Şiir, Sadece

20 Kasım 2014 Perşembe

Alberto Rojas Jiménez Geliyor Uçarak

Korkutan kanatların arasından, arasından gecelerin,
manolyaların arasından, arasından telgrafların,
Güney’in rüzgârı arasından ve denizle ıslanmış Batı’dan,
geliyorsun uçarak.

Mezarların altından, altından külün,
donmuş salyangozların altından,
en son yeraltı sularının altından,
geliyorsun uçarak.

Daha da derinde, boğulmuş kızların arasında
ve kör bitkilerin arasında, çözülmüş balıkların
daha da derininde, bulutların arasında yeniden,
geliyorsun uçarak.

Kanla kemiklerin ötesinde,
ötesinde ekmeğin, şarabın ötesinde,
ötesinde ateşin,
geliyorsun uçarak.

Sirkenin ve ölümün ötesinde,
arasında çürümenin ve menekşelerin,
göksel sesinle ve ıslak ayakkabılarınla,
geliyorsun uçarak.

Elçilerin ve eczanelerin üstünden,
ve tekerin, ve avukatların, ve gemilerin,
ve yeni çekilmiş kırmızı dişlerin,
geliyorsun uçarak.

İri kadınların geniş elleriyle
saçlarını çözüp tarağı düşürdüğü
çökmüş çatılı kentlerin üstünden,
geliyorsun uçarak.

Şarabın sessizlikte loş, bulanık ellerle
kızılca bir ağaçtan yavaş ellerle
olgunlaşacağı mahzenleri geçerek,
geliyorsun uçarak.

Yitik havacıların arasından,
kanallar ve gölgeler boyunca,
gömülmüş zambaklar yanında,
geliyorsun uçarak.

Acı renkli şişelerin arasından,
anason ve bela çemberleri arasından,
ellerin yukarda ve ağlayarak,
geliyorsun uçarak.

Diş hekimleri ve toplantılar üstünden,
sinemaların ve tünellerin ve kulakların üstünden,
yeni bir takım elbiseyle ve sönmüş gözlerle,
geliyorsun uçarak.

Ölümünün yağmuru yağarken
tayfaların yolunu yitirdiği
duvarsız mezarının üstünden,
geliyorsun uçarak.

Boşanırken yağmur parmaklarından,
boşanırken yağmur kemiklerinden,
düşerken iliğin ve gülüşün,
geliyorsun uçarak.

Eriyip gittiğin taşlar üstünden,
aceleyle kışa doğru, zamana doğru,
yüreğin düşerken damlalarda,
geliyorsun uçarak.

Çimentoyla ve kara katip yürekleriyle,
ve hiddetli atlının kemikleriyle
çevrilmiş olan, sen değilsin oradaki,
geliyorsun uçarak.

Ey deniz gelinciği, ey benim soyum,
ey arılarla giyinmiş gitarcı,
saçındaki bütün bu gölgeyle yanlış bu:
geliyorsun uçarak.

Seni kovalayan bütün bu gölgeyle yanlış bu,
onca ölü kırlangıçlarla yanlış bu,
onca sızlanmayla kararmış toprakla:
geliyorsun uçarak.

Valparaíso’nun kara rüzgârı
dağıtıyor kömürden ve köpükten kanatlarını
geçip gittiğin göğü süpürmek için,
geliyorsun uçarak.

Vapurlar var, ve ölü denizin soğuğu,
ve kaval sesleri, ve aylar, ve bir koku
sabah yağmurundan ve kirli balıklardan:
geliyorsun uçarak.

Rom var, sen ve ben, ve benim ağlayan ruhum,
ve hiç kimse, ve hiçbir şey, çatlamış basamaklarıyla
bir merdiven yalnızca, ve bir şemsiye:
geliyorsun uçarak.

Orada uzanıyor deniz. Geceleri gidiyorum ve dinliyorum
deniz altından uçarak gelişini, yapyalnız,
bende şenelmiş deniz altı karartılı:
geliyorsun uçarak.

Duyuyorum kanatlarını ve senin sakin uçuşunu,
ve ölü suların sana çarpışını
kör ve ıslak güvercinler gibi:
geliyorsun uçarak.

Geliyorsun uçarak, terk edilmiş, yalnız,
ölüler arasında tek, her zaman yalnız,
geliyorsun uçarak gölgesiz ve adsız,
şekersiz, ağızsız, gülsüz,
geliyorsun uçarak.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama


Alberto Rojas Jiménez 1900-1934 yılları arasında yaşamış, Neruda’nın arkadaşı Şilili bir şairdi. Züppelik derecesinde şık giyimliydi. En büyük hobilerinden biri, İspanyol şair Miguel de Unamuno’dan öğrendiği şekilde kağıttan kuşlar yapmaktı. 1930 yılında yayınlanmış “Chilenos en París” (”Paris’teki Şilililer”) adlı bir şiir kitabı bulunmaktadır. Paris’te yaşadığı dönemde Chagall’ın tablolarına özenerek yaptığı bazı resim çalışmaları da bulunmaktadır.

19 Kasım 2014 Çarşamba

Sana Yakın

Bir dostun sıcaklığına
öylesine
yaslamak istiyorum ki başımı
ya omuzunu uzat sevgilim
ya da telleri kopuk
bir kemanı

Kanadının altına sığınacak
bir kuş arayan
eskimiş saçak gibiyim sensiz
ya da bütün balinaların
kıyıya vurup
intihar ettiği
bir deniz

Bir hitit çanağıyım
toprağa gömülü
ve sen
ilk kazısını yapan
bir arkeolog ürkekliğiyle
ellerinin arasına
al beni

Tek dileğimdir çünkü benim
sana yakın bir sunay akın


Sunay Akın
Antik Acılar

Şamandıra

Hayırsız oğluyum babamın
hiç büyümeyen
hala Topkapı'ya doğru uzanır
kimsecikler görmeden
hınzır bir çocuk gibi
kapısını çalıp
kaçarım İstanbul'un

Hayırsız oğluyum babamın
ticareti sevmeyen
para için koşturulan
yarış atlarının terlerini
bir akvaryumda toplar
içinde denizatı
beslerim

Hayırsız oğluyum babamın
yollarda dalgın yürüyen
ama adliyenin çöplüğünde
bulduğu dolmakalemi
çocuklarına getirmek için
ortasından yapıştıran temizlik işçisi
kaçmaz gözlerimden

Hayırsız oğluyum babamın
bir parka
dikilirse bir gün şairlerin heykelleri
benim yerim boş kalsın
ve payıma
hayırsız ada açıklarına

bir şamandıra bırakın


Sunay Akın
Antik Acılar

Sarmaşık

Gökdelene tırmanan
sarmaşığın
kaçıncı kata ulaştığını
görmeye yeter
yaşantım


Sunay Akın
Antik Acılar

Böcek

Usulca verir misiniz
son nefesinizi
yolunu şaşırmasın
diye yastığınızda
gezinen
böcek


Sunay Akın
Antik Acılar




Yalnızlık

Şemsiye yapımcıları
ıslanmaktan
tek kişiyi koruyacak genişlikte
kesince kumaşları
yağmur değil
yalnızlıktır yağan

Daha da hüzünlendirir her gece
kentin sokaklarını
bekçinin nefesiyle
düdüğün içinde dönen
nohut taneciğinin
yalnızlığı

Ne çok sevinirim bilseniz
bir yılan
mezarıma girerde
göğüs kafesimin kemikleri içinde
kış uykusuna
yatarsa


Sunay Akın
Antik Acılar

Alfabe

Sağır ve dilsiz
ki okşarken
sevgilisinin tenini
elleriyle hem sevişir
hem konuşur


Sunay Akın
Antik Acılar

Düğme

Gözyaşları içinde
birkaç dakika aradı
kürtaj masasından kalkarken
takılıp kopan
düğmesini


Sunay Akın
Antik Acılar

Naftalin

Eksik olan
bir yanı vardı aşkımızın
bir filminde
üç beş figüran dövüp
ata binmemesi
gibi cüneyt arkın'ın

Haberin olsun
vermedim eskiciye
yırtık ayakkabılarımı
nasıl ayrılırım ki onlardan
kapınızın önünde
az mı çıkarıp
giymiştim

Naftalinledim bende kalan yün kazağını
söylemiş miydim size
naftalin
ki güvelere karşı kullandığı
kimyasal silahıdır
anıların


Sunay Akın
Antik Acılar

Meçhul

Mahalledeki çocukların
piç diye kızdırdığı
ayakkabı boyacısı
babasının özlemiyle
önüne kurar sandığını
meçhul asker
anıtının!


Sunay Akın
Antik Acılar

Jilet

Kamaralarında çıplak
kadın resimlerinin asıldığı
savaş gemisinden
bozma bir jilet
her traş oluşumda
hem okşar
hem kanatır
tenimi


Sunay Akın
Antik Acılar

Ölü Asker

Zeynep ve Derviş'e


Nasıl da çok istemiştim
savaşa gitmeden
sevgilimle evlenmeyi
ama nereden bilebilirdim
ki silahın
demirine çarpıp
saklandığım yeri belli edeceğini
parmağımdaki yüzüğün...


Sunay Akın

18 Kasım 2014 Salı

Bendeniz

Denizi sever en çok bendeniz
bir ırmak
ya da gölü değil
ama sıragöller
bana hep denizi
anımsatır

Ne kadar uzaklaşsam denizden
o denli artar
hem bir kentin
giriş tabelasına yazılan
hem de içki masasındaki
susuz rakım

Denizi sever en çok bendeniz
ve geriye
gemilerin ardında
bir anlık
bıraktığı gibi kalır
benden iz...


Sunay Akın
Antik Acılar

Cunta

Gördünüz mü keyfini
generalin
başını sıkarken
yüzünde çıkan
sivil'cenin


Sunay Akın
Antik Acılar

Madalya

Bayram yerinde canlandırılırken
kentin kurtuluşu
ayakları kesilen gazi
koltuk deyneklerini
bırakamadığı için alkışlamadığında
inandırır herkesi

Ölü askerlerin ceplerinden
topladıkları kanlı fotoğrafları
barış toplantılarında
sinema önündeki çocuklar gibi
birbirleriyle nasıl değiştirdiklerini
bilir generallerin

Kaç askeri
kendisine özendirdiğini de saymıştır
savaşın tam ortasında
kuyruğunu bırakıp
kumtorbaları arasından
evine kaçarken kertenkelenin

Bayram yerinde canlandırılırken
kentin kurtuluşu
ayakları kesilen gazi
hiç düşünmeden
değişir madalyasını
çorap kokusuna


Sunay Akın
Antik Acılar

Kafatası

Yurdundan çok uzaklarda
ölen bir askerin
kafatası
kendisini bulan
çocukların ellerinde
hiç bilmediği oyunlara
alet oluyor

İkinci defa!


Sunay Akın
Antik Acılar

Süngü

Kardeş payı
yapmak için mi
uzattın süngünü
elimdeki
elmaya


Sunay Akın
Antik Acılar

Şiirt

Avcının kıstırdığı ceylan
bir diğerine kaçıp
kolayca kurtulsun diye
omuz omuza vermiştir
yurdumun dağları

Tutuklansa yurdumdaki
böceklerin hepsi
diğerlerinden ayrı
bir hücreye konur
kitap güvesi

Ambalaj kâğıdı gibi kullanılır
başörtüsü yurdumda
bir çocukluk anısı olarak
güneşi paketler
genç kızların saçlarında

Ve sorunlarını
tartışırlar şiirin
yurdumun şairleri
tank paletleri altında
ezilirken şiirt!


Sunay Akın
Antik Acılar

Taht Ve Yüksük

Tahtların altındaki sümükleri silmezler
çünkü ata yadigarıdırlar
ve müzelerde
görmemesi için halkın
bir camekanın içinde
sergilenirler

Kapıları da hep devdir
dünyadaki sarayların
tokmağa uzanıp
sokaktaki çocuklarla
oynamasın diye
veliahtlar

Sakın beni tarihçi sanmayın
sayfalarını yırttım
yüz ünlü türk
adlı kitabın
terzi dükkanındaki resmine
içinde rastlamayınca
kılıncı dikiş iğnesi
kalkanı yüksük olan
babamın


Sunay Akın
Antik Acılar

Beyazperde

Artıyor kara çarşaflılar
yurdumun her köşesinde
neden olacak
siyaha boyanıp
kadınlara giydiriliyor
yıkılan sinemalardan
geriye kalan
onca beyaz
perde!


Sunay Akın
Antik Acılar

Filika

Batmak üzere olan
bir gemide
panik içindeyken herkes
ne de çok sevinir
ipleri çözülen
filika


Sunay Akın
Antik Acılar

Deniz

Vedat Günyol'a


Yaşlı bir devrimci
düşürmez hiç ağzından
özgürlük kelimesini
ve yatmadan önce
bir bardak su yerine
denize bırakır
takma dişlerini


Sunay Akın
Antik Acılar

İskele

İskelenin altına
sığınan deniz
bırak artık saklanmayı
savaş gemileri
çoktan geçip
gitti


Sunay Akın
Antik Acılar

17 Kasım 2014 Pazartesi

Harç

Bilemiyorum hangi gökdelenin
tuğlaları arasındadır
elele yürüdüğümüz
ve seni
ilk kez öptüğüm
o kuytu kumsal

Ama duyarım
bir mısır tarlasının
yüreğindeki telaşı
görülünce dağın ardından
kentin ilk gökdeleni

Daha kamyonlar dolusu
kum elenir
inşaat önlerinde
ayıklanır deniz kabukluları
yok edilir gibi
bir cinayetin izleri


Sunay Akın
Antik Acılar

Çatana

Galata köprüsü kaldırılınca
boynu hep
bükük kalacaktır
altından geçmek için
bacasını kıran
çatananın


Sunay Akın
Antik Acılar

At Kokusu

Son evi gösterin bana İstanbul'da
vapur sesinin duyulduğu
ki kapısını çalıp
söyleyeyim içindekilere
daha çok kedi yavrusu ezilsin diye
eski iskeleleri
sahil yoluyla ayırdıklarını
denizden

Karşılığında ben de size
kanaryası olup
kuaför salonuna dönüşmeyen
kaç mahalle berberinin
kaldığını söylerim
ya da kaç fötr şapkanın
tutsak olduğunu
köhne bir konağın
askısında

Kaç faytoncunun
artık taksicilik yaptığını da bilirim
ama söylemem
onu da siz bulun
dikiz aynasına takılı boncuklardaki
at kokusundan


Sunay Akın
Antik Acılar

Liman

Sıralanmış saksılar vardı
limana bakan
penceremizin önünde
ve çiçekler arkasında
ekmek kırıntıları serpen
martı yüzlü
bir anne

Terasta toplanan kadınlar
limandaki beyaz geminin
ışıkları yanınca
dedikodusunu yapmayı unuturlardı
tam o saatlerde sokaktan geçen
yazlık sinemadaki
biletçi kızın

Annesinin dizleri dibinden
hiç ayrılmayan
uslu bir çocuk gibidir
limandaki deniz
ama sokağa çıkıp
dalga olmak geçer
yüreğinden


Sunay Akın
Antik Acılar

Aile Boyu

Ezilmiş bir çocukluk benimkisi
bir iskelenin
vapurlarının yanaştığı yüzüne asılıdır
üç tekerlekli bisikletimin
lastikleri

Annesiz büyüdüm çünkü
yani serçeydim
kar üstündeki
ve arka bahçesinde
kasabın beslediği kuzu

Dudaklarımı, işte bu yüzden
aile boyu
bir şişeye değdirip
içmeyi severim
gazozu


Sunay Akın
Antik Acılar

Ayna Oyunu

Mahalledeki en güzel kızın
duvara aynasından
yansıttığı ışığı
nedendir bilmem
hep ben yakalardım
onca çocuğun
elleri arasından


Sunay Akın
Antik Acılar

Minare

Top oynayan arkadaşlarını
minareden gördüğü
için acelecidir
ezan okuyan
çocuğun sesi


Sunay Akın
Antik Acılar

Leblebi

Nasıl ayrılır
ürkeklik
ayakları ilk kez
bir mısır tarlasına
değen kargadan

Ne zaman
karar verir rüzgar
fırıldakla oynamayı bırakıp
kızların eteklerini uçuşturmaya

Ne yazar
anı defterine
kuru bir tarlaya
ilk düşen
yağmur damlacığı

Akıllı çocuğun
bilgisayarıdır leblebi
siz hiç anlamadınız mı
leb denmeden
bir şeyleri...


Sunay Akın
Antik Acılar

Giderken

Bilerek mi yanına
almadın giderken
başının yastıkta
bıraktığı
çukuru

Güveniyordum
oysa ben sevgimize
vapur iskelesi
ya da tren istasyonundaki
saatin doğruluğu kadar

Beni senin gibi
bir de annem terketmişti
ki göbeğimde durur
onun yokluğundan
bana kalan
çukur


Sunay Akın
Antik Acılar

Reçel

Gülemedim ki hiç
hasta yatağının başucunda
haberi bu yüzden
yoktur annemin
sol yanağımdaki
gamzeden

Komodinin üstündeki
ilaçların sayısı arttıkça
kutularından yaptığım
gökdelenin uzamasına
sevinirdim

Ve bilmezdim
annemin yaşantısındaki
renkliliğin yalnızca
raflarda dizili
kavanozların içindeki
reçeller olduğunu


Sunay Akın
Antik Acılar

Alacak

Yol kenarındaki
yağmur mazgallarını
kumbara sanıp
harçlığımı atardım
bu yüzden en çok
denizden alacaklıyım


Sunay Akın
Antik Acılar

15 Kasım 2014 Cumartesi

Alçı Maskeleri

Sevmiyordum.... Acıma mıydı ya da nefret?
Saygon gibi şehirlerde dolaşıyordum, Madras’ta,
Khandy’de, ta gömülmüş olana dek, Anaradapurha’nın
görkemli taşları, ve Seylan’ın kayalıkları,
Siddhartha’nın resimleri
balinalar gibi – ve daha da uzaklardaki:
Penang dolaylarında tozda, nehir yataklarında,
yabanıl ormanın en temiz sessizliğinde, akınına uğramış
hayvan sürülerinin haşin hayatlarıyla
ötesinde Bangkok’un, dansçıların
giysileri ve alçı maskeleri.
Zehirlenmiş deniz dipleri
çiy renkli mücevherlerden yapılma evler taşıyordu
ve geniş ırmaklar boyunca akıyordu
yoksul kalabalıkların barakaları, teknelerle paketlenmiş,
ve sayısız başkaları da örtmüş yayılan toprağı,
sarı ırmakların ardı boyunca,
bağrı yarılmış bir tek vahşi hayvanın derisi gibi,
halkların derisi, sayısız efendi tarafından
küçük düşürülmüş.
Komutanlar ve kontlar
yaşadılar ölen fenerlerin
ıslak hırıltısında, emdiler kanını
yoksul zanaatkarların,
ve pençelerle kırbaçlar arasında, daha yücelerde,
bulunuyordu izin belgesi, Avrupalı,
alüminyumdan tapınaklar kuran
petrolün Kuzey Amerikalısı,
korunmasız deriyi yüzüp duruyordu
ve yaratıyordu kanda yeni kurbanlar.


Pablo Neruda
Yo soy
Canto General

Almería

Kırık ve kekre bir öğün yemek rahip için
demir artıklarından, külden, gözyaşlarından
bir yeraltı öğünü, iç çekişlerden ve yıkılan duvarlardan,
bir öğün yemek rahip için, Almería’nın kanıyla pişirilmiş.

Bir öğün yemek bankere, mutlu Güney’in
çocuk yanaklarından bir öğün, patlamalardan
bir öğün, hissiz sudan ve harabelerden ve dehşetten,
kırılmış millerden ve ezilmiş başlardan bir öğün,
siyah bir öğün, Almería’nın kanıyla pişirilmiş bir öğün.

Her sabah, hayatlarınızın bulanık sabahlarında
bulacaksınız o buharlı ve sıcak öğünü her biriniz:
yumuşak ellerinizle kenara itmeye çalışacaksınız
görmemek için, sindirmemek için defalarca:
kenara iteceksiniz ekmekle üzümler arasında,
her sabah orada duracak olan
suskun kandan bu öğünü,
her sabah.

Garnizon eğlencesinde, her bir eğlencede,
albaya ve albayın karısına bir öğün
yeminlerin ve tükürüğün üzerinden, şafağın şarap ışığında:
ki görmeyesiniz o titreyen şeyi ve soğuğu dünya üzerinde.

Evet, hepinize bir öğün, orada ve buradaki zenginlere,
elçilere, bakanlara, yıldıran şölen misafirlerine,
derin koltuklarda çay içen kadınlara,
ezilmiş ve taşan bir öğün, yoksul kanla lekelenmiş,
her sabah, her hafta, her zaman,
Almería’nın kanıyla pişirilmiş bir öğün, önünüzde, her daim.


Pablo Neruda
Yürekteki İspanya
Yeryüzünde Üçüncü Konaklama


Şubat 1937’de yüzlerce Cumhuriyetçi mülteci Málaga’dan Almería’ya göç ederken, nasyonalistlerin uçakları ve tanklarıyla beklemedikleri bir anda karşılaştılar. Çocuk ya da yetişkin ayrımı yapılmaksızın bütün erkekler kurşuna dizildiler.

Altın

Altın sahibiydi bu temiz günün.
Yapısı yeniden batmadan önce
o kendini bekleyen çamursu atıkta,
yenilerde göründü, yenilerde kaybetti
yeryüzünün o yüksek heykelini,
ateşle temizlenmişti, insanoğlunun
teri ve elleriyle örtünmüştü.

Orada ayrılmıştı halk ile altın.
Ve ilişkileri topraksıydı, temiz
zümrüdün kül rengi anası gibi.
Rahatsız edilmiş çubuğu tutan el de
ter içindeydi
toprağın temelinden azalmış
zamanın bitimsiz boyutundan,
tohumların geçici renklerinden,
gizem dolu bereketli topraktan,
salkımları işleyen topraktan.

Lekelenmemiş altın yeryüzüler, insanın
parçaları, halkın kirletilmemiş
metali, yollarının oluşturduğu
merhametsiz haçların karşılaştığını
anlayamayan kızoğlankız madenler:
insan ara vermeden kemirecek tozu,
devam edecek taşlı toprak olmaya,
ve altın yükselecek kanının üzerinden
yaralayana dek ve hükmedene dek yaralıya.


Pablo Neruda
Los flores de Punitaqui
Canto General

Altının Yolu

İçeri girin, efendim, buyurun alın anayurdu ve toprağı,
meskenleri, kutsamaları, istiridyeleri,
burada her şey satılır.
Barutlarınızla düşmeyecek hiçbir kule yoktur,
bulunmuyor isteklerinizi reddedecek herhangi bir başkanlık,
vergi tasarrufu yapacak herhangi bir ağ da yok.

Burada bizler rüzgâr kadar “özgür” olduğumuzdan
satın alabilirsiniz rüzgârı, şelaleyi
ve geliştirilmiş selülozda
düzenleyebilirsiniz yerinde olmayan fikirleri
ya da toplayabilirsiniz
esnaf çarşaflarına özgü lakayt sevdaları.

Giysi değiştirdi altın ve gitti
yıpranmış kağıttan paçavra giysilerle,
görünmeyen yapraklarla soğuk yumurtalar,
burkulmuş parmakların kemerleri.

Yeni sarayındaki genç kıza
getirdi babası dişlerini göstererek
banknotla dolu tabağı
o güzel kız bir anda yuttu ve çarptı yere
ani bir gülümseyişle.
Altının yüzyıllar boyunca ataması
emredildi Piskopos tarafından, açtı kapıyı
yargıçlar için, yaydı o kalın halıları,
genelevlerde titremesini sağladı gecenin,
savurdu rüzgârda dalgalanan saçlarını.

(Bunlar hüküm sürdüğü zamanda yaşamıştım.
Gördüm tüketilen çürümüşlüğü,
gübreden piramitler eziliyor
onurdan: yıkayan yağmurun
isteksiz kayserleri,
ikna ettiler terazilerin
kararını, ölümün kaskatı
oyuncak bebeği, kireçlenmiş
onların katı, tüketen külünden.)


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

Alvarado

Pençeler ve bıçaklarla atladı
kulübelerin üstüne, Alvarado, yerle bir etti
saracın ata-yadigarını,
çaldı aşiretin düğün-gülünü,
halk-ırklarına, mülklere, dinlere saldırdı,
hırsız çocukların define-tabutu oldu
ölümün gizli şahini.
Papaloapan'a doğru,
Büyük yeşil ırmak
Kelebek-ırmağına doğru, döndü neden sonra
savaşçı bayrağında kanla.

Ağırbaşlı ırmak gördü oğullarının öldüğünü
ya da köle olarak hayatta kaldığını,
su boyunca ateşte gördü o
soy ve sezgi, genç kafaların yandığını.
Ne ki yoktu acıların sonu
onların zalim seferinde
yeni zulümlere doğru yola çıkan.


Pablo Neruda
Los conquistadores
Canto General

Ama Doğru Mudur Köşecikte

Ama doğru mudur köşecikte
beklediği yeleklerin isyanının?

Niçin sunuyor ilkbahar bize
o yeşil giysilerini yeniden?

Niçin gülüyor ziraat
göğün solgun gözyaşlarıyla?

Nasıl oldu da terk edilmiş bisiklet
kazandı özgürlüğünü?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

Ama Eğer Silâhlandırırsan Ordunu

Ama eğer silâhlandırırsan ordunu, Kuzey Amerika,
bu temiz sınırı yok etmek için
ve Şikago kasabını efendisi yapmak için
sevdiğimiz bu müziğe ve düzene,
o zaman taşlarla ve havayla atılacağız ileri
seni un ufak etmek için:
sana ateş püskürtmek için
atılacağız ileri son pencereden:
en derin dalgalardan atılacağız üzerine
seni dikenlerle çarmıha germek için,
o zaman atılacağız ileri saban izlerinden ki
filizler Kolombiyalı bir yumruk gibi
patlasın yüzünde, o zaman atılacağız üzerine
ekmek ve suyunu kesmek için,
o zaman atılacağız ileri
cehennemde yakmak için seni.

Bu yüzden ayak basma, ey asker
harika Fransa’ya, çünkü orada olacağız bizler
yeşil asmalar şarap sirkesi verebilsin
ve yoksul kızlar gösterebilsinler diye
Alman kanının hâlâ kurumadığı yerleri.
İspanya’nın kuru dağlarına tırmanma
çünkü oradaki her bir taş ateşe dönüşecek
ve savaşacak yiğitler bin yıl daha:
zeytinliklerde şaşırma yolunu
çünkü asla dönemezsin Oklahoma’daki evine, dalma
Yunanistan’ın içine, çünkü izin verdiğin
ve bugün de akan kan
topraktan kalkarak durdurur seni orada.
Gelme balık avlamaya Tocopilla’ya,
çünkü biliyor kılıç balığı yağmalamalarınızı
ve Araukanyalı esmer maden işçisi getirecek
yeni istilacıları bekleyen
o eski zalim gömülmüş okları.
Güvenme gauchoların söylediği vidalitalara
ya da soğuk depoların işçilerine. Tıpkı
bir elinde bir şişe petrol
öbüründe bir gitar, bekleyen Venezüellalılar gibi
her yerdeler gözleri ve yumruklarıyla onlar.
Girme, Nikaragua’ya da girme sakın.
O güne kadar göz kapağı olmayan bir yüzle
uyuyordu Sandino ormanda
sarmaşıklarla ve yağmurla kaplanmış tüfeği,
fakat onu öldürdüğünüzde açtığınız yaralar
bıçakların ışığını bekleyen
Porto Riko’daki eller gibi canlı hâlâ.
İnatla karşı koyacak dünya size.
Sadece adalar ıssız kalmayacak, fakat hava da
ki dinliyor bugün sevdiği sözcükleri.

Gelip de insan eti isteme
Peru’nun yüceliklerinde: anıtların yaralanmış sisinde
sana karşı bileyliyor mor kuvars kılıcını
kanımızın uysal atası,
ve vadiler boyunca çağırıyor boğuk sesli savaş boruları
savaşçıları, Amaru’nun taş fırlatan
oğullarını. Meksika dağlarında da arama kimseyi
şafak kızıllığına karşı savaştırmak için,
uyumuyor Zapata’nın tüfekleri,
yağlanmış tüfekler ve çevrilmişler Teksas topraklarına.
Girme Küba’ya, çünkü o denizsi ışıkta
ter ağırlığı şeker kamışı tarlaları üzerinde
bekliyor seni tek bir kasvetli bakış
ve tek bir çığlık, öldürmek için seni.
Partizanların topraklarına girme gürültülü
İtalya’da: Roma’da tuttuğun o şık askerlerin
saflarından ayrılma sakın, Aziz Peter Katedrali’nden ayrılma:
köylüklerin basit ermişleri var orada,
balıkçıların deniz ermişleri
seviyorlar dünyanın yeniden çiçekleneceği
bozkırın o geniş topraklarını.
Dokunma
Bulgaristan’ın köprülerine, izin vermezler geçmene.
Romanya’nın ırmaklarını fokurdayan kanlarla dolduracağız
haşlamak için istila kuvvetlerini:
bugün feodal efendisinin nerede gömüldüğünü bilen
ve sapanıyla ve tüfeğiyle nöbet bekleyen köylüye
selam verme: bakma ona
çünkü küle dönüştürür seni bir yıldız gibi.
Girme Çin topraklarına: Kiralık çırağın Chiang yok orada
müsteşarlarıyla kokuşmuş sarayında artık:
Çiftçilerin oraklarından bir orman
ve baruttan bir volkan bekliyor orada seni.

Başka savaşlarda suyla dolu hendekler vardı
ve bunların arkasında dikenli teller ve pençeler vardı,
ama bu hendekler daha büyük, bu sular daha derin,
bu dikenli teller bütün diğer metallere göre daha yenilmez.
Bunlar bu insansı metallerin toplamından oluşan atomlar,
hayat üstüne hayattan oluşan binlerce düğümün toplamı,
uzak vadilerden ve ülkelerden halkların eski acıları bunlar,
bütün bayrakların ve gemilerin,
toplanılan bütün mağaraların eski acıları bunlar,
fırtınaya karşı savaşta yırtılan bütün ağların,
toprağın bütün çetin yarıklarının,
ateşten kızmış çaydanlık cehennemlerinin,
bütün dokumaların ve dökümhanelerin
bütün kaybolmuş ya da istiflenmiş lokomotiflerin
eski acıları bunlar.
Bu çelik tel binlerce kez dolandı dünyayı:
kesilmiş gibi görünür, orduyla yıkılmış sanılır,
fakat birdenbire bulur kutuplarını
ve tekrar kuşatır dünyayı.
Fakat henüz
çok ötelerde bekliyor sizleri,
ışıltılı ve kararlı,
çeliklenmiş ve güleç,
hazır şarkı söylemeye ve mücadeleye,
tundradan ve tayga ormanlarından kadınlar ve erkekler,
ölümü yenen savaşçıları Volga’nın,
Stalingrad’ın oğulları, Ukrayna’nın devleri,
kandan ve taştan, demirden ve şarkıdan, cesaret ve umuttan
yapılmış tek yüksek, korkunç bir duvar.
Eğer bu duvara dokunursanız, öleceksiniz,
fabrikaların kömürü gibi yanacaksınız,
ve Rochester’den gülüşler gölgeye dönecek
step rüzgârları savuracak
ve kar sonsuza dek gömecek sonra.
Büyük Peter’den bu yana savaşanlar, herkes gelecek,
toprağa merakla vuran yeni kahramanların yanına,
ve onların madalyalarından bugün mutlu olan
bu muhteşem ülkenin üzerinde vızıldayan
küçük soğuk mermiler yapacaklar.
Ve sarmaşıklarla donanmış laboratuarlar,
gönderecekler kurtarılmış atomu
mağrur şehirlerine.


Pablo Neruda
Que despierte el leñador
Canto General


Gaucho: Arjantin bozkırlarındaki cowboy; yerli kadınlarla İspanyol istilacıların soyundan gelen melezler anlamına gelmektedir.
Vidalita: Hüzün ve neşeyi aynı şarkı içinde barındıran, gaucho şarkısı.
Büyük Peter: 1672-1725 yılları arasında yaşamış Rus çarı.

Amerika'ya Özgü Kum, Bayramlarla Dolu

Amerika'ya özgü kum, bayramlarla dolu
bitkilenmiş toprak, kızıl sıradağlar,
oğullar, eski fırtınalarla
bölünmüş biraderler,
haydi toplayalım canlı mısır tanelerini
toprağa dökülmeden önce,
ve doğacak olan yeni mısır dinlemeli senin sözünü,
tekrarlamalı senin sözünü mısır bitkisi
ve kendi kendisini de tekrarlamalı.
Gece ve gündüz türkü söylemeli onlar
ısırılmalı ve yutulmalı onlar,
dünyaya taşınmalı onlar
ve birdenbire ağır ağır inmeli sessizliğe,
batmalı taşların altında,
bulmalı gecesel kapıları
ve tekrar yükselmeli yeni doğanlar
bölüştürmek için ve ekmek gibi,
umut gibi, gemilerin rüzgârı gibi
yol göstermek için kendi kendisine.
Mısır bitkisi getirir sana benim türkümü
halkın köklerinden filizlenmiş
doğmak için,
kurmak için, türkü söylemek için
ve yeniden mısır tohumu olmak için,
sayısızca kavgada.

Burada işte benim yitirilmiş ellerim.
Görünmezdir onlar, ne ki
geceleyin görebilirsin onları,
görünmez rüzgâr arasında.
Uzat ellerini bana, görüyorum onları
hırçın kumullar üzerinde
Amerika'ya özgü bizim gecemizde,
ve seçiyorum senin sol elini
ve sağ elini,
savaşmak için kaldırılmış olan el
ve tekrar ekin ekmek için geri dönen el.

Gecede, dünyanın karanlığında
yalnız hissetmiyorum kendimi.
Halkım ben, sayısızca halk.
Sesimde duru bir güç barınır
delik deşik etmek için sessizliği
ve filizlenmek için karanlıkta.
ölüm, şehâdet, gölge ve donsoğuğu
düşer ansızın tohuma.
Ve halk gömülmüş sanırsın.
Ne ki geri döner mısır toprağa.
Amansız kızıl elleri
deldi geçti sessizliği.
ölümden doğulur yeniden hayata.


Pablo Neruda
Sığınmacı (El fugitivo)
Canto General

Amerika

Ben, çevrilmişim ben
hanımelleri ve çorak topraklarla, çakallar ve şimşeklerle,
leylakların zincirlenmiş kokularıyla:
ben, çevrilmişim ben
günlerle, aylarla, sadece benim tanıdığım suyla,
yoncalarla, balıklarla ve sadece benim ansıdığım günlerle,
ben, çevrilmişim ben
daracık, savaşan köpüklerle
çanlarla kaplı sahiller boyunca.
Volkanın ve kızılderililerin al renkli gömleği,
yol, kökler arasındaki yaprak ve dikenle
beliren çıplak ayak
geliyorlar ayaklarıma geceleyin dolaşmam için.
Karanlık kan sanki sonbaharın
toprağa akışı gibi,
yabanıl ormandaki ölümün korkunç örneği,
fatihlerin derinleşen adımları, savaşçıların
çığlıkları, uyuyan mızrakların karartısı,
askerlerin ürperti veren düşleri, timsah barışının
suyu gürültüye boğduğu büyük ırmaklar gibi,
senin yeni kentlerinin umulmadık belediye başkanlarıyla,
yılmaz kuşların korosu,
ateş böceklerinin koruyucu parıltısı
yabanıl ormanın çürüyen günlerinde,
yaşıyorsam karnında, senin tırtıklanmış
ikindinde, dinlentinde, doğumlarının rahminde,
depremde, çiftçilerin sövgüsünde, kar bulutundan
düşen külde, uzayda,
o temiz olan, daire gibi yuvarlak olan, kavranılmaz uzayda,
sıradağların kanlı pençelerinde, Guatemala'nın
onuru kırılmış barışında, zenciler arasında,
Trinidad'ın rıhtımlarında, La Guayra'da:
her şey benim gecemdir, her şey
günümdür benim, her şey
havamdır benim, bunların hepsi benim yaşadıklarım,
uğruna acı çektiğim,
yükselttiğim ve ölümüne savaştıklarımdır.
Ey Amerika, benim bu şarkısını söylediğim heceler
ne gündüzden yapılmış ne de geceden.
Bu adanmış öz topraktan yapılmış,
parıltıdan ve ekmeğim utkumdur,
ve düşüm düş değil, ama topraktır.
Uyuyorum sere serpe balçığın içinde
ve ellerimin arasından akıyor, yaşadığım zaman,
sulu bir toprağın kaynağı.
Ve şarap değil içtiğim, ama toprak,
saklanmış toprak, ağzımın toprağı,
tarımın çiğdem ıslaklığındaki toprağı,
ışıltılı sebzelerin poyrazı,
mısırın kökü, altınsı ambarı.


Pablo Neruda
América, no invoco tu nombre en vano
Canto General

Amerika Sevdası

Takma saç ve üniforma paltolardan önce
vardı ırmaklar, candamarları gibi ırmaklar,
aşınmış dalgalarının tepelerinde kondor'un ve kar'ın
kımıltısızca durduğu sıradağlar vardı:
nem ve yabanıl orman da bulunurdu, henüz
adı olmayan şimşek, gezegenimsi bozkırlar.

İnsan topraktı, kaptı, titreyen bataklığın
gözkapağı, bir çeşit balçıktı,
Karaib maşrapası, Chibcha taşıydı,
sultan kupası ya da Arauco çakmaktaşıydı.
Genç ve acımasızdı, gene de kanlı kristalden
yapılma silahının kabzasında basılıydı
dünyanın başharfleri.
Onları
ansıyamadı sonraları hiçkimse: rüzgâr
unuttu onları, toprağa gömüldü
suyun dili, yitirildi anahtarlar
ya da boğuldu sessizlik ve kanda.

Yaşam yitirilmedi, çoban kardeşlerim.
Ama yabanıl bir gül gibi
düştü kızıl bir damla ormana,
ve bir yerlambası söndü.

Öykünün akışını anlatmak için buradayım.
Yaban öküzünün barışından
dünyanın bir ucunda kırbaçlanan
sahillere dek, Antartik ışığıyla toparlanmış
köpük yığınlarında ve bunaltan
karanlıklarda, Venezuella sakinliğinin
dikkaya oyuklarında aradım
seni, babam benim,
karanlığın ve bakırın genç savaşçısı,
ya da seni, gelinlik bitki, yatırılmaz saçörgüsü,
ana-timsah, metalik güvercin seni.

Ben, dipçamurun gururlu İnkası
dokundum taşa ve dedim ki:
Kim
bekler beni? Ve ezdim bir avuç
sırçayı parmaklarım arasında.
Gene de dolandım durdum
zapoteka-çiçekleri arasında,
ve ışık bir geyik kadar yumuşaktı
ve gölge yeşilce bir gözkapağı.

Sen memleketim benim, adsız, Amerikasız,
gündönümünün taçyaprağı, erguvan mızrak,
köklerimden sürünür kokun tepeme dek,
boşalan kadehime dek, en taze söze dek,
henüz ağzımdan doğmamış olana dek.


Pablo Neruda

Amerika, Anmam Adını Boş Yere

Amerika, anmam adını boş yere.
Boyun eğdiğinde kılıç yüreğime,
ruhumda o sonsuz dam akmasına dayandığımda,
pencerelerden
senin yeni günün beni delip geçtiğinde,
bana hayat veren ışıktaki kendim oldum ve olurum,
beni belirleyen gölgede yaşarım o zaman,
uyur ve uyanırım ben senin somut şafağında:
üzümler kadar tatlı, ve gene de dehşet verici,
şekerin ve cezanın lideri,
soyun dölünde yıkanmış,
senin kalıtının kanıyla beslenmiş.


Pablo Neruda
América, no invoco tu nombre en vano
Canto General