Şiir, Sadece

26 Ağustos 2014 Salı

Cam Yaz

Adını arayan rumuz
Eylüllerden yaz yap bana
Bir dönümlük bir dünyada
Şiirim mıntıka temizliği
Cam şişelere koyduğum
Eylüllerden yaz yap bana
Bir dönümlük bir çocukluk
gökkuşağı uçurtma
mayın mantar ütopya
yalancı mücevherler gibi
birbirine benzemeyen şiirler yazdım
okyanusa karşı ağladım sonra
Bak ay karışıyor akşama
Acemi mevsimlerdi
Aşk adı altında yıllarca tek kale top oynadım
Cam üfledi şiirlerimi
Batık gökkuşağı, patlamış mayın
yırtık uçurtma
Eylül gelmeden bavulumda ütopya
Kendime trenlerden ayrılık aldım
bak ay karışıyor alnıma
Adını arayan rumuz
bu mantar sende kalsın
Yırt at bu şiiri okuduktan sonra


Murathan Mungan
İstanbul - Ludwigshafen
5 Aralık 1989

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Diyalektik Mutsuzluklar

bir uzak sabah denizidir gittiğin kapı
ellerinde rüzgârın taşınmaz çamurları var
köpürmüş soylarımı toplarken çürüyen yanlarımdan
inan batmış şehirler gibi onarılmaz anılar
gözlerinde unuttuğum o eski aciz miras
almaya gelsem soluğumda dalgın yosun kokusu
biliyorum artık hiçbir gemi beni taşımaz
ve yeniden büyür içimde mağrur bir zakkum gibi
terkedilmek korkusu

susarsın bir silâhsızlanma akşamı
susarsın dudaklarında ıslıklar kanar
öpülmez dudakların ıslık yarası
mavzerdir dokunmalarım kirvem bilirsin
öpemem, öpersem tekmil bir aşiret tragedyası hüznünü ver bana yeter, gizli hüznünü

kolları bağlı hüzün olsun dört yanım
ırağına vurma beni kirvem, ağlarım, delirirsin
sonra derler haklıdır sevdası
geç olur ki artık onarmaz rakılar
geç olur bir yaraya rakının dağılması

sen denize sırtını dönen uykusuz dağlı
gemiler nerde (ki çoğu hüviyetidir melankolinin)
nerde aykırı mavzerler (onlara sığdıramazsın ki öfkelerini)
barut esmeri tenine sevdalarımı sürdüğüm
nasıl taşıdın bunca yıl delirmiş saçlarında
o eski şark yelini
biliyorum dokunsam parmaklarım kırılır
dokunmasam eşkîya uykusuzluğu çetin silâhlar gibi


Murathan Mungan


23 Ağustos 2014 Cumartesi

Geçilmez Deniz

I
ahreli bir kağıt üstüne simsiyah kapanmışım
kazırım kendimi bir secdeden, ellerimde gizli hattatlar
ve söze gelmez devrik duyarlıklarım
gözlerim -hüznün dilsiz masalcısı-
gözlerimde hiçbir dile çevrilmez intiharlar
oysa saklı hançerimi mağrur bildiniz
kendimin tenha bir yerinde vurulmuşum, yatarım
orası bir denizin gölgesidir, göremezsiniz
(bir peygamberin yanlış ayakları
intihar halinde sevişmektedir)
ölüm üzre bir akrepken menekşelenirsiniz
ve ahreli kağıtlar dürülür ferman diye
yufka ölümlerin hazin tarihleriyle
kar altında kalmış imzasız karanlıklarım
ve azgın sularda kendini arayan deniz
ben konuşmam, susarım
bu aklamaz ki sizi
katilimsiniz
 
II
katilimsiniz en azgın sularda
ellerinizde kan mürekkepleri sarhoş
ölüm nasıl bir sarmaşık ki
(deniz gören) en mağrur balkonlarda
bir gün siz de katilleri seversiniz
 
Murathan Mungan 

İzin

Bilmediğiniz kelimelerin altını çizin, derdi Öğretmenim.
Bunca yıl, bunca yol, bunca hayat ve kitaptan
sonra bütün kelimelerin altını çiziyorum

-Öğretmenim, artık izin istiyorum.


Murathan Mungan
Mürekkep Balığı
25 Nisan 1998

22 Ağustos 2014 Cuma

Kupon

ucuz bir efsane alın
gündelik yaşamınızdan
bir İmge biçin kendinize
pazarın ürettiği görünmez kumaşlardan
ya da değişik tarihli parçalardan
yüzünüzü ısmarlayın
yukarıdan aşağıya üç
soldan sağa beş
üç beş kişi
sığdırın kendinize
yedeğinizde bulunsun
malum, bu durumlar belli olmaz
her çekiliş için farklı
kuponlar
bu durak olmazsa önümüzdeki durak
ilerleyelim beyler
öldürdükçe içimizi önde boş yer var


Murathan Mungan
Mürekkep Balığı
İstanbul - Ludwigshafen
Haziran 1991
1988

21 Ağustos 2014 Perşembe

Manşet

Hayatıma manşet istiyorum.
Birkaç manşete ihtiyacım var, günler tekdüze
Karton filmlerden yapılma bütün serüvenlerin
içinden geçtiğimiz karanlık tünel bizim olmayan gündelik
Büyük bir köy artık bana tanınan, dünya!
ölüm tek ticaretin
Biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler
sanal gerçeklikler için vurguna inmiş manşet
Gözlerimize attıkları bandın sakladığı karanlık
kimsenin ofsetinde kazınmıyor yalan sarmal grafik
kendine çevriniyor
Biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler
Rekabetten başka yapacak bir şey bırakmıyorlar bize
Şerefin, haysiyetin, adaletin ve ümidin
eski moda öyküsüne bir biletim var, alıp cezalı bir biletle
değiştiriyorlar. Sesim hiçbir metinde tanınmayacak böyle
giderse.
Aşık olmak istiyorum.
Kendileri koyuyorlar kuralları. Naklen yayınlamak
istiyorlar bütün duygularımı. Güzel pişmanlıklar yaşamak
istiyorum, bırakmıyorlar, sterilize ediyorlar hemen yaşadığım
her anı. Hilesiz kuşlar bile kartpostallarda tuzağa düşürülüyor,
Tebrik ediliyor; poz verdiriliyor kanatlarına.
Pozdan putlar yaratılıyor her yanda, afişlerde, ekranlarda,
vitrinlerde, sokak pozlara tapmaya zorlanıyor insanlar.
Zorlandıklarını hiç anlamıyorlar.
Her yerde bela var. Olmayacak yerlerde üşüyorum.
Çarşaflarımı denetliyorlar ben yokken. Pencereme konan kuşları
takibe alıyorlar. Tek kişilik bir içbükey zaman bile
bırakmıyorlar bana.
Çıkmasam odam gömleğim oluyor. Çıkmasam sokaklar tundra.
Aynaya bile şebekemi gösteriyorum.
Bakın kimseyi dövmek istemiyorum. Aktör de olmak
istemiyorum. Vücuduma ve ruhuma muhtacım. Rahat
bırakmıyorlar. Yerimi bilmeliyim gitmeden önce. İzmarit olmak
istemiyorum. Gençken ve yeniyken bir şeyler denemeliyim. Önce
bir manşet bulmalıyım kendime, her şeye bir manşetten
başlamalıyım.

O zamanları anlatmak istiyorum.
Zamanı öğrenmeye çalışırken yitirdiğimiz zamanları.
Ölümden anlayan bir yanımız vardı gene de
Sesimiz açılırdı. Uyurken korkardık. Sıçrardık uyku
arasında ya da birinin elini tutardık
Gecenin koyu kibrinde gölgelense de erden masumiyetimiz
gelip geçerdik her şeyin yanı başından
derinleşmekti en büyük tehlike
Bağışlanırdık. Gençtik. Gençlik kaba cephane.

hiçbir şeyin içimize fazla işlemesine izin vermezdik
kahkahayla baş etmeye çalışırdık gözümüzle göremediğimiz
her şeyle, ölesiye korkardık
kendi içimizden tanımadığımız biri çıkacak diye günün
birinde


anonim bakış için rehin verdiğiniz gözler
önünde
geçip giden yazıp duran söyleyip eyleyen
ben değilim
duru suyun arı mantığın dingin optiğin
önünde
görülmek görünmek gözükmek isterim
çok mu zor çok mu olanaksız bilmek isterim

karşı durduğum şeyler vardır hayatta
manifestoya varmadan daha kısa mesafelerde
çözgüsü atkıya daha kolay dolanabilecek bir dolu yol
derin çözümsüzlükte
adı konmamış gizli bir sözleşme saklı madde
imha ve imla

ne çöllerde yiten geç dönemin mecnunları
ne teneke kutularda biriktirdiğim madeni paralar
en büyük günahımı işlemedim daha
elementlerin minimal kullanımı
daha yolun başındayım, yakında



şimdiki zaman yalnızca çarşı
pop ve popcorn zulmün bütün ayları
iki bin yıllık kadim şehirlerde işkenceciler emniyet
müdürü, katiller vali, Bağdat naklen bombalanıyor tarih ekrana
çıkıyor, şifreli çantalarda taşınıyor parçalanmış haritalar, zulme
çalışıyor devletin ve sermayenin bütün kanalları, polisler
gazeteci, sarı kartlı muhbirler, satılık şeref koltukları,
eski bir alınlık: Geçmişi anlamayan onu bir daha yaşamak
zorundadır
hem ortadoğudayız hem viyana kapılarında
kuşe bir gravürde dağılıyor kimlikler değerler özsu; katil
hep başkası çıkıyor kara piyasada kapalı iktisat
her yıl geriye çalışıyor infilaka kadar körlük
infilaka kadar kötülük
herkes birbirine düşman olursa sistem mümkün oluyor ve
buna, hayat işte, deniyor
şairler biliyor sonuna geliyoruz büyük duvara
herkes bir manşet bulmalı parçalandığı fragmanlara
bugünlerden bir gün çıkacaksak eğer, çıkılacaksa,
gömdüğümüz şeyler olmalı bugünlere, bir gün başka gözler
bugünleri yeniden okuduğunda bizi görsünler diye, birkaç
manşetlik kaba cephane
ne yalnızca siper ne barikatta verdiğimiz ölüler
şiir gizimizi herkesin gözleri önünde kaçırır geleceğe
kolay kirlenmeyecek mecralar deltalara vurur akıntısı
çıkarız çıkmalıyız acemi şiirler büyür başkalarının okuduğu
olduğu yerde
bizi de oldurur derin teorisiyle
tekin olmayan şiirlerin kotuma altına aldığı yarınlar
saklar kendi çocuklarını da
eski ve kara bir şarkı yineler kendini başkalarının
kaderlerinde:
"kendini ele verdiğin yerde
başkasına ihanet etmiş olursun
yapma n'olursun!
bizi almazken bizim kurduğumuz şehirler
biz söyleriz başkalarına kalır kelimeler
varsın olsun sen gene de
yapma n'olursun!"


yarım bırakılmış bir fragman gibi,
parçalanmışlığın sunduğu acemilikler gibi
mükemmel olmaktan özellikle kaçınmış şiirler gibi
söylenebilecek binlerce sözden yalnızca birkaçı gibi
kirletilmiş kayıtsızlığın her vahşeti mümkün kıldığı bir
dünyada
hayatımızın başına çekin kendi manşetinizi


Murathan Mungan
Ludwigshafen - İstanbul
1991-1994

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Maske

Maske ölmek isteğidir sevgilim
gerisingeriye dönen etiket
bak gökyüzünde takma bulutlar
ümitlerini yükseğe ayarla
ve bataklık halılarında dinlen
ey kutsal beden
sana da gelecek sıra
pilindeki kuraklık yetmiyor değil mi
hatıranın yüksek gerilimine
başkalarının bantlarında batıp çıkıyor sesin
kağıttan intihar kuleleri
eteklerinde dipnotlarıyla devrildi tek tek
bilgisayarlarının depoladığı vahşetten çıkış alıyor
yeni bir maskenin formülleri
granite dönüşsün diye iskelet iskelet ve etiket
Doğru, kolay silinebilir bir muşambadır seks
ateşten geçirir karton filmleri
bazukalar altında kadife gece
leoparlar öldü sevgilim, parslar, jaguarlar
çölü olmayan bedeviler platoların yeni aynalar
tinerle sil maskeni, ekrandaki görüntüyü ayarla
volümünü kıs kalbinin, dahili hatta seni arıyorlar


Murathan Mungan
Ludwingshafen
Haziran 1991

19 Ağustos 2014 Salı

Metal

pencerede kedi yalnızlığı
metal bir ay fener
böyle gecelerde yağmurun sesi
kağıt hışırtısına benzer
ışık yıllarının karanlık hızında
yedi askı daha asılı yıldızlara
takıyorum kulaklıklarımı
dalmaya ve uçmaya hazır
iki kişi olarak
bölündüğüm yerde
hard'n'heavy slowları
yer değiştiriyor içimde bütün kişilikler
tek başıma oynadığım çin ruleti
bir jeton, bir zıpkın
aynı anda işliyor
kaatil ile maktul arasındaki en kısa yol
kalkış takımları infilak ediyor
dans bittiğinde birimiz ölecek
büyük plato bildiriyor koşulları:
tek kişilik düello bir metal tango!


Murathan Mungan

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Mırıldandıklarım

Kırdın mı incittin mi birilerini 
Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler? 
Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda? 
Yeniden düşünmeliyim 
Dostluklarımı, ilişkilerimi 
Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı 
Yitirdim mi yoksa masumiyetimi? 
Borçlarımı ödedim mi? 
Doğru seçtim mi soruların fiillerini? 
Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış, 
Giysilerim ütülü, odam düzenli mi? 
Geri verdim mi aldıklarımı: 
Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları, 
Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi? 
Yokladım mı duygularımı 
Hâlâ sevebiliyor muyum insanları? 
Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma 
Ovmalı umutları 
Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan 
Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım 
Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar 
Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar
Gece telefonları, ıssız konuşmalar 
Mağrur incelikler, vurgun yemiş ilişkiler 
Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey 
O kadar çok anlattım ki 
Kendime kaldım anlatmaktan... 
Bunaldım kendisiyle boğuşmasını 
Başkalarında çözmeye çalışan insanlardan 
Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan, 
Ofset duyarlılıklardan 
Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum 
'İçtenliğin' ya da 'dünya görüşünün' kirletmediği 
Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum 
Aranıp duruyorum adresini yitirdiğim insanları 
Vitrin camlarına yansıyan yüzlerde 
Bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar 
Hâlâ bir umut var mıdır 
Çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde 
Ne çıkmaz sokaktayım ne de mutsuz 
Sadece rüzgârlardan daha güçlü olmak istiyorum o kadar 
Açık denizlerde nice yolculuklara yelken açarken 
Kış güneşinin mutlu ettiği bir kedi gibi mutlu, emin, tasasız 
Sere serpe ve keyifli olmak tek isteğim ve dileğim 
Senin ve benim , yani bizim için...
 
 
Murathan Mungan 

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Dinle Beni

Şarkı söyleyerek dolandım
Avrupa’nın
üzümleri
ve rüzgâr arasında,
Asya’nın rüzgârı.

İnsandaki ve hayattaki
en iyi şeyi,
o dünyasal şirinliği,
o temiz barışı,
toparladım yolumda
gayretli bir toplayıcı gibi.

Topraktaki en iyi şeyi
burada ve orada
kaldırdım ağzıma
şarkımla:
rüzgârın özgürlüğü,
güvercinler arasındaki barış.

İnsanlar düşman
görünüyordu,
fakat aynı gece
örttü onları
ve aynı aydınlık
uyandırdı onları:
dünyanın aydınlığı.

Vardım onların evlerine
oturup yemek yerlerken masada,

fabrikadan geldiklerinde,
güldüklerinde ve ağladıklarında.

Herkes aynıydı.

Herkes çevirmişti gözlerini
ışığa ve arıyordu
yolunu.

Herkesin ağzı vardı
ve şarkı söylüyordu
ilkbahara.

Herkesin.

Bu yüzden
insandaki en iyi şeyi
üzümler ve rüzgâr arasında
buldum.

Dinle beni şimdi!


Pablo Neruda

Diplomatlar

Romanya’da aptal olarak doğmuşsanız,
aptalca bir kariyer yaparsınız,
Avignon’da aptal iseniz,
Fransa’nın eski taşları
okullar ve bahçelerin
saygısız çocukları
bilir vasıflarınızı.
Fakat Şili’de aptal olarak doğmuşsanız
sizi hemencecik Büyükelçi yaparlar.

Kendinize aptal bay adı bilinmeyen diyebilirsiniz,
aptal Joaquín Fernandez de, aptal
herhangi bir şey de diyebilirsiniz, ve mümkünse
iyi kırpılmış bir sakal bırakın.
Sizden istenen bütün şey işte bu
"müzakerelere başlayabilmek" için.

Bilge olduğunuz izlenimini vererek
bilgilendirin heyecan verici
sunumunuz hakkında yetkilerin
ve şöyle deyin: Vesaire, atlı araba,
vesaire, Majesteleri, vesaire,
tabirler, vesaire, iyi niyet.

Yapmacık bir sesle konuşun,
şefkat dolu bir ineğin ses tonuyla,
Trujillo’nun elçileriyle
onur belgeleri değiş tokuş edin,
çok tedbirlice tutunuz
bir garsoniyeri ("biliyorsunuz
yararlarını bu tür şeylerin
sınır antlaşmalarında") ,
gönderin, biraz değiştirerek,
önceki gün öğle yemeğinde
okuduğunuz ciddi gazetenin
başyazısını: bir "rapor" olarak.
Toplumun "ileri gelenleriyle"
irtibatınız olsun, ülkedeki
budalalarla, sahip olabileceğiniz ne kadarsa
o kadar gümüş takımlar elde edin,
anma törenlerinde bir konuşma yapın
yanında bronz atların
ve şöyle söyleyin: Hım, ayrılmaz bağlar,
vesaire, hım, vesaire,
hım, gelecek kuşaklar,
vesaire, ırk, hım, saf olan,
kutsal, hım, vesaire.

Ve olduğunca sakin olun:
Şili için iyi bir
diplomatsınız, siz madalyalı
muhteşem bir aptalsınız.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı
1948

15 Ağustos 2014 Cuma

Doğu’da Gömülme

Geceleri çalışıyorum, kuşatılmışım şehirle,
balıkçılarla, çömlekçilerle, safranla
ve meyvelerle yakılmış ölülerle, sarmalanmış
kızıl muslinle:
balkonumun altından geçip gidiyor bu korkunç ölüler,
şıngırdatarak zincirleri ve bakır düdükleri,
kulak tırmalayarak, tiz ve hüzünle öttürüyorlar
ağır zehirli çiçeklerin rengi arasında
ve kül grisi dansçıların çığlığı
ve tamtamların büyüyen monotonluğu
ve alazlı dumanın, hoş kokulu ağacın arasında.
Değil mi ki yolun sonunda, bulanık ırmak boyunca,
kavrulmuş yürekleri
daha büyük bir devinimi durdurur ya da başlatır,
yuvarlanarak gitmek ister, ateş içinde ayaklar ve bacaklar,
ve o titreyen kül düşmek ister suya,
akıp gitmek yanık çiçeklerden bir buket gibi
ya da sönmüş bir ateş gibi, muazzam yolcuların terk ettiği
siyah sularda bir şeyler yakan ve yutan
kaybolmuş bir nefes alışı ve ölünün yıkanışı.


Pablo Neruda
Yeryüzünde Birinci Konaklama

14 Ağustos 2014 Perşembe

Doğum

Doğan birçok kimse
arasında
doğdu biri,
yaşayan birçok kimse arasında
yaşadı,
ve toprağın hikâyesini anlatmadan
anlatılamaz hikâyesi,
asmaların yeşil zülüflerinin dalgalandığı
Şili’nin orta bölgesi toprağında
ışıkla beslenir üzümler,
halkın ayakları altında doğar şarap.

Kışın doğduğum
bu yere
Parral denir.

Ne ev ne de sokak
kaldı şimdi geride:
sıradağlar saldı
atlarını,
derindeki
güç
toparladı kendini,
yerinden hopladı dağ
ve çöktü kasaba
depremle.
Ve balçık duvarlar,
duvarlardaki resimler,
karanlık odalardaki
köhne mobilyalar,
sineklerin kesintiye uğrattığı sessizlik,
her şey dönüştü
toza:
yalnızca bazılarımız korudu
biçimini ve kanını,
yalnızca bazılarımız ve asmalar.

Asmalar sürdürdü yaşamayı,
hasat zamanı
toplanacak
üzümler oldurmayı.
O sağır cenderelere
dökülecek üzümler,
kendi uysal kanlarıyla
boyanmış fıçılara sonra,
ve orada, korkulu toprakla
ürkmüş olarak
hayatta kalır şarap çırılçıplak.

Manzara ya da zaman hakkında
hiç anım yok,
ne de yüzler ya da figürler hakkında:
yalnızca ele gelmez tozu anımsarım,
yazın sonunu
ve mezarlar arasında
uyuyan annemi görmem için
beni götürdükleri mezarlığı.
Ve o zamandan beri hiç görmediğim için
annemin yüzünü,
görmek için çağırdım onu ölülerin arasından,
fakat diğer gömülmüşler gibi
ne bilir ne işitir, yanıt vermez,
orada yalnız durur, oğulsuz,
ruhlar arasında
içine kapanık ve kaçamaklı.
Ve oralıyım ben,
toprağı titreyen Parral’danım ben,
ölmüş annemden
fışkıran
üzüm hevenklerini
barındırır o toprak.


Pablo Neruda
Memorial de la Isla Negra
1964

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Doğumlar

Yıldızlar dönüştüğünde
toprağa ve metale, ve ölüp gittiğinde
onların erkesi ve şafağın kadehi
ve kömür döküldüğünde ve ateş
sunulduğunda meskenlerinde,
düştü deniz yanan bir damla gibi
mesafeden mesafeye, zamandan zamana:
küre oldu mavi ateşi onun,
tekerleğindeki hava çalan bir çan gibi,
en içteki yaratığı onun titredi köpükte,
ve tuzun ışığında yukarı kaldırıldı
o yayılmış teşrihin çiçeği.

O yalıtılmış yıldızlar
dinlenirken giderek sönen lambalar gibi
ve inceltirken onların dokunulmaz saflığını,
doldurdu deniz kendi muazzam uzayını tuzla
ve yara iziyle, şeneltti günün yayılışını
yalayan ışıltı ve devinimle,
yarattı toprağı ve serbest bıraktı köpüğü,
kaybolduğu yerde kauçuktan bir iz bıraktı,
doldurdu uçurumu heykellerle,
ve kanın temeli atıldı onun sahillerinde.

Dalga kabarmasının yıldızı, ana su,
ana madde, yenilmez ilik,
balçıkta yükseltilmiş titreyen kilise:
sendeki hayat taciz etti gecesel taşı,
geri çekti kendini dokunduğunda yaraya,
çekip gitti kalkanlarla ve taçlarla,
berrak dişleri çekti,
yığdı savaşı karnında.
Karanlığın biçimlediği şey, parçalandı
şimşeğin soğuk özüyle,
yaşıyor senin hayatında, Okyanus.

Dünya yarattı insandan kendi cezasını.

Öldürülmüş canavar, çökmüş dağlar,
inceledi durdu ölümün yumurtasını.

Fakat senin çağının koşusu altında hayatta kaldı
o boğulmuş zaman diliminin kanatları,
ve yaratılmış ihtişam taşıyor
aynı kepekten zümrütleri,
o aç çamlar yutuyor
mavi çember ağızlarıyla,
dalgalı saç emiyor boğulmuş gözleri,
savaşan gezegenlerden yıldız mercanı,
ve balinanın yağla doymuş gücünde
kayıyor o toz eden karanlık.

Eller olmaksızın dikilmiş katedral,
gelgitin sayısız vuruşu altında,
tuz bir iğne ucu oldu,
kuluçkaya yatmış sudan bir bıçak ağzı oldu,
ve saf varlıklar, yeni saçılmış,
kaynaşıp durdu ve iç içe geçirdi duvarları
– mantarın gri mücevheriyle
kuş yuvalarından gruplar gibi –
kayana dek o kızıl tunik yere,
o sarı tanrılaştırma yeni bir hayat buldu,
büyüdü o kireç beyazı horozibiği.

Her şey oluşun kendisiydi, titreten öz,
et yiyen, ısıran taçyaprakları,
üst üste yığılmış çıplak kitle,
tohum ağırlığı bitkilerin bir seğirtişi,
nemli kürelerin kanaması,
yaratıkların bölünmüş sınırlarını deviren
sonsuz bir mavi rüzgâr.
Ve işte böyle dönüştü o dokunulmaz ışık
kendi menekşe cevherlerini ısıran bir ağza.
Okyanus, daha uysal bir biçim oldu,
hayatın apaydınlık mağarası,
karnında hayata gebe, kayan kitlesi
üzüm salkımlarının, dölyatağının dokusu,
filiz dişler savurmuş bilgiyi,
o sabah tazesi lenfin kılıcı,
çiftleşmenin keskin kokulu organları:
her şey zonkladı sende hayatla ve doldurdu suyu
boşlukla ve sallamalarla.
İşte böyle aldı hayatın tacı
kendi yabanıl aromasını, kendi köklerini,
ve dalgalar bir yıldız istilası oldu:
bel ve bolluk hayatta kaldı,
hotoz ve yayılma kaldırdı
köpüğün altın konuklarını.
Ve sahiller üzerinde titredi daima
denizin sesi, suyun gelin yatağı,
o rüzgârla uğultulu, yok eden deri,
yıldızın hiddetlenmiş sütü.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

12 Ağustos 2014 Salı

Doktor Francia

Sahraların nemli bölgelerindeki Paraná,
titriyor başka ırmaklardan ötürü,
su şebekesi Yababiri’nin ırmakları
Acaray ve İgurey ikiz takılar gibi
boyanmış quebracho ağacıyla,
copal ağacının tacıyla çevrilmiş,
nazaret ağacının dut renkli
baş dönmesini ve kumlu uykularındaki
köklerini curapayen ağacını da beraberine alarak
çağlıyor Atlantik çarşaflara doğru.

Fokurdayan çamurdan, yırtıcı
timsahın arazisine, yabanıl ormanın
bulaşıcı hastalığı ortasından
oturdu Dr. Rodríguez de Francia
Paraguay’ın başkanlık koltuğuna.
Ve yaşadı orada arasında
kırmızı duvarlardan yapılmış pencere süslerinin,
karanlık örümcek ağlarıyla örtülü
kepaze bir Sezar bozuntusu.

Aynalarla dolu salonda
yalnız majesteleri, siyah
korkuluklar kırmızı peluşlarda
ve gecelerde ürkütülmüş fareler.
Sahte sütunlar, sapık
akademi, cüzzamlı bir kral
bilinemezciliğiyle, çevrilmiş
engin çobanpüskülü tarlalarıyla
soğuruyor platonik sayıları
idam edilmişlerin darağaçlarının altında,
konuşmuştu yıldız üçgenleri hakkında,
araştırmıştı gök cisimlerinin anahtarlarını
ve gözetlemişti Paraguay’ın
turuncu korlu şafağını
penceresindeki bir saatle
kurşuna dizilmişin ölüm savaşında,
bir eli zincirlenmiş şafağın sürgüsünde.

Masada bilge yazılar,
gözler gök kubbenin ayartmalarıyla
büyülenmiş, geometrinin
aldatıcı kristalleriyle,
dipçik darbesiyle öldürülmüş adamın
bağırsaklarındaki kan
akıyorken basamaklardan,
yutulmuş yeşil, pırıldayan
sinek akını tarafından.

Kapattı Paraguay’ı bir kuş yuvası gibi
egemenliği için, işkenceyi
yapıştırdı ve kiri sınırlarına.
Silueti geçtiği zaman
caddelerde, çeviriyor yerliler
bakışlarını duvara doğru:
kayıp gidiyor gölgesi ve bırakıyor arkasında
korkudan iki duvarı.

Ölüm gelip karşılaşmak istediğinde
Dr.Francia’yla dilsizdir,
kıpırtısız, kendisinde hapsolmuş,
deliğinde yalnız, bağlanmış sıkıca
felcin darağacı ipine,
ve ölür yapayalnız, kimse gelmeden
odasına: kimse cesaret edemez
dokunmaya hükümdarın kapısına.

Ve yılanlarıyla sırılsıklam bağlanmış,
dilsiz, kendi iliğinde kızartılmış,
ölümle savaşıyor ve acizce ölüyor
sarayın yalnızlığında,
giderken gece
işkenceyle lekelenmiş
sefil kitap bölümlerini
yutan bir kürsü gibi.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Dokuma Tezgahları

Biliyorsunuz uyandığını karın
ovaların üzerinde, ya da daha doğrusu
Güney’in karanlık ilkbaharıdır, bu siyah kuşlar
göğüslerindeki bir damla kanla
görülür titredikleri, kanatlarını açan
sis muazzam bir kıştan, sıradağlardan
ve bakırdan ağırlığı altında direk.
Ve dokuma tezgâhları iplik iplik uğraşırken
çiçeği tekrar yaratmaya, yükseltti tüyü
o kızıl imparatorluğa, mavi
ve safran sarısıyla dokunmuş, ateşin
yağı ve onun sarı hükümdarlığı,
ağacı o menekşe şimşeğin,
kertenkelenin yeşil kumu.
Halkımın dokuma tezgâhlarındaki elleri,
derinde eksik olan yıldız tüyünü
tek tek işleyen o yoksul eller,
kasvetli renklerden Anayurt,
lif lif dolduruyor yerini gökyüzünün
insanlar aşk ve dörtnallar hakkında
şarkı söyleyebilsin diye, ateşe sürsün diye mısırı.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Doların Avukatları

Amerikan cehennem, gündelik ekmeğimiz bizim,
yunmuş zehirde, başka bir ses
duyulur senin vefasız ateşinde:
yabancı şirketin
Kreol avukatıdır bu.

Kendi anayurdunda köleliğin zincirini
yapan odur,
küçümseyişlerle dolaşıyor
genel müdürlerin sınıfında
ve hor görerek bakıyor
yıpranmış bayraklarımıza.

New York’tan geldiklerinde,
o emperyalist keşif kolları,
mühendisler, istatistikçiler,
arazi ölçümcüsü, uzmanlar,
ve değer biçtiklerinde fethedilmiş topraklara,
kalaya, petrole, muza,
güherçileye, bakıra, mangana,
şekere, demire, kauçuğa, toprağa,
o zaman sarı gülüşlü
kasvetli bir cüceye benzer
ve verir itaatkar öğüdünü:

Bu yerlilere fazla para vermeye
gerek yok, aptalca
olur, sayın Baylar, bu maaşları
yükseltmek. Akıllıca olmaz.
Bu proleterler, bu yarı yerli kanı taşıyanlar
sadece sarhoş olmayı bilirler
bu kadar çok parayla. Hayır, Tanrı aşkına.
Bunlar ilkeldirler, daha fazla değil
vahşi hayvanlardan, çok iyi tanıyorum onları.
Çok fazla para vermeyin onlara.

Evlatlık alıyorlar onu ve üniforma giydiriyorlar ona.
Tıpkı bir gringo gibi giyiniyor,
bir gringo gibi tükürüyor. Bir gringo gibi
dans ediyor ve terfi ediyor.

Arabası ve viskisi var, gazete sahibi,
yargıç ve milletvekili yapıyorlar onu,
nişanlarla süslüyorlar onu, bakan yapıyorlar,
ve Hükümet’te dinliyorlar söylediklerini.
Tanıyor rüşvet alacakları,
tanıyor rüşvet almışları,
yalıyor tükürükleri, rüşvet veriyor, dağıtıyor madalyaları,
pohpohluyor, gülümsüyor ve tehdit ediyor.
Ve işte böyle boşaltılıyor limanlar arasından
kanayan cumhuriyetler.

Nerede oturuyor, diye soruyorsunuz,
bu mikrop, bu avukat,
bu ekşi mayası pisliğin,
kanımızda semiren
bu haşin, kana susamış bit?
Güneyde, ekvator bölgesinde yaşıyor
Brezilya’da,
fakat onun meskeni aynı zamanda
Amerika’nın merkezi kuşaklarıdır.

Chuquicamatas’da yalçın tepelerde
bulabilirsiniz onu.
Zenginliklerin kokusu peşinde tırmanıyor
dağlarda, geçiyor uçurumları
fermanlarıyla yasa kitabının
çalmak için topraklarımızı.
Puerto Limón’da bulabilirsiniz onu,
kardeşlerimizi zindanlara attıkları
Ciudad Trujillo’da, İquique’de,
Caracas’da, Maracaibo’da,
Antofagasta’da, Honduras’da,
suçlarken yurttaşlarını,
yağmalarken toprak işçilerini, girip çıkarken,
yargıçların ve toprak ağalarının yanına,
basını satın alırken ve yöneltirken
polisi, copu ve tüfeği
artık unutmuş olduğu ailesine karşı.

Smokin giyinmiş
mağrur yürüyor resepsiyonlarda
ve açılışını yapıyor anıtların
şu basmakalıp sözlerle: Baylar,
Yurdumuz hayatımızdan önemlidir,
çünkü anamızdır bizim, toprağımızdır,
düzeni savunalım, inşa edelim
yeni cezaevleri, yeni kodesler.

Ve ölüyor çok şereflice, vatansever
senatör, üstün aristokrat,
Papa’nın madalya taktığı,
anlı şanlı, şansın kendisine güldüğü kişi,
korkunç kişi, bakır cevherinde
ve ekmekte gömülmüş elleriyle
o katı, o derin toprakta,
ölüyor harap ve unutulmuş olarak,
tabutlarına hızla konulanlar
bizim ölülerimizin trajik soyu:
bir isim, haçta bir sayı,
rüzgârın titrettiği, kahramanların
adlarının baş harfleri bile silinip gitmiş.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

Dönüşür mü Kelebek Uçan Balığa?

Dönüşür mü kelebek uçan balığa
yabancı bir ülkeye giderse eğer?

Öyleyse doğru değil yani,
Tanrı’nın ayda yaşadığı?

Menekşelerin mavi gözyaşlarından
kokusunu hangi renk barındırır?

Bir günde kaç hafta vardır
ve bir ayda kaç sene?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

8 Ağustos 2014 Cuma

Dört Sayısı Herkes İçin Dört müdür?

Dört sayısı herkes için dört müdür?
Bütün yedi sayıları birbirinin aynı mıdır?

Mahkumun düşündüğü ışık,
senin için parıldayanın aynısı mıdır?

Düşündün mü hastaların
nisan ayı hangi renktir?

Hangi Batı monarşisinde
gelincikler dalgalandırılır?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

7 Ağustos 2014 Perşembe

Drimis Winterei

Adsız bitkiler, yapraklar
ve dağlardan teller,
yeşil havadan örülmüş dallar, yeni işlenmiş
oya iplikleri, karanlık metallerin kuytuları,
sonsuz bitey bir taç gibi
üstünde rutubetin, o yaygın buhar, o muhteşem su.
Ve arasında bu yaprak örgüsünü aramış bütün biçimlerin,
dokunulmamış döküm kalıplarının yağmurda
mucize eşini bulduğu bu yaprakların arasında,
ah ağaç, bir gök gürlemesi gibi uyanıyorsun sen
ve yeşil bir ihtişamla dolu tacında
uyuyor kış bir kuş gibi.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Dumanı Ve Ateşi Ve Buharı Çıkarır mı?

Dumanı ve ateşi ve buharı çıkarır mı
lokomotiflerin OOO’su?

Hangi dilde düşer yağmur
acılı kentlerin üzerine?

Şafak atarken denizde,
hangi şirin heceleri tekrarlar hava?

Gelincik sözcüğünden daha açık
bir yıldız var mıdır ki?

Çakal sözcüğü hecelerinden daha keskin
iki azı dişi var mıdır ki?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

5 Ağustos 2014 Salı

Duyman İçin Beni

Duyman için beni,
sözcüklerim
sivrilir ve incelir
sahillerde martının izleri gibi.

Boynuna bir gerdanlık, sarhoş bir çan
üzümler gibi pürüzsüz ellerine.

Sözcüklerim, ah, ne kadar uzak görünür.
Onlar senindir benim olduğundan daha çok.
Sarmaşıklar gibi tırmanırlar eski acılarıma.

İşte böyle tırmanıyorlar o nemli duvarlara.
Yalnız sensin nedeni bu zalim oyunun.
Bak, kaçıyorlar benim karanlık mağaramdan.
Sadece senin için yer var, sadece sana.

Senden önce dolduruyorlardı şimdi senin olduğun boşluğu
ve senden daha içli dışlıydılar hüznümle benim.
Şimdi benim sana söylemek istediğimi söyleyecekler,
duyman için beni, duyulmak istediğim gibi.

Hâlâ söküp alıyor onları kaygının rüzgârı,
hâlâ düşlerin fırtınaları ara sıra düşürüyor onları.
Başka sesler işitiyorsun benim üzüntülü sesimde,
Geçmiş ağızlardan hıçkırıklar, geçmiş dualardan kan.
Sev beni, dostum. Terk etme beni. İzle beni.
İzle beni, dostum, kaygının bu dalgasında.

Fakat şimdi boyanıyor sözcüklerim aşkına.
Ve sen, işgal ediyorsun her şeyi, her şeyi işgal ediyorsun.

Bunlardan sana sonsuz bir gerdanlık yapmak isterim
üzümler gibi pürüzsüz ellerine.


Pablo Neruda
Veinte Poemas de Amor y Una Cancion Desespera

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Düğün Maddesi

Uzanarak yayılmış, titreyen ve soluyan ve beyaz,
ve meme uçları ayrılmış iki sayı gibi
ve bacakların gül kızılı buluşması
cinselliğinin gecesel kirpiklerini kırpıştırdığı yerde
bakıyorum kağıttan ve aydan bir kıza,
kabuksuzum ya da çiçeksiz bir kiraz ağacı gibi düzüm,
sıra dışıyım, bağnazım, damarlı ve tükürüklü
ve parmaklı ve testisli.

Solgun, oynak,
battığını hissederim ağzımda sözcüklerin,
boğulmuş çocuklar gibi sözcükler,
ve yola çıkar, ve dişler gemilere dönüşür,
ve sulara ve alevler içindeki enlemlere.

Bir kılıç ya da bir ayna gibi yatıracağım onu,
ve öldüresiye ayıracağım onun korkunç bacaklarını,
ve ısıracağım kulaklarını ve damarlarını,
ve kapalı gözlerle çekilmesi için bırakacağım onu,
yeşil tohumdan koyu bir ırmakta.

Gelincik ve yıldırım taşkınıyla basacağım onu,
dizini, dudaklarını, iğnelerini sarmalayacağım,
ağlayarak gireceğim derisinden içeri, ağır ağır,
ve suçlu güçle ve kanla ıpıslak saçla.

Soluk alış ve tırnaklar arasında kaçmasını sağlayacağım,
hiçbir zaman, hiçbir şeye,
tırmanarak o yavaş iliğe ve oksijene,
yapışarak anılara ve nedenlere
yalnız bir el gibi, aciz tuzdan
bir tırnağı oynatan kesilmiş bir parmak gibi.

Uyuyarak koşacak deriden yolları
kül grisi kauçuktan ve külden bir ülkede,
bıçaklarla ve çarşaflarla ve karıncalarla savaşarak,
ve kendisinde batan ölmüş gözlerle,
ve kör balıklar ya da koyu sudan bilyeler gibi
kayan siyah maddeden damlalarla.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Omayra

Cevabı ömür süren bir soru bıraktım sana 
Mendili kan kokan sevgili arkadaşım 
Usta bakışların keşfettiği rahatlıkla arkama yaslandım 
elimde şah mat yüzüğümde tek taş siyanür 
adınla bulanan bir aşkın, bir maceranın 
macerasında 
yolun sonunu söylüyordu 
günahkâr iki melek olan sağdıçlarım 

Al birkaç bulutlu sözcük 
atlasını sırtında taşıyan çalınmış bir zaman 
mekik, taflan, kar kesatı bir iklim 
aşk mı, macera mı dersin bu uzun seferberlik 
bu ilişkinin topografyasını 
mezhepler tarihinden bulup çıkardım 
adanan boynunda o gümüş zincir 
bilmiyorsun arması sallanıyor ucunda 
işte yazgının kara zırhlısı! 
Kork! kutsal kitaplardaki kadar kork! 
Çünkü hiçtir bütün duygular 
Korkunun verimi yanında 

Benim ruhum nehirler kadar derin! 
Kızıl kısraklar gibi üstümden geçeceksin! 

Arı bir sessizlik duruyor 
şiddetimizin armaları arasındaki uzaklıkta 
gövdenin demir çekirdeği 
kalkan teninin altında 
sana okunaksız bana saydam giz 
içindeki uğultunun izini sürüyorum 
bir açıklığa taşıyorum ele vermez yerlerini 
harabeler diriliyor 
heykeller tamamlanıyor 
kendi kehanetinden büyülenmiş gözlerimin önünde 
başka çağlara gidip geliyoruz 
aşk tanrısı için 
seviştiğimiz ve uyuduğumuz sahillerde 
aşkın kaplan ve yılan düğümüyle 

Öpüyorum seni boynundaki yaradan 
iniyorum kaynağına 
aydınlanmamış yanların ışığa çıkıyor 
dokunuşlarımın parıltısında 
düğümlü mendilin, gümüş zincirin 
sımsıkı mühürlendiğin bütün kilitler 
çözülüyor avuçlarımda 


Tılsım tamamlanıyor 
ortaçağ kentlerinden geçiyoruz dönüşte 
indiğim kaynakların mezhep değiştiriyor 
zamanın ve uzamın kilitlendiği kara kutuda benim kelimelerim 
tılsım tamamlanıyor 
dudaklarımdan sızan erkek sütünün kara büyüsüyle 
sevgilim oluyorsun 
uyuyor ve yıkanıyoruz ay ışığında 
bakıyorum güneş iniyor yüzünün alacakaranlığına 

Adın yoktu tanıştığımızda 
eksiğini de duymadık 
bazen bir rüzgârı, bazen birkaç zeytini 
adının yerine kullandık 

Adın yoktu tanıştığımızda 
sonra da olmadı 
çünkü başka biri oldun zamanla 

Şimdi adın var 
şimdi ruhumun sislere sarılı derinlikleri 
yükseliyor ve tehdit ediyor 
kıstırılmış varlığımın bütün cephelerini 
yüzümün pususunda geziyor 
sularda bilenmiş bıçaklar 
uyandırılmış acılarım, bulanmış sarnıcım 
etimle ruhum arasında çelişen ilke 
geri döndü bana 
kendi ellerimle kurduğum kara büyüden 
içimdeki tarih bitti 
siliyorum bir aşkı var eden her ayrıntıdaki parmak izlerini 
ve şimdi adın var 
ve şimdi 
ikimizin vaktinde 
intikam saati geldi 

Omayra, bu adı verdim sana 
ve mevsimleri bütün anlamlarıyla 
iki çakılına bir deniz vereyim 
hayallerine mavi buğday 
dokuz yaşamın olsun tek tek öldüreyim 
esmer ve çırılçıplak bir gecede 
bütün düşmanların gelecek 
koynumdaki cenazene 

Seni saran efsane çürüyüp toprağa karışırken 
kucağımda başın 
gümüş bir tarakla tarayacağım saçlarını 
kendi enkazımın üstünde 
kurtlar, çakallar gibi uluyarak ağlayacağım acıdan 
öldürerek yaşatacağım seni kendimde 

Ocağın parıltısıyla aydınlanan yüzün 
gücünden habersiz sakin gülüşün 
kamçılıyor içimdeki bütün köleleri 
ben ki hileli bir oyun, 
birkaç kırık zar 
ve kara muskalı tılsımlarla 
almışken seni kaderinden, kıyasıya bağlamışken kendime 
asıl sen tutsak etmişsin beni 
dünyaya kapalı kapıların ardındaki 
içi boş sessizliğine 

sığlığın, sevgisizliğin 
o sonsuz kendiliğindenliğin 
dünyanın sana değmeyen yerleri 
nasıl da çekici yapıyor seni 
o kadar bağlandım ki 
tutkusuz bedenine 
ya öldüreceğim seni 
ya tunç çağından heykeller indireceğim dökümüne 

Sayıklayan bir ağaç gibiyim Omayra 
uğultusu geliyor ta derinden 
gövdemin geçtiği masalların 
içimdeki deprem ayakta tutuyor beni 
geri dönüp vuruyor çalınmış zaman 
bak sana korkaklığımı veriyorum 
var olmanın bütün varoşlarından 
ben yenildim, işte silahlarım 
tılsım tamamlandı 
sonuna geldim çizgilerini sildiğim 
bir büyük haritanın 
aşkım ölümün sınırında Omayra 
olduğun yerde kal kımıldama!
 
 
Murathan Mungan 

Peynir Tenekesi

nasır bağlamış elleri
yüreğinin kapısını yıllarca  
kapalı tuta tuta
yağmur öncesi bir buluta gizlenmiş
unutmuş olsa gerek
zorludur, öç alır pişmanlığın elleri
getirir kor insanı bilmediği bir hududa


Murathan Mungan 

1 Ağustos 2014 Cuma

Sis Çanları

ağır yol, uzak yapılar
yaklaşmak için yaklaşık tanımlar
onlarla çıktık yola
yollarda kaldık
sis bastı her yanı
tutukluk çeken silahlar gibi
sözcükler, fısıltılar, mırıldanışlar
eksilerek vardık bir yapıya
O mu, değil mi?
Kim bilebilir şimdi
kılavuzlar şehit
şehitler hain
gözlerimiz karanlık bir pusuda
çoğumuz büyümüş, kimimiz ölmüş
kendimiz bile tanıdık değiliz artık
gözümüzden silinen düşün sabahında
önümüzde açılan yeni bir uzay
Şimdiki Zamana ait bomboş ve ölü anlar
ne başka yer ne başka zaman
bizler için hala biryerlerde çalınan
sis çanları var
belki bir gün buluşur diye
aynı ormanda kaybolan çocuklar
 
Murathan Mungan

31 Temmuz 2014 Perşembe

Sizden Saklı

gelmediniz, ben hep sizi bekledim
eksilen yanlarımla
sizden saklı eskidim
 
her şeyden önce aşk verilmiş bir sözdü benim için
gün, ay, saat, hafta; takvimişi zaman yani
Aldıkça dönemeçleri  değişmedi  hiçbir şey
yalnızca ufuklar yeniledim
 
Kaç  aşktan oluşmuş  bir şeydi aşk
her sevgiliyle biraz daha
biraz daha sizden saklı eskidim
 
 
Murathan Mungan 

30 Temmuz 2014 Çarşamba

Sözler, Yaprak

bazı sözler karanlıkta söylenir, diyorum uykularımın birinde
bazı sözler hiçbir zaman, diyorum kendi sesime uyanırken
bazı sözler karanlıkta söylenir
bazı sözler hiçbir zaman
diyorum armaların birinde
öyledir, iki yanı ağaçlı yollar, arasından
geçip gitmektir şiir
ağaçla, yolla, ne tarafa
ve hangi zaman

imgenin şiddetiyle çoğalır anlam
parçalana parçalana

geçtiğimiz yollardan
onca yaprak düşer
birkaç şiir kalır yalnızca
o derin ağaçlardan

kendi sesimize uyandığımız rüyalarda


Murathan Mungan

29 Temmuz 2014 Salı

Yalnız Bir Opera

ölü bir yılan gibi yatıyordu aramızda
yorgun, kirli ve umutsuz geçmişim
oysa bilmediğin bir şey vardı sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim

imrendiğin, öfkelendiğin
kızdığın ya da kıskandığın diyelim
yani yaşamışlık sandığın
Geçmişim
dile dökülmeyenin tenhalığında
kaçırılan bakışlarda
gündeliğin başıboş ayrıntılarında
zaman zaman geri tepip duruyordu. Ve elbet üzerinde durulmuyordu.
Sense kendini hala hayatımdaki herhangi biri sanıyordun, biraz daha
fazla sevdiğim, biraz daha önem verdiğim.

Başlangıçta doğruydu belki. Sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki
gibi başlayıp, gün günden hayatıma yayılan, büyüyüp kök salan ,
benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka bedellendin.
Ve hala bilmiyordun sevgilim
Ben sende bütün aşklarımı temize çektim
Anladığındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana
Bütün kazananlar gibi
Terk ettin

Yaz başıydı gittiğinde. Ardından, senin için üç lirik parça
yazmaya karar vermiştim. Kimsesiz bir yazdı. Yoktun. Kimsesizdim.
Çıkılmış bir yolun ilk durağında bir mevsim bekledim durdum.
Çünkü ben aşkın bütün çağlarından geliyordum.

Sanırım lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu
yüzündeki kuşkun kedere, gür kirpiklerinin altından
kısık lambalar gibi ışıyan gözlerine
çerçevesine sığmayan
munis, sokulgan, hüzünlü resimlerine
lirik sözcüğü en çok yüzüne yakışıyordu

Yaz başıydı gittiğinde. Sersemletici bir rüzgar gibi geçmişti
Mayıs. Seni bir şiire düşündükçe kanat gibi, tüy gibi, dokunmak gibi
uçucu ve yumuşak şeyler geliyordu aklıma. Önceki şiirlerimde hiç kullanmadığım bu sözcük usulca düşüyordu bir kağıt aklığına, belki de
ilk kez giriyordu yazdıklarıma, hayatıma.
Yaz başıydı gittiğinde. Bir aşkın ilk günleriydi daha. Aşk mıydı,
değil miydi? Bunu o günler kim bilebilirdi? "Eylül'de aynı yerde ve
aynı insan olmamı isteyen" notunu buldum kapımda. Altına saat: 16.00
diye yazmıştın, ve saat 16.04'tü onu bulduğumda.

Daha o gün anlamalıydım bu ilişkinin yazgısını
Takvim tutmazlığını
Aramızda bir düşman gibi duran
Zaman'ı
Daha o gün anlamalıydım
Benim sana erken
Senin bana geç kaldığını

Gittin. Koca bir yaz girdi aramıza. Yaz ve getirdikleri.
Döndüğünde eksik, noksan bir şeyler başlamıştı. Sanki yaz, birbirimizi görmediğimiz o üç ay, alıp götürmüştü bir şeyleri hayatımızdan, olmamıştı, eksik
kalmıştı.
Kırılmış bir şeyi onarır gibi başladık yarım kalmış
arkadaşlığımıza. Adımlarımız tutuk, yüreğimiz çekingen, körler gibi tutunuyor, dilsizler gibi bakışıyorduk.
Sanki ufacık birşey olsa birbirimizden kaçacaktık.

Fotoromansız, trüksüz, hilesiz, klişesiz bir beraberlikti bizimki.
Zamanla gözlerimiz açıldı, dilimiz çözüldü güvenle ilerledik birbirimize.

Gittin.şimdi bir mevsim değil, koca bir hayat girdi aramıza. Biliyorum ne sen dönebilirsin artık, ne de ben kapıyı açabilirim sana.

Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Akıp giden zamana göz kırpan yorgun yıldızlar gibiyiz.
Birbirine uzanamayan
Boşlukta iki yalnız yıldız gibi
Acı çekiyor ve kendimize gömülüyoruz
Bir zaman sonra batık bir aşktan geriye kalan iki enkaz olacağız yalnızca
Kendi denizlerimizde sessiz sedasız boğulacağız
Ne kalacak bizden?
bir mektup, bir kart, birkaç satır ve benim su kırık dökük şiirim
Sessizce alacak yerini nesnelerin dünyasında
Ne kalacak geriye savrulmuş günlerimizden
Bizden diyorum, ikimizden
Ne kalacak?

Şimdi biz neyiz biliyor musun?
Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları
gibiyiz. Umut ve korkunun hiçbir anlam taşımadığı bir dünyada bir
şey bulduğunda neyi, ne yapacağını bilemeyen çocuklar gibi.
Artık hiçbir duygusunu anlamayan çocuklar gibi
Ve elbet biz de bu aşkla büyüyecek
Her şeyi bir başka aşka erteleyeceğiz

kış başlıyor sevgilim
hoşnutsuzluğumun kışı başlıyor
bir yaz daha geçti hiçbir şey anlamadan
oysa yapacak ne çok şey vardı
ve ne kadar az zaman
kış başlıyor sevgilim
iyi bak kendine
gözlerindeki usul şefkati
teslim etme kimseye, hiçbir şeye
upuzun bir kış başlıyor sevgilim
ayrılığımızın kışı başlıyor
Giriyoruz kara ve soğuk bir mevsime.

Kitaplara sarılmak, dostlarla konuşmak, yazıya oturup sonu
gelmeyen cümleler kurmak, camdan dışarı bakıp puslu şarkılar mırıldanmak...

Böyle zamanlarda her şey birbirinin yerini alır
çünkü her şey bir o kadar anlamsızdır
içinizdeki ıssızlığı doldurmaz hiçbir oyun
para etmez kendinizi avutmak için bulduğunuz numaralar
Bir aşkı yaşatan ayrıntıları nereye saklayacağınızı bilemezsiniz
çıplak bir yara gibi sızlar paylaştığınız anlar, eşyalar
gözünüzün önünde durur birlikte yarattığınız alışkanlıklar
korkarsınız sözcüklerden, sessizlikten de; bakamazsınız aynalara,
çağrışımlarla ödeşemezsiniz
dışarıda hayat düşmandır size
içeride odalara sığamazken siz, kendiniz
Bir ayrılığın ilk günleridir daha
Her şey asılı kalmıştır bitkisel bir yalnızlıkla

Gün boyu hiçbir şey yapmadan oturup
kulak verdiğiniz saatin tiktakları
kaplar tekin olmayan göğünüzü
geçici bir dinginlik, düzmece bir erinç
suyu boşalmış bir havuz, fişten çekilmiş bir alet kadar tehlikesiz
bakınıp dururken duvarlara
boş bir çuval gibi, çalmayan bir org gibi, plastik bir çiçek, unutulmuş bir oyuncak, eski bir çerçeve gibi, hani, unutsam eşyanın gürültüsünü, nesnelerin dünyasında kendime bir yer bulsam, dediğimiz zamanlar gibi
kendimizin içinden yeni bir kendimiz çıkarmaya zorlandığımız anlar
gibi
yeni bir iklime, yeni bir kente, bir tutukluluk haline, bir trafik
kazasına, başımıza gelmiş bir felakete, işkenceye çekilmeye, ameliyata
alınmaya
kendimizi hazırlar gibi
yani dayanmak ve katlanmak için silkelerken bütün benliğimizi
ama öyle sessiz baktığımız duvarlar gibi olmaya çalışırken,
ve kazanmış görünürken derinliğimizi
Ne zaman ki, yeniden canlanır bağışlamasız belleğimizde
bir anın, yalnızca bir anın bütün bir hayatı kapladığı anlar
o tiktaklar kadar önemsiz kalır şimdi
hayatımıza verdiğimiz bütün anlamlar

denemeseniz de, bilirsiniz
hiç yakın olmamışsınızdır intihara bu kadar

Bana Zamandan söz ediyorlar
Gelip size Zamandan söz ederler
Yaraları nasıl sardığından, ya da her şeye nasıl iyi geldiğinden. Zamanla ilgili bütün atasözleri gündeme gelir yeniden. Hepsini bilirsiniz zaten, bir ise yaramadığını bildiğiniz gibi. Dahası onlar da bilirler. Ama yine de güç verir bazı sözler, sözcükler,
öyle düşünürler.
Bittiğine kendini inandırmak, ayrılığın gerçeğine katlanmak, sırtınızdaki hançeri çıkartmak, yüreğinizin unuttuğunuz yerleriyle yeniden
karşılaşmak kolay değildir elbet. Kolay değildir bunlarla baş etmek,
uğruna içinizi öldürmek. Zaman alır.
Zaman
Alır sizden bunların yükünü
O boşluk dolar elbet, yaralar kabuk bağlar, sızılar diner, acılar
dibe çöker. Hayatta sevinilecek şeyler yeniden fark edilir. Bir
yerlerden
bulunup yeni mutluluklar edinilir.
O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir

gün gelir bir gün
başka bir mevsim, başka bir takvim, başka bir ilişkide
o eski ağrı
ansızın geri teper.
Dilerim geri teper. Yoksa gerçekten
Bitmişsinizdir.

Zamanla yerleşir yaşadıkların, yeniden konumlanır, çoğalır, anlamları
önemi kavranır. Bir zamanlar anlamadan yaşadığın şey, çok sonra değerini
kazanır. Yokluğu derin ve sürekli bir sızı halini alır.

Oysa yapacak hiçbir şey kalmamıştır artık
Mutluluk geçip gitmiştir yanınızdan
Herşeye iyi gelen Zaman sizi kanatır

ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
günlerin dökümünü yap
benim senden, senin benden habersiz alıp verdiklerini
kim bilebilir ikimizden başka?
sözcüklerin ve sessizliklerin yeri iyi ayarlanmış
bir ilişkiyi, duyguların birliğini, bir aşkı beraberlik haline getiren
kendiliğindenliği
yani günlerimiz aydınlıkken kaçırdığımız her şeyi
bir düşün
emek ve aşkla güzelleştirilmiş bir dünya
şimdi ağır ağır batıyor ve yokluğa karışıyor orada
ölmüş saadeti karşılaştır yaşayan mutsuzlukla
Bunlar da bir ise yaramadıysa
Demek yangında kurtarılacak hiçbir şey kalmamış aramızda

Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
solgun yollardan geçtim. Bakışımlı mevsimlerden
ikindi yağmurlarını bekleyen
yaz sonu hüzünlerinden
gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim
geçti her çağın bitki örtüsünden
oysa şimdi içimin yıkanmış taşlığından
bakarken dünyaya
yangınlarda bayındır kentler gibiyim:
çiçek adlarını ezberlemekten geldim
eski şarkıları, sarhoşların ve suçluların
unuttuklarını hatırlamaktan
uzak uzak yolları tarif etmekten
haydutluktan ve melankoliden
giderken ya da dönerken atlanan eşiklerden
Duyarlığın gece mekteplerinden geldim
Bütünlemeli çocuklarla geçti
gençliğimin rüzgara verdiğim yılları
dokunmaların ve içdökmelerin vaktinden geldim.

Bu şiire başladığımda nerde,
şimdi nerdeyim?
yaram vardı. bir de sözcükler
sonra vaat edilmiş topraklar gibi
sayfalar ve günler
ışık istiyordu yalnızlığım
Kötülükler imparatorluğunda bir tek şiir yazmayı biliyordum
İlerledikçe... Kaybolup gittin bu şiirin derinliklerinde
Aşk ve Acı usul usul eriyen bir kandil gibi söndü
daha şiir bitmeden. Karardı dizeler.
Aşk... Bitti. Soldu şiir.
Büyük bir şaşkınlık kaldı o fırtınalı günlerden


Daha önce de başka şiirlerde konaklamıştım
Ağır sınavlar vermiştim değişen ruh iklimlerinde
Aşk yalnız bir operadır, biliyordum: Operada bir gece
uyudum, hiç uyanmadım.
barbarların seyrettiği trapezlerden geçtim
her adımda boynumdan bir fular düşüyordu
el kadar gökyüzü mendil kadar ufuk
birlikte çıkılan yolların yazgısıdır:
eksiliyorduk
mataramda tuzlu suyla, oteller kentinden geldim
her otelde biraz eksilip, biraz artarak
yani çoğalarak
tahvil ve senetlerini intiharla değiştirenlerin
birahaneler ve bankalar üzerine kurulu hayatlarında
ağır ve acı tanıklıklardan
geçerek geldim. Terli ve kirliydim.
Sonra tımarhanelerde tımar edilen ruhum
maskeler ve çiçekler biriktiriyordu
linç edilerek öldürülenlerin hayat hikayelerini de...
korsan yazıları, kara şiirleri, gizli kitapları
ve açık hayatları seviyordu.
Buraya gelirken
uzun uzak yollar için her menzilde at değiştirdim
atlarla birlikte terledim yolları ve geceleri
ödünç almadım hiç kimseden hiçbir şeyi
çıplak ve sahici yaşayıp çıplak ve sahici ölmek için
panayır yerleri... panayır yerleri...
ölü kelebekler... ölü kelebekler...
sonra dünyanın bütün sinemalarında bütün filmleri seyrettim.
Adım onların adının yanına yazılmasın diye
acı çekecek yerlerimi yok etmeden
acıyla baş etmeyi öğrendim.
Yoksa bu kadar konuşabilir miydim?

ipek yollarında kuzey yıldızı
aşkın kuzey yıldızı
sanırsın durduğun yerde
ya da yol üstündedir
oysa çocukluktan kalma gökyüzünde hileli zar
ölü yanardağlar, ölü yıldızlar
ve toy yaşın bilmediği hesap: ışık hızı

Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta başka türlü geçilen
Aşkın bir yolu vardır
Her yaşta biraz gecikilen
gökyüzünde yalnız bir yıldız arar gözler
gözlerim
aşkın kuzey yıldızıdır bu
yazları daha iyi görülen
Ben, öteki, bir diğeri ona doğru ilerler
ilerlerim
zamanla anlarsın bu bir yanılsama
ölü şairlerin imgelerinden kalma
Sen de değilsin. O da değil
Kuzey yıldızı daha uzakta
yeniden yollara düşerler
düşerim
bir şiir yaşatır her şeyi yaşamın anlamı solduğunda
ben yoluma devam ederim. Bitmemiş bir şiirin ortasında
Darmadağınık imgeler, sözcükler ve kafiyeler
yaşamsa yerli yerinde
yerli yerinde her şey

şimdi her şey doludizgin ve çoğul
şimdi her şey kesintisiz ve sürekli bir devrim gibi
şimdi her şey yeniden
yüreğim, o eski aşk kalesi
yepyeni bir mazi yarattı sözcüklerin gücünden


Dönüp ardıma bakıyorum
Yoksun sen
Ey sanat! Her şeyi hayata dönüştüren


Murathan Mungan

28 Temmuz 2014 Pazartesi

O Bağımsız Dağların

Bendim benim gölgelerimdi
yaklaşan dağlara ayaklarını satan
ve bakır kazanlardan taşarken roma
yorgun bir karanlığa ileten kendini
o acı çığlıkları güzle ağartan

ben ki sesimle coşturup al binitimi
bir koşu yetişirdim o çılgın yaza
o zaman roma'ya tutuşurdu tanrılar
çocuklara unutulurdu savaş giysileri
ama kimlerdi durmadan seslenen bana
kimlerdi durmadan sarışın olanlar

kimdi o bilinmez yapının taşları sırtında
gece gibi geçti köprülerinden şehrin
silahı kendi dalgınlığına çarptı birden
büyük bakır kazanlarda inledi mevsim
yel çözdü saçlarımı örgülerinden

ben ki hâlâ alnımda imparatorluklar
bezgin, yorgun yüzlü ve sarışın olanlar.

aferin Karanlığıma bir çingene düşerdi
gökyüzünde birikirdi hazineleri kışın
dağlarm dağlarda birikire i gölgeleri
ürkütülmüş gölgeler kapımda çoğaldıkça
yüreğime o tedirgin çocuklar da düşerdi
kar yürürdü gözlerime tüyden ayaklanyla

kar yürürdü çünkü kar
o temiz eldiveni gökyüzünün
tüfengimin ıssızlığını büyütürdü
bir dönülmez kaçışa uzanırdı çocuklar
ve o üzünç bitkisi çocuklarda ölürdü

artık üşümek cince bir çiçektir oralarda
yolcuların taşıyamadığı bir çiçektir
çünkü kardan yorulunca biz sıcak sulara
inip sepet öreriz ve "gecenin
uzun ağzı sulardı saksıları"
ve hâlâ ay dağınık saçlara benzer oralarda
serçelerin ayaklarına bağladığı karanlık kimseyi çağıramaz kendi adıyla.


İsmet Özel
Erbain

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Dünyadaki Ölüm

Emrederek gitti ölüm ve topladı
evde ve kazdı kendi vergisini:
öğle zamanında ya da ışığında gecenin
umut etti insanlar bir bıçakla ya da bir cüzdanla
öldürmeyi, ve öldürdü,
ve gömdü canlıları ve dalları,
katletti ve derisini yüzdü ölülerin.
Kendi ağını kurdu, ezilmiş,
emdi kanı; kokusu fark edilen av kanı
yola çıktı şafakla,
ve geri döndüğünde evine kazandığı zaferden
ölümün ve acizliğin parçalarıyla sarılmıştı,
ve ölüm yorgunluğuyla kazdı en sonunda
hüzün törenleri altında kendi izlerini.

Yaşayanların evi öldü.
Cüruf, parçalanmış damlar, lazımlıklar,
solucanların yediği sokaklar, mağaralar
paketlenmiş gözyaşlarıyla insanın.
- İşte böyle yaşayacaksın, emretti Ferman.
- İliğine kadar çürüyeceksin, dedi Şef.
- Kirlisin sen, yargıladı Kilise.
- Çamurun içinde yat, dedi onlar sana.
Ve bazıları uyandırdı külü
hükmetmesi ve karar vermesi için,
insanın çiçeği vururken
bunun için inşa edilmiş duvarlara.

İhtişamın ve taşın sahibiydi mezarlık.
Sessizlik herkese ve yüksek, sivri
bitkinin biçimlenişine.

Nihayet buradasın, nihayet bırakıyorsun bize
o kekre yabanıllığın ortasında bir deliği,
nihayet dinleniyorsun kaskatı arasında
yarıp geçemeyeceğin duvarların. Ve her gün
eridi çiçekler kokulardan bir akıntı gibi
ölülerin ırmağıyla birlikte.
Hayatın dokunmadığı çiçekler
düştü bıraktığın o mezarın üzerine.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

Dünyanın Adı Juan I

Christobal Miranda
(Güherçile İşçisi, Tocopilla) 



Seni, Christobal, tanıdım körfezin
geniş salapuryalarında, güherçile
akarken denize doğru, bir kasım gününün
ateşli giyitinde.
Ansıyorum o kendinden geçmiş tutumu,
metalik yükseklikleri, o sakin suyu.
Ve yalnızca mavnadaki adam, sırılsıklam
terden, devinime geçirebilir kar'ı.
Nitratların kar'ını, dökülmüş
acının omuzları üstünden, aşağı çakılan
gemilerin kör midelerinde.
Orada işte güherçile kürekçileri, kahramanları asidin
şafağın yiyip tükettiği, boyun eğmiş
ölümün buyruğuna, korkusuzca
karşılarlar güherçilenin koca akıntısını.
Christobal, bu anı senin hakkında.
Arkadaşların kürek başında
ki sızar göğüslerine asit
ve kaatil pis koku
şişer de durur yürekleri yatay kartallar gibi,
ölünceye kadar,
ta ki sallanıncaya kadar yollarda
bozkırın viran mezarhaçlarına doğru.
Peki, daha fazla söylemeyelim, Christobal, şimdi
sadece bu kağıt var anımsatan seni, onların hepsini,
körfezdeki salapurya hamallarını, kayıkların
esmer adamlarını, gözlerim
sizlerle gündelik işlerinizde,
ve ruhum yukarı kaldıran bir kürek gibi,
kan ve kar doldurup boşaltır yan yana
çölün insan yaratıklarını.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

25 Temmuz 2014 Cuma

Dünyanın Adı Juan II

Jesus Gutierrez
(Köylü) 



Babam Genovevo Gutierrez
Monterey'de öldü, Zapata'nın
peşinden gitmişti. Geceleri kısraklar
yakınında evlerin, dumanı
hükümet birliklerinin, rüzgarda kurşunlar,
mısır tarlalarından fırtınalar.
Bir yandan öbür yana ilerlettim tüfeği,
ta Sonora'nın tarlalarına,
ara sıra uyuyorduk, ölçtük
ırmakları ve ormanları atlarla,
ölülerin arasından, savunmak için
yoksulun toprağını, fasulyeleri,
mısır unu ekmeğini, gitarı, sınıra dek
ulaştık, sadece tozduk biz;
efendilerimiz erkenden karıştırdılar bizi
ta ki tüfeklerimiz
her bir taşı vurana dek.
İşte evim, küçük bir parça
toprağım, General Cardenas'ın
imzaladığı sertifikam,
hindiler,
küçük kazlar göl kıyısında,
şimdi artık savaşılmıyor,
ne ki Monterey'de kaldı bunlar,
ve işte duvarda, yakınında
kapının asılı fişeklik,
hazır tüfek, at hazır,
savunmak için toprağı ve ekmeğimizi,
belki yarın dörtnala sürerim atı
General'im gerekli görürse eğer.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

24 Temmuz 2014 Perşembe

Dünyanın Adı Juan III

Luis Cortes 
(Tocopilla'li) 


Yoldaşım, benim adım Luis Cortes.
İşgaller başladığında yakaladılar beni
Tocopilla kentinde. Pisagua'ya sürdüler beni.
Biliyorsunuz, yoldaş, ne demek olduğunu bunun.
Bir çoğu hastalandı, diğerleri
yitirdi aklını. Burası
Gonzales Videla'nın toplama kamplarının
en kötüsüydü. Bir sabah Angel Vea'nın
öldüğünü gördüm yürek çarpıntısından.
Cömert hayatının ardından, tel örgülerle çevrilmiş
bu öldürücü kumun üzerinde,
O'nun can verdiğini görmek, korkunç bir şeydi.
Ben de kalbimden hasta olduğumu hissedince,
Garitaya'ya gönderdiler beni. Burayı bilmiyorsunuz, yoldaş.
Burası Bolivya sınırında, tepelerde bir yerdir.
Avuntusuz bir yer beşbin metre yükseklikte.
Tuzlu su verilir burada içmek için, daha da tuzludur
denizsuyundan ve doludur yaprak bitleriyle
ve kaynaşan kırmızı larvalarla.
Çok soğuk burası ve yalnızlığı örten gökyüzü
sanki üzerimize düşecekmiş gibi,
daha çok dayanamayacak yürüğimin üzerine sanki.
Gardiyan askerler bile acıdılar halimize,
ve ölmemizi buyuran emri dinlemediler,
bir sedyeye bile kıymayarak,
bağladılar beni bir katıra, ve böylece indik dağdan aşağıya:
yirmialtı saat tırmandı katır, ve bedenim
daha fazla dayanamıyordu, yoldaşım,
o yolsuz sıradağlarda, ve kalbim sanki benimle değildi,
işte nihayet buradayım,
bak şu yaralarıma, bilmiyorum ki kaç zaman daha yaşarım,
ama bunlar sizi üzüyor, bir şey daha söyleyeceğim
ama bildir, yoldaşım, o lanetlinin yaptığını halka,
O'nu acılarımız karşısında sırtlanca patlattığı
kahkahalarını doruğa çıkaran bize karşı yaptığı zulümleri,
Siz, yoldaşım, anlatın bunu, anlatın,
ne benim ölümüm ne de çektiklerimiz önemli,
bu uzun mücadelede,
ne ki bu ıstırapları bilmesi gerek halkın,
bunların bilinmesi gerek, yoldaş, unutma.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Dünyanın Adı Juan IV

Olegario Sepulveda
(Kunduracı, Talcahuano) 



Olegario Sepulveda'dır adım.
Kunduracıyım ben ve topalım
o büyük depremden bu yana.
Küçük daireli blokların üstünde kocaman bir kaya
ve dünya üstünde benim bacağımın.
İki gün bağırdım orada,
ama ağzım toprakla doluyordu
ve daha cılız bir sesle bağırmaya başladım
ölmek için uykuya dalana dek.
Deprem korkunç bir sessizlikti herkes için,
tepelerdeki dehşet,
gündelikçi kadınlar ağladılar,
tozdan bir dağ
gömdü bütün sözcükleri.
İşte görüyorsunuz beni bu şişkin ayakla,
dönmüş denize, biricik ak pak olana,
dalgaların mavisi ulaşmamalıydı
benim kapıma.
Talcahuana, basamakların kirli senin,
yoksul sokakların dar senin,
çürük tepelerindeki suların,
yarılmış kerestelerin, Şili'lilerin
öldükleri ve öldürdükleri kovukların kara.
(Ey kınsız kılıcın acıları,
sefaletin, dünyanın cüzzamlılığı,
ölülerin varoşu, suçlayıcı
ve zehirli kangren.
Denediniz mi geceleri gitmeyi limana
kasvetli Pasifik Okyanusu'ndan?
Dokundunuz mu çıbanların arasından
çocuğun eline, güle
tuz ve sidik kokan?
Kaldırdınız mı yukarı bakışlarınızı
burkulmuş merdivenlere?
Gördünüz mü pislik içindeki dilenci kadının
bir ip gibi titreyişini,
çömelişini dizlerinin üzerine
ve yukarı baktığını artık ne gözyaşının
ne de nefretin bulunduğu derinden?)
Talcahuano'da kunduracıyım ben.
Sepulveda, o büyük su bendinin üzerinde.
Ne zaman isterseniz geliniz, senyor,
yoksullar hiç kapatmazlar kapılarını.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

22 Temmuz 2014 Salı

Dünyanın Adı Juan V

Arturo Carrion
(Denizci, İquiqe kenti) 



Haziran 1948. Sevgili Rosaura, ben burada,
İquiqe'de hapisteyim; bir gömlek
ve biraz tütün gönder. Bilmiyorum
bu tantana daha ne kadar sürer.
Glenfoster gemisine bindiğimde
seni düşündüm, canları nasıl çekiyorsa
insanların üzerine öylece ateş ettikleri
Cadiz kentinden yazdım sana, o zamandan beri
Atina'da durum daha da kötüleşti;
o sabah kurşuna dizdiler hapiste ikiyüzyetmişüç delikanlıyı:
duvarların dışına taştı kan,
gördük Yunan subaylarının
Kuzey Amerika'lı şefleriyle dışarı çıktıklarını,
sırıtıyorlardı:
onların hoşlarına gidiyordu halkın kanı,
Ne ki kentin üzerindeki kara bir duman gibi
kapladı ağlayış ve acı, saklanmıştı üzünç,
sana bir kartpostal mahfazası aldığım Chiloe'de
bir hemşehriye rastladım,
küçük bir aşevi işletiyordu, ve zamanlar kötü
dedi bana, nefret büyüyor:
sonra Macaristan'da durum daha iyi olmuş,
köylüler toprak sahibi olmuş orada,
kitap dağıtılıyormuş orada, senin mektubun
elime New York'da ulaştı, ne ki herkesin düşündüğü
tek şey, kuyusunu kazmak yoksul insanın,
anlayacağın, yaşlı bir denizci gibi alınmak sarakaya
ve ben sendikaya üye olduğumdan ötürü
dalga geçemediler benimle güvertede,
aptalca sorular sorup tutuklamadan önce beni,
polis her yerde,
ve sonsuz gözyaşları ta bozkıra dek:
bu durum daha ne kadar sürecek diye
soruyor herkes, bugün patlıyor
dayak ve kötek yoksulun başında,
söylüyorlar ki ikibin kişiler Pisagua'da,
bu nasıl dünya diye soruyorum kendi kendime,
ama böyle bir soru sormaya hakkın yok
böyle diyor işte polis;
tütünü unutma,
hapiste değilse eğer Rojas'la konuş, ağlama,
o kadar çok gözyaşı var ki dünyada,
gözyaşından daha başka şeyler gerek bize,
ve şimdilik görüşmek üzere diyorum, öpüyorum
ve kucaklıyorum seni, ben Arturo Carrion,
İquiqe cezaevindeki, seni seven
kocan senin.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Dünyanın Adı Juan VI

Abraham Jesus Brito
(Halkçı Şair) 



Adı Jesus Brito'dur, Jesus yabanıl asma ya da halk,
ve gözleri aracılığıyla dönüştürdü kendini suya,
elleri aracılığıyla köklere,
tekrar tekrar ekinceye kadar O'nu orada
daha önce yaşadığı yerde, rezil taşlar arasında
tekrar filizlenmeden önce.

Ve dağlılar ve denizciler arasında güçlü
bir kuştur O, yurtsever bir semercidir O
yabanıl memleketinin narin ağaçkabuğundan yapılı:
ne denli soğuksa, o denli serin buldu O:
ne denli katıysa toprak, o denli çok yıldızın çeldi aklını:
ne denli açlık varsa, o denli çok türkü söyledi O.

Ve demiryollarının bütün dünyası açıldı
anahtarlarıyla ve asmadan liriyle O'nun,
ve dolandı durdu memleketin köpüğü boyunca,
asılı yıldızlarla süslenmiş küçük paketlerle,
O, bakırın ağacı, suladı O
her bir küçük yoncayı,
dehşete düşüren isteksizliği, yangını
ve koruyucu ırmakların kollarını.

Irza geçmelerin gecesinde tükenen O'nun sesi
ışık çığlıklardaydı,
geceleri şapkasında yığdığı
vahşice çağıldayan çanlar getirdi beraberinde,
ve yüklü bavulunda topladı
halkın kahredici gözyaşlarını.
Kumlu ara yollara saptı
güherçilenin güçten düşüren genişlikleri arasından,
sahilin sarp dağı üzerinden,
çaktı şarkının her bir çivisini
ve taş taş üstüne yükseltti dizeyi:
sonra bıraktı ellerinin izini,
damlayan yazımbilimini.

Brito, başkentin duvarları arasında,
kahvehanelerin gürültüleri ortasında,
dolandın durdun derin köklerinle
bir hacı-ağacı gibi ardında toprağın,
ta ki oluncaya dek kökler,
taş, toprak parçası ve kara madencilik.

Brito, senin haşmetine vuruldu
vurulur gibi heybetli deriden yapılma bir davula,
ve altında mavi gökyüzünün muhteşem bir ülkeydi
senin ormandan ve halktan oluşmuş hakimiyetin.

Göçebe ağaç, şakıyor şimdi senin
köklerinin altında toprağın, ve sessizlikte.
Biraz daha derinde de sen dinleniyorsun.
İşte şimdi toprağın ve yeterli zamanın var artık.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Dünyanın Adı Juan VII

Antonino Bernales
(Balıkçı, Kolombiya) 



Kırmızı kuşun ötmesi ve eskilerin
sesi, kara rüzgarların vınlayışı, enginlerin
dalgalanan suyu boyaması,
akması gibi ayın Magdalena ırmağı üzerinde
yavaşca yeşil yaprakların gezegeni üzerinde.
Her şey ırmaktır, bütün hayat ırmaktır,
ve Antonino Bernales ırmaktır.
Balıkçıdır, marangozdur, kürekçidir, ağı onaracak
iğnedir, çividir keresteye,
çekiç ve türkü, her şey Antonino'ydu,
ağır ay gibi götürürken beraberinde
ırmağın hayatından bir defineyi Magdalena ırmağı.
Bogota'nın tepelerinde, alazlar, ateşsiz,
kan, bildiriliyor, belli değil daha,
Gaitan'ın öldüğü. Yapraklar arasında
azıyor Laureano'nun kahkahaları bir çakal gibi
alazlanan ateş, halkın arasında
bir titreyiş kayıyor humma sayıklaması gibi
üzerinden Magdalena'nın.
Antonino suçlu olandı.
Kımıldamadı küçük kulübesinde.
Uyuyarak geçirdi bu günleri.
Ne ki verdi avukatlar hükmünü.
Enrique Santos kan istiyordu çünkü.
Hepsi çullandılar üstüne diplomat giysileriyle.
Düştü Antonino Bernales,
intikam ateşiyle öldürüldü,
düştü akıntıya açılmış kollarıyla,
evine döndü ırmağına, ana suyuna.
Magdelena alıp götürüyor bedenini denize
ve denizden başka ırmaklara, başka sulara,
başka denizlere ve küçük ırmaklara,
dünyayı dolanarak böylece.
Ve yeniden
giriyor Magdalena'ya, sevdiği kıyılara
açıyor kırmızı sulardan yapılı kollarını,
kayıyor gölgeler arasından, yoğun ışıkta,
ve izliyor yeniden sudan yolunu.
Antonino Bernales, kimse
izleyemez seni ırmak yatağında, ne ki düşünüyorum seni
ve duyuyorum adının bilimi sürüklediğini, böyle bir ad
ölmez hiç ve kucaklar dünyayı,
bir benzeri daha yok adlar içinde: halk.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

Dünyanın Adı Juan X

Eufrosino Ramirez
(Casa Verde, Chuquicamata) 



Tutmak zorundaydık kızgın bakır levhaları
ellerimizle ve kaldırmalıydık onları
taşınacak yere. Neredeyse ateş saçıyordu levhalar,
bütün bir dünya gibi ağırdı, yorgun argın sürükledik
mağmadan levhaları, ara sıra
düştü içlerinden biri ve parçaladı birinin ayağını,
birinin elini ve bıraktı geriye yalnızca bu kanlı parçayı.
Gringolar geldi ve dedi ki: 'Götürün onları buradan
hemen ve evine gitmelerini sağlayın'
Büyük bir zahmetle tamamladık işi
gitmek için evimize bir an önce.
Ama yeniden geldi gringolar:
"Şimdi daha az çalışıyorsunuz, anlayacağınız daha az ücret alacaksınız."
O zaman Casa Verde'de grev başladı, on haftalık
iş bırakma eylemi, ve tekrar iş başı yaptığımızda
nerede senin çalışma gereçlerin diye sorup
attılar beni sokağa. Bakın bu ellere,
bakırdan oluşmuş şu saf yumruya,
kulak verin yüreğime, sanki
çatlayacak değil mi? Bakır eziyor yüreğimi,
bir yerden başka bir yere gidecek halde değilim,
açlık, hiç bir zaman bulamayacağım halde iş arıyorum:
görünüşe göre belim bükülmüş halde gidiyorum,
sürükleyerek beni öldüren görünmez bakır levhaları.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

18 Temmuz 2014 Cuma

Dünyanın Adı Juan XI

Juan Figueroa
(İyot Madeni 'Maria Elena'dan, Antofagasta) 



Siz Neruda mısınız? Buyrun içeri, yoldaşım.
Evet, benden başka kimse kalmadı hayatta
bu iyot madeninde. Ben dayanıyorum daha.
Bozkır toprağı beklediğinden beni, daha fazla
yaşamayacağımı çok iyi biliyorum. Çünkü
her gün dört saat bu iyot madenindeyim.
Akıyor iyot bazı borulardan, ve fırlıyor dışarı
mavi renkli bir lastik gibi. Taşıyoruz onu içeri
kova kova, kundaklıyoruz onu
küçük bir bebekmişcesine. Bu arada
kemiriyor asit bizi, delik deşik ediyor,
gözlerimizden ve ağzımızdan geçiyor,
derimizden, tırnaklarımızdan.
Bu iyot madenini insan şarkı söyleyerek
terk etmez, yoldaş.
Ve papuçsuz çocuklarımız için
biraz daha fazla ücret istediğimizde,
"Moskova'dan yönetiyorlar sizleri" diyorlar bize, yoldaşım,
ve sıkıyönetim ilan ediyorlar ve kafese tıkıyorlar bizi,
sanki bizler vahşi hayvanlarız. Ve eziyet ediyorlar bize,
işte böyledir onlar, yoldaşım, bu orospu çocukları!
Bakın bana, ben en sonuncusuyum:
hani Sanchez, hani Rodriguez?
Polvillo kentinde çürüyüp gittiler tozun altında.
En sonunda ölüm verdi onlara her zaman istediklerini:
yüzleri şimdi maskelidir iyotun zararlarına karşı.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

17 Temmuz 2014 Perşembe

Dünyanın Adı Juan XII

Huerta Usta
('La Despreciada' Madeni'nden, Antofagasta kenti) 



Kuzey'e giderseniz eğer, bayım,
'La Despreciada' madenine uğrayın
ve Huerta Usta'yı sorun.
Çok uzaktan görünmez hiçbir şey
kül renkli kum tarlalarından başka.
Sonra gözleriniz takılır binalara,
halata, taş yığınlarına.
Bitkinlik ve acılar
görünmez orada, toprak altında
daha bir semirirler çünkü kırarken insan varlıklarını,
ya da dinlenirler orada, yayılarak,
dönüşürken sessizliğe.
Maden filizini kazırdı Huerta Usta.
Bir doksanbeş boyundaydı.
Maden damarı saklar kendini derine
maden filizini meyilli duvarlardan bulup çıkarana
picano da derler,
beşyüz metre derinde,
kalçaya kadar su içindeyken,
vurur da vurur kazmayı picanolar.
Cehennemini her bir kırksekiz saatte
terkedebilir ancak,
kayadaki, karanlıktaki
ve çamurdaki bor madeni iliği açtığında
aktığında damardan hızla.
Huerta Usta, en büyük picano,
sanılırdı ki doldururdu maden ocağını
omuzlarıyla. Şarkı söyleyerek
inerdi madene bir kaptan gibi.
Dehşetle çıkardı madenden, sapsarı,
ezik büzük, kupkuru, ve gözleri
bakardı ölü bir adamın gözleri gibi.
Sonra sürüklerdi kendi kendini bir uçtan bir uca.
Aşağıda maden ocağında daha fazla tırmanamıyordu.
Antimon yiyip tüketmişti barsaklarını.
O denli zayıflamıştı ki, korkadınız.
Yürüyemiyordu artık.
Bacaklarına batırmışlardı sanki
sipsivri iğneleri, ve çok uzun boylu
olduğundan, açlıktan arta kalmış
bir hayalete benziyordu,
dilenmeden dilenci olmuş gibiydi, anlayacağınız.
Daha otuzunu bile tamamlamamıştı.
Sorun nerede gömüldüğünü.
Kimseler söyleyemez size,
çünkü kum ve rüzgar deviriyor mezar taşlarını
ve sürüklüyor sonra da öteye.
Orada, 'La Despreciada'da
köle gibi çalışmıştı Huerta Usta.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Dünyanın Adı Juan XIII

Amador Cea
(Coronel'den, Şili, 1949)



Tam da babamı tutuklamışlardı ki
oylarımızla seçtiğimiz başkan geçti buradan
ve hepimizin özgür olduğunu söyleyince
yaşlı babamın serbest bırakılmasını istedim.
Alıp götürdüler beni, bütün bir gün patakladılar sonra.
O kışlada kimseyi tanımıyordum. Hatta bilmiyorum
yüzlerini anımsayıp anımsayamadığımı. Polisti bunlar.
Baygın düştüğümde kova kova su döktüler üstüme
ve tekrar başladılar dövmeye acımasızca.
Akşam evlerine gitmeden önce sürüklediler beni
bir banyoya
ve tıktılar kafamı
dışkı dolu bir kovaya. Neredeyse boğulacaktım.
'Haydi git de sana özgürlüğü bir armağan gibi
sunacak Başkan'dan özgürlük iste' dediler.
Unufak olduğunu hissediyorum her yanımın, işte bak
kırdılar kaburga kemiğimi.
Ama içim olduğu gibi, yoldaş.
Öldürmeden ezemezler bizi.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

15 Temmuz 2014 Salı

Dünyanın Adı Juan XIV

Benilda Varela
(Üniversite kenti Conception, Şili, 1949) 



Çocuklarıma yemek yaptım ve dışarı çıktım
Lota'daki kocamı görmek için.
Bildiğiniz gibi polislerin hükmü geçer orada
ve onlardan izin alınmadan giremez kimse oraya.
Yüzüm hoşuna gitmedi onların. Buyruğu üzerine
Gonzales Videla'nın, birilerini içeri almadan önce
çektiler O'nun söylevlerini, sadece
korksun diye halkımız. Ondan sonrası şöyle:
tuttular beni, soydular çırılçıplak ve yere çaldılar.
Baygın düşmüşüm. Kendime geldim toprağın üstünde
yatarken ve kanarken bedenim
nemli bir çarşafın üstünde.
Tanıdım işkencecilerden birini:
Victor Molina'ydı bu haydut.
Daha gözlerimi tam açamadan vurdular tekrar
kauçuk bir copla. Mosmor kesilmiştim kandan
ve kımıldayamadım.
Beş kişiydiler, ve bir bavula vurur gibi
vurdular bana.
Ve bu işkence altı saat sürdü.
Eğer ölmediysem
bu haydutlar yeryüzünden silininceye kadar
savaşmak zorundayız
demek içindir sizlere.
Birleşmiş Milletler'de
O'nun 'özgürlük' konulu konuşmalarının
keşke içyüzünü anlayabilse halk,
kadınları tekmeleyip öldürürken cellatları mahzenlerde
olmazken kimselerin haberi.
Burada bir şey olmadı, diyecekler, ve Don Henrique
Molina konuşacak bize 'ruhun' zaferinden.
Ancak bu böyle sürüp gidemez.
Bir hayalet dolanıyor dünyada, ve dövsünler bakalım
mahzenlerde bizleri.
Suçlarını ödeyecekler teker teker.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Dünyanın Adı Juan XV

Calero, Muz bahçesinde İşçi
(Costa Rica, 1940)


Seni tanımıyorum.
Falla'nın yazdığı kitapta okudum hikayeni,
kar tenli dev, örselenmiş, parçalanmış ve evsiz çocuk.

Uçuyor gülüşün bu sayfalardan ve o kasvetli çamurdaki,
yağmurdaki ve terdeki şarkılar muz işçileri arasından.
Yoldaşlarımız için amma da hayat, amma da ölü bir sevinç
bu kahrolası ekmek için amma da emek gömülü,
bu sefil meskenin altında amma da şarkı çatladı,
amma da çok insan armağanını heder etti insan!

Ama dünyayı değiştireceğiz biz. Senin şen gölgen
dolanmayacak artık
çamur gölünden çamur gölüne, çıplak ölüme doğru.
Birleşmiş ellerimizle değiştireceğiz
seni yeşil kubbesiyle örten geceyi.

(Bu ellerle ve diğerleriyle birlikte hızla kuran
ve düşen ölülerin elleri, gömülmüş demir mağmasıyla
And Dağı'nın yüceleri gibi mühürlenmiştir) .

Hayatta kalıp da ışıklı düzenini kursun diye soyun
değiştireceğiz hayatı.


Pablo Neruda
La tierra se llama Juan
Canto General

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Kuşun Ölümü

Kuş damdan düşünce
sarışın bir yürüyüşüdür artık ölümün
bir yağmurdur açılan kuraklığa
bir yağmurdur kulübesi nisandan
ve onun ayaklarına dolanan o gökyüzü
kansız yüzleridir diri kuşların
kuş düşünce damdan

kuş düşünce damdan
kızlar saçlarıyla ölümü düşünürler
uzun bacaklı tanrılar koşuşur sokaklarda
kuş öldü herkes mi arıyor
gençlik mi yürüyor herkese ve mi arıyor
onun gözlerini satılan çarşılarda
kuş öldü kanadının altındaki o yara
yağmurun karanlığını getiriyor geceye
yağmurun ırmaklarını getiriyor geceye
kuş öldü
küçücük bir yorgunluktu ölmeden önce

öldü, kim ısıtır artık onun ellerini
suların aynasında üşüyen ellerini
suların saygısıyla üşüyen ellerini.


İsmet Özel