Şiir, Sadece

10 Aralık 2016 Cumartesi

Yakarı

Kafalar ver bize ateş olsun kor olsun
Göksel yıldırımlarla yanmış kafalar
Uyanık kafalar adamakıllı gerçek kafalar
Yansıyarak senin varlığından gelsin

İç'in göklerinde doğurt bizleri
Sağnaklı uçurumlarla delik deşik
Ve bir esrime dolaşsın içimizi
Bir cırnakla akkor halindeki

Açız işte açız doyur bizi
Yıldızlar arası sarsıntılarla
N'olur göksel lavlar aksın
Kan yerine damarlarımızda

Ayır bizi böl parçala bizi
Ateşten ellerinin keskin yanıyla
Ölünen o yeri ölümün de uzağında
Aç işte üstümüze o alev kubbeleri

Silkele beynimiz sarsılsın
O senin görgün ve yordamın içre
yeni bir tufanın pençeleriyle
Bozulsun zekamız alt üst olsun


Antonin Artaud
Çeviren: Cemal Süreya

Dada Türküsü

bir dadacının türküsü
yüreğinde dada olan
çok yoruyordu motorunu
yüreğinde dada olan

asansör bir kral taşıyordu
ağır, narin, bağımsız
kesti kocaman sağ kolunu
yolladı onu Roma'daki papaya

bu yüzden
asansörün
dadası yok/yüreğinde artık

çukulata yiyiniz
beyninizi yıkayınız
dada
dada su içiniz



Tristan Tzara
Çeviren: Ergin Ertem

Üç Öğleler Arabistanında

Üç öğleler Arabistanında
Timsah yüzlü kulelerde
O pırıl pırıl tenin Arabistanında
O kara kara düşlerin sarığında

Çanlarda öten ateş
O kapalı yavan gecelerde
Kızların dilleri tutuk
Suyunki tatlı

Ateş yalıyor aynaları
Uyuyan kadınların yüzleri
Yanıp duruyor boyuna
Sabahın turunculuğunda

Bu on paralık memleket için

Belleğimiz boşalıyor
Hatırı için bu alevin bu karın

Kör yelesinin altında
Habire koşuyor açgözlü alev
O canım parıltısı suların
Gelecek suları peşinde

Haydi çocuğum uyu sen atım
Şehirlerin gürültüsünü bastıracak
O acı daha tam değil
Dürüst ellerinde tepelerin


Tristan Tzara
Çeviren: İlhan Berk

Bir Yunan Şafağı

İşte kum işte vücudum
İşte mermer ve ırmak
Sayıların çınladığı masanın üstünde
Ay yüzlü şarap bardağı
Ve içinize işleyen kristalin sesi

Toprak kötü uykuyla dolu
Siyah gülüşün alevi altında ezilmiş zeytin ağacı
Oraya deniz alayını saçar
Daima muzaffer olduğunu bildiğinden

Artık kalmadı gökte kara damarlar
Ve macera yaprakları
Dallanmış flüt üstünde
Sevgililerin kucaklaşmaları
Neşeli oyunların arasından
Zalim gururları zehirlenmeye gidecek

Fakat çürüdü hayal
Başkalarının kanına girdi yerleşti
Barikatlar tüfekler
Ve Avrupa kayalıkları
Parçaladılar rüyayı
Ayrık pençeler

İşte son usare
Yanan ince köklerden
Ateşli parmak uçlarına dek
Gösterir insanlara bu aydınlığı
Çocuğun çığlık hülyası kurduğu
Ufka kadar toprak toprak

Maj kralları yeni doğumlara koşmada
Dağa çıkmış dedi ki
Ateşleri çoktan yanmış onların
Karanlığın görünen kalbinde
Yanıklaştı davet
Şehirlerin yanağına kan çıkıyor

Bir adam şarkı söyler sokakta
Işıklara bezenmiş gözyaşları
Savrulan rüzgarlarla
Körlerin maskesi altından


Tristan Tzara
Çeviren: Nezih Cansel - Erol Cansel

9 Aralık 2016 Cuma

Su Havası

1934'ün güzel yarıgününde
Hava görklü bir güldü barbunya rengi
Ve yaprakları sigara kağıdından bir ağaçla başlardı orman
Ben içine dalmaya hazırlanınca
Çünkü seni bekliyordum
Ve benimle gelirsen
Nereye olursa olsun
Gümüşün üzerine kazılı nakıştır ağzın
Yaygın ve kırık mavi tekerleğin durmadan yükselerek
Beni karşılamak üzere yarışıyordu tüm büyüler
Bir sincap yüreğime ak karnını yaslamaya koşmuştu
Nasıl duruyordu orada bilmiyorum
Ama toprak suyunkilerden daha da derin yansılarla doluydu
Sanki kabuğunu parçalamıştı maden sonunda
Ve sen o korkunç değerli taşlar denizine uzanmış
Dönüyordun
Çırılçıplak
Bir büyük donanma fişeği güneşinin içinde.
İndirdiğini görüyordum ışınlılardan yavaş yavaş
Deniz kestanesinin kabuklarını bile oradaydım
Bağışla orada değildim ben artık
Başımı kaldırmıştım ak kadifeden canlı mücevher kutusu bırakıp
gitmişti çünkü beni
Ve hüzünlüydüm
Yaprakların arasından gök parıldıyordu bir yusufçuk böceği
gibi katı ve dalgın
Kapamak üzereydim gözlerimi
Birden birbirinden uzaklaşmış olan korunun iki eteği devrilip
yıkıldığında
Gürültüsüz
Uçsuz bucaksız bir inci çiçeğinin iki orta yaprağı gibi
Bütün geceyi içinde saklamaya yeterli bir çiçek gibi
Şimdi beni gördüğün yerdeydim
Havada bir çan gibi duran kokuda
Değişen hayata dönmeden önce her gün yaptıklarınca
Zaman buldum dudaklarımı koymak için
Senin çam kalçalarına


Andre Breton
Çeviren: Attila Tokatlı

Uyanıklık

Şu sallanıp duran Saint-Jacques kulesi Paris'in
Ayçiçeğine benziyor
Seine nehri gelip çarpıyor bazen ve yavaşça kayıp geçiyor
gölgesi o motorların arasından
Tam bu sırada parmaklarımın ucuna basıp uykumda
Uykumda o uzanıp yattığım odaya giriyorum
Ateşe veriyorum odayı
Hiçbir iz kalmasın diye benden bu zorla alınan eremimden
hiçbir şey
O zaman bana kardeş kardeş bakan aynı boydaki hayvanlarla
yer değiştiriyor eşyalar bakıyorum
Bakıyorum aslanların yelelerinde ömürlerini tüketen
sandalyalar bakıyorum
O beyaz karınlı köpek balıklar çarşafların titreyen o son
küllerine karışıyor onlarla bir oluyor
Aşkın gelip çattığı saatte o mavi gözkapaklarının saatinde
Yanma sırasının bana geldiğini görüyorum, görüyorum o hiç
olmuş görkemli deliğini nice şeyin
Vücudum olmuş şeyi
O deliği kara leyleğin sabırlı gagalarıyla araştırdığı
ateşler arasından
Her şey bitince gizlice Nuh'un gemisine giriyorum
Aldırmıyorum artık çok uzaklardan insanlar geçiyormuş ayak
seslerini duyuyormuşum aldırmıyorum artık
Göbeği yağmurlarla kesilmiş ak dikenlerin arasından
Görüyorum kılçıklarını güneşin
O suç ortakları olan yoklukla varolmanın tırnağı altında
Büyük bir yaprak gibi duyuyorum yırtılışını o insancıl çamaşırın
Bütün o işçilikler solup gidiyor bir kokulu dantel kalıyor
onlardan sade
Bir kokulu dantel kabuktan canım bir göğüs biçiminde
Bunca şeyin bir yüreğine dokunabiliyorum artık
İpi tutuyorum bir


Andre Breton
Çeviren: İlhan Berk

Kül Kağıdı

Sıkılacak kuşlar
Bir şey unutmuşsam eğer
Okulun paydos çanını çalınız denizde
Adını hodam çiçeği korduk

Yarışın çözümünü vermekle başlıyoruz işte
Bir kadın elinde kaç damla gözyaşı toplanabileceğini öğrenmek
isteriz:

1) mümkün olduğu kadar küçük
2) orta boy bir elde

Bu yıldızlı gazeteyi buruştururken
Ve sonrasız tenler bir kez dağların tepelerini ellerine geçirdikten
sonra
Vanucluse'de bir vahşi gibi küçük bir evde oturuyorum

Sürgüne mahkum yürek.


Andre Breton
Çeviren: İlhan Berk

8 Aralık 2016 Perşembe

Acının Başkenti

Gözlerinin eğrisi dolanıyor yüreğimi,
Bir raks bir dinginlik çemberi,
Zamanın aylası, gece beşiği ve güvenli,
Ve eğer hiçbir şey kalmadıysa aklımda yaşadığımdan
Gözlerinin her zaman görmediğindendir beni.

Yaprakları günün ve pembe şarabın köpüğü,
Rüzgarın sazları, kokulu gülücükler
Işık dünyasını saran kanatlar,
Gökyüzü ve deniz yüklü gemiler,
Gürültü avcıları ve renk kaynakları.

Tanların kuluçka yatağından doğan kokular
Yıldızların şamanı üzerinde yatan
Saflığa bağımlı gün gibi tıpkı
Dünya da bağımlıdır senin tertemiz gözlerine
Ve akar bütün kanun bakışlarında senin.


Paul Eluard
Çeviren: Özdemir İnce

Düşlerinde Gördükleri Kadına

Bu şiir ikinci Dünya Savaşı esirleri için yazılmıştır


Beş yüz bini siyasi
Dokuz yüz bini esir
Bir milyon işçi

Uykuların sultanı
İnsan gücü ver onlara
Yaşama sevinci ver

Dünyaları zifiri karanlık
Ver öpüşünü aşkın
Acılarına karşılık

Uykuların sultanı
Hemşire ana evlat
İri memeli avrat
Yurdumuzu ver onlara
Yaşamaya tutkun memleketi
Öyle sevdikleri gibi

Şarapları olsun altın rengi
Tarlada ekin bereketi
Çocuklar muzip yaramaz
Beyaz çiçekli yemiş ağaçları kadar
Uslu akıllı ihtiyarlar

Kadınların olsun kafa dengi

Beş yüz bini siyasi
Dokuz yüz bin esir
Bir milyon işçi

Uykuların sultanı
Akçıl gecelerin siyah karı
Solgun bir kızıllık içinde
Ağarırken tanyeri
Yeni yolu gösterir onlara
Salaş hapishanelerde yatanlara

Gözleriyle gördüler felaketi
Cengi açlığı dehşeti
Gene de ayaktalar dimdik
Çünkü yaşamaları lazım
Faziletle delik deşik
Kurşunlarla delik deşik

Huzurun sultanı
Uyanışın sultanı
Hürriyet ver onlara
Utançsa bize kalsın
Biz utancı yıkmak için
Utanca güvendik


Paul Eluard
Çeviren: Oktay Rıfat

Bir Karanlık Ayna İçi

Hıncahınç bir kenar mahalle
Üstünde aylar sultanı ağustos günlerinden
Kıvıl kıvıl bir hale

Namus sözümüzden bu çember
Duramaz olmuş yerinde
Öfkemizden döne döne yanar

Burası Bazilika sokağı
Bu bir okulun sokağa bakan yüzü
Kurşunlardan böyle çiçek bozuğu

Kala kala bunlar kaldı çiçekten yana
Açmış duvarları üstünde felaketin
Bulanıp insan teninin beyazlığına

Bazilika sokağının göbeğinde
Duvarlar bizden yana olmuş
Yediveren bir damga üzerlerinde

Hürriyet aşkıyla oyulmuş.


Paul Eluard
Çeviren: Oktay Rıfat

7 Aralık 2016 Çarşamba

İyiye

Gün vadiye bastırmış toptan
Bir sepetten taşan meyveler gibi

Ateşe ateş güne gün
İnsan ışık bilir hurda kendini
Yerin üstünde gökse
Apaçık görmek isteğidir olup biteni

Damlasından geçemeyiz ümidin
Hayal kurmadan kış geçirmeye yokuz

Güneşsiz gün yok bizim için
Bahara inanmışız yakın demektir
Bir göz atımı yakın
Kör değiliz.

Aşk kıyısı Hak kıyısı bize
Ve elimizin emeği

Irmağımız tutmuş yolunu
Kalp de o boğaz da o dil de o ses de o
Mana yüklü durmaz gider
Arzusu yüklü büyük geleceğin
Saadete hasret beden içinde.


Paul Eluard
Çeviren: Orhan Veli

İspanya'da

Kan rengi bir ağaç varsa İspanyada
Hürriyet ağacıdır

Susmayan bir ağız varsa İspanya'da
Hürriyeti haykırır

Bir bardak saf şarap varsa İspanya'da
Milletin olmalıdır.


Paul Eluard
Çeviren: Orhan Veli

Asıl Adalet

İnsanlarda tek sıcak kanun,
Üzümden şarap yapmaları,
Kömürden ateş yapmaları,
Öpücüklerden insan yapmalarıdır.

İnsanlarda tek zorlu kanun,
Savaşlara, yoksulluğa karşı
Kendilerini ayakta tutmaları,
Ölüme karşı yaşamalarıdır.

İnsanlarda tek güzel kanun,
Suyu ışık yapmaları,
Düşmanı kardeş yapmalarıdır.

Hep var olan kanunlardır bunlar,
Bir çocukcağızın ta yüreğinden başlar,
Yayılır, genişler, uzar gider
Ta akla kadar.


Paul Eluard
Çeviren: A. Kadir

6 Aralık 2016 Salı

Karartma

Kapılar tutulmuş neylersin
Neylersin içerde kalmışız
Yollar kesilmiş
Şehir yenilmiş neylersin
Açlıktır başlamış
Elde silah kalmamış neylersin
Neylersin karanlık bastırmış
Sevişmezsin de neylersin.


Paul Eluard
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu

Giz

Çan bomboş
Dil yok kuşlarda
Her şeyin uyuduğu yuvada
Saat dokuz

Kıpırtı yok toprakta
Göğüs geçiriyor sanki biri
Gülümsüyor dersiniz ağaçlar
Damlalar tiril tiril dal uçlarında
Bir bulut delip geçiyor geceyi

Adam türkü söylüyor kapı önünde
Sessizce aralanıyor pencere



Pierre Reverdy
Çeviren: Tahsin Saraç

Paris-Noel

Mont Blanc'a yağıyor
Ve bir çan çalıyor kocaman
Karanlık basıyor aşağıda bir yığın insan
Kalpler tutuşuyor ateşle örtülü kalpler
Derin bir göle dolaşıp duruyor çevresinde Sacre-Coeur'ün
İşte Montmarte
Ay değirmi
Yuvarlak yüzün gibi
En çetin alevler çağında
Günlerimizin
Küçük bir yıldızı var her birimizin
Akıp giden yol
Yol karanlıktır gök aydınlık
Yukarda uzun beyaz gömlekli bir adam
Sabahlara dek uykusuz tek başına
Pazar öbür gün nasıl olsa
Çıraklar gözükmeden bu evden
Herkes sevinçli
Çiçeği burnunda bir mutluluk
Geniş meydanlar dünyanın tersine
Koşuyor aptallar koşuyor
Artık görmek istemiyorlar geçenleri
Olan olmuş geçen geçmiş
Dibindeki kımıldayan gölgelerin
Çıplak başlı bir adam çıkıyor
Güneş vurmuş başına
O görülmeyince de-bir bayramdır gidiyor
Gece yarısı
Önde bir adam yürüyor adamın ardında biri
Seine nehri orada
Ayak sesleri geliyor sularından
Kalanlar gecelerin koynuna siniyor.


Pierre Reverdy
Çeviren: Abdullah Rıza Ergüven

5 Aralık 2016 Pazartesi

Övgüler

Ey!.. Sen ey ne denli övsem yeri!
Sarı eller altındaki alnım,
andığın olur mu hiç o gece terlerini?
O ateşler içinde geçen yarı geceyi, o boş, anlamsız,
o sarnıç tadında?

Sabah koylarında kişiyi şıkır şıkır oynatacak
O tiril tiril mavi tan çiçeklerini?
O sivrisinek vızıltısı gibi sessiz öğleyi,
Ve o renkler denizinden fırlatılan okları? ..

Sen ey! Sen ey ne denli övsem yeri!
Çalgılı kocaman gemiler vardı rıhtımda;
bakam ağaçları dolu burunlar; ve pırıl pırıl yaban yemişleri ...
Peki N'oldu rıhtımdaki o çalgılı kocaman gemiler?
Hurma dalları!. o eski günlerde
Görülmez yolculuklara saplanmış, o pek saf bir deniz
meyvelikler üstünde kat kat yükselen bir gök örneği
gırtlağına dek dolardı; kuşlar, altın meyveler
ve mavi balıklarla.

O günlerde daha bir gösterişli doruklardan saçılan güzel
kokular

bir başka çağlardan bir hava estirirdi;
ve o kalın kabuklarıyla pek böbürlenen
babamın bahçesindeki bir o tarçın ağacıyla
başı dönmüş bir evren, kendinden geçip sayıklardı.
Ey ... Sen ey ne denli övsem yeri! Ey tükenmek bilmez masal.
ve ey bolluk sofrası!


Saint-John Perse
Çeviren: Tahsin Saraç

Türkü

Tunç yapraklar altında bir tay doğuyordu. Etli ve acı
yemişler doldurdu avuçlarımıza bir adam. Yabancı. Oradan
geçen. Ve işte başka illerden tam istediğim bir ses.
"Yılın en büyük ağaçlarından biri altında selamlarım
sizi, kızım."

Güneş aslan burcuna giriyor çünkü ve Yabancı tıkadı
parmağıyla ölülerin ağzını. Gülen. Ve bize bir ottan
söz eden. Öf! Ne de çok yel var taşra kentlerinde!
Ne rahatlıkmış meğer yollarımızda! Borazan bayıldığım
şeydir benim ve kanatların haydudunda büyük bir bilgedir
tüy!.. "Canım benim, koca kız, bizimkilere benzemeyen
hayalleriniz vardı sizin:'

Tunç yapraklar altında bir tay doğdu. Etli ve acı yemişler
doldurdu avuçlarımıza bir adam. Yabancı. Oradan
geçen. Ve işte bir gümbürtü koca tunç ağaçta. Zift ve
güller, türkünün bağışı! Flüt sesleri ve gök gürültüsü
odalarda! Ah! Ne büyük rahatlık yollarımızda! Ne de
çok olup biten bir yıl içinde ve Yabancı yeryüzünün
tüm yollarında hem kendi bildiğince!.. "Selamlarım seni,
kızım, yılın en güzel giysileri içinde."


Saint-John Perse
Çeviren: Tahsin Saraç

Sibirya Ekspresi ve Fransalı Küçük Jeanne İçin Düz Yazı

Daha ilk gençliğimi sürüyordum o zamanlar ben
On altısında var yoktum pek bir şey de anımsamıyordum nicedir
çocukluğumdaki günlerden
On altı bin konak uzaktaydım doğduğum yerden
Moskova'da bin üç çan ve yedi gar kentindeydim
Ama yedi garı da görmüyordu gözüm bin üç çanı da
İlk gençliğim o sıralar öyle coşkulu öyle delifışekti ki
Yüreğim ikide bir tutuşuyordu Efes tapınağı gibi ya da
Moskova'nın Kızıl Alan'ı gibi
Güneş batınca.
Ve eski yolları aydınlatıyordu gözlerim.
Çok da kötü ozandım daha
İşin sonuna dek varamıyordum.

Kremlin bir kocaman Tatar çöreği gibiydi
Altın kırıntılı
Apak katedrallerin büyük büyük bademleriyle
Ballı altınıyla çanların ...
Novgorod öyküsünü okuyordu bana yaşlı bir keşiş
Susuzdum
Ve çözmeye çalışıyordum köşemsi biçimleri
Derken, birdenbire, alanda güvercinleri havalanıyordu Kutsal
Ruh' un
Ellerim de havalanıyordu albatros gürültüleriyle
Ve bunlar aklımda kalan son izleriydi son günün
En son yolculuğun
Ve denizin

Çok kötü bir ozandım gene de.
İşin sonuna dek varamıyordum.
Açtım
Ve bütün günleri bütün kadınları kahvelerde bütün bardakları
Birer birer içip kırmak isterdim
Bütün vitrinleri de bütün sokakları da
Bütün evleri de bütün yaşamları da
Bozuk kaldırımlar üstünde fırıl fırıl dönen bütün araba
tekerleklerini de
Bir demir fırınına daldırmak isterdim
Ve bütün kemikleri un ufak etmek
Bütün dilleri koparmak
Ve beni çılgına döndüren giysileri altındaki bütün o büyük,
yadırgı, çıplak gövdeleri eritmek ...
Gelişini seziyordum Rus devriminin büyük, kızıl İsa'sının ...
Ve tıpkı kor gibi açılan
Pis bir yaraydı güneş.

Daha ilk gençliğimi sürüyordum o zamanlar ben
On altısında var yoktum hiçbir şey de anımsamıyordum nicedir
dünyaya gelişimden
Alevlerle beslenmek istediğim Moskova'daydım
Ama ne gözlerimi donatan garlar ne kuleler yetiyordu bana
Sibirya'da top gürlüyordu, savaş vardı
Açlık soğuk veba kolera vardı
Çamurlu suları milyonlarca cesedi sürüklemekteydi Amur'un.
Kalktığını görüyordum bütün son trenlerin bütün garlarda
Artık kimse yola çıkamıyordu çünkü bilet verilmiyordu kimseye
Giden askerlerse hep kalmak isterdi ...
Novgorod öyküsünü okuyordu bana yaşlı bir keşiş.

Ben, hiçbir yere gitmek istemeyen kötü ozan, her yere
gidebiliyordum gene de
Satıcıların bile oldukça parası vardı
Denemeye gitmek için zengin olmayı.
Trenleri sabahtan kalkıyordu her cuma günü.
Çok ölü var deniyordu.
Kimi guguklu Kara-Orman saatleri götürüyordu yüz sandık da
çalar saat
Kimi şapka kutulan, yuvaklar ve bir takım Sheffield açacağı
Kimi de konserve kutulan ve zeytinyağlı sardalyeler dolu Malmo
tabutları
Bir de çok kadın vardı
Kiralık bacak araları tabut olmaya da yarayabilen
Kadınlar
Hepsi de vesikalıydı
Çok ölü var deniyordu oralarda
İndirimli fiyatlarla yolculuk ediyorlardı
Hepsinin de hesabı carisi vardı bankada.

Derken, bir cuma sabahı, benim de geldi sıram
Aralık ayındaydık
Kharbine giden gezgin bir kuyumcuya eşlik etmek için yola
çıktım ben de
Ekspreste iki yerimiz otuz dört sandık da Pforzheim mücevherimiz
vardı
Alman işporta malı "Made in Germany"
Bana gıcır gıcır giysiler almıştı ve trene binerken, bir düğmemi
yitirmiştim
-Anımsıyorum, anımsıyorum, bunu sonra sık sık düşündüm- 
Sandıkların üzerinde yatıyordum bir de bana verdiği nikelajlı
brovnikle oynayabildiğim için diyecek yoktu keyfime.

Çok mutluydum hiçbir şeyi taktığım yoktu
Haydutluk oynadığımı sanıyordum
Golkonda gömüsünü çalmıştık da
Saklamaya gidiyorduk, Sibirya ekspresine sığınıp, yeryüzünün öte
yanında
Jules Verne'in cambazlarına saldırmış Ural hırsızlarından korumalıydım
bu hazineyi
Kunguzlardan, Çin boksörlerinden
Büyük Lama'nın kudurmuş küçük Moğollarından
Ali Baba ve kırk haramilerden
Adamlarından o korkunç Hasan Sabbah'ın
Daha çok da en yenilerden
Otel hırsızlarından
Uluslararası ekspreslerdeki uzmanlardan daha çok.

Ama gene de gene de
Bir çocuk gibi üzgündüm
Trenin salıntıları
Amerikalı ruh hekimlerinin ''iliksi demiryolu"
Kapıların gürültüsü donmuş raylar üstünde gıcırdayan dingillerin
sesi
Altın yolu geleceğimin
Tabancam piyano ve bitişik bölmede kağıt oynayanların sövüp
sayması
Jeanne'ın yanımda oluşu bu yaman durum
Aralıkta sinirli sinirli gezinen geçerken de bana bakan mavi
gözlüklü adam
Kadınların hışırtısı
Buharın ıslığı
Ve tekerleklerin sonugelmez gürültüsü gökteki yol çukurlarında
Camlar buz içinde
Yok doğa!
Ve geride Sibirya ovaları alçak gök ve bir inip bir çıkan
Taciturne'lerin koca koca gölgeleri
Yatmıştım rahatça
Alaca
Bir örtüye yaşamım gibi
Yaşamımsa tutmuyor bu damalı örtüden
Daha bir sıcak beni
Ve son hızıyla yol alan bir ekspresin yel siperliğinde belirmiş
bütün Avrupa
Daha zengin değil yaşamımdan
Zavallı yaşamımdan
Bu örtü
Altın dolu sandıkların üstünde taraz taraz
O kendileriyle yuvarlanıp gittiğim
Düş kurduğum
Sigara tüttürdüğüm sandıkların üstünde
Ve evrenin tek alevi
Zavallı bir düşünce ...

Yaşlar yükseliyor bağrımdan
Sevgi'yi, sevgilimi düşünsem;
Öyle solgun, lekesiz, bir genelevin dibinde
Bulduğum bir çocuktur o daha.

Bir çocuktur o daha sarışın, güleç, üzgün,
Gülümsemez hiç, ağlamak nedir bilmez;
Ama gözlerinin dibinde, dalmanıza ses çıkarmazsa,
Görürsünüz bir tatlı, gümüş zambağın, ozan çiçeğinin titrediğini.

Tatlıdır, dilsizdir, hiç de gücenmez, yalnız
Uzun uzun ürperir yaklaşırsanız;
Bense yanına gelsem şurdan hurdan, eğlenceden,
Bir adım atar da gözlerini kapatır - bir adım daha.
Çünkü sevgilimdir o benim, öbür kadınlarsa
Büyük, alev gövdelerin üstünde altın giysilerdir olsa olsa,
Zavallı sevgilimse yapyalnız,
Çırılçıplak, yok gövdesi - yoksul mu yoksul.

Tertemiz bir çiçektir, incecik,
Ozanın çiçeği, bir zavallı, gümüş zambak,
Çok yalnızdır, çok üşümüştür, bir de solmuştur ki şimdi
Gözlerime yaş dolar halini düşünsem.

Ve geçmiş yüz binlerce gecenin bir eşidir bu gece karanlıkta bir
tren süzülüp gitti mi
- Kuyrukluyıldızlar düşüyor-
Ve kadınla erkek hem de genç, sevişerek eğlenirlerken.

Yırtık çadırına benziyor gök küçük bir balıkçı köyündeki yoksul
bir sirkin
Flandre'da
İsli bir lambadır güneş
Ve bir trapezin tam tepesinde ay yerine durur bir kadın.

Klarnet trombop. keskin bir flüt ve besbeter bir davul
Ve işte beşiğim
Beşiğim
Hep yanında dururdu piyanonun annem Madame Bovary gibi
Beethoven'in sanatlarını çalarken
Çocukluğumu Babil'in asma bahçelerinde
Ve okuldan kaçıp garlarda, kalkmak üzere olan trenlerin önünde
geçirdim
Derken, bütün trenleri ardımsıra koşturdum
Bale-Tombuktu
Auteil'deki Longchamp'taki at yarışlarında da oynadım
Paris-New York
Derken, bütün trenleri bütün yaşamımca koşturdum
Madrid-Stockholm
Tutuştuğum bütün bahisleri yitirdim
Kala kala bir Patagonya kaldı, Patagonya, sonsuz üzüntüme
yaraşan Patagonya ve bir yolculuk Güney denizlerinde
Yoldayım
Her zaman yoldaydım
Yoldayım Fransa'nın küçük Jehanne'ayla
Tren kötü bir sıçrayıp düşüyor bütün tekerlekleri üstüne
Tren düşüyor tekerlekleri üstüne
Tren boyuna düşüyor bütün tekerlekleri üstüne

"Söyle, Blaise, uzak mıyız çok Montmartre'dan?"

Kaygıları unut
Kaygıları
Yol boyunca hep çarpık çatlamış garlar
Asılıp kaldıkları telgraf telleri
Kıpraşarak kaşını gözünü oynatan ve onları boğazlayan direkler
Acımasız bir elin canını yaktığı bir armonika gibi toplanıp açılıp
toplanıyor yeryüzü
Gök yırtıklarında kudurmuş lokomotifler
Kaçışıyor yer yer
Ve çukurlarda
Başdöndürücü tekerlekler ağızlar sesler
Ve ardımızdan havlayan felaket köpekleri
Şeytanlar boşanmış zincirlerinden
O demir hurdaları
Bozukdüzen bir uyum her şey
"Tıkır-tukur-tıkır"ı tekerleklerin
Çarpmalar
Sıçramalar
Bir fırtınayız şimdi bir sağırın kafatasında. ..

"Söyle, Blaise, uzak mıyız çok Montmartre'dan?"

Evet dedik ya canım, sinirlendirme beni, biliyorsun, çok uzaktayız
Lokomotifin içinde böğürüyor cehenneme dönmüş çılgınlık
Kızgın korlar gibi dikiliyor yolumuzda veba kolera
Kıyasıya savaşta gözden yitiyoruz bir tünelin içinde
Bozguna uğramış bulutlara sataşıyor açlık, orospu
Ve kokuşmuş ölü yığınlarında savaşların dışkısı
Bak onlara, bak da yap yapacağını...

"Söyle, Blaise, uzak mıyız çok Montmartre'dan?"

Uzaktayız, evet, uzaktayız
Bu çölde geberdi bütün uğursuzlar
Bu uyuz sürünün çıngıraklarını dinle Tomsk
Çeliyabinsk Kainsk Obi Tayşet Verkne-Udinsk Kurgan Şamara
Pensa Tulum
Mançurya'da ölüm
Tek varacak yerimiz son inimizdir
Korkunçtur bu yolculuk
Dün sabah
Apak kesilmişti saçları İvan Uliç'in
Ve Kol ya Nikolay İvanoviç tırnaklarını kemiriyor on beş gündür ...
Onlara bak Açlık Ölüm bak da yap yapacağını
Yüz kuruşa patlar bu, yüz rubleye patlar Sibirya ekspresinde
Kanapelere coşku sal masanın altında kıpkırmızı ol
Piyanodadır şeytan
Boğum boğum parmakları bütün kadınları kışkırtır
Doğayı da
Orospuları da
Yap yapacağını
Kharbin'e dek ..

"Söyle, Blaise, uzak mıyız çok Montmarte'dan ?"

Sıktın be ... defol git be ... rahat bırak beni be
Köşeli köşeli kalçaların var
Ekşi ekşi kokuyor karnın, belsoğukluğun da cabası
Paris'in koyduğu budur içine
Biraz da ruhtur bu .. çünkü mutsuzsun
Acıdım acıdım gel bana gel bağrıma
İrem ülkesinde yel değirmenleridir bu tekerlekler
Yel değirmenleriyse koltuk değnekleridir bir dilencinin
döndürdüğü
Bizler uzaklıkların kötürümleriyiz
Sürükleniyoruz üstünde dört yaramızın
Kanatlarımızı kemirdiler
Yedi günahımızın kanatlarını
Ve şeytanın hacıyatmazlarıdır bütün trenler
Kümesi
Çağdaş yaşam
Hız onu geçemez ama,
Çağdaş yaşam
Uzaktakiler uzaktır çok
Ve yolculuğun sonunda bir erkek yanında da bir kadın olmak
korkunçtur korkunç ...

"Söyle, Blaise, uzak mıyız çok Montmarte'dan?"

Acıdım acıdım gel bana doğru gel sana bir öykü anlatacağım
Gel yatağıma
Gel yüreğimin üstüne
Gel sana bir öykü anlatacağım ...

Gel! N'olur gel!

Ficilerde sonrasız ilkyaz sürmede
Tembellik
Aşk çiftleri kendinden geçiriyor yüksek otların içinde ve fırengi
sımsıcak geziniyor muzlar altında
Büyük Okyanus'un yitik adalarına gel!
Markiz'dir adları, Feniks'tir
Cava'dır, Borneo'dur
Kedi biçiminde Seleb'dir.

Japonya'ya gidemeyiz pek
Meksika'ya gel!
Yüksek yaylalarında lale ağaçları çiçeklenir
Güneşin saçıdır dokunaçlı sarmaşıklar
Bir ressamın paletiyle fırçaları dense yeridir
Gonglar gibi sersemletici renkler,
Ordaydı Rousseau
Orda şaşkına çevirdi yaşamını
Kuşlar ülkesidir orası
Cennetkuşu, alaycı kuş,
Lirkuşu, tukan
Ve kara zambakların içlerinde barınan sinekkuşu
Gel.
Görkemli yıkıntıları içinde sevişiriz bir Aztek tapınağının
Benim putum olursun sen
Alacalı çocuksu biraz çirkin ve pek padırgı bir put
N'olur gel!

İstersen uçakla gideriz, bin göller ülkesinin üzerinden uçarız,
Geceler öyle uzundur ki sığmaz ölçüye orada
Motorumdan korkar tarih öncesi ata
İnerim
İnerim de bir hangar yaparım uçağıma taşıllaşmış kemikleriyle
mamutların
İlkel ateş zavallı sevgimizi ısıtır gene
O semaveri
Ne güzel sevişiriz kutbun yanında
N'olur gel!

Jeanne Jeannette Ninette'ciğim nonoşum
Meleğim minnacık pıtırcık Peru'm benim
Tonton
Bebeğim bir tanem
Cicim çıtı pıtım
Canımın içi
Agucuk küçücük kuzucuk
Nazlıcık şeytancık
Gıdı gıdı
Ce-eee
Uyuyor.

Uyuyor
Yeryüzünün bütün saatlerinden bir tekine bile kanmadı
Şöyle bir görülmüş bütün yüzlere garlarda
Bütün duvar saatlerine
Paris saatine Berlin saatine Sen-Petersburg saatine ve bütün gar
saatlerine
Topçu erinin kanlı yüzüne Ufa'da
Grodno'nun aptalca aydınlık saat kadranına
Ve durmadan ilerleyişine trenin
Ayarlanıyor saatler her sabah
Tren ilerliyor güneş gecikiyor
Sürüp gidiyor bu böyle, çan sesleri duyuyorum
Notre-Dame'ın kocaman çanını
Barthelemy'yi bildiren ekşimtrak çanını Louvre'un
Bruges-la-Morte'un paslı çan seslerini
Elektrik zillerini New York kitaplığının
Venedik kampanalarını
Ve Moskova çanlarını, bir yazıhanedeyken bana saat başlarını
vurup
Anılarımı vurup bildiren Kızıl Kapı'daki saati
Gümbürdüyor dönen levhaların üstünde tren
Tren kayar gibi gidiyor
Bir çigan marşını cızırdatıyor bir gramofon
Ve yeryüzü, Prag'daki Yahudi mahallesinin saati gibi tersine
dönüyor delicesine.

Rüzgar gülünün yaprakları kopuyor
Zincirlerinden boşanmış fırtınalar gürlüyor işte
Trenler karmakarışık ağlar üstünde kasırgalar gibi akıp gidiyor
O şeytansı hacıyatmazlar
Hiç karşılaşmayan trenler var birbirleriyle
Kimisi de yolda yitip gidiyor
Satranç oynuyor gar şefleri
Tavla
Bilardo
Karambol
Parabol
Demiryolu yeni bir geometridir
Siraküza
Arşimed
Arşimed'i boğazlayan askerler
Ve kadırgalar
Ve gemiler
Ve olağanüstü silahlar onun bulduğu
Ve bütün kıyımlar
Eski çağ
Yeni çağ
Kasırgalar
Gemi batışları
Titanik'in bir gazetede okuduğum batışı da
Dizelerimde geliştiremediğim nice imge-çağrışımlar
Çok kötü bir ozanım gene de çünkü
Evren beni aşıyor çünkü
Demiryolu kazalarına karşı sigortalanmayı hep savsakladım çünkü
Ve korkuyorum.

Korkuyorum
Varamıyorum işin sonuna dek
Dostum Chagall gibi ben de bir dizi çılgınlık tablosu yapabilirdim
Ne var ki hiç not almadım yolculuk boyunca
"Bağışlayın bilgisizliğimi
Bağışlayın eski dize oyunlarını bilmeyişimi de"
Dediği gibi Guillaume Apollinaire'in
Savaşı ilgilendiren her şey Kuropatkin'in "Anılar"ında
Ya da yavuzcasına resimlenmiş Japon gazetelerinde okunabilir
Neye yarar benim belge toplamam
Kapıp koyveriyorum kendimi
Belleğimin sıçrayışlarına ...

İrkutsk'tan kalkınca daha bir ağırlaştı yolculuk
Daha bir uzadı
Baykal gölünü dolanan ilk trendeydik
Lokomotifi bayraklarla yağ kandilleriyle donatmışlardı
Çar marşının üzücü sesleriyle çıkmıştık gardan.
Ressam olsaydım birçok san, birçok da kırmızı kullanmaya
kalkışırdım bu yolculuğun sonunda
Hepimizde bir parça delilik var sanıyordum çünkü
Ve bitmez bir taşkınlığın kan oturttuğunu sanıyordum kasılan
yüzlerine yol arkadaşlarımın
Yaklaşırken bir yangın gibi
Horuldayan Moğolistan'a.

Tren gidişini yavaşlatmıştı
Ve duyuyordum tekerleklerin o sürekli gıcırtısında
Çılgın sesleriyle hıçkırıklarını
Bir sonsuz duanın

Gördüm
Gördüm Uzakdoğu'dan gelen ve hayaletler gibi geçip giden kara
trenler sessiz trenler
Ve gözüm, arka feneri gibi o trenlerin arkasında koşuyor daha
Talga'da 100.000 yaralı can çekişiyordu bakımsızlıktan
Krasnoyarsk hastanelerini görmeye gittim
Ve Khilok'da upuzun bir çıldırmış askerler topluluğuyla karşılaştık
Orglar boşanır gibi kanayan yaralar açık yaralar gördüm hafif
yaralılar karantinasında
Ortalıkta kesik kollar bacaklar horan tepiyor ya da uçuyordu
bir boğuntu havasında
Yangın bütün yüzlerde bütün yüreklerdeydi
Trampet çalıyordu bütün camlarda aptal parmaklar
Çıbanlar gibi patlıyordu bakışlar baskısı altında korkunun
Ve gördüm
Gördüm kudurmuş ufukların çılgın kovalayışından var güçleriyle
kaçan 60 lokomotifli trenlerin ve umutsuzca arkalarından
gelen karga sürülerinin
Gözden yittiğini
Port-Arthur yönünde.

Çita'da soluklandık birkaç gün
Beş gün durduk yol kapalı diye
Tek kızını benimle evlendirmek isteyen Bay İankeleviç'in evinde
geçirdik bu beş günü
Sonra tren yeniden yola çıktı.
Şimdi piyanonun başına geçen bendim ve dişlerim ağrıyordu
İstedim mi gözümün önüne getiriyorum o durgun, o sessiz odayı
babanın dükkanını ve akşam üzerleri yatağıma gelen kızın
gözlerini
Musorski'yi
Lidlerini Hugo Wolf un
Gobi kumlarını
Ak develerden bir kervanı Kaylar'da
500 kilometre boyunca sarhoştum
Ama piyanodaydım bütün gördüğüm de buydu
Gözlerini kapatmalı insan yolculuk ederken
Uyumalı
Öyle isterdim ki uyumayı
Her ülkeyi kokusundan gözüm kapalı tanıyordum
Bütün trenleri çıkardıkları gürültüden tanıyordum
Avrupa trenleri dört zamanlıdır Asya trenleriyse beş ya da yedi
zamanlı
Öteki trenler sessiz giderler tıpkı beşik gibidirler
İçlerinde tekerlek sesleri bana Maeterlinck'in ağır düzyasını
anımsatanlar da vardır
Çözdüm tekerleklerin bütün karışık metinlerini ve yakıcı bir
güzelliğin dağınık öğelerini bir araya getirdim
Bende olan
Ve beni zorlayan bir güzelliğin.
Tsitsikar ve Kharbin
Uzağa gitmem daha
Son istasyon bu
Kızılhaç yazıhanelerinin ateşe verildiği sırada çıktım Kharbine.

Ah Paris
Sen sıcacık büyük ocak çapraz odunlarıyla sokaklarının ve
yukardan eğilerek ısınan eski evlerinin
Nineler gibi
Ve işte, o sarıdan şaşmaz geçmişim gibi kırmızısı yeşili bol renkli
afişler
Sarı, onurlu rengi dışardaki Fransız romanlarının.
Severim indi-hindiyi işleyen otobüslere büyük kentlerde
Saint-Germain-Montmartre hattındakiler Buttee baskın vermeye
götürür beni
Altın boğalar gibi böğürür motorlar
Otlar alacakaranlık inekleri Sacre-Coeur'ü
Ah Paris
Ana gar istemlerin rıhtımı kaygıların dört yol kavşağı
Ancak yakıt satıcıların ışığı vardır biraz kapıları üstünde şimdilik
Beynelmilel Yataklı Vagonlar ve Avrupa Sürat Katarları Kumpanyası
el ilanını gönderdi bana
Yeryüzünün en güzel kilisesi bu
Dostlarım var beni parmaklıklar gibi çeviren
Yola çıktığım zaman geri gelmeyeceğimden korkarlar
Tanıdığım bütün kadınlar ufuklara dikilir
Yağmur altındaki işaret kulelerinin acınacak devinimleri, üzgün
bakışlarıyla
Bella, Agnes, Catherine ve İtalya'daki oğlumun annesi
Ve o, Amerika'daki sevgilimin annesi
İçimi parçalayan canavar düdükleri var
Orada, Mançurya'da bir karın çocuk doğurur gibi sarsılıp duruyor
daha
İsterdim
İsterdim yolculuklarımı hiç etmemiş olmayı
Yüreğimi yakıyor bu akşam büyük bir özlem
Ve halime bakmadan Fransa'nın küçük Jehanne'ını düşünüyorum
Üzüntülü bir akşamımda onun onuruna yazdım bu şiiri de
Jeanne
Küçük orospu
Üzgünüm üzgün
Gideceğim yiten gençliğimi anmak için "Lapin Agil"e
Ufak ufak içeceğim
Sonra döneceğim yapyalnız

Paris
Büyük Darağacı'yla Çark'ın tek Kule'li kenti.


Blaise Cendrars
Çeviren: Sait Maden

3 Aralık 2016 Cumartesi

Bombay Ekspresi

Şimdiyedek geçirdiğim günler
Alıkoyuyor kendimi kıymaktan beni
Zıp zıp zıplıyor her şey

Gidiyor tekerlekler altında kadınlar
Büyük çığlıklarla
Yelpaze kanapeler garların kapısında
Hoş sesler çıkarıyorum tırnaklarımın altından

Mascagni'yi hiç sevmedim ben
Sanatı sanatçıları da
Ne engelleri sevdim ne köprüleri
Ne trombonları ne pistonları
Hiçbir şey bilmiyorum artık
Artık hiç anlamıyorum ...
Bu sevip okşamayı
Yeryüzünün ürperdiği

Bu yıl da gelecek yıl da
Sanat eleştirisi esperanto gibi saçma

Sağlıcakla sağlıcakla
Brindizi

Bu kentte doğdum ben
Oğlum gibi
O alnı anasının edep yerine benzeyen
Düşünceler var ki otobüsleri yerinden zıplatır
O yalnız kitaplıklarda bulunan betikleri okumuyorum artık

Güzel abecesi yeryüzünün

İyi yolculuklar!

Haydi gel götüreyim
Seni ey nar gülüşlüm


Blaise Cendrars
Çeviren: Tahsin Saraç

Baş

Plastik sanatın başyapıtıdır giyotin
Tetiği
Yaratır bir sürgit devinimi
Herkes bir Christof Colomb'un yumurtasını
Düz bir yumurtaydı bu, yerinden oynamaz bir yumurta,
bir bulucunun yumurtası
Archipenko yontusudur ilk yumurtamsı yumurta
En yoğun dengede duran
Kımıltısız bir topaç gibi
Canlı ucu üstünde
Hız
Soyunur, kurtarır kendini
Renk renk dalgalardan
O renk bölgelerinden
Ve döner derinliklerinde
Çıplak
Yeni


Blaise Cendrars
Çeviren: Tahsin Saraç

Uyanış

Çırılçıplağım
Çoktan yundum arındım
Kolonya süründüm her bir yanıma
Ağır ağır sallanan bir yelkenli geçiyor benim lombozdan
Bu sabah hava soğuk
Kağıtlarımı düzenliyorum
Sis var
Saatlerimi pay ettim
Dolu mu dolu olacak günlerim
Yitirecek bir saniyem bile yok
Yazıyorum.


Blaise Cendrars
Çeviren: Özdemir İnce

Yazmak

Düzenli tıkırtılar la vuruyor yazı makinem
Çınlıyor her satırın sonunda
Genizden söylüyor R'leri dişliler
Kimi zaman şöyle bir arkaya kaykılıyorum hasır koltuğumda
ve halka halka duman üflüyorum ağzımdan

Hiç sönmüyor cigaram
O sırada sesini duyuyorum dalgaların
Gurultularını lavabonun borusuna sıkışmış suların
Kalkıyorum soğuk suya daldırıyorum elimi
Ya da koku sürünüyorum
Örttüm aynalı dolabın aynasını yazarken görmemek için kendimi
Lomboz bir güneş diskidir
Düşündüğüm zaman
Trampet derisi gibi çınlıyor bağırarak konuşuyor.


Blaise Cendrars
Çeviren: Özdemir İnce

2 Aralık 2016 Cuma

Matematik

Bir sınıfta tam kırk çocuk dizili;
Bir kara tahta, üstünde bir üçgen;
Bir koca daire, sağır, çekingen;
Merkezi güm güm eder davul gibi.

Dilsiz, vatansız harfler küme küme.
Bekleşir dururlar, azap içinde.

Bir yamuğun yan kenarı tamtakır,
Bir ses yükselir yükselir, alçalır.
Azgın bir problem tutar yolunu,
Döner döner ısırır kuyruğunu.

Bir açının çeneleri gerilir;
Kurt mudur, köpek mi, neyin nesidir?

Ne kadar rakam varsa yeryüzünde
Üşüşmüş, karınca gibi, tahtaya;
Koşarlar bir yuvadan bir yuvaya,
Fal taşına dönmüş gözler önünde.


Jules Supervielle
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu

Küçük Koru

Fransa'nın küçük bir korusuydum,
Kızıl yaban gelinciklerim vardı;
Talihten yana hiç gülmedi yüzüm,
Ah, keder başıma ne dertler sardı!

Korkum şu ki artık bir hatıradan,
Bir resimden başka bir şey değilim;
Yahut arta kalmış, bir maceradan;
Bir kokuyum belki, bilmem ki neyim?

Ben artık sadece bir kaç çocuğun,
Birkaç deli kadının aklındayım;
Onlar size daha iyi anlatır
Hikayemi, ben nasıl anlatayım?

Ama nerdeler onlar yeryüzünde;
Gidip bulasınız da sorasınız,
Bilirler ki yalan yoktur sözümde;
Bilirler, değilim asla umutsuz.

Küçük koruyken kayıp koru olmak!
Ah, ne kadar güçmüş meğer, Tanrım!
Köklerim her yana salmış dal budak,
Nasıl, nasıl olur da yok olurum?


Jules Supervielle
Çeviren: Orhan Veli

İzlenimler

I.

Bir gün, Karkov'da bir halk mahallesinde
(Ey bütün kadınları başlarındaki ak şallarla
Madone havası taşıyan şu güney Rusya!)
Çeşme başına gelen bir kadın görmüştüm,
Oraların adetine göre ve Ovides'in çağındaki gibi
Boynunun ve omuzlarının üstünde dengelenen
İki kova asmıştı bir sopanın iki ucuna.
Paçavralar içinde bir çocuk yaklaştı, bir şeyler
söyledi ona;
Kadının bedeni usulca sağa eğildi,
Öyle ki yere değiyordu tertemiz su dolu kova
Diz çökerek kana kana içti çocuk ta.


II.

Bir sabah, Rotterdam'da, Boopjes rıhtımında,
(1900 yılının 18 eylülü, saat sekiz suları),
Rasladım atölyelerine giden iki genç kıza
Büyük demir köprülerden birinin önünde vedalaşıyorlardı
Yolları ayrılıyordu orda.
Muhabbetle sarılıp öpüştüler; elleri titriyordu,
Ayrılmak istiyorlar ama bunu yapamıyorlardı; dudakları
Üzünçle uzaklaştıktan sonra hemen buluşuyordu
Gözleriyse hiç ayrılmıyordu birbirinden
Öylece kaldılar uzun süre, bitişik, yan yana,
Ayakta ve hareketsiz, gelip geçenin şaşkın bakışları arasında
Ve römorkörler homurdanmaktaydı ırmak üstünde
Ve trenler gelip gidiyordu keskin düdükleriyle.


III.

Kurtuba ve Sevil arasında
Küçük bir istasyon vardır ve güney ekspresi
Ne hikmetse her zaman durmaktadır orda.
Yolcu, okaliptüsler altında uyuklayan bu istasyoncuğun ardında
Bir köy falan var mı diye gözlerini yorar boşuna:
Ve yalnız Endülüs kırlarının uzandığını görür: yeşil, yaldızlı ...
Gelgelelim yolun öbür yanında, karşıda,
Bir kulübe vardır kerpiçten kuru dallardan.
Ve trenin sesiyle bir sürü çocuk çıkar ordan,
Vagonların önüne gelir en önde yürüyen büyük abla
Birkaç kuruş için dans eder, oynar,
Tek sözcük çıkmaz ağzından, gülümsemektedir ama,
Toz içinde ayakları kapkara görünür
Yüzü mahzundur, kirlidir, güzel değildir:
Oynar durur ve külrengi eteğindeki koca yırtıklardan
Bir de Rotterdam'daki iki kız arkadaşı,
Bir de Endülüs'te dilenen o tazeyi
Hiç bir zaman tanıyamayacak mıyım?
Ve sarsılmaz bir dostlukla
Bağlanamayacak mıyım hiçbir zaman onlara?
(Ne yazık ki onlar bu dizeleri okuyamayacaklar;
Adımı da bilmeyecekler, içimdeki sevecenliği de;
Yine de var onlar, şu anda yaşıyorlar.)
Hiçbir zaman mı Tanrım
Onları tanıma sevincini yaşamayacağım
Tanrım,
Bilmiyorum neden,
Bana öyle geliyor ki
Bir dünya yaratırdım
Onlar yanımda olsa,
Ama dördü de.


Valery Larbaud
Çeviren: Cemal Süreya

1 Aralık 2016 Perşembe

Yedi Kılıçlar

Birincisi baştan başa gümüş
Parıltılı bir adı var Paline
Çeliği göğünden kar serpen bir kış
Kurbanı olmuş aykırı düşlerin
Vulcanus onu döverken ölmüş

İkincisinin Noubosse'dur adı
Güzelim bir gökkuşağı keyifli
Tanrıların düğünlerde kuşandığı
Otuz Be-Rieux'nün kanına girdi
Üstelik Carabosse'un armağanı

Üçüncüsü dişi bir mavi
Kamış biçiminde yine de
Lul de Faltenin'dir adı
Haberci Ernest bir örtü üstünde
Cüceleşmiş denerken taşımayı

Dördüncüsü Malourene adında
Yeşil yaldızlı bir ırmaktır
Bir akşamdır kadınlar kıyısına
Görkemli vücutlarını daldırır
Ve kürekçi şarkıları uzakta

Beşincisi Sainte-Fabeau'dur
Eğirilmiş ipliklerin en incesi
Mezarda boy veren bir servidir
Dört rüzgarın önünde dize geldiği
Gece indiğinde bir meşale olur

Altıncısının cevheri onur
Her sabah ayrıldığımız yeniden
Elleri yumuşak bir dosttur
Hadisene işte göründü yolun
Kısıldı bir bandoda horozlar

Ve yedincisi tüketmede kendini
Kurumuş bir gül bir kadın
Ama bu sonuncuyla neyse ki
Kapılar da üstüne kapanıyor aşkın
Zaten hiç tanımış mıydım seni

Sen samanyolu ne güleç ablasısın
Güz değmiş ırmakların Kenaneli'ndeki
Sevdalı kızlara vergi sırma saçların
Tıkanmış yüzücüler gibi izleyelim mi
Başka gök kıyılarına hoşunu senin

Pusulamız gezegenlerin şarkısı
Raslantı şeytanlarının yedeğinde
Kemanlarındaki sapıtmış gıcırtı
Oynatır insan soyunu keyfince

Anlaşılmaz yazılar alınyazıları
Bitirdiği krallar çılgınlığın
Ve soğuktan titreşen yıldızları
Yatağınıza giren aşksız kadınların
O bozkırlara geçmişte saklı

Luitpold zamanının kral adayı
Öğretmeni iki soylu kaçığın
Şimdi düşünüp düşünüp ağlar mı
Görünce kımıltısını ateş böceklerinin
Saint Jean sineklerinin sapsarı

Kıyısında leydisiz bir şatonun
O kayık gemici türküleriyle
Ve ilk yazda ürpertili rüzgarın
Soluğuyla akarken bembeyaz gölde
Ölen bir kuğuydu bir siren

Günün birinde kral boğulduydu
Gümüşlü suya doğru yürüyerek
Akıntı kıyıya attıydı onu
Kaskatı uyusun diye ağzı aralık
Yüzü değişken göklere doğru

Temmuz güneşi ateşten bir cenk
Yakıyor sancıyan parmaklarımı
Ne kederli ne tatlı sayıklamak
Dolanırım Paris'imin sokaklarını
Orada ölmeye cesaretim yok

Pazar günleri uzayıp gider
Kurşuni avlularda orada
Sürekli hıçkırmada çalgılar
Çiçeklerin Paris balkonlarında
Piza kulesine özenen bir yanı var

Cinle esrimiş akşamlar Paris'te
Elektrikleri göz kamaştıran
Ve sırtlarındaki yeşil ateşle
Tramvaylar makine çılgınlığından
Bir müzik geçirir raylar üstüne

Dumanla dolup taşmış kafeler
Çiganlarının olanca aşkıyla
Sana doğru haykırıyorlar
Nezleli sifonlarla garsonlarla sana
Sen ki sevilmişin bu kadar

Ezberimdedir kraliçe türküleri
Yılların getirdiği sızlanmalar
Balıklara söylenmiş forsa ilahileri
Aşk kırgının dilindeki şarkılar
Benden sor sirenlere adanan ezgileri



Guillaume Apollinaire
Çeviren: Cemal Süreya - Tomris Uyar

Zaparog Kazaklarının İstanbul Sultanına Cevabıdır

Sen Barabbas'tan da suçlu
Sen ne iblissindir sen
Kötü melekler gibi boynuzlu
Çamurla çirkefle beslenen
Senin namazını kılmak olur mu

Sen Selanik'in kokmuş balığı
Mızrakla oyulmuş gözlerin
Korkulu düşlerin geniş halkası
Bir koyverişte fırlamışsın
Bozulunca ananın bağırsakları

Sen Podolya celladı tiryakisi
Nice derdin çıbanın irinin
Sen domuz burnu beygir gerisi
Bakalım dillere destan servetin
Sürüyle hastalığını giderecek mi

Sen Samanyolu ne güleç ablasısın
Güz değmiş ırmakların Kenaneli'ndeki
Sevdalı kızlara vergi sırma saçların
Tıkanmış yüzücüler gibi izleyelim mi
Başka gök kıyılarına koşunu senin

Yazık orospunun o gözlerine
Bir leopar güzelliğindeki
Aşk senin Floransa öpüşlerinde
Kekre bir tat bulunurdu ki
Alınyazımızı tüketirdi gitgide

Bir yıldız çizgisi çekiverirdi
Titrek akşamlarda bakışları
Gözlerinde sirenler yüzerdi
Ve öpüşlerimiz ısırılmış kanlı
Ağlatırdı iyilikçi perileri

Yine de beklediğim odur aslında
Soluğum yüreğim her şeyimle
Ve Geriye-dön köprüsü başında
Bir gün bu kadın çıkagelirse
Nasıl sevindiğimi söylerim ona

Kafam da yüreğim de boşalıyor
Onlarla boşalıyor bütün gök
Danaid'lerin dolduramadığı fıçılar
Mutlu olmak için ne yapmam gerek
Varmak için saf çocuk mutluluğuna

İster miyim çıkasın aklımdan
Sen topraktan püsküren papatya
Güvercinim benim beyaz liman
Antil'im uzaklardaki ada
Gül ağacım buruk tarçın

Satirlerin pirostaların yanı sıra
Boynuzlu panlar tapınak ateşleri
Uğursuz yazgılar cömert ya da
Boynumda Calais'deki ipin ilmiği
Kederimde kopan bu ne kasırga

Alınyazısını bileyen keder gör ki
Şu can ve şu karar kılmamış gövde
Biri eski bir hayvan bir çekirge öteki
Kaçıyorlar senin yalazından gizlice
Tan çiçekleri kuşanmış kurban ateşi

Mutsuzluk fildişi gözlü uçuk tanrı
Çılgın rahiplerin kara giysilerle
Donattılar mı yine kurbanlarını
Onlar da ağladılar mı yok yere
Mutsuzluk tanınmaması gereken tanrı

Sen adım adım peşimi süren
Güzün ölmüş tanrılarımın tanrısı
Benim payıma düşen toprağın
Ölçüye vuran sensin her karışını
Ey gölgem ey emektar yılan

Güneş demiştin anımsar mısın
Çıkarmıştım seni güneşlere
Tapındığım karanlık kadın
N'olsan benimsemişim bir kere
Ey gölgem kendi yasımı tutan

Kış öldü tıkabasa karla
Beyaz kovanları ateşe verdiler
Bağ-bahçede konup dallara
Övgüler yağdırıyor kuşlar
Duru ilkyaza yumuşak nisana

Ölümüdür pusatlı ölümsüzlerin
Kış gümüşten kalkanıyla geriler
Mavi tırtılları önünde ilkyazın
Mevsim kırılmışlardan yanadır
Islak gözlerle yeniden gülümseyen

Ve yüreğim alabildiğine şişkin
Şamlı bir dilberin kalçası kadar
Aşkım ne çok sevilmiştin sen
Şimdiyse ne acılar ne acılar
Yedi kılıç sıyrılmış kınından

Bunlar karasevdanın yedi kılıcı
Çifte su verilmiş keskin kederler
Hepsi de bir bir yüreğime saplı
Çılgınlıksa mutsuzluğuma çalışıyor
Sonra tutup bir de unutmak mı


Guillaume Apollinaire
Çeviren: Cemal Süreya - Tomris Uyar

Bir Yıl Öncesi İçin Laterna Havası

Nerdesin Paskalya bunca bekledik
İşte o ilkyaz uğraşana koruya
Gıdaklıyan tavuklarla dolmuş tünek
Bak gökte tanın pembe kıvrımlarına
Aşk yürüyüşe geçmiş işimiz bitik

Mars'la Venüs dönmüşler ikisi de
Çok olmuş ağızları çılgınca birleşeli
Katışıksız düzlükler önünde
Güllerin dibinde yapraklarla gizli
Tanrılar çırçıplak dans etmede

Bil çiçeğe durmuşsa dört yan
Sevecenliğimdir önayak buna
Görkemli bir doğa bu içe dokunan
Islak kurbağalar dalmış şarkıya
Ormanı tutmuş ıslığıyla Pan

Çoğu bu tanrıların göçüp gitti
Söğütler onlara ağlar aslında
Büyük Pan Aşk İsa gitti hepsi
Kediler miyavlıyor avluda
Ben Paris'te ağlıyorum şimdi

Ezberimdedir kraliçe türküleri
Yılların getirdiği sızlanmalar
Balıklara söylenmiş forsa ilahileri
Aşk kırgınının dilindeki şarkılar
Benden sor sirenlere adanan ezgileri

Aşk öldü içimde bir ürperti
Ben o güzel putlara tapıyorum
Onu anımsatan şeylere şimdi
Sızlanmanın sonu yok bağlıyım
Mausole'ün biricik karısı gibi

Ben bağımlıyımdır nasıl bağlıysa
Köpek efendisine sarmaşık gövdeye
Sarhoş hırsız kazaklar Zaporogya'da
Nasıl bağlıysalar kendi steplerine
Ve Musa Peygamberin on buyruğuna

Bakıp durdukları müneccimlerin
Şanlı Hilal'imiz gem olsun size
Ben ki hükümdarıyım bunca ülkenin
Ey sevimli kazaklar şu halde
Haşmetli sultanımızın sizin

Kullarım olun bağlanın bana
Diye ferman buyurdu Sultan
Onlar bu habere güldüler oysa
Cevabı da döşendiler tez elden
Bir mumun titrek aydınlığında


Guillaume Apollinaire
Çeviren: Cemal Süreya - Tomris Uyar

30 Kasım 2016 Çarşamba

Mirabeau Köprüsü

Seine akar Mirabeau köprüsünden
Ve sevimiz
Olur mu ansımak hemen
Sevincimiz sonraydı hep üzüntüden

Gel ey gece çal saat sen
Geçiyor günler kalıyorum ben.

Yüzün yüzüme karşı, elin elimde olsun
Akarken
Köprüsünden kolumuzun
Ölümsüz bakışlar, dalgalar bunca yorgun

Gel ey gece çal saat sen
Geçiyor günler kalıyorum ben.

Geçip gider sevi bu akarsu gibi
Geçip gider sevi
Yaşantı bir ağır bir ağır ki
Ve umut da öylesine öylesine ezici

Gel ey gece çal saat sen
Geçiyor günler kalıyorum ben.

Günler geçer haftalar geçer
Ne geçen an
Ne o sevilir döner
Mirabeau köprüsünden Seine akıp gider.

Gel ey gece çal saat sen
Geçiyor günler kalıyorum ben.


Guillaume Apollinaire
Çeviren: Tahsin Saraç

Mirabeau Köprüsü

Mirabeau Köprüsü altında akan Seine
Akan Sevdalarımız
Kısmete anmak mı düştü neden
Hiç gülmedi yüzüm ilkin üzülmeden

Gece gelir saat çalar
Günler var ki kaldım naçar

Eller ellerde yüzyüze kalalım da
Durmadan aksın dursun
Kollarımız altında
Yorgun ölümsüz bakışlar dalga dalga

Gece gelir saat çalar
Günler var ki kaldım naçar

Sevda geçer akan bu suyu andırır
Sevda gelir de geçer
Bazen yaşamak gibi ağır
Bazen umut gibi güçlü sarsıcıdır

Gece gelir saat çalar
Günler var ki kaldım naçar

Günler haftalar geçer ne gelir elden
Ne geçenden hayır var
Ne de geçip giden sevgilerden
Mirabeau Köprüsü altında akan Seine

Gece gelir saat çalar
Günler var ki kaldım naçar


Guillaume Apollinaire
Çeviren: Necati Cumalı

Marizibill

Büyük bir caddesinde Kolonyanın
Bir gider bir gelirdi akşam vakti
Herkese cömert, şirin, cana yakın
Bitince kaldırım gider içerdi
Basık meyhanelerde yorgun argın

Kuru tahtalarda yatmaya razı
Alyanak kumral bir oğlan yüzünden
Bir Yahudi sarımsak kokar ağzı
Çin dönüşü Şanghay kerhanesinden
Çıkarıp getirmişti kızcağızı

Çok görmüşlüğüm var böylelerini
Omuzlarına ağır gelir kader;
Kararsız, rüzgarda yaprak misali
Gözleri kısık lambalara benzer .
Kalpleri işler kapıları gibi


Guillaume Apollinaire
Çeviren: S. Eyüboğlu - Necati Cumalı

29 Kasım 2016 Salı

Çanlar

Güzelim esmerim aşkım benim
Çalan çanları dinle bir iki
Biz kimse görmez sanıyoruz ya
Şu çılgınca seviştiğimizi

Gizlenmek olası değil oysa ki
Gökyüzlerini tutmuş çanlardan
Millete ilan eden aşkımızı
Gözleyip gözleyip yukarlardan

Herkesler duyacak nasıl olsa
Marie, Catherine, seviştiğimizi
Fırıncı kadın, sonra kocası,
Gertrude sonra halamın kızı

Tefe koyarlar garanti bizi
Durmak haram artık bu yerde
Seni düşünerek ağlayacağım
Kimbilir öleceğim belki de


Guillaume Apollinaire
Çeviren: Cemal Süreya

Evlilik

I.

-Zenginler zenginine varacağım ben
Diyordu bir gün güzeller güzeli.
-Kavga gürültü başlardı hemen
Yedikleriniz burnunuzdan gelirdi.
-Güzeller güzelini alacağım ben
Diyordu bir gün zenginin biri.
-Ama çok güzelse aldatır sizi.
-Cesaret edemez gavurun kızı.


II.

-Çamurdan kim çekip çıkardı seni?
-Sen paradan haber ver, o yok ki sende.
-Varımı yoğumu sen eritmedin mi?
-Hadi oradan baykuş suratlı hadi!
-Sen asıl kendine bak aynada, mıymıntı
Memelerin sarkmış nah dizlerine kadar
Gerdanın da kaşlarından fazla kırışık
Yedikçe şişiyorsun lağım künkü gibi.
-İyi ama yine de kıskanıyorsun beni
Böyle kafes arkasında tutmana ne demeli?


Max Jacob
Çeviren: Cemal Süreya

Britanyalı Sarhoş Bir Denizcinin Övünmesi

Benim, benim Musa olan
Benimle gelin Adanmış Toprak'a
Bu yolculuk için sizden beş para almam
Söylemedim demeyin, karlı çıkarsınız ha
Bütün geçitlerini Kızıldeniz'in
Ben keskimle deleceğim

Benim, benim Samson olan
Berberlerin koruyucusu
Bekar kalmalıydım aslına bakılırsa
Karım soktu başımı belaya
Bütün işleri o yapınca
N'ederim ben içmekten başka?

Benim ulu hünkar Süleyman
İskender'le aramdaki savaşta
Yüz bin akçe saymıştım, yaa
O hınzır Yunanlı inince kilere
Şu bizim ganimetin olduğu yere
Altınlar dönüverdi küle.

Bir dakika! İsa'dır Tanrı olan
Benim! Benim! diyorum size
Gülüşüm melekler kadar tatlıdır
İsterseniz değişirim sizinkiyle
Tanrıyım! Duyun beni;
Buyurun Cennet'ime


Max Jacob
Çeviren: Tomris Uyar

28 Kasım 2016 Pazartesi

Deniz Mezarlığı

Üstünde güvercinler kayan şu rahat dam,
Kıpraşır durur, bir yanı mezar bir yanı çam;
Tam öğle üstünün orda yaktığı ateşler
Deniz, deniz hep yeniden yeniden başlar!
Tanrıların dinginliğine bakıp bakıp da
Ne ödüldür o, bir düşünce sonrası düşer payına.

İnce pırıltılar dupduru bir işçilikle
Ne elmaslar tüketir belirsiz köpükte,
O nasıl bir erinçtir belirir gibi olan!
Güneş bir uçurumun üstüne geldiği an,
Öncesiz bir nedenin katışıksız izidir,
Zaman parıl parıldar düş desen bilinçleşir.

Yalın Minerva tapınağı, tükenmez hazine,
Durgunluk kitlesi ve gizli damar göz önünde,
Çatıkkaş su, Göz ki sende uykular saklar
Alev bir örtü altında ne uykular,
Ey sessizlik!.. Ruhta yükselen yapı,
Ve binbir kiremiti altın, ey çatı!

Zaman tapınağı, tek iççekişin özetlediği:
Çıkıyor ve alışıyorum o dupduru yere ki
Her şey çevrili denize yönelen bakışımla;
Ve sanki son adağım bütün tanrılara,
Yolluyor hiç durmadan menevişler
Doruklara karşı şahane küçümseyişler.

Meyve nasıl eriyip gidiyorsa hazda,
Ve yokluğu bir tada dönüşüyorsa
Bir ağızda yitip giderken biçimi,
İlerdeki buğumu solumaktayım ben de
Ve uğultulu kıyılardaki değişmeleri
Gök şakıyıp durmadan eriyen ruha.

Güzel gök, gerçek gök, gör bende değişmeyi!
Ne kaldı onca gururumdan ve hünerliyse de
Gör aylaklığımdan geriye ne kaldı şimdi?
Kapıldım ışıl ışıl boşluk derinlerine,
Ölülerin evleri üstünden gölgem geçmede
Alıştırarak beni o ince, o tüy ilerleyişe.

Güneşin alevleri altında böyle ruhum
Ey güzelim adalet sana tutunuyorum
Senin o ışıktan amansız silahına!
Ruhum, getirmekteyim seni ilk durumuna,
Gör kendini! ama bil, dönüşsen de ışığa
Bir gölgesin donuksun işte yarı yarıya

Ey tek benimçin, bir bana, yalnız bende,
Duran şey saf olayla boşluğun arasında,
Şiirin kaynağında, yanıbaşında kalbin,
O kekre, o karanlık, o sarnıç çığlığıyla,
Çınlasın geleceğe ilişkin bir oyuk ruhta,
Bekliyorum yankısını iç yüceliğimin!

Bilir misin, yaprak ve dalların düzme tutsağı,
O cılız parmaklıkları yiyen girinti,
Yumulu gözlerimi kamaştıran gizler,
Hangi ten çekmekte tembel sınıra beni,
Hangi tutkudur o kemikli toprağa sürükler?
Bir kıvılcım o tende anar yitişlerimi.

Örtük, kutsal, tıkabasa maddesiz bir ateşle,
Bağrını ışığa vermiş şu toprak köşesine,
Bayılıyorum üstünde meşaleler yükselen
Bu yere ki altındadır, taştan, loş ağaçlardan,
Ne mermerler titreşir uyup da gölgelere;
Uyur vefalı deniz mezarlarımın üstünde!

Görkemli kancık it, bırak şu put sevdasını!
Ben nicedir otlatırken gizemli koyunları,
O beyaz sürüyü rahat mezarlarımın üstünde,
Burda yapayalnız, bir çoban gülümsemesiyle,
Savuşturur gitsin sakıngan güvercinleri
Sonu olmayan düşleri, meraklı melekleri!

Bu noktaya gelince Hersi tembelliktir.
Böcek bömböcek olur kuraklığı kemirir;
Her şey yanık, bozulmuş ve havaya karışmış
Ve bilmem hangi kaskatı bir öze dönüşmüş.
Hayat gepgeniş olmuş esrimiş de boşlukta,
İçimde bir saydamlık, acıda yumuşama.

Gizli ölüler toprakta, erince ulaşmışlardır,
Kendi gizleriyle ısınmış ve ayrışmışlardır.
Tepede öğle üstü, hiç kıpırtısız öğle
Düşüncesi kendinden, kendine uygun öyle ...
Baş nasıl şahaneyse taç öyle bahanesiz,
İşte sendeyim ben, ey değişme, ey giz!

Korkularına karşı elinde tek ben varım!
Pişmanlıklarım, kuşkularım, ayak bağlarım
Hepsi de senin o iri elmasının kusuru!..
Ama onların o ağrı mermer gecelerinde,
Ne olduğu bellisiz bir kavim bitki köklerinde
Nicedir usul usul senden yana doğruldu.

Kopkoyu bir yoklukta eriyip gitti,
İçti kırmızı kil beyaz niteliği,
Ve çiçeklere geçti yaşama yeteneği!
Nerde sözcükleri ölülerin, senli benli,
Kişisel yol yordam, tek tek kişiler nerde?
Kurt düşmüş gözyaşlarının doğduğu yere!

Uyarılmış kızların tiz çığlıkları,
Gözler, dişler ve nemli gözkapakları,
Görkemli memeler ateşle oynayıp duran,
Öptüren dudaklara doluvermiş kan,
Son kayralar ve onlara karşı çıkan eller,
Her şey toprağa girer ve oyun sürüp gider!

Ve siz, Koca Ruh, ne düş umarsınız ki
Dalganın ve ışığın şu yalancı renklerini
Burda tenin gözüne sunuşundan başka?
Sürer mi buhar olunca da düşünceniz duygunuz?
Varlığım gözenekli! her şey hava, kuşkusuz,
Sonunda can veriyor kutsal sabırsızlık da!

Enez ölümsüzlük kapkara ve yaldızlı
Takmış başına şimşir tarak defne dalını,
Ölümü ana kucağı kılan avutucu,
Güzel palavra ve dindarcana pusu!
Yoktur isteyecek, benimseyecek tek kişi,
O bomboş kafatasım, o sonsuz sırıtışı!

Derinlerdeki atalar, boşalmış kafalarla,
Kürek kürek toprağın ağırlığı altında,
Topraksınız, ayırt edemezsiniz ayak seslerini,
Gerçek kemirgenin, kuşku götürmez kurdun ise
İşi yok kapaktaşlarının altındaki sizlerle,
Hayatla beslenir o, asıl benimledir derdi!

Belki tiksinme kendimden, öz sevgi belki,
Görünmez dişleriyle bana öyle yakın ki!
Akla gelen her ad uygun düşmekte ona;
N'olsa görüp istiyor, düşlüyor, dokunuyor!
Ben uyurken hatta, gövdemden hoşlanıyor,
Temelden ilişkindir yaşamam o canlıya!

Zenon! Sen zalim Zenon! Elealı Zenon!
Attığın kanatlı ok beni deldi geçti,
Titreşen, uçan ok ya da uçmayan!
Sestir yaşatan ve oktur öldüren beni!
Ey güneş! Bir kaplumbağa gölgesisin,
Koşsa da kımıldamayan Akilleus, öylesin.

Yok, yok! Doğrulun aralıksız zaman içinde!
Vurun, bedenim, şu kaygı çerçevesine!
Bağrım, çekin içinize rüzgarın doğuşunu!
Yayılan bir serinlik denizden doğru
Ruhumu veriyor bana ... Ey tuz saltanatı!
Koşalım dalgalara yine fışkırsın canlı!

Evet! Koca deniz yaman taşkınlıklar denizi
Panter derisi ve delik deşik olmuş cüppe,
Güneşin binlerce binlerce freskiyle,
Bir uğultu içinde andıran sessizliği,
Mavi teniyle esrik, gerçek Şahmaran
Uzanıp kendi parıl parıl kuyruğunu sokan,

Rüzgar çıkıyor!.. Yaşamaya dadanmak gerekir!
Sonsuz meltem kitabımın sayfalarını çevirir,
Toz toz kayalardan fışkırıp durur sular!
Uçun, hadi uçun, göz kamaştıran sayfalar!
Yıkın dalgalar! renkli sularınızı akıtın!
Yelkenlerin yemliği şu rahat çatıyı yıkın!


Paul Valery
Çeviren: Cemal Süreya

Deniz Mezarlığı

Üstünde güvercinler gezen şu rahat damın
Kalbi atar ardında birkaç mezarla çamın;
Şaşmaz öğle zamanı ateşlerle yaratır
Denizi, denizi, hep yeni baştan denizi!
Tanrıların sükunu çeker gözlerimizi,
Bir düşünceden sonra ah o ne mükafattır!

İnce pırıltıların o ne saf hüneridir,
Bir seçilmez köpükten nice elmas eritir,
Nasıl bir sükun sanki peyda olur o demde!
Ve güneş uçurumun üstüne gelir durur,
Ebedi bir davanın saf marifeti budur,
Zaman kıvılcım, Hülya bilmek olur alemde.

Basit Minerve mabedi, tükenmeyen hazine,
Yığın halinde sükun, göz önünde define,
Kaşlarını çatan su, bir alev perde altı,
Kendinde nice uyku saklayan Göz, ey bana
Mukadder olan sükut!.. Ruhta yükselen bina,
Fakat bin kiremidi yaldızlı dam, ey Çatı!

Bir tek ahın içinde belli zaman Mabedi,
Etrafımda denize bakışlarımın bendi,
Çıkarım o saf yere artık bütün bütüne,
Ve bütün tanrılara son adağım olarak
Asude bir menevişi dağıtır kucak kucak,
Şahane bir istihkar irtifalar üstüne,

Nasıl ağızda yemiş zevk olup da erirse,
O yokluğunu nasıl lezzete çevirirse,
Varsın şekli mahvolsun, orda içime siner,
Benliğimin ilerde duman olacak özü;
Eriyen ruha söyler bir şarkiyle gökyüzü,
Nasıl değişmededir uğultulu sahiller.

Güzel sema, hakiki sema, değişiyorum,
Bak! Ne hale getirdim seni bunca gururum,
Kudretle dolu bunca avareliğim, seni?
Işıldayan mekana nasıl kapıldım, bilmem.
Ölülerin evleri üstünden geçen gölgem,
Narin yürüyüşüne alıştırıyor beni.

Kızgın güneş altında serilip kalmış ruhum,
Göğsümü geriyorum sana, hayran olduğum,
Nurun o cana kıyan hançerli adaleti!
Seni gönderiyorum, yine saf, ilk yerine:
Kendini seyret!.. Nuru geri çevirmek yine,
İster gölgenin donuk olsun yarı nispeti.

Ey yalnız benim için yalnız bende, içerde,
Kalbin yanı başında, şiirin çıktığı yerde,
Boşlukla saf hadise arasında beklerim;
Buruk, karanlık, çın çın öten bir sarnıç diye,
İçimdeki büyüklük ruhumda hep erteye,
Kalıp duran boşluktan haber verecek derim!

Bilir misin dalların yalancıktan esiri,
Sıska parmaklıkları kemiren demiryeri,
Yumulan gözlerimde göz kamaştıran sırlar,
Hangi ten çeker beni tembel akıbetine,
Hangi alın cezbeder şu kemikli zemine?
Orda kayıplarımı bir kıvılcım hatırlar.

Kapalı, Kudsi, dolu maddesiz bir ateşle,
Toprak parçası, içli dışlı olmuş güneşle,
Bu yer hoşuma gider, meşaleden bir dehliz,
Taş, yaldız, loş ağaçlar doğmuş doğduğu günde,
Nice mermer titreşir nice gölge üstünde,
Mezarlarım üstünde uyur vefalı deniz,

Muhteşem köpek, artık putperestliği def et!
Çoban tebessümüyle, münzevi, uzun müddet,
Otlatırken esrarlı koyunları bu yerde,
Bembeyaz sürüsünü rahat mezarlarımın,
Söyle gitsin tedbirli güvercinler, kalmasın,
Manasız hülyalar da meraklı melekler de!

Buraya gelindi mi istikbal tembelliktir.
Cüssesi belli böcek kuraklığı kemirir;
Her şey yanmış, bozulmuş, havaya karışarak,
Anlamadığım haşin bir cevhere erimiş,
Yokluktan sarhoştur da yüzden hayat geniş,
Artık meraret tatlı, zihin şeffaftır ancak.

Bu toprağa gizlenmiş ölüler rahat durur,
Bu toprakta ısınır, sırları burda kurur.
Yukarda öğle vakti, kıpırdamayan öğle,
Kendinde kendi için yaşar, kendine yeter ..
Dört başı mamur kafa, kemale ermiş efser,
Gizli değişme benim senin bağrında böyle.

Saldığın korkuya tek karşı koyan ben varım!
Pişmanlıklarım, şüphem, kendime cefalarım,
O büyük elmasının bir kusurudur! Fakat
Mermerle kurşun gibi ağı gecelerinde,
Belirsiz bir halk ağaç köklerinde, derinde,
Çoktan senden oldular yavaş yavaş ve kat kat.

Koyu yokluk içinde eridiler bir tevi,
Kıpkırımızı kil içti bütün o beyaz nevi,
Geçti artık yaşama vergisi çiçeklere!
Nerde ağızlarından düşmeyen sözler, hani,
Nerde herkesin kendi benliği, hali şanı?
Kurt düştü gözyaşının toparlandığı yere,

Gıdıklanmış kızların o keskin ve haşarı
Çığlığı, gözler, dişler, ıslak göz kapakları,
O muttasıl ateşle oynayan güzel meme,
Teslim olan dudaklar ucunda parlayan kan,
Son lütuflar ve nadim olan eller ve o zaman,
Hepsi toprağa girer, başlar öbür hengame!

Ya siz, büyük ruh, burda şu yaldızla denizin
Ten gözüne serdiği yalana düşmeksizin,
Acap başka bir hülya ümit eder misiniz?
Şarkı söyler misiniz buhar olunca bile?
Varlığım mesameli! Evet, her şey nafile!
Mukaddes sabırsızlık bile ölür şüphesiz.

Koymuş çirkincesine başına defne dalı,
Tesellici, perişan ve yaldıza boyalı.
Ölümsüzlük, eceli ana kucağı yapar.
Güzel yalan, dindarca bir gayret kokan hiyle!
Şu ebedi gülüşü, şu boş kafatasiyle,
Görüp de isteyecek, benimseyecek kim var?

Derinlikteki ecdat, kafalar boşalarak,
Bunca kürek dolusu toprak altında toprak,
Ayırt etmez oldunuz yukarda yürüyeni;
Asıl kemiren, şüphe kabul etmeyen böcek,
Sofra altında yatan sizlere gelmeyecek,
O hayattan can alır, bırakıp gitmez beni.

Kendi kendimden nefret, kendi kendime sevgi?
Gizli dişi o kadar benliğime yakın ki
Ona nasıl bir isim vereyim, şaşıyorum.
İstiyor, dokunuyor, görüp geliyor dile,
Tenimden hoşlanıyor, ta yatağımda bile,
Ben bu canlıya ait olmakla yaşıyorum.

Zenon, ey zalim Zenon, Elealı Zenon, sen
Hem uçanı, hem uçmayan, fakat ihtizaz eden
O kanatlı okunla beni delmedin değil!
Ses beni yaşatıyor, ok öldürüyor beni!
Ey Güneş! Ruha yayma kaplumbağa gölgeni,
Sen, koca adımlarla kımıldamayan Achille!

Hayır, Kalk da kucakla artık hareli suyu!
Vücudum, parçalayın bu düşünen kadroyu!
Bağrım, rüzgarın girsin doğuşu içerine!
Tüten serinliğiyle şu denizin inbatı
Ruhumu bana verdi... Ey tuzun saltanatı!
Suya koşalım canlı fışkırmak için yine!

Evet! Koca, izanlı hezeyanlar denizi,
Kaplan postu, güneşin binlerce, dizi dizi
Hayali batıp sönen pelerin, zaman zaman
Sessizliği andıran bir uğultu içinde,
Lacivert teniyle mest, bir üstü açık inde,
Kıvılcımlı kuyruğuna diş geçiren Şahmeran.

Rüzgar uyandı. .. Artık yaşama zamanıdır!
Kitabımı bir geniş meltem açıp kapatır,
Su kayadan toz olup görünür kıyı kıyı!
Pırıl pırıl sayfalar uçuşarak gidiniz!
Yık dalga! Yık keyifli sularında ey deniz,
Yelkenin yem yediği şu asude çatıyı!


Paul Valery
Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil

Cennete Eşeklerle Birlikte Gitmek İçin Yakarı

Ölmek zamanım gelince Tanrım
Öyle bir gün seç ki bayram eden köyler toz-duman olsun.
Burada, bu dünyada yaptığım gibi
Keyfimce bir yol seçeyim gitmek için
Gündüzün yıldızlarla dolu cennete.
Deyneğimi alacağım elime, büyük yolda yürürken
Dostum eşeklere sesleneceğim:
Cennete gidiyorum, FRANCIS JAMMES'im ben,
Cehennem yoktur Tanrının ülkesinde çünkü.
Diyeceğim onlara: gelin mavi göğün uysal dostları
Çevik bir kulak sallayışı ile
Sinekleri, arıları savan sevgili hayvanlar ...
Bu hayvanlarla, bırak huzuruna çıkayım Tanrım
Usulca başlarını eğdikleri için sevdiğim bu hayvanlarla,
Küçücük ayaklarını birleştirerek duran
O tatlı hayvanlarla.
Onların binlerce kulağı ardımdan gelecek
Ardımdan gelecek sırtı sepet yüklüler,
Cambaz ya da çöp arabası çeken, teneke götüren
Kambur sırtlarında tenekelerle
Tulum gibi şiş karınlı, aksak adımlı, kancık, erkek, hepsi
Küçük pantolon giydirilmiş olanlar
Küme küme üşüşen sırnaşık sineklerin uçtuğu
Bacakları akan mavi yaralılar.
Tanrım, eşeklerle birlikte geleyim sana bırak,
Melekler götürsün bizi, sonsuz sükun içinde
Gülen genç kızların derileri gibi parlak
Kirazların titrediği, ağaçlı derelere.
Ruhların o yurdunda bana bağışla nolur
Bitmez aşkının arılığı ile
Gösterişsiz, uysal, yoksulluğunu seyreden
Kutsal suların üstüne eğilmiş eşekler gibi olayım ben de.


Francis Jammes
Çeviren: Fuat Pekin

26 Kasım 2016 Cumartesi

Tufandan Sonra

Tufan anısı yatışır yatışmaz,
Bir tavşan, evliya otları, kıpır kıpır çan çiçekleri içinde
durdu, gökkuşağına yakardı örümceğin ağları arasından.
O güzelim taşlar, saklanan - bakıp duran çiçekleri daha şimdiden.
Pis ana sokakta kasap tezgahları kuruldu; bakır oymalarda gibi
yukarıya kat kat yığılmış denize çektiler kayıkları.
Kan aktı. Mavi Sakal'ın orda, -Tanrının mührüyle camları
sararttığı
cambazhanelerde, mezbahalarda, Süt ve kan aktılar.
Kunduzlar yuva kurdu hep. "Fincanlar" tüttü kahvehanelerde.
Daha suları damlayan büyük cam evde eşsiz görüntülere baktı
yaslı çocuklar.
Bir kapı çarptı; köy alanında çocuk savurdu kollarını şakır
şakır sağanak altında, - fırıldaklar ve çan kuleleri tepesinde
bütün yel horozları oyunu anladılar.
Bayan Alplere bir piyano yerleştirdi. Ayin ve ilk "bağlaşım"lar
yüz binlerce sunağında kutlandı katedral'in.
Kervanlar yola düzüldü. Allak bullak olmuş kutup gecesiyle
buzlar içinde kuruldu Splandid - Otel.
O günden beri, kekik çöllerinde cıvıldaşan çakalları işitti
ay - ve tahta kunduralı çoban şiirlerini, meyve bahçelerinde
gıcırdayan. Sonra tomurcuklanmış, mor ulu ormanda Eucharis
baharın geldiğini söyledi bana.
Fışkır, ey göl; köpük, köprülerden ak, ormanlar üzerinden aş;
-karaçuhalar, erganunlar, şimşekler, gök gürültüleri, yükselin,
yürüyün; -sular ve hüzünler, yükselin, getirin tufanları yeniden.
Çünkü onlar dağılan bir can sıkıntısı ki ... -Ah güzelim taşlar,
gömülen; o açılmış çiçekler! - Ve Ece, gömleği içinde korları
ateşleyen Büyücü Kadın bildiğini hiçbir zaman anlatmak
istemeyecek bize.


Arthur Rimbaud
Çeviren: Can Alkor

Sayıklamalar II Söz Büyücülüğü

II. Söz Büyücülüğü


     Dinleyin beni! İşte çılgınlıklarımdan birinin öyküsü.
     Bütün olası görünümleri nicedir elimde bulundurmakla böbürleniyordum
ve gülünç buluyordum çağcıl resim ve şiirin ünlülerini.
     Seviyorum saçma sapan resimleri, kapı aynalıklarını, dekorları, resimle
cambaz perdelerini, dükkan tabelalarını, halk bezemelerini; modası
geçmiş yazını, kilise Latincesini, yazımı bozuk sevisel kitapları, eski
operaları, budala nakaratları, yapmacıksız düzünleri.
     Seferler düşlüyordum, öyküsü yazılmamış keşif yolculuklarını, hırgürsüz
cumhuriyetleri, bastırılmış din savaşlarını, töre devrimlerini, ırkların ve
anakaraların yer değiştirmelerini; inanıyordum bütün büyülere.
     Rengini buldum seslilerin!-A kara, Ö ak, I kırmızı, O mavi, O yeşil.
     -Saptadım her sessizin biçim ve devinimini ve içgüdüsel düzünlerle,
ergeç bütün duyulara ulaşabilecek bir şiirsel dil bulmakla gururlandım.
     Saklı tutuyordum çeviri hakkını.
     Bir denemeydi bu başlangıçta. Sessizlikleri, geceleri yazıyordum,
dile sığmazı not ediyordum. Kayda geçirdim başdönmelerini.

***

     Şiirsel eskiliklerin önemli bir payı vardı söz büyücülüğümde.
     Alıştım basit sanrıya: bir fabrikanın yerine bir cami görüyordum
düpedüz, meleklerin yaptığı bir davul okulu, gökyüzünün yollarında
faytonlar, bir salon bir gölün dibinde; canavarlar, gizli dinsel törenler;
büyük korkular dikiyordu önüme bir vodvil adı.
     Sonra büyülü safsatalarımı sözcüklerin sanrısıyla açıkladım!
     Kutsal buldum sonunda usumun düzensizliğini. Aylaktım, kurbanıydım
bir yüksek ateşin: imreniyordum mutluluğuna hayvanların, -
vaftizsiz ölen bebeler cennetinin masumluğunu simgeleyen tırtılların,
erdenlik uykusunu köstebeklerin!
     Hırçınlaşıyordu kişiliğim. Hoşça kal diyordum dünyaya bir tür romanslarda.
     Çölü sevdim, yanık meyve bahçelerini, rengi atmış dükkanları, ılımış
içkileri. Ayaklarımı sürüyerek yürüyordum pis kokulu daracık sokaklarda 
ve gözlerim kapalı karşı karşıya bırakıyordum kendimi güneşle,
ateş tanrısı.
     "General, yıkık tabyalarının üzerinde eski bir top kaldıysa eğer, topa
tut bizi toprak kesekleriyle. Görkemli dükkanların aynalarında! salonlarda!
     Kendi tozunu yedir kente. Paslandır olukları. Kızgın yakut tozlarıyla
doldur kadınların süslenme odalarını ..."
     Ah! hanın genel işeme yerinde esrimiş küçük sinek, hodanın vurgunu
ve erittiği bir güneş ışınının!
     En sonunda, ey mutluluk, ey us, ayırdım gökyüzünden gök mavisini,
ki o karadır aslında ve yaşadım ben, katkısız ışığın altın kıvılcımı.
     Sevinçten, bir anlam alıyordu yüzüm olabildiğince soytarı ve şaşkın:

***

     Masalsı bir opera oldum: bütün varlıkların bir mutluluk yazgısı taşıdığını
gördüm: yaşam eylem değil, ama bir gücü boşa harcama biçimi,
bir kızgınlık, Beyinin yetersizliğidir aktöre.
     Her varlığa, bana öyle geliyor ki birçok başka yaşam kendi varlığını
borçlu. Ne yaptığını bilmiyor bu bay: bir melek o. Bir yuva dolusu it şu
aile. Birçok insanın önünde, öteki yaşamlarından birinin bir anıyla konuştum
yüksek sesle. - Bir domuz sevdim, böylece.
     Çılgınlığın safsatalarından hiçbirini, -tımarhanelik deliliğin- unutmadım:
hepsini söyleyebilirim yeniden, egemenim yönteme.
     Tehlikedeydi sağlığım. Geliyordu büyük korku Birkaç günlük uykulara
dalıyordum ve kalkıp sürdürüyordum en kederli düşleri. Ölecek durumdaydım
ve bir tehlikeler yolundan dünyanın bir ucuna, karanlığın ve kasırgaların
yurdu Kimmerler ülkesinin sınırlarına sürüklüyordu beni zayıflığım.
     Yolculuk yapmak, beynimde toplanan büyüleri oyalamak zorunda
kaldım. Yükseldiğini görüyordum avundurucu haçın beni bir kirden
paklayacakmış gibi sevdiğim denizin üzerinde. Gökkuşağı lanetlemişti
beni. Alınyazımda Mutluluk, pişmanlık acılarım, içimdeki kurt: güce ve
güzelliğe atlanmayacak kadar uçsuz bucaksız olacaktı hep yaşamım.
     Mutluluk! Onun ölümde yumuşak gelen dişi uyarıyordu beni horozlar
öterken, ad matutinum, christus venit'de, -en karanlık kentlerde:

***

Bunlar olup bitti. Güzelliği selamlamayı biliyorum şimdi.


Arthur Rimbaud
Çeviren: Özdemir İnce

Duyum (Sensation)

Mavi yaz akşamları, patikalarda, dalgın,
Gideceğim, sürtüne sürtüne buğdaylara.
Ayaklarımda ıslaklığı küçük otların;
Yıkasın, bırakacağım başımı rüzgara.

Ne bir şey düşünecek, ne bir laf edeceğim;
Ama sonsuz bir sevgi dolduracak içimi.
Göçebeler gibi uzaklara gideceğim;
Mesut, sanki yanımda bir kadın varmış gibi.


Arthur Rimbaud
Çeviren: Orhan Veli

Ofelya

Yıldızların vurduğu durgun, karanlık suda
Beyaz Ofelya, büyük, beyaz bir zambak gibi
Gelin esvapları içinde dalgalanmada.
Uzak ormanlarda yerlilerin gürültüleri.

Mahzun Ofelya, beyaz bir tayf gibi yıllardır
Dolaşır bu siyah nehrin suları içinde.
Deliliği içinde bir şarkı mırıldanır,
Bir çocukluk şarkısı, akşam serinliğinde.

Rüzgar göğsünü öper ve açar yaprak yaprak
Sularda ağır ağır savrulan etekleri.
Söğütler omuzlarına sarkar ağlaşarak,
Hülyalı alnına eğilir su çiçekleri.

Dört bir yanına üzgün nilüferler dizilir.
Uykudaki bir ağaç uyanır, zaman zaman;
Bir yuvadan küçük bir kanat sesi yükselir;
Sihirli bir şarkı gelir altın yıldızlardan!


Arthur Rimbaud
Çeviren: Orhan Veli

25 Kasım 2016 Cuma

Sarhoş Gemi

Ölü sularından iniyordum nehirlerin
Baktım yedekçilerim iplerimi bırakmış;
Cırlak Kızılderililer, nişan atmak için
Hepsini soyup alaca direklere çakmış.

Bana ne tayfalardan; umurumda değildi
Pamuklar, buğdaylar, Felemenk ve İngiltere;
Bordamda, gürültüler, patırtılar kesildi;
Sular aldı gitti beni can attığım, yere.

Med zamanları, çılgın çalkantılar üstünde,
Koştum, bir çocuk beyni gibi sağır, geçen kış
Adaların karalardan çözüldüğü günde
Yeryüzü böylesine allak bullak olmamış.

Denize bir kasırgayla açıldı gözlerim;
Ölüm kervanı dalgaları kattım önüme:
Bir mantardan hafif, tam on gece, hora teptim:
Bakmadım fenerlerin budala gözlerine.

Çocukların bayıldığı mayhoş elmalardan
Tatlıydı çam tekneme işleyen yeşil sular;
Ne şarap lekesi kaldı, ne kusmuk, yıkanan
Güvertemde: demir, dümen ne varsa tarumar.

O zaman gömüldüm artık denizin şi'rine,
İçim dışım sütbeyaz köpükten, yıldızlardan;
Yardığını yeşil maviliğin derinlerine
Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.

Sonra birden mavilikleri kaplar meneviş
Işık çağıltısında, çılgın ve perde perde,
İçkilerden sert, bütün musikilerden geniş
Arzu, buruk ve kızıl, kabarır denizlerde.

Gördüm şimşekle çatlayıp yarılan gökleri,
Girdapları, hortumu; benden sorun akşamı,
Bir güvercin sürüsü gibi savrulan fecri.
İnsana sır olanı, gördüğüm demler oldu.

Güneşi gördüm, alçakta, kanlı bir ayinde;
Sermiş parıltısını uzun, mor pıhtılara.
Eski bir dram oynuyor gibiydi, enginde,
Ürperir uzaklaşan dalgalar sıra sıra.

Yeşil geceyi gördüm, ışıl ışıl karları;
Beyaz öpüşler çıkar denizin gözlerine;
Uyanır çın çın öter fosforlar, mavi, sarı:
Görülmedik usareler geçer döne döne.

Azgın boğalar gibi kayalara saldıran
Dalgalar aylarca sürükledi durdu beni
Beklemedim Meryem'in nurlu topuklarından
Kudurmuş denizlerin imana gelmesini.

Ülkeler gördüm görülmedik, çiçeklerine
Gözler karışmış, insan yüzlü panter gözleri
Büyük ebemkuşakları gerilmiş engine,
Morarmış sürüleri çeken dizginler gibi.

Bataklıklar gördüm, geniş, fıkır fıkır kaynar;
Sazlar içinde çürür koskoca bir ejderha,
Durgun havada birdenbire yarılır sular,
Enginler şarıl şarıl dökülür girdaplara.

Gümüş güneşler, sedef dalgalar, mercan gökler;
İğrenç leş yığınları bozbulanık koylarda;
Böceklerin kemirdiği dev yılanlar düşer.
Eğrilmiş ağaçlardan simsiyah kokularla.

Çıldırırdı çocuklar görseler mavi suda
O altın, o gümüş, cıvıl cıvıl balıkları.
Yürüdüm, beyaz köpükler üstünde, uykuda;
Zaman zaman kanadımda bir cennet rüzgarı.

Bazen doyardım artık kutbuna, kıtasına;
deniz şıpır şıpır kuşatır sallardı beni;
Garip sarı çiçekler sererdi dört yanıma;
Duraklar kalırdım, diz çökmüş bir kadın gibi.

Sallanan bir ada, üstünde vahşi kuşların
Bal rengi gözleri, çığlıkları, pislikleri;
akşamları, çürük iplerimden akın akın
Ölüler inerdi uykuya gerisin geri.

İşte ben, o yosunlu koylarda yatan gemi
Bir kasırgayla atıldım kuş uçmaz engine;
Sızmışken kıyıda, sularda sarhoş; gövdemi
Hanza kadırgaları takamazken peşine.

Büründüm mor dumanlara, başıboş, derbeder,
Delip geçtim karşımdaki kızıl semaları;
Güvertemde cins şaire mahsus yiyecekler:
Güneş yosunları, mavilik medüzaları.

Koştum, benek benek ışıkla sarılı teknem,
Çılgın teknem, ardımda yağız deniz atları;
Temmuz güneşinde sapır sapır dökülürken
Kızgın hunilere koyu mavi gök katları.

Titrerdim uzaklardan geldikçe iniltisi
Azgın Behemotların, korkunç Maelstromların.
Ama ben, o mavi dünyaların serserisi
Özledim eski hisarlarını Avrupa'nın.

Yıldız yıldız adalar, kıtalar gördüm; coşkun
Göklerinde gez gezebildiğin kadar, serbest.
O sonsuz gecelerde mi saklanmış uyursun
Milyonlarca altın kuş, sen ey Gelecek Kudret.

Yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum
Fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,
Aşkın acılığı dolmuş içime sarhoşum;
Yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.

Gönlüm Avrupa'nın bir suyunda, siyah, soğuk,
Bir çukurda birikmiş, kokulu akşam vakti;
Başımda çömelmiş yüzdürür mahzun bir çocuk
Mayıs kelebeği gibi kağıt gemisini.

Ben sizinle sarmaşdolaş olmuşum, dalgalar,
Pamuk yüzlü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkum gemilerinin sularında yüzemem.


Arthur Rimbaud
Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu

İkinci Türkü'den

Ey şaşmaz matematikler, baldan tatlı öğreti'niz
serinletici bir dalga gibi yüreğime akalı beri sizi
unutmadım. Beşikten bu yana güneşten eski
kaynağınızdan su içmek tutkusuyla yandım . .
Öğrencilerinizin en vefalısı olan ben, tapınağınızın
kutsal eşiğini hala aşındırıyorum. Bir belirsizlik
vardı düşüncemde, açıklayamadığım bir şey duman
gibi. Ama mihrabınıza ulaştıran basamakları dinsel
bir saygıyla çıktım. Ve siz, rüzgar kelebekleri nasıl
dağıtırsa, şu karanlık örtüyü öyle sıyırdınız. Sınırsız
bir soğukkanlılık, yetkin bir sakınganlık, şaşmaz bir
mantık koydunuz yerine. Güçlendirici sütünüz
yüzünden, size içten bir sevgiyle bağlı olanlara
sağladığınız aydınlık içinde kavrayışım gelişip
sınırsızlaştı. Aritmetik! Cebir! Geometri! yüce
üçlem! ışıklı üçgen! Sizi tanımayan, akılsızın biridir.
En kara işkencelerden geçirmeli onu. Çünkü bilisiz
rahatlığında kör bir küçükseme vardır. Ama sizi
tanıyan ve seven dünya malına önem vermez; büyülü
tüy gibi uçarak, tıpkı yükselen helezon gibi
göklerine yuvarlak kubbesine ulaşmak ister yalnız.
Yeryüzü, ahlaksal yanıltılar ve düşlerden başka şey
sunmaz ona! Oysa, ey şaşmaz matematikler, inatçı
değişmezliğiyle, evrenin düzeninde görülen yüce
doğrunun bir güçlü yansısını kamaşan gözlere
sunarsınız. Ama Pitagoras'ın dostu o dörtgenin dile
getirdiği kapsayıcı yetkin düzen daha da yücedir.
Çünkü Gücü-her-şeye-yeten, kendini ve yüklemlerini
kaosun ta içinden sizin teoremler hazinenizi ve ulu
göz kamaştırıcılığınızı çıkaran unutulmaz çalışmada
tepeden tırnağa açığa vurmuştur. Eski çağlarda ve
günümüzde, nice ulu hayal güçleri, yanık kağıt
üzerine çizilmiş simgesel biçimlerinizi, gizli bir
solukla canlanmış kavranmaz çizgiler gibi görerek
titrediler. Evrenden önce var olan ve daha sonraya
kalacak olan ölümsüz belitlerin ve hiyerogliflerin bu
göz kamaştırıcı açıklanışını sıradan insanlar
anlayamazdı. Hayalgücü, öldürücü bir soru işaretinin
uçurumuna eğilip matematiğin nasıl olup da bunca
etkileyici büyüklük ve tartışılmaz doğru kapsadığını
sorar ve bunları insanoğluyla karşılaştırmaya
kalkışırsa, insanoğlunda sahte gurur ve yalandan
başka şey bulamaz. O zaman, üzünç dolu bu yüce
kafa, insanoğlunun cüceliğini ve benzersiz çılgınlığını
iyice duyuran ulu öğütlerinizden ötürü, bembeyaz
kesilmiş yüzünü kupkuru ellerinin üzerine eğerek
doğaüstü düşüncelere dalar gider. Önünüzde, dizleri
bükülür ve tapınışı hem sizin tanrısal yüzünüze, hem
de Gücü-her-şeye-yetenin öz görüntüsüne bir saygı
belirtisidir. Çocukluğumda, bir Mayıs gecesi, ay
ışığında, pırıl pırıl bir derenin kıyısındaki taze
çimenlerin üzerinde göründünüz bana. Üçünüz de
utangaçlık ve incelikte birbirinizden geri
kalmıyordunuz. Üçünüz de kraliçeler gibi uluydunuz.
Birkaç adım yaklaştınız. Uzun elbiseniz bir buhar
gibi salınıyordu; sevgili bir oğulmuşum gibi beni,
kıvanç dolu memelerinize yaklaştırdınız. Hemen
koştum, ellerim beyaz göğsünüzde kenetlenmişti.
Doğurgan besininizle beslendim. İnsanlığın büyüyüp
yükseldiğini duydum kendimde. O çağdan beri sizi
bırakmadım ey karşıt kraliçeler. Yüreğimin
sayfalarında, bir mermere işlenmiş gibi duran nice
güçlü tasarı, nice yakınlık duygusu, aymış
düşüncemde-şafağın gece karanlığını dağıttığı gibi 
kurucu çizgileri yavaş yavaş sildiler. O çağdan beri,
ölümün, amacını gizlemeden, mezarları insanlarla
doldurduğunu, savaş alanlarını kasıp kavurduğunu,
insan kanıyla tombullaştığını ve ölü kemiklerinin
üzerinde sabah çiçekleri açtırdığını gördüm. O
çağdan beri, yeryüzünün devrimlerine tanıklık
ettim; depremler, çölün sam yelleri, alevli !avlarıyla
yanardağlar, ölüm saçan fırtınalar soğukkanlı bir
seyirci olduğumu gördüler. O çağdan beri çeşitli
kuşakların, son değişimini selamlayan kozanın
toy neşesiyle, kanatlarını ve gözlerini uzaya
çevirdiklerini ve akşam güneş batmadan önce,
rüzgarın yakarış dolu çığlığını salladığı solmuş
çiçekler gibi boyunları bükük, can verdiklerini
gördüm. Ama siz hiç değişmediniz. Hiçbir değişiklik,
hiçbir hastalıklı soluk özdeşliğinizin sarp kayalarına
ve sınırsız vadilerine dokunamaz. Sizin alçakgönüllü
ehramlarınız, tutsaklığın ve aptallığın yükselttiği o
karınca yuvalarından, yani Mısır ehramlarından daha
uzun ömürlüdür. Zamanın çöküntüsü üstünde
yükselen çağların sonu, gizemli sayılarınızın, kıpkısa
denklemlerinizin ve heykelsi çizgilerinizin Gücü-her -
şeye-yetenin intikamcı yanında yer aldığını
görecekler. Oysa yıldızlar, korkunç ve evrensel bir
gecenin bitimsizliğinde, kasırgalar gibi öfkeyle
çöküp gidecekler ve insanlık son yargıyla
hesaplaşmaya çalışacak. Bana yaptığınız yardımlar
için teşekkürler. Anlayışıma kattığınız yepyeni
nitelikler için teşekkürler. Siz olmasaydınız,
insanoğluna karşı açtığım savaşta belki yenilgiye
uğrayacaktım. Siz olmasaydınız beni yerlere yıkıp
ayağının tozunu yedirecekti; bir aşağılık pençeyle
etimi ve kemiklerimi paralayacaktı. Ama usta bir
sporcu gibi korudum kendimi. Tutkudan sıyrılmış
yüce görüşlerinizden titreyen soğukkanlılığı verdiniz
bana. Şu kısa yolculuğumun geçici tatlarını
küçümseyerek geri çevirmek ve benzerlerimin
sevimli görünen aldatıcı önerilerini kapımdan
savmak için bu armağanınızdan yararlandım.
Çözümleme, bireşim ve tümdengelim, hayranlık
değer yöntemlerinizde dile gelen şaşmaz
sakınganlığınızı verdiniz bana. Can düşmanımın
öldürücü hilelerini bozmak, sonra ona ustaca
saldırmak ve insanoğlunun en can alıcı yerlerine bir
hançer saplamak için yararlandım sizden. Bu hançer
saplandığı yerde kalacak, çünkü onulmaz bir yara
açmıştır. Öğretilerinizin ruhu olan bilgelik dolu bir
mantığı ve düşüncenin sakınmazlığını arttıran
dolambaçlı ama apaçık tasımlarınızı verdiniz. Bu
güçlü yardımcı sayesinde, alçaklara doğru yüzerken,
nefret kayalığının karşısında, iğrenç ve kapkara
fenalığı gördüm insanlıkta; öldürücü kokuşmalar
arasında çürüyor ve hayran hayran göbeğini
seyrediyordu. Bağırsaklarının karanlığında önce şu pis
alışkanlığı yani kötülüğü gördüm; onda iyilikten daha
üstündü. Bana ödünç verdiğiniz zehirli silahla,
insanlığın korkaklığından yapılmış yaratıcıyı
yerinden indirdim. Dişlerini gıcırdattı ve bu iğrenç
harekete boyun eğdi; çünkü karşısındaki kendisinden
daha güçlüydü. Ama uçuşumu alçaltmak için onu bir
paket sicim gibi bir yana bırakacağım...


Comte d'E Lautreamont
Çeviren: Selahattin Hilav

Birinci Türkü'den

Ailelere nifak tohumu ekmek için bir antlaşma yaptım
fuhuşla. Anımsıyorum bu tehlikeli ilişkiden önceki geceyi.
Önümde bir mezar gördüm. Bir ev kadar büyük bir ateşböceğinin
bana şöyle dediğini duydum: "Aydınlatacağım seni. Oku yazıtı.
Benden gelmiyor bu yüce buyruk." Görür görmez çenelerimi
çatırdatan,
elimi ayağımı kesen, uçsuz bucaksız, kan rengi bir ışık
taa ufka kadar yayıldı havada. Az kalsın düşüyordum, bir yıkık
duvara yaslandım ve okudum: "Veremden ölen bir yeniyetme
yatıyor burada: biliyorsunuz nedenini. Dua etmeyin ona." Birçok
insan benim kadar gözü pek olamazdı belki. Bu sırada, çırılçıplak,
güzel bir kadın gelip ayaklarımın dibine uzandı. Kederli
bir yüzle, "Ayağa kalkabilirsin." dedim kadına. Kardeş katilinin
kızkardeşini boğazladığı eli uzattım ona. Ateşböceği seslendi:
"Hey sen! bir taş al ve öldür onu. -Niçin? diye sordum ona."
Ateş böceği bana: "Kendine dikkat et, dedi; güçsüz olan sensin,
güçlü olan benim çünkü. Fuhuş'tur bu kadının adı." Gözlerimde
yaşlar, yüreğimde öfke, bilinmez bir gücün doğduğunu duyumsadım
kaldırdım ve omuzuma aldım taşı sonra. Bir dağı doruğuna kadar
tırmandım: oradan ezdim ateşböceğini. İnsan boyunda bir
çukura gömüldü toprakta başı; altı kilise boyu yükseğe sıçradı
taş. Sonra gidip bir göle düştü, bir anda, döne döne, uçsuz bucaksız,
ters bir koni oyarak çekildi suları gölün. Ortalık duruldu:
parıldamadı artık kan ışık. "Yazık! yazık! diye haykırdı
çıplak ve güzel kadın; ne yaptın böyle? - Ben seni yeğliyorum,
dedim ona, çünkü acırım mutsuzlara Sonsuz taze yarattıysa seni,
senin değil suç. "Yanıtladı beni:" Bir gün, dedi, hakkımı teslim
edecek insanlar. Söyleyecek başka sözüm yok. Bırak da gideyim,
sonsuz acımı derinliklerine gömeyim denizin. Bir sen varsın hor
görmeyen beni, bir de bu karanlık uçurumlarda kaynaşan iğrenç
canavarlar. İyisin sen. Elveda beni sevmiş olan sana! -Elveda!
dedim ona, tekrar elveda! Hep seveceğim seni .. Bugünden tezi
yok terk ediyorum erdemi. "işte bu iledenle, ey İnsanlar, kış
yelinin denizin üzerinde ve kıyılarda ya da uzun süredir
benim için yas tutan büyük kentlerin üzerinde ya da kutup
bölgelerinin soğuklarında uğuldadığını duyduğunuz zaman
şöyle söyleyin: "Tanrının ruhu değildir geçen: fuhuşun,
Montevideolu'nun acılı iniltileriyle birleşen derin kederli
iç çekişidir." Çocuklar, bunu ben söylüyorum size. Öyleyse,
diz çökün acıma duyguları içinde ve bitlerden daha çok olan
insanlar uzun uzun yakarsınlar.


Comte d'E Lautreamont
Çeviren: Özdemir İnce

24 Kasım 2016 Perşembe

Geçmiş Ola

Hatıralar, ne istersiniz benden?.. Sonbahar ...
Durgun gökte ardıç kuşları uçuşmadalar,
Güneşten, ölgün ve soluk bir ışık vurmada
İçinde poyrazlar esen sararmış ormana.

Yapyalnızdık, yürüyorduk, türlü hülyalarda;
Saçlarımız ve düşüncelerimiz rüzgarda.
Çevirip güzel gözlerini bana "Hangisi
En güzel günün?" diye sordu o billur sesi

Bir melek sesi kadar tatlı, o kadar derin.
Hafif bir gülümseyiş cevap verdi sesine
Öptüm ellerini, ibadet edercesine.

-Ah! İlk çiçekler! Ne güzel kokuları vardır!
Ne kadar sevimli bir mırıltıları vardır
Sevilen dudaklardan çıkan ilk evet'lerin!


Paul Verlaine
Çeviren: Orhan Veli

Şiir Sanatı

Musiki, her şeyden önce musiki;
Onun için tekli mısradan şaşma.
Kıvrak olur, erir havada sanki;
Ağır aksak söyleyişe yanaşma.

Kelime seçerken de meydan senin;
Bile bile bir nebze aldanmalı.
Dumanlısı güzeldir türkülerin:
Öyle hem seçik olsun, hem kapalı

Güzel gözler tül ardında görünsün
Gün ışığı titremeli şiirinde
Ak yıldızlar maviliğe bürünsün
Ilgıt ılgıt sonbahar göklerinde.

Ararengin peşindeyiz çünkü biz;
Rengin değil, ararengin sadece.
Ancak öyle sarmaş dolaş ederiz
Kavalı boruyla, rüyayı düşle.

Nükte belasından kurtulmaya bak;
Acı zeka, sulu gülüş neyine?
İşe karıştı mı bu cins sarmısak
Maviliğin yaş dolar gözlerine.

Tut belagatı boğazından, sustur
El değmişken bir zahmete daha gir.
Kafiyenin ağzına da bir gem vur
Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?

Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
Hangi sağır çocuk, ya deli zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi

Hep musiki, biraz daha musiki;
Havalanan bir şey olmalı mısra
Deli bir gönülden kalkıp gitmeli
Başka göklere, başka sevdalara.

Dağılıp tozu sabah rüzgarına
Mısraların alsın başını gitsin
Kekik, nane kokaraktan, dört yana ...
Üst tarafı edebiyat bu işin.


Paul Verlaine
Çeviren: S. Eyüboğlu - Melih Cevdet Anday

Fatihler

Yuvalarından uçmuş bir sürü şahindiler;
Usanmışlardı mağrur fukaralıklarından.
Pallos de Moguer'den avare, asker, kaptan,
Çılgınca bir hayale doğru sürüklendiler.

Masaldaki madeni bulmak içindi sefer;
Sipangoo'nun varılmaz topraklarında yatan,
Geçerken garbın esrar dolu kıyılarından
Alize rüzgarında eğrilirdi serenler.

Ve her akşam bir destan sabahı umarlardı.
Medar denizlerinin fosforlu mavisinden,
Rüyaları altından seraplarla dolardı.

Beyaz kadırgaların sarkıp ilerisinden,
Seyre koyulurlardı denizlerin içini;
Yıldızların bir meçhul göğe yükselişini.


Jose-Maria de Heredia
Çeviren: S. Eyüboğlu - Orhan Veli