893'te tanıştığı neyzen berber Kâzım'dan ney dersleri almaya başladı ve aynı yıl ilk sara nöbetini de geçirdi. Yedi yaşındayken, kent çarşısında Muğlalı Kel Mülâzım Ağa müfrezesinin yakaladığı eşkiyaların halka gösterdiği sırıkların ucundaki kesik başlarını gören Tevfik'in yaşadığı rahatsızlık ilk önce olağan dışı bir durgunluk, birkaç yıl sonra da, ilk defa 1893'te olmak üzere, sara nöbetleri halinde kendini gösterdi. Okulu bırakmasına sebep olan ve ilk önce neyin sesi yüzünden olduğu sanılan hastalığın tedavisi için annesi birçok doktora ve hocaya danıştı fakat sonuç alamadı. En sonunda hastalığı kontrol altına almayı başaran, annesinin götürdüğü İstanbul'da Pepo adlı bir doktor oldu. Doktor "fazla üzerine gidilmemesi gerektiğini" ve "en çok hoşlandığı şeyleri yapmasına izin verilmesi" gerektiğini söylemiştir. Bu sayede hem hastalık bir nebze kontrol altında kalır, hem de bu ona 'Neyzen' lakabını kazandıracak olan neye devam etmesini sağlar.
Bir süre sadece neyiyle ilgilenip gezdikten sonra hastalığının kontrol altına alınmasının ardından en azından eğitimini bitirmesi için babası tarafından yatılı olarak İzmir İdadisi'ne gönderildi fakat tekrar başlayan sara nöbetleri yüzünden eğitimi yeniden yarıda kaldı. İzmir Mevlevihanesi'ne giderek kendini neyine verdi. İzmir'in bu yıllarda istibdat yönetimi tarafından sürgün yeri olarak kullanılmasının neticesinde, kovulan aydınların uğrak yeri olan bu mevlevihanede Tokadizade Şekip, Tevfik Nevzat, Şair Eşref ve Ruhi Baba gibi ünlü kişilerle tanıştı. Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri aldığı bu kişilerden Şair Eşref aynı zamanda ona hicvi öğretti. Bu sayede 13 Mart 1898'te Muktebes dergisinde ilk şiirini yayımlattı.
On dokuz yaşında babası onu eğitim için bu sefer İstanbul'a, Fethiye Medresesi'ne gönderdi. Burada zamanının çoğunu Galata ve Yenikapı mevlevihanelerinde geçiren Tevfik Mehmet Akif Ersoy'la ve onun yardımıyla dönemin seçkin sanatçılarıyla da tanıştı; ondan Fransızca, Arapça ve Farsça dersleri aldı, aynı zamanda ona ney öğretti.
İbnülemin Mahmut Kemal, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Tanburi Cemil, Yunus Nadi, Udi Nevres ve Hacı Arif Bey gibi isimlerin arasında kendini geliştirme fırsatı bulan Tevfik, 1900'de bir plak doldurma girişiminde de bulundu. Gülistan Plak Mağazası'nın sahibi Hafız Aşir Bey'le beraber yaptıkları denemelerde çok içkili olduğu için plaklar zar zor doldurulsa da yine de basılıp piyasaya verildiler. Bu plakların sayısı çok sonradan Azâb-ı Mukaddes (1949) kitabının önsözünde belirttiğine göre yüze yakındır. Bu zamanlarda, saray çevresinde bile davet edilen, köşk, yalı ve konaklara çağırılan meşhur bir neyzen olmuştu.
Mehmet Akif Ersoy'un verdiği setre pantolonu cüppe ve şalvar yerine giymesi, akşamları medrese dışında kalması rahatsızlık yaratınca 1901'de medreseden ayrıldı. Babasının tanıdığı ve sonradan Şeyhülislam olacak olan Musa Kazım Efendi onu derslerine kabul ederek bu sayede Şair Şeyh Vasfi, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci gibi yazar ve şairlerle tanışmasına ön ayak oldu. Bu süreçte bir süre Fatih'teki Şekerci Hanı'nda, daha sonra da Çukurçeşme'de bulunan Ali Bey Hanı'nda kaldı;Sirkeci'de, İstasyon Gazinosu ve Güneş Kıraathanesi'nde baskı rejiminin karşıtı gençlerle ülkenin sorunlarıyla ilgili ve istibdata karşı konuşmalar yaptı. Bu konuşmalar yüzünden bir gün Ziya Şakir tarafından jurnallenerek gözaltına alındı ve daha önce otuz beş kere jurnallendiğini de öğrendiği sıkı bir sorgulamadan geçirildi, on beş gün sonra salındı. Yine de, jurnallenmiş biri olarak, peşinde gezen hafiyeler yüzünden hem kendi hem arkadaşlarının iyiliği için onlardan uzaklaşarak zamanını Beyoğlu meyhanelerinde geçirmeye başladı.
1902 yılında bektaşi dervişi oldu. Sütlüce Bektaşi Tekkesi'ne devam ettiği bu zamanlarda Şeyh Mümin Paşa'dan nasip aldı ve hayatının geri kalanını da şekillendirecek bu inancı ve biçimi benimsedi.
İstanbul'da baskının iyice artmasının sonucunda Şair Eşref ile beraber 13 Ocak 1902 Perşembe günü "Mesajeri" vapuru ile Mısır'a gitti. Bir arkadaşı ile bir Neyzenler Kahvehanesi açarak işletmeye başladı, geçimini neyi ve şiirleriyle sağlamaya devam etti, Özbekiye Saz Bahçesi'nde plaklar doldurdu. Alkolün etkisiyle bir buluşma esnasında tabancasını ateşlemesi ve duruşma esnasında da yargıca "haksızlık yapıyorsunuz" demesi yüzünden altı ay hapse mahkûm oldu ama itiraz ederek bir buçuk ay sonra özgürlüğüne kavuşup iki ay kadar Feride adında Lübnanlı bir kadınla yaşadı.
Bu sıralarda, ilk önce İstanbul Kıraathanesi'nde okuduğu Abdülhamid’in Ağzından Bir Nutk-ı Hümâyun hicvi yüzünden tutuklanmak istense de çevresi sayesinde kurtulmayı başardı; fakat daha sonra Türk Aydınlarının Mısır Hidivi Hakkındaki Düşünceleridir başlıklı yazısı gazetelerde yayımlanınca kesinlikle tutuklanması hakkında karar verildi. Bu yüzden sığındığı Bektaşi "Kaygusuz Sultan" tekkesinde bir süre kaldıktan sonra meşrutiyetin tekrar ilanıyla beraber İzmir'e döndü.
Cumhuriyet Yılları
Cumhuriyetin ilanı sıralarında kardeşinin yanına Ankara'ya gitti ve 1926 yılında tanışacağı Mustafa Kemal'i ve Kurtuluş Savaşı'nı yücelten şiirler yazdı. Bu dönemde yazdığı şiirlerden cumhuriyeti ve getirdiklerini benimsediği, ona karşı olan unsurlara da savaş açtığı görülebilir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Hasan Sâit Çelebi’nin yardımıyla Azâb-ı Mukaddes adı altında bazı kitap yayımlama girişimleri olsa da başarılı olamadı.
Geçirdiği sara nöbetleri ve yüksek alkol tüketimi nedeniyle bundan sonra da sıklıkla gideceği Toptaşı Tımarhanesi ve Zeynep Kamil Hastanesi'nde tedavi görmeye başladı. Bir süre sonra eski arkadaşı Mehmet Akif Ersoy'u ziyaret için Mısır'a geçti ve bir yıla yakın bir süre kaldıktan sonra geri döndü. 1930'larda İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'ın yardımıyla parasal anlamda destek olması için konservatuarda görevlendirilerek kendine bir aylık bağlandı.
1940'larda ise yine valinin oluru ve aynı zamanda doktoru olan bazı dostlarının (Mazhar Osman ve Rahmi Duman) yardımı ile Bakırköy Akıl Hastanesi'nde 21 no'lu koğuşa tam anlamıyla yerleşti. Otel odası gibi kullandığı bu koğuşta ve hastanede çevresine yine şiir ve felsefe ile ilgili bilgiler sundu. 9 Mart 1946'da basın yararına bir konser verdi. İhsan Ada, sonunda 1949 yılında, onun gözetimi altında, eserlerini Azâb-ı Mukaddes adı altında kitaplaştırdı. 1950'de Onu Affettim ve sonra Ağlayan Şarkı adındaki 2 filmde rol aldı. Arkadaşlarının ısrarı üzerine, ölümünden önce son yıl olan 1952'de Şehir Komedi Tiyatrosu'nda jübilesini yaptı.
Neyzen Tevfik'in düzenli bir geliri olmadığı sanılmaktadır. Genellikle, neyi ve şiirleriyle para kazanmaya çalışmış, sadece 1930'lu yıllarda kendisine devlet tarafından bir aylık bağlanmıştı. Kuralları pek umursamadan sürdürdüğü yaşamında özellikle rakı başta olmak üzere içkinin çok büyük etkisi vardır. Yozlaşan toplum, dini istismar ve Atatürk'ün devrimlerine karşı çıkılmasına karşı bir duruş sergiledi. Özellikle hazırcevaplığıyla tanınırdı, bu sayede birçok fıkranın konusu olmuş, aynı zamanda hicivde de başarılı olmuştur.
28 Ocak 1953'teki ölümünün ardından Beşiktaş'taki Sinan Paşa Camii'nde cenaze namazı kılındı. Civardaki cadde ve sokakları dolduran profesörler, memurlar ve bazı ileri gelenlerin yanında kendilerine çeki düzen vermeye çalışmış sarhoşlar ve sokak serserilerinden oluşan büyük bir kalabalığın eşliğinde Barbaros Bulvarı'ndan geçerek defnedildiği yere ulaştırıldı. Mezarı bugün Kartal Merkez Mezarlığı'ndadır.
Ailesi
Çocukluğunu geçirdiği Bodrum'da beraber olduğu ailesi ile ilgili çok sınırlı kaynakta belli başlı bilgiler bulunmaktadır. Annesi hakkında herhangi bir bilgi olmamasına rağmen babası ve kardeşi ile ilgili aşağıdakiler söylenebilir.
Soyadı Kanunu çıkınca aslen Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Kolay beldesinden olduğu için ailesine "Kolaylı" soyadını alan Hasan Fehmi Bey, Neyzen'in ifadesi ile annesi ile birlikte "yüzünde riyasız, masum bir insanlık ifadesi" bulunan kültürlü, sanatsever ve Tevfik gibi nükteci bir Rüştiye öğretmeniydi.
Tevfik'e, anılarına ve eserlerine sahip çıkan, büyük önem veren ve ansiklopedilerde adının yer almasında büyük pay sahibi olan Şefik Bey sığır vebası, tavuk kolerası aşısı, antraktsa teşhis çiçek aşısı ve Anadolu keçilerinin plöro-paömonisi konularında çalışmalar yapmış bir bakteriyologdu. İstiklal Savaşı'ndan sonra atandığı Pendik Bakteriyolojihanesi'nde 1939 yılına kadar müdürlük, 1939-1945 yılları arasında Tarım Bakanlığı teftiş heyeti üyeliği ve bundan sonra 1951'e kadar da Tarım Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı yapmıştır.
Neyzenlikteki ustalığıyla beraber, hiciv sanatını kullanarak şiirlerinde toplumdaki eşitsizliğe, haksızlığa ve zulme, siyaset ve dini baskı ve çıkarcılığa değindi.
Neredeyse tüm hayatı boyunca baskı ve zulme karşı çıkan Tevfik'in şiirlerindeki yergi ve taşlamaları onu bu türde Nef'i ve Eşref'ten sonra en önemli üçüncü edebiyatçı konumuna getirmiştir. Şiirlerinde sık sık, 1900'de yazdığı Sahne-i Ömrümden Nefs-i Emmareye Hitabım şiirinin ilk kıtasındaki gibi müstehcen sözlere ve bu yolla yapılan taşlamalara rastlanır:
Osmanlı döneminde istibdata karşı, Cumhuriyet yıllarında ise devrimlere karşı gelenlere karşı hicvini kullanmış; haksızlığa, yolsuzluğa ve yozlaşmışlığa karşı şiirler yazmıştır. Birçok defa tutuklanmış, ama kısa süre sonra serbest bırakılmıştır.
Bektaşi tekkesine mensup olmuş, hayatının büyük bölümünü İstanbul'da çeşitli hanlarda geçirmiştir. Son dönemlerindeBakırköy Akıl Hastanesi'nde kendine ayrılan 21. koğuşta kalmıştır. 1930'larda kısa süreyle kendine bağlanan aylık haricinde düzenli bir geliri olmamıştır ve hayatı boyunca epilepsi nöbetleri ile uğraşmıştır. Aynı zamanda rakı başta olmak üzere fazla içki içtiği bilinmektedir ("Ancak bir alkolik onun gönlünü çalabilmişti: Neyzen Tevfik!").
Hayatı
1879 yılının 24 Mart Pazartesi günü, kendi bir beyitinde belirtiğine göre Hicrî 1296 yılında, Muğla'nın Bodrum ilçesinde, Emine Hanım ve Hasan Fehmi Bey'in ilk oğlu olarak doğdu. Ahmet Şefik adında bir de kardeşi vardır. 'Kolaylı' soyadı, Soyadı Kanunu'nun çıkmasından sonra, babası Hasan Fehmi Bey'in Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Kolay beldesinden olduğu için aileye aldığı soyadıdır.
Çocukluk ve Gençlik Yılları
Bodrum'daki çocukluk yıllarında babası ile birlikte genellikle, Tepecik Camii'nin yakınındaki kahvede vakit geçirirken kahveye gelen dervişlerin üflediği, sonradan ustası olacağı ney dikkatini çekti ve kendi de üflemek istedi. Babası eğitim hayatını olumsuz etkileyeceğini düşünerek o erken yaşlarda buna izin vermedi. Çocukluk arkadaşlarından Avram Galanti, Tevfik'in düdükler yapıp çalarak civardaki çocukları etrafında topladığını ve ilham kaynağının deniz olduğunu anlatır. Bir yandan şiire olan ilgisi de çevresinden duyduğu halk hikayeleri vasıtasıyla bu erken yaşlarda başlamıştı.
Sara Nöbetleri
1892'de, on üç yaşındayken babasının tayini ile birlikte Urla'ya taşındı ve bir süre burada okudu. Bu esnada, taşındıktan yaklaşık bir yıl sonra, 1893'te tanıştığı neyzen berber Kâzım'dan ney dersleri almaya başladı ve aynı yıl ilk sara nöbetini de geçirdi. Yedi yaşındayken, kent çarşısında Muğlalı Kel Mülâzım Ağa müfrezesinin yakaladığı eşkiyaların halka gösterdiği sırıkların ucundaki kesik başlarını gören Tevfik'in yaşadığı rahatsızlık ilk önce olağan dışı bir durgunluk, birkaç yıl sonra da, ilk defa 1893'te olmak üzere, sara nöbetleri halinde kendini gösterdi. Okulu bırakmasına sebep olan ve ilk önce neyin sesi yüzünden olduğu sanılan hastalığın tedavisi için annesi birçok doktora ve hocaya danıştı fakat sonuç alamadı. En sonunda hastalığı kontrol altına almayı başaran, annesinin götürdüğü İstanbul'da Pepo adlı bir doktor oldu. Doktor "fazla üzerine gidilmemesi gerektiğini" ve "en çok hoşlandığı şeyleri yapmasına izin verilmesi" gerektiğini söylemiştir. Bu sayede hem hastalık bir nebze kontrol altında kalır, hem de bu ona 'Neyzen' lakabını kazandıracak olan neye devam etmesini sağlar.
Lise ve Medrese Yılları
Bir süre sadece neyiyle ilgilenip gezdikten sonra hastalığının kontrol altına alınmasının ardından en azından eğitimini bitirmesi için babası tarafından yatılı olarak İzmir İdadisi'ne gönderildi fakat tekrar başlayan sara nöbetleri yüzünden eğitimi yeniden yarıda kaldı. İzmir Mevlevihanesi'ne giderek kendini neyine verdi. İzmir'in bu yıllarda istibdat yönetimi tarafından sürgün yeri olarak kullanılmasının neticesinde, kovulan aydınların uğrak yeri olan bu mevlevihanede Tokadizade Şekip, Tevfik Nevzat, Şair Eşref ve Ruhi Baba gibi ünlü kişilerle tanıştı. Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri aldığı bu kişilerden Şair Eşref aynı zamanda ona hicvi öğretti. Bu sayede 13 Mart 1898'te Muktebes dergisinde ilk şiirini yayımlattı.
On dokuz yaşında babası onu eğitim için bu sefer İstanbul'a, Fethiye Medresesi'ne gönderdi. Burada zamanının çoğunu Galata ve Yenikapı mevlevihanelerinde geçiren Tevfik Mehmet Akif Ersoy'la ve onun yardımıyla dönemin seçkin sanatçılarıyla da tanıştı; ondan Fransızca, Arapça ve Farsça dersleri aldı, aynı zamanda ona ney öğretti.
İbnülemin Mahmut Kemal, Uşakizade Halit Ziya, Ahmet Rasim, Tevfik Fikret, Tanburi Cemil, Yunus Nadi, Udi Nevres ve Hacı Arif Bey gibi isimlerin arasında kendini geliştirme fırsatı bulan Tevfik, 1900'de bir plak doldurma girişiminde de bulundu. Gülistan Plak Mağazası'nın sahibi Hafız Aşir Bey'le beraber yaptıkları denemelerde çok içkili olduğu için plaklar zar zor doldurulsa da yine de basılıp piyasaya verildiler. Bu plakların sayısı çok sonradan Azâb-ı Mukaddes (1949) kitabının önsözünde belirttiğine göre yüze yakındır. Bu zamanlarda, saray çevresinde bile davet edilen, köşk, yalı ve konaklara çağırılan meşhur bir neyzen olmuştu.
Mehmet Akif Ersoy'un verdiği setre pantolonu cüppe ve şalvar yerine giymesi, akşamları medrese dışında kalması rahatsızlık yaratınca 1901'de medreseden ayrıldı. Babasının tanıdığı ve sonradan Şeyhülislam olacak olan Musa Kazım Efendi onu derslerine kabul ederek bu sayede Şair Şeyh Vasfi, Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci gibi yazar ve şairlerle tanışmasına ön ayak oldu. Bu süreçte bir süre Fatih'teki Şekerci Hanı'nda, daha sonra da Çukurçeşme'de bulunan Ali Bey Hanı'nda kaldı;Sirkeci'de, İstasyon Gazinosu ve Güneş Kıraathanesi'nde baskı rejiminin karşıtı gençlerle ülkenin sorunlarıyla ilgili ve istibdata karşı konuşmalar yaptı. Bu konuşmalar yüzünden bir gün Ziya Şakir tarafından jurnallenerek gözaltına alındı ve daha önce otuz beş kere jurnallendiğini de öğrendiği sıkı bir sorgulamadan geçirildi, on beş gün sonra salındı. Yine de, jurnallenmiş biri olarak, peşinde gezen hafiyeler yüzünden hem kendi hem arkadaşlarının iyiliği için onlardan uzaklaşarak zamanını Beyoğlu meyhanelerinde geçirmeye başladı.
Bektaşilik ve Mısır Yılları
1902 yılında bektaşi dervişi oldu. Sütlüce Bektaşi Tekkesi'ne devam ettiği bu zamanlarda Şeyh Mümin Paşa'dan nasip aldı ve hayatının geri kalanını da şekillendirecek bu inancı ve biçimi benimsedi.
İstanbul'da baskının iyice artmasının sonucunda Şair Eşref ile beraber 13 Ocak 1902 Perşembe günü "Mesajeri" vapuru ile Mısır'a gitti. Bir arkadaşı ile bir Neyzenler Kahvehanesi açarak işletmeye başladı, geçimini neyi ve şiirleriyle sağlamaya devam etti, Özbekiye Saz Bahçesi'nde plaklar doldurdu. Alkolün etkisiyle bir buluşma esnasında tabancasını ateşlemesi ve duruşma esnasında da yargıca "haksızlık yapıyorsunuz" demesi yüzünden altı ay hapse mahkûm oldu ama itiraz ederek bir buçuk ay sonra özgürlüğüne kavuşup iki ay kadar Feride adında Lübnanlı bir kadınla yaşadı.
Bu sıralarda, ilk önce İstanbul Kıraathanesi'nde okuduğu Abdülhamid’in Ağzından Bir Nutk-ı Hümâyun hicvi yüzünden tutuklanmak istense de çevresi sayesinde kurtulmayı başardı; fakat daha sonra Türk Aydınlarının Mısır Hidivi Hakkındaki Düşünceleridir başlıklı yazısı gazetelerde yayımlanınca kesinlikle tutuklanması hakkında karar verildi. Bu yüzden sığındığı Bektaşi "Kaygusuz Sultan" tekkesinde bir süre kaldıktan sonra meşrutiyetin tekrar ilanıyla beraber İzmir'e döndü.
II. Meşrutiyet Yılları
8 Ağustos 1908'de İzmir'den İstanbul'a geçerek Fatih Çemberlitaş'ta bir hana yerleşti. Meşrutiyet'ten beklediğini alamaması uzun sürmedi. Ferah Tiyatrosu'nda Sabah-ı Hürriyet adlı oyunu izlemeye gittiğinde oyunun İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından yasaklandığını öğrendi ve bunun üzerine yaptığı konuşma yüzünden kısa bir süre sonra serbest bırakılmak üzere tutuklandı.
1910 yılında annesinin ısrarları ile babası ve kardeşinin karşı çıkmasına rağmen Cemile Hanım ile evlendi fakat evlilikleri yürümedi. Kayınbabası eşini ve Leman adını verdiği kızını da alıp götürdü.
I. Dünya Savaşı'nda Muhtar Paşa'nın emrinde mehterbaşı olarak görev yapmaya başladı. Düzenli askerlik hayatını pek benimseyemeyen Tevfik sık sık Muhtar Paşa ile tartışsa ve çekip gitse de dönemin İstanbul Merkez Komutanı Albay Cevat Bey sayesinde tekrar tekrar geri döndü. Üstelik bazı kaynaklara göre dönemin Harbiye nazırı Enver Paşa'nın yalısında verdiği konseri izleyen Alman bir komutanın davetlisi olarak Romanya'da piyano eşliğinde konser verdi.
8 Ağustos 1908'de İzmir'den İstanbul'a geçerek Fatih Çemberlitaş'ta bir hana yerleşti. Meşrutiyet'ten beklediğini alamaması uzun sürmedi. Ferah Tiyatrosu'nda Sabah-ı Hürriyet adlı oyunu izlemeye gittiğinde oyunun İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından yasaklandığını öğrendi ve bunun üzerine yaptığı konuşma yüzünden kısa bir süre sonra serbest bırakılmak üzere tutuklandı.
1910 yılında annesinin ısrarları ile babası ve kardeşinin karşı çıkmasına rağmen Cemile Hanım ile evlendi fakat evlilikleri yürümedi. Kayınbabası eşini ve Leman adını verdiği kızını da alıp götürdü.
I. Dünya Savaşı'nda Muhtar Paşa'nın emrinde mehterbaşı olarak görev yapmaya başladı. Düzenli askerlik hayatını pek benimseyemeyen Tevfik sık sık Muhtar Paşa ile tartışsa ve çekip gitse de dönemin İstanbul Merkez Komutanı Albay Cevat Bey sayesinde tekrar tekrar geri döndü. Üstelik bazı kaynaklara göre dönemin Harbiye nazırı Enver Paşa'nın yalısında verdiği konseri izleyen Alman bir komutanın davetlisi olarak Romanya'da piyano eşliğinde konser verdi.
Cumhuriyet Yılları
Cumhuriyetin ilanı sıralarında kardeşinin yanına Ankara'ya gitti ve 1926 yılında tanışacağı Mustafa Kemal'i ve Kurtuluş Savaşı'nı yücelten şiirler yazdı. Bu dönemde yazdığı şiirlerden cumhuriyeti ve getirdiklerini benimsediği, ona karşı olan unsurlara da savaş açtığı görülebilir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Hasan Sâit Çelebi’nin yardımıyla Azâb-ı Mukaddes adı altında bazı kitap yayımlama girişimleri olsa da başarılı olamadı.
Geçirdiği sara nöbetleri ve yüksek alkol tüketimi nedeniyle bundan sonra da sıklıkla gideceği Toptaşı Tımarhanesi ve Zeynep Kamil Hastanesi'nde tedavi görmeye başladı. Bir süre sonra eski arkadaşı Mehmet Akif Ersoy'u ziyaret için Mısır'a geçti ve bir yıla yakın bir süre kaldıktan sonra geri döndü. 1930'larda İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ'ın yardımıyla parasal anlamda destek olması için konservatuarda görevlendirilerek kendine bir aylık bağlandı.
1940'larda ise yine valinin oluru ve aynı zamanda doktoru olan bazı dostlarının (Mazhar Osman ve Rahmi Duman) yardımı ile Bakırköy Akıl Hastanesi'nde 21 no'lu koğuşa tam anlamıyla yerleşti. Otel odası gibi kullandığı bu koğuşta ve hastanede çevresine yine şiir ve felsefe ile ilgili bilgiler sundu. 9 Mart 1946'da basın yararına bir konser verdi. İhsan Ada, sonunda 1949 yılında, onun gözetimi altında, eserlerini Azâb-ı Mukaddes adı altında kitaplaştırdı. 1950'de Onu Affettim ve sonra Ağlayan Şarkı adındaki 2 filmde rol aldı. Arkadaşlarının ısrarı üzerine, ölümünden önce son yıl olan 1952'de Şehir Komedi Tiyatrosu'nda jübilesini yaptı.
Yaşayış Şekli ve Alkol
Neyzen Tevfik'in düzenli bir geliri olmadığı sanılmaktadır. Genellikle, neyi ve şiirleriyle para kazanmaya çalışmış, sadece 1930'lu yıllarda kendisine devlet tarafından bir aylık bağlanmıştı. Kuralları pek umursamadan sürdürdüğü yaşamında özellikle rakı başta olmak üzere içkinin çok büyük etkisi vardır. Yozlaşan toplum, dini istismar ve Atatürk'ün devrimlerine karşı çıkılmasına karşı bir duruş sergiledi. Özellikle hazırcevaplığıyla tanınırdı, bu sayede birçok fıkranın konusu olmuş, aynı zamanda hicivde de başarılı olmuştur.
Ölümü
28 Ocak 1953'teki ölümünün ardından Beşiktaş'taki Sinan Paşa Camii'nde cenaze namazı kılındı. Civardaki cadde ve sokakları dolduran profesörler, memurlar ve bazı ileri gelenlerin yanında kendilerine çeki düzen vermeye çalışmış sarhoşlar ve sokak serserilerinden oluşan büyük bir kalabalığın eşliğinde Barbaros Bulvarı'ndan geçerek defnedildiği yere ulaştırıldı. Mezarı bugün Kartal Merkez Mezarlığı'ndadır.
Ailesi
Çocukluğunu geçirdiği Bodrum'da beraber olduğu ailesi ile ilgili çok sınırlı kaynakta belli başlı bilgiler bulunmaktadır. Annesi hakkında herhangi bir bilgi olmamasına rağmen babası ve kardeşi ile ilgili aşağıdakiler söylenebilir.
Babası Hasan Fehmi Kolaylı
Soyadı Kanunu çıkınca aslen Samsun'un Bafra ilçesine bağlı Kolay beldesinden olduğu için ailesine "Kolaylı" soyadını alan Hasan Fehmi Bey, Neyzen'in ifadesi ile annesi ile birlikte "yüzünde riyasız, masum bir insanlık ifadesi" bulunan kültürlü, sanatsever ve Tevfik gibi nükteci bir Rüştiye öğretmeniydi.
Kardeşi Ahmet Şefik Kolaylı
Tevfik'e, anılarına ve eserlerine sahip çıkan, büyük önem veren ve ansiklopedilerde adının yer almasında büyük pay sahibi olan Şefik Bey sığır vebası, tavuk kolerası aşısı, antraktsa teşhis çiçek aşısı ve Anadolu keçilerinin plöro-paömonisi konularında çalışmalar yapmış bir bakteriyologdu. İstiklal Savaşı'ndan sonra atandığı Pendik Bakteriyolojihanesi'nde 1939 yılına kadar müdürlük, 1939-1945 yılları arasında Tarım Bakanlığı teftiş heyeti üyeliği ve bundan sonra 1951'e kadar da Tarım Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı yapmıştır.
Sanatı
Neyzenlikteki ustalığıyla beraber, hiciv sanatını kullanarak şiirlerinde toplumdaki eşitsizliğe, haksızlığa ve zulme, siyaset ve dini baskı ve çıkarcılığa değindi.
Edebiyatı
Neredeyse tüm hayatı boyunca baskı ve zulme karşı çıkan Tevfik'in şiirlerindeki yergi ve taşlamaları onu bu türde Nef'i ve Eşref'ten sonra en önemli üçüncü edebiyatçı konumuna getirmiştir. Şiirlerinde sık sık, 1900'de yazdığı Sahne-i Ömrümden Nefs-i Emmareye Hitabım şiirinin ilk kıtasındaki gibi müstehcen sözlere ve bu yolla yapılan taşlamalara rastlanır:
“ Alemin bağ-zârını sikeyim!
Sümbül ü verd ü nârını sikeyim!
Andelib-i nizârını sikeyim!
Hâsılı nev-baharını sikeyim! ”
Bu isyan tarzı ve Osmanlı döneminde yazdığı eserler defalarce jurnallenmesine ve tutuklanmasına sebep olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise yine mevcut rejime ve Atatürk'ün devrimlerine, ilkelerine karşı çıkanlara göndermelerde bulunmuş, Atatürk'ün ölümünden sonra 1938'de aşağıdaki O ölmedi adlı şiiri kaleme almıştır:
Andelib-i nizârını sikeyim!
Hâsılı nev-baharını sikeyim! ”
Bu isyan tarzı ve Osmanlı döneminde yazdığı eserler defalarce jurnallenmesine ve tutuklanmasına sebep olmuştur. Cumhuriyet döneminde ise yine mevcut rejime ve Atatürk'ün devrimlerine, ilkelerine karşı çıkanlara göndermelerde bulunmuş, Atatürk'ün ölümünden sonra 1938'de aşağıdaki O ölmedi adlı şiiri kaleme almıştır:
“ Tanrı ölmez, O dilerse görünür bir müddet,
Kaybolunca O’nu kalbinde bulur her millet.
Biliyormuş kaderin cilvesini evvelce,
Bütün ecrâm-ı semâ yasla büründü o gece.
Yaklaşan bir acı önce güneşi korkuttu,
Ay tutuldu diyemem gökyüzü mâtem tuttu.
Ata geçtin ebedin mevki-i müstahkemine
Bir direktif veriyor arza, beşer âlemine!
Bize ilhâm ile isâl ediyor her haberi,
Ki O’nun kudret-i külliye, emirber neferi.
Bağladı dâr-ı fenânın ebede telsizini,
Güdelim açtığı yollardan mübârek izini.
Atatürk’ ün beşere sunduğu peymânı budur:
Atatürk’ e inananlar er olur, sulhu korur! ”
Eserleri
Şiir Kitapları
Biliyormuş kaderin cilvesini evvelce,
Bütün ecrâm-ı semâ yasla büründü o gece.
Yaklaşan bir acı önce güneşi korkuttu,
Ay tutuldu diyemem gökyüzü mâtem tuttu.
Ata geçtin ebedin mevki-i müstahkemine
Bir direktif veriyor arza, beşer âlemine!
Bize ilhâm ile isâl ediyor her haberi,
Ki O’nun kudret-i külliye, emirber neferi.
Bağladı dâr-ı fenânın ebede telsizini,
Güdelim açtığı yollardan mübârek izini.
Atatürk’ ün beşere sunduğu peymânı budur:
Atatürk’ e inananlar er olur, sulhu korur! ”
Eserleri
Şiir Kitapları
- Hiç, 1919
- Azâb-ı Mukaddes, 1949
- Besteleri[değiştir | kaynağı değiştir]
- Nihavent Saz Semaisi
- Şehnazbuselik Saz Semaisi
- Taksimler taş plak
Fıkra
Halk arasında neyzenliğinin ve şiirinin yanı sıra fıkralarıyla da tanınır fakat ağızdan ağıza aktarılan bu unsurlara edebiyat dünyasındaki kaynaklarda rastlamak çok zordur. Başlıca bilinen fıkraları şunlardır:
Halk arasında neyzenliğinin ve şiirinin yanı sıra fıkralarıyla da tanınır fakat ağızdan ağıza aktarılan bu unsurlara edebiyat dünyasındaki kaynaklarda rastlamak çok zordur. Başlıca bilinen fıkraları şunlardır:
- Padişahçılık
- Hamam sefası
- Edep
- Kırk yıllık ölü