Şiir, Sadece

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Adını Funda Oteli Koy

Adını funda oteli koy
Aklından gelip geçen bir yazın
Ve akşam güneşlerinde orda burda
Bir deniz kıyısında, eski bir yıkıntıda
İnce ince gezinen turuncu adamların.

Adını funda oteli koy
Sevdamızın da adını
Ayakları dibinde günbatımının.

Ve ağzında binlerce güneşin tadı
Dilinin ucunda yalnızca kendi adın.

Çünkü sevdikçe beni sen kendini tanıdın.


Edip Cansever

27 Mayıs 2014 Salı

Değerleme

Bu aşk senden önce hürriyete yöneldi
Gecenin ortasında sen sımsıcak bir kadın
İçinde sen varken geceler dile geldi
Barışa yöneldi umudu darmadağın
Onları özlemek belki senden güzeldi
Çünkü sen ancak onlarla vardın
Hayatın mavişliği onlarla vardı.


Metin Eloğlu

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Uyan

Hadi uyan
Günışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
Seher yeline uyup kuşlar tüneğinden uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin

Hadi uyan
Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın
İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine
Yoksul olsan da uyan
Garip olsan da uyan
Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için
Madem ki iyisin, iyiliği yaşatmak için
Madem ki umutlusun; umudu yaşatmak için

Hadi uyan
Denizi dinle yaşamak desin
Toprağı dinle barışmak desin
Göğü dinle sevişmek desin
Bir plak konmuş gibi gramofona
İşte aşk işte özlem işte savaşmak gücü
Uyan diyor uyansana

Hadi uyan
Sevdiğim uyan
N’olur uyan


Metin Eloğlu

24 Mayıs 2014 Cumartesi

Evrenin Işığıyla Oynuyorsun

Evrenin ışığıyla oynuyorsun her gün.
Sen, çiçeğe ve suya gelen minicik konuk.
Her gün bir salkım gibi ellerim arasında
ezdiğim o beyaz küçük baştan daha fazlasın sen.

Benzemezsin kimseye verdim vereli sana gönlümü.
Bırak yatırayım seni sarı soluk çelenklerin arasına.
Güneyin yıldızları arasında kim yazıyor adını dumandan harflerle?
Ah, bırak anımsayayım seni, olduğun gibi, daha oluşmadan önce sen!

Birden uğulduyor rüzgâr ve çarpıyor kapalı pencereme.
Gökyüzü karanlık balıklarla dolan bir ağ gibi.
Geliyor buraya bütün rüzgârlar ve kırbaçlıyor, evet, hepsi.
Soyunuyor yağmur.

Kaçışarak geçiyor kuşlar.
Rüzgâr. Rüzgâr.
İnsanın gücüne karşı savaşabilirim sadece.
Fırtına fırıl fırıl döndürüyor kasvetli yaprakları
ve çözüyor dün akşam gökte demir atan bütün kayıkları.

Buradasın. Ah! Kaçmıyorsun sen.
En son çığlığa kadar yanıtlıyorsun beni.
Kıvrıl yanımda, korkuyormuşsun gibi.
Gene de bazen gözlerin arasında bir yabancı gölge geçiyor.

Şimdi, küçüğüm benim, getiriyorsun şimdi de bana hanımellerini,
ve senin göğsün bile dolmuş kokuyla.
Üzünçlü rüzgâr dörtnal koşarken ve öldürürken kelebeği,
seviyorum seni, ve erik ağzında ısırıyor neşem.

Ne kadar da ıstırap verdi alışman bana,
benim yalnız, yabanıl ruhuma, herkesi korkutan adıma.
Ne çok baktık sabah yıldızının yanışına, öperken birbirimizin gözlerini,
ve üstümüzdeki alacakaranlık açarken dönen yelpazelerde.
Sözcüklerim düştü sana okşayışlardan bir yağmur gibi.
Haylidir seviyorum senin güneşte yanmış sedef bedenini.
Her şeyin hükümranı olduğunu bile düşünüyorum.
Dağların neşeli çiçeklerini getireceğim sana, tırmanan zambakları,
karanlık yemişlerini, ve öpüşlerle dolu orman sepetlerini.

Seninle, yapmak istiyorum
ilkbaharın bir kiraz ağacıyla yaptığını.


Pablo Neruda
Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı

Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

Ey Güzel

Ey güzel,
kaynağın serin taşı gibi
açıyor su
köpükten geniş yıldırım ışıltısını,
işte böyle yüzündeki gülüş,
ey güzel.

Ey güzel,
narin ellerle ve ince ayaklarla
gümüşten bir tay gibi,
gidiyorsun, ey dünyanın çiçeği,
işte böyle görüyorum seni,
ey güzel.

Ey güzel,
örülmüş bakırdan bir yuva
başında, yüreğimin yandığı ve dinlendiği
esmer balın rengini
taşıyan bir yuva,
ey güzel.

Ey güzel,
gözlerini barındıramaz yüzün,
gözlerini barındıramaz yeryüzü.
Ülkeler var, ırmaklar var
gözlerinde,
memleketim var gözlerinde
vuruyorum kendimi onlara,
dünyaya ışık veriyorlar,
nereye gidersem gideyim,
ey güzel.

Ey güzel,
memelerin iki ekmek gibidir, yapılmış
mısırlı topraktan ve altın bir aydan,
ey güzel.

Ey güzel,
belin
yarattı kolumu bir ırmak gibi,
bin yıldır akarken şirin bedenin üzerinden,
ey güzel.

Ey güzel,
kalçaların gibisi yoktur,
belki sahibidir toprak
şu ya da bu gizli yerinde
bedeninin kıvrımlarına ve rayihasına,
belki şu ya da bu yerde,
ey güzel.

Ey güzel, güzelim,
sesin, derin, tırnakların,
ey güzel, güzelim,
varlığın, ışığın, gölgen,
ey güzel,
hepsi benim, ey güzel,
hepsi benim, kendimin,
giderken sen ya da dinlenirken,
şakırken sen ya da uyurken,
her zaman,
yakındayken sen ya da uzaktayken,
her zaman,
benimsin, güzelim,
her zaman.


Pablo Neruda
Kaptanın Dizeleri

23 Mayıs 2014 Cuma

Fakat Bir Konuk Buldular Evde

Fakat bir konuk buldular evde,
ya da yeni gözlerle gelmişlerdi (ya da önce kördüler)
ya da fırlayan dallar çizdi onların göz kapaklarını
ya da yeni durumlar egemenleşti Amerikan toprağında.
Seninle birlikte savaşan dirençli ve güleç
zencilere bak bir kez:
Yanan bir haç dikmişler
mahallelerinin önüne,
beyaz adam astı kan kardeşini ve yaktı sonra:
asker yapmıştı onu, ama bugün
esirgeniyor zenciden oy ve karar verme hakkı: geceleri
toplanıyor haç ve kırbaçla
kimliğini gizleyen cellatlar.
(Başka bir anlatım
duyuldu okyanusun ötesindeki bu mücadeleden) .
Beklenmeyen bir konuk
yaşlı, korkunç ve sarıp sarmalayan,
kemirilmiş bir ahtapot gibi,
gelip kuruldu senin evine, ey küçük asker;
Berlin’de üretilen eski zehrini
kusuyor şimdilerde basın.
Gazeteler (Times, News Week, vs) dönüştüler
sarı ihbar gazetelerine: Nazilere
sevgi şarkıları dizen Hearst gülümsüyor
ve sivriltiyor pençelerini, ki böylelikle yeniden
düşesin resiflere ya da steplere
ve savaşasın rahatsızlık veren bu konuk için.
Sana bir rahat yok bunlardan: satmak isteyeceklerdir
daha çok çelik ve mermiyi, daha çok barut üretip
satacaklardır anında, yeni silahlar
gün yüzünü görmeden ve diğer ellere düşmeden.
Her yerde artırıyor falanjları
senin evine kendilerini efendi atayanların,
seviyorlar onlar karanlık İspanya’yı
ve sunuyorlar bir fincan kanı
(asıldı bir, yüz) : Marshall kokteyli.
Genç kan alın: Çin’den çiftçileri,
İspanya’dan tutsakları,
Küba’nın şeker tarlalarından kanı ve teri,
Şili’nin kömür ve bakır madenlerinden
gözyaşlarını alın kadınların;
sonra karıştırın bunu
copla vurur gibi bir enerjiyle,
ve unutmayın buz parçalarını ve bir kaç damlasını
“İsevi kültürünü koruyalım” şarkısının.
Acı bir karışım mı oldu?
Bunu içmeye alışacaksın, küçük asker.
Nerede olursan ol dünyada, ay ışığında
ya da lüks bir otelde sabahleyin,
kuvvetlendiren ve ferahlatan bu içeceği ısmarla yalnızca
ve Washington’un resmiyle süslenmiş olan
güzelim bir banknotla öde.

Şefkatin dünyadaki son babası Charlie Chaplin’in
kaçmak zorunda olduğunu da öğrendin
ve yazarlar (Howard Fast ve diğerleri)
ve senin ülkenin
bilginleri ve sanatçıları
“Amerika karşıtı” düşüncelerden ötürü
kabul etmeliydi yargılanmayı
savaş sayesinde zengin olan
zücaciyecilerden oluşan bir mahkemede.
Dünyanın en ücra köşelerine yayıldı korku.
Korkarak okuyor teyzem bu haberleri,
ve dünyanın bütün gözleri dikmiş bakışlarını
utancın ve intikamın mahkemelerine.
Kanla lekeli Babbitts’in kurduğu mahkemeler bunlar,
köle tacirlerinin, Lincoln’un katillerinin kurduğu,
yeni oluşturulan engizisyonlar bunlar,
(o zamanlarda da korkunç ve anlamsız olan)
inanç için değil bu,
fakat kerhanelerde ve bankalarda
kumar masalarında şıngırdayan altın içindi,
ve kimse yargılayamazdı altını.

Moriñigo, Trujillo, Gonzáles Videla, Somoza
ve Dutra buldular birbirlerini Bogotá’da ve alkışladılar.
Sen tanımıyorsun onları, genç Amerikalı: onlar
bizim göklerimizdeki karanlık vampirlerdir, acıdır
kanatlarının gölgesi:
hapishaneler,
işkence, ölüm ve nefret: Petrol ve nitrat sahibi
Güney ülkelerinin
yumurtadan çıkan bir canavarlarıdır bunlar.
Geceleyin Şili’de, Lota’da,
ulaşır celladın emirleri maden işçisinin
sade ve rutubetli evine. Ağlayarak
uyanır çocuklar.
Binlercesi onların
tutuklanır ve düşünür:
Paraguay’da
saklar ormanın sık gölgesi
kemiklerini öldürülmüş bir yurtseverin,
çınlar bir kurşun yazın fosfor parıltısında.
Orada ölmüştür gerçek.
Neden müdahale etmiyor
Bay Vandenberg, Bay Armour, Bay Marshall,
Bay Hearst savunmak için Batı’yı
Santo Domingo’da?
Neden Nikaragua’nın Başkanı
geceleyin uyandırıldı, işkence edildi ona,
neden kaçtı sürgünde ölmek için?
(Orada muzlar savunulmalı, özgürlükler değil
bu yüzden Somoza’yla idare edilebilir) .
Büyük,
utku dolu düşünceler Yunanistan’da ve Çin’de
kirli halılar gibi kirlenmiş hükümetler için
bir örtü oldu.
Ah, zavallı asker!


Pablo Neruda
Que despierte el leñador
Canto General


Not:

William Randolph Hearst (1863-1951) tarihleri arasında yaşamış Amerikalı gazete patronudur. Orson Welles'in 1941 yapımı 'Citizen Kane' adlı filmine konu olmuştur.

22 Mayıs 2014 Perşembe

Fark Ettin mi Güzün

Fark ettin mi güzün
sarı bir ineğe benzediğini?

Ve sonra nasıl da benzer
güz hayvanı kara bir iskelete?

Ve nasıl toplar kış
onca kat maviyi?

Ve kim sordu ilkbahara
saydamlıktan krallığını?


Pablo Neruda
Sorular Kitabı

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Federico García Lorca’ya Ağıt

Korkudan ağlayabilseydim ıssız bir evde,
söküp yiyebilseydim gözlerimi,
sesinin hüzünlü portakal ağacı için yapardım bunu,
ve çığlıklarda yükselen şiirin için.

Değil mi ki senden ötürü boyuyorlar maviye hastaneleri
ve okulları ve kıyılarda büyüyen varoşları,
ve yaralı melekler süslüyor seni tüyle,
ve düğün balıkları örtüyor seni pulla,
ve kirpiler yükseliyor havaya:
kendi kara zarlarıyla dikimevleri
senden ötürü dolduruyorlar seni kaşıklarla ve kanla
ve yutuyorlar kırmızı kurdeleleri,
ve öpüyorlar birbirlerini ölesiye,
ve beyaz giyiniyorlar.

Bir şeftali gibi giyinmişsin uçarken,
pirinç tanesi gibisin güldüğünde,
damarlarını ve dişlerini titrettiğinde,
boğazın ve parmakların
şarkı söylemek için,
ölebilirim şirinliğin için,
ölebilirim sonbaharda düşmüş bir küheylan
ve kanla lekeli bir tanrıyla
ortasında yaşadığın o kızıl göller için,
ölebilirim su ve mezarlarla
kül grisi ırmaklar gibi akan
mezarlıklar için,
geceleri, boğulmuş çanların arasında:
birden mermer numaralarla ve çürümüş taçlarla
ve cenaze yağlarıyla
ırmaklardaki ölüme doğru kabaran
hasta askerlerle tıkış tıkış
yatakhaneler gibi tüten ırmaklar:
ölebilirim geceleri boğulmuş haçların
geçip gidişine bakabilmen için,
ayakta ve ağlayarak,
çünkü ağlıyorsun ölümün ırmağı kıyısında,
yaralı, terk edilmiş,
ağlayarak ağlıyorsun, gözlerin dolu
gözyaşlarıyla, gözyaşlarıyla, gözyaşlarıyla.

Yalnız ve kaybolmuş, geceleri
yığabilseydim unutuşu ve gölgeyi ve dumanı
kara bir bacayla
trenlerin ve vapurların üstüne
ısırırken külü ben,
yapardım bunu içinde büyüdüğün ağaç için,
toparladığın o altın suların yuvası için,
kemiklerini örten ve sana gecenin
gizlerini anlatan boru çiçeği için.

Nemli soğanlar gibi kokan şehirler
bekliyor senin kısık bir şarkıyla geçişini,
ve sessiz tohum gemileri izliyor seni,
ve yeşil kırlangıçlar yapıyor yuvalarını saçlarında senin,
ve salyangozlar da ve haftalar da,
dolanmış direkler ve kiraz ağaçları
dönüveriyorlar etrafında, görüldüğünde
onbeş gözlü soluk başın
ve kanda boğulmuş ağzın.

İsle doldurabilseydim belediye binalarını
ve hıçkırarak sökebilseydim duvar saatlerini,
yapardım senin evine geldiklerini görmek için:
çatlamış dudaklarıyla yaz gelsin diye,
ölmekte olan giysilerle bir sürü insan gelsin diye,
parıltılı hüzünlü bölgeler
gelsin diye, ölü pulluklar ve gelincikler
gelsin diye, mezarcılar ve atlılar
gelsin diye, gezegenler ve kanlı haritalar
gelsin diye, külle örtülü dalgıçlar
gelsin diye, kendileriyle kızları götüren
uzun bıçaklarla yaralanmış maskeli adamlar
gelsin diye, kökler, damarlar, hastaneler,
kaynaklar, karıncalar,
örümceklerin arasında ölmekte olan
yalnız süvarili yatağıyla
gelsin diye gece,
bir nefret gülü ve iğneler
gelsin diye, sarı bir gemi
gelsin diye, bir çocukla rüzgârlı bir gün
gelsin diye, Oliveiro, Norah,
Vicente Aleixandre, Delia,
Maruca, Malva, Marina, María Luisa ve Larco’yla
ben geleyim diye,
La Rubia, Rafael Alberti,
Carlos Bebé, Manolo Altolaguirre,
Molinari,
Rosales, Concha Méndez,
ve adını hatırlayamadığım diğerleri.
Gel, taçlandırayım seni, sağlığın
ve kelebeklerin delikanlısı, saf delikanlılıksın
kara bir şimşek ışıltısı gibi, her zaman özgür,
ve konuşalım birlikte,
kayalıklar arasında hazır kimse yokken şimdi,
konuşalım açıkça adam gibi:
çiyden başka ne işe neye yarar ki şiir?

Geceden başka ne işe yarar ki şiir,
acı bir hançer bulurken bizi, o gün için,
o alacakaranlık için, insanın vurulmuş yüreği
hazırlanırken ölmeye o düşmüş köşede?

Her şeyden önce geceleri,
geceleri var onca yıldız,
yoksullarla dolu bir evin
pencerelerindeki kurdeleler gibi
bir ırmağın içinde hepsi.
Bazıları ölmüş, belki yitirmişler
yerlerini ofislerde,
hastanelerde, asansörlerde,
madenlerde,
ağır yaralı yaratıklar acı çekiyor
ve amaçlar var orada ve gözyaşları her yerde:
aceleyle yitip giderken yıldızlar sonsuz bir ırmakta
daha çok ağlanılıyor pencerelerde,
gözyaşlarıyla aşınmış eşikler,
yatak odaları halıları ısırmak için
dalga dalga gelen gözyaşlarıyla ıpıslak.

Federico,
görüyorsun dünyayı, caddeleri,
sirkeyi,
istasyonlarda ayrılışları
kaldırırken duman kararlı tekerleğini
sadece bazı vedaların, taşın ve demir yolu izinin
bulunduğu yer doğru.

Onca insan var aynı soruyu soran
her yerde.
O kanlı kör, o öfkeli, ve o
cesaretsiz,
o zavallı dikenli ağaç,
sırtında kıskançlığıyla o soyguncu.

Hayat böyle işte, Federico, burada
benim hüzünlü adam
dostluğumun sunabileceği şeyler bunlar.
Bunların bir çoğunu yaşadın zaten,
ve daha fazlasını da giderek öğreneceksin.


Pablo Neruda
Yeryüzünde İkinci Konaklama

20 Mayıs 2014 Salı

García Moreno

Oradan geldi zorba.
García Moreno’ydu adı.
Eldivenli çakal, papaz odasının
sabırlı yarasasıdır o,
kül ve acı toplar
ipek şapkasında
ve akıtır pençeleriyle
kanını Ekvator ırmaklarının.

O güzelim rugan ayakkabılara
çakılmış küçücük ayaklarıyla
dans ediyor suçun tam ortasında,
istavroz çıkarırken ve balmumu sürünürken
sunağın önündeki merdivenlerde,
paltosunun etekleri bulanmış
resmi geçitlerin kutsal suyuna
yeni kurşuna dizilmişleri sürüklüyor arkasından,
parçalıyor ölülerin bağırlarını,
kaçan kemiklerini yönlendiriyor onların
tabutlara doğru, giyinmiş tüylere bürünmüş
elbisesini büyücünün.

Yerlilerin köylüklerinde akıyor
ölçüsüzce kan, hüküm sürüyor korku
bütün caddelerde ve karanlık yerlerde
(yankılanan ve gecede çağlayan kaygı
yaşıyor çanların altında) ,
ve Quito’nun üzerinde ağır basıyor
manastırların kalın duvarları,
yalçın, dokunulmaz, mühürlenmiş.
Her şey uyuyor kornişlerdeki
oksitlenmiş altından çiçek süsleriyle
asılı duran takdis edilmiş
merteklerinde uyuyor melekler,
her şey uyuyor papazsı
bir dokumada, her şey acı çekiyor
altında zar gibi gecenin.

Fakat uyumuyor zulüm.
Beyaz bıyıklı zulüm
dolaşıyor eldivenleriyle ve pençeleriyle
ve şişe geçiriyor karanlık yürekleri
gücün parmaklıklarında.
Bir gün ışık bir hançer gibi
sızana dek saraya,
açılır yelek ve bırakır bir şimşeği
lekesiz gömleğe.

Böyle terk etti García Moreno
bir kez daha sarayı
aceleyle mezarları teftişe,
gayretli bir cenaze levazımatçısı,
fakat bu sefer yuvarlandı ta
katliamın dibine, tutuldu
o rutubetli morgda
isimsiz kurbanlarının arasında.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Gece Koleksiyonu

Yendim uykunun meleğini, o uğursuz alegoriyi:
inatçıydı şart koştukları, salyangozla kaplanmış
ve çekirgeler geliyordu onun sık adımlarına,
denize özgü, keskin meyvelerin rayihalarıyla.

Ayları sallayan rüzgârdır o, bir trenin düdüğü,
sıcaklığın izidir yataklarda,
kasvetli bir gölge sesi
düşen bir çaput gibi sonsuzluğa,
mesafelerden bir tekrar, bulanık bir şarap,
kükreyen ineklerin tozlu bir kullanılışı.

Ara sıra düşüyor siyah sepeti göğsüme,
otoriteden çuvalı yaralıyor omuzlarımı,
onun ölçüsünce tuz, yarı açık ordusu
geri dönüp taşıyor ve deviriyor göğün eşyasını:
nefesi dörtnal gidiyor ve bir öpüş gibi adımları:
gözkapaklarında ekiyor sadık güherçilesini
gereken güçle ve bayramsı erekle:
nerede hazırlanılmışsa gelişine
oraya gitti bir efendi gibi:
anında donatıyor sessiz maddesini,
inatla yayıyor o peygambersi besinini.

Sıklıkla tanıyorum savaşçılarını onun,
odaları hava tarafından yenmiş, boyutunu onun,
ve çok şiddetle ihtiyaç duyuyor bir mekana
ki eğiliyor yüreğime bulmak için:
sahibidir erişilmez yaylaların o,
dans ediyor trajik ve gündelik kişilerle,
derimi kemiriyor geceleri onun havai asidi
ve içimde işitiyorum titreten enstrümanını.

İşitiyorum eski yoldaşların ve sevilmiş kadınların düşünü,
çarpıntısı beni parçalayan düşler:
yavaşça basıyorum onların halı gibi maddesine,
onların gelincik ışığını ısırıyorum çılgınlıkta.

Uyuyan ceset sıklıkla
dans ediyor yapışarak yüreğimin terazisine,
o denli kasvetli ki içinden geçtiğimiz kentler!
Karanlık gölgeden adımlarım devleşiyor,
ve yaşlı kumarhane inleri üzerinde,
aşınmış merdivenli kerhanelerin üzerinde,
çıplak kızların yatakları üzerinde, arasında futbolcuların,
gidiyoruz rüzgârla kuşatılmış olarak:
ve düşüyor bu göklerin yumuşak meyvesi ağzımıza,
kuşlar, manastır çanları, kuyruklu yıldızlar:
saf coğrafya ve ürperti gibi yaşayan o
belki gördü pırıldayarak geçip gidişimizi.

Kafaları fıçılara yaslanıp dinlenen yoldaşlar
çok uzaklarda yükünü almış, uçucu gemi,
gözyaşı sahibi olmayan arkadaşlarım, zalim yüzlü kadınlar:
gece yarısıdır ve ölümün bir gongu
gümbürdüyor etrafımda deniz gibi.
Ağzımda bir tat var, uyuyan tuz.
Bir ceza gibi sadık, atılıyorum o letarjik
bölgelerin solgunluğuna her bedende:
bir soğuk, boğulmuş gülüş,
bir çift örtünmüş göz, yorgun boksörler gibi,
hayaleti uyuşukça yutan bir nefes gibi.

Bu doğum ıslaklığında, bu netameli boyutta,
bir şarap mahzeni gibi kapanmış içine, suçludur hava:
duvarlar hüzünlü bir timsah rengiyle boyanmış,
uğursuz bir örümcek ağı deseniyle:
ölü yumuşak bir canavar üstündeymiş gibi yürüyorsun:
muhteşem üzümler, siyah ve dolgun,
asılı duruyor harabeler arasında şarap çuvalları gibi:
ey Kaptan, aç o dilsiz sürgüleri ve bekle beni,
rollerimizin dağıtıldığı bu saatte:
akşam orada yiyeceğiz, hüzünle giyinmiş olarak:
nöbet tutacak kapılarda malarya hastası.

Kalbim, geçtir ve yoktur genişlik,
gün zavallı bir çiy gibi asılmış kurusun diye,
yaşayan varlıklar ve yayılışla çevrelenmiş:
atmosferde bir şey var her yaşayan canlıdan:
uzun süre dik bakarsan havada fırlar kaplanlar,
avukatlar, eşkıyalar, postacılar, dikişçi kadınlar,
ve her bir düzeltmede, alçakgönüllü bir kalıntı,
oynamak istiyor içimizde rolünü.
Yıllardır arıyorum, araştırıyorum tevazu içinde,
yenilmiş olarak, kuşkusuz, alacakaranlığa.


Pablo Neruda
Yeryüzünde Birinci Konaklama

17 Mayıs 2014 Cumartesi

Sevdan Beni

Terketmedi sevdan beni,
Aç kaldım , susuz kaldım,
Hayin, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça…
Ve ellerim kelepçede,
Tütünsüz. uykusuz kaldım,
Terketmedi sevdan beni…


Ahmed Arif

Hasretinden Prangalar Eskittim

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara,
Seni, anlatabilmek seni,
Namussuza, haldan bilmez,
Kahpe yalana.

Ardarda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül gürül akan bir dünya…
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana,
Bir bu yana…

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza.
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni, anlatabilsem seni…
Yokluğun.
Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini…


Ahmed Arif

16 Mayıs 2014 Cuma

Kesiksiz Övgü

Esmer güzeli Neclâ’nın baktıkça "bayıldım" dediği gökyüzü
İşte ben bunu mutlak yazmalıyım dedim
Karanlıkta dünyayı bir bir hatırlamak
Ben yeter dedikçe şehirlerin güzelleşmesi
Bir anda kendi kendime bulduğum mutlu gerçek
Bir kadın var beni onun iki eli iki gözü kurtarır yaşamamakta
Öyle hoşlanırım ki onunla yatmaktan utanırım artık

Sabahları acıkmayı ondan öğrendim.


Turgut Uyar

15 Mayıs 2014 Perşembe

Çokluk Senindir

özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir
özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir

suya giden bir adam mesela omuzunu eğri tutsa
güneş su ve adamın omzundaki eğrilik senindir

ayağa kalkarsın, adına uygunsun ve haklısın
kararan dünya bildiğin gibi sık sık senindir

kararan dünya, yeni bir güle bir ateş parçasıdır
bir ateş parçasından arta kalan soylu karanlık senindir

bir deneyli geçmişi aldın geldin yeniyi güzel boyadın
ben bilirim sen de bil ilk aydınlık senindir

benim sevdiğim su senin suyunun öz kardeşidir
senin soyunun bıraktığı güçler artık senindir

çünkü bir silah gibi tutarsın tuttuğun her şeyi
her yeri bir uyarma diye tutan ıslık senindir

senindir ey sonsuzveren ne varsa hayat gibi
tutma soluğunu, genişle, öz ve kabuk senindir

ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın
aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir.


Turgut Uyar
Divan

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Uzak Haziran

İki dudak arası bir zaman
Gözgöze geldikse geçerken
Mayısla haziran arasında
Yağmurlu bir saçak altından
Aşktı uçup giden üstümüzden
Aşktı değip geçen yanımızdan

Uyanıp kış uykularından
Şubatla mart arasında
Eylülle ekim arasında
Yaz sularında kıyıya çıkan
İki adım arası bir zaman
Gözgöze geldikse geçerken
Günlük güneşlik bir kaldırımdan
Aşktı uçup giden üstümüzden
Aşktı değip geçen yanımızdan

Aşktı görmedik bilmedikse
Kimbilir hangi eylül bir daha
Hangi uzak haziran.


Necati Cumalı

13 Mayıs 2014 Salı

Şayet Aşk

Şayet aşkın tohumu
Düşmüşse gönlüne
Suyunu esirgeme
Aşkın hakkını yeme
Pişman olursun ömrünce.

Sana gölge verecek dallar
Fışkırır ancak gençlikten
Büyüt bu fidanı ey genç
Hazır yeşermişken!

Ne demek istediğimi
Ömrünün ortalarında
Ansızın anlarsın
Alkol kana yayılınca.


Behçet Necatigil

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Otağ

Sevgilim, işte eylül
Ve işte senin usul usul seğiren yüzün.
Zaman ki sonsuzdur
Bitmemiş şiirler gibidir.
Bazı hüzünleri
Bazı nehirleri tutup anlatmak gibidir.

Biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık
(İsteğin bulanık kıyısında).

Bundan değil midir bizim aşkımızda
Sürekli bir akşam hüznü vardır.


İlhan Berk

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Gecenin Geç Saatinde, Bütün Yaşamın Ortasında

Gecenin geç saatinde, bütün yaşamın ortasında,
gözyaşından kağıda, giysiden giysiye,
dolaşırdım bu zalim günlerde.
Peşimdeydi polis
ve kristal aydınlığı saatte, yalnız
yıldızların yabanıllığında,
dolandım kentler, ormanlar,
çiftlikler, limanlar arasında,
bir insan kapısından diğerine.
bir insan elinden bir ötekine, ve sonra bir başkasına.
Kasvetlidir gece, ne ki nakışladı
insanoğlu kardeşlik işaretlerini,
ve körler gibi yollarda, karanlığın içinden,
ulaştım aydınlık kapıya, benim olan
küçük yıldız noktasına,
kurtların ormanda henüz parçalamadıkları
ekmek kırıntısına.

Bir gece açık arazide bir eve
geldim, görmemiştim hiçbirini
daha önce hane halkının,
varlıklarından da haberli değildim.
Ne yapıyordularsa yeniydi zamanları
benim bilincim için.
Girdim içeri, beş kişiydiler ailede:
bir gece yangını varmışcasına
ayağa kalktı hepsi de.
Bir bir sıktım
ellerini, baktım yüzlerine teker teker,
hiç bir şey söylenmemişçesine: kapıydı onlar
caddede hiç görmediğim,
yüzümü tanımayan gözlerdi,
ve o yüksek, yeni varılmış
gecede uzattım bitkinliğimi uyumak için,
savmak için başımdan sıla hasretini.
Bastırdığında uyku,
sürdü gitti gece
yeryüzünün kısık sesli köpek havlamaları
ve yalnızlık liflerinin sonsuz yankısıyla,
ve düşündüm: "Nerdeyim ben? Kim bunlar?
Neden yatacak yer verirler bana?
Hiç görmedikleri halde beni, neden açarlar kapılarını
ve savunurlar şarkımı?"
Ve bir seğirtme dışında
hiç bir yanıt yoktu yapraksız geceden,
çekirgelerden dokunmuş bir ketenden:
sanki titredi gecenin tümü
yapraklarda usulca.
Gecesel toprak, geldin sen
pencereme dudaklarınla
dilemek için iyi uykular
sanki batmışım binlerce yaprağa,
mevsimden mevsime, daldan dala,
yuvadan yuvaya, dalların arasında
bir ölü gibi uykuya dalana dek.


Pablo Neruda
El fugitivo (Sığınmacı)
Canto General

Gecenin Yasaları

Zahmetli diyorum gerçekliğe, köpek gibi, ve ben de uluyorum. Soylu adamla tayfanın arasında diyalog kurmayı, zürafayı boyamayı, akordeonları tanımlamayı, saldırı ve dirençten oluşan belimde çıplak salınıp duran ilham perimi övmeyi nasıl istemezdim ki. İşte böyle benim belim, genel olarak bedenim, tetikte ve uzun süren bir savaş, ve dinliyor böbreklerim.

Ey tanrı, ne kadar geceye alışkın kurbağa uçuşmuyor ve horlamıyor ki kırk yaşındaki gırtlaklarıyla, ve nasıl da dar ve yıldıza benzeyen eğimle kavrayıp duruyor beni ta en uçtaki noktaya dek! O İtalyan şarkıcılar, astronomi doktorları benim yerime hüngür hüngür ağlamak istiyorlar, çevrilmiş bu siyah şafakla, ta bu keskin kılıçla belirlenmiş olan yüreğe dek!

Ve sonrasında bu sıkışıklık, gecenin elementlerinden oluşan bu birlik, her şeyin ardındaki bu rica, ve bu soğuk, yıldızlarla beslenmiş besbelli.

Kimseyi görmeyen bunca ölümden tiksinti, değil mi ki onca yaralanmış alkolle ya da kazayla, ve gece gezginini övgüleme, benim gibi akıllı olan, hayatta kalan o göklere tapınan.


Pablo Neruda
Yeryüzünde Birinci Konaklama

9 Mayıs 2014 Cuma

Geceye Sığındım Yeniden

Geceye sığındım yeniden.
Kenti geçerken açtı And Dağı gecesi,
açtı müsrif gece gülünü
giyitime karşı.
Kıştı Güney'de.
Kar bir heykel kaidesi kadar yükselmişti,
soğuk yakıyordu binlerce kar dokuyu.

Mapocho ırmağı siyah kardan yapılmış.
Ve ben, suskun, dolandım durdum caddeden caddeye
zalimin kirlettiği kentin içinden.
Ah, yalnızlığın kendisiydim
izlerken sevdanın sevda üstüne sökün ettiğini
gözlerimden göğsüme doğru.
Çünkü bu cadde ve öteki ve karla kaplı
gecenin çerçevesi, insancıl yaratıkların
gecesel yalnızlığı ve kendi karanlığım,
boyun eğdirdi halka ölümün varoşunda,
her şey, bu son pencere
küçük bir çizgi gibi aldatan ışığıyla,
bunaltıcı, siyah mercandan
mesken'in üstündeki mesken,
yorulmaz rüzgârı yurdumun,
her şey benimdi işte, bütün bunlar
sessizce doğrulttu şefkatli ve öpücük dolu
bir ağzı bana doğru.


Pablo Neruda
El fugitivo (Sığınmacı)
Canto General

8 Mayıs 2014 Perşembe

Geldin

Acı çektirmedin,
bekledim sadece.

Yılanlarla kaynaşan,
rahatsız edilmiş
o saatlerde,
hüzünlüydü ruhum ve kaygılıydım,
geldin yürüyerek,
geldin çıplak ve tırmalanmış,
ulaştın kanayarak yatağıma,
gelinim,
ve sonra
dolandık bütün bir gece
uyuyarak,
ve uyandığımızda,
dipdiriydin ve yeniydin,
sanki düşlerin ağır rüzgârı
yeniden sundu
ateşi uzun saçlarına ve yeniden doğruldu
bedenin buğdayda ve gümüşte,
ışıltılı güzellik olana dek.

Acı çekmedim, sevgilim,
bekledim seni sadece.
Değiştirmeliydin bakışını
ve yüreğini,
dokunduğunda bağrımın sana verdiği
denizin derin bölgesine.
Yükselmeliydin suda,
gece dalgasının kaldırdığı
bir damla gibi temiz.

Gelinim, ölmeliydin
ve doğmalıydın, bekliyordum seni.
Seni ararken acı çekmedim,
biliyordum geleceğini,
tapmadığım bir kadından
taptığım yeni bir kadın çıkacaktı,
gözlerinle, ellerinle ve ağzınla,
fakat başka bir yürekle,
her zaman oradaymış gibi
benim yanımda uyanan biri,
benimle sonsuzca olmak için.


Pablo Neruda
Kaptanın Dizeleri
1952

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Gelen Alacakaranlık Huzur Dolu Olsun

Gelen alacakaranlık huzur dolu olsun
köprü huzur dolu olsun, barış olsun şarap için,
beni arayan ve kanımda yükselen harfler
huzur dolu olsun, toprak ve sevda hakkındaki
eski şarkı çevrelemiş beni, ekmek uyandığında
barış olsun şehirde sabahları, bütün köklerin ırmağı
Mississippi huzur dolu olsun:
kardeşimin gömleği huzur dolu olsun,
havadan bir mühür gibi olan kitap için barış,
Esenlikler olsun Kiev’deki kolkhoz için,
orada ölenlerin ve diğer ölülerin külleri için de
esenlikler olsun, Brooklyn’in
siyah demiri için barış olsun, gündüz gibi
evden eve giden postacı için de,
bir huninin içinden kızlara bağıran
koreograf için barış olsun,
Yalnızca Rosario yazmak isteyen sağ elim için
esenlikler olsun:
kalay taşı gibi gizemli, Bolivyalı için
barış olsun, esenlikler olsun
ki evlenebilesin, huzur dolu olsun
Bío Bío’nun hızar değirmenleri,
İspanyol partizanlarının
ezilmiş yürekleri için barış olsun:
en güzel şeyin
üzerinde nakışlı bir yürek bulunan yastık olduğu
Wyoming’deki o küçük müze için barış olsun,
fırıncı için ve onun bütün aşkları için esenlikler olsun
ve barış olsun un için: filizlenecek olan
bütün buğday için barış olsun,
bu sık yaprakları arayan bütün aşklar için,
yaşayan herkes için: bütün dünya için
ve bütün sular için barış olsun.

Burada vedalaşıyorum ben ve dönüyorum
ülkeme, kendi evime, düşlerimde
dönüyorum ben
rüzgârın ahırları dövdüğü
ve okyanusun buz püskürttüğü Patagonya’ya.
Bir ozanım ben yalnızca: hepinizi seviyorum
ve sevdiğim dünyanın eteklerinde çırpınıyorum:
benim ülkemde maden işçilerini hapsediyorlar
ve askerler emir veriyor yargıçlara.
Ama ben soğuk ülkemin
köklerini dahi seviyorum.
Bin kez ölebilsem
orada ölmek isterdim hep:
bin kez doğabilsem
orada doğmak isterdim hep,
yanı başında yabanıl Araukanya’nın
fırtınalı güney rüzgârının
ve yeni alınmış çanların.
Kimse düşünmesin beni.
Sevgiyle dolarak vuralım masaya
ve düşünelim bütün dünyayı.
İstemiyorum yeniden sızsın kan
arasından ekmeğin, fasulyenin
ve müziğin: istiyorum ki maden işçisi,
o küçük kız, avukat,
denizci ve oyuncak üreticisi
izlesin beni,
ki hep birlikte sinemaya gidip ondan sonra da
en kırmızı şarabı içebilelim.

Bir şeyi çözmeye gelmedim ben.

Şarkı söylemek için geldim buraya
ve senin de benimle şarkı söylemen için geldim.


Pablo Neruda
Que despierte el leñador
Canto General

6 Mayıs 2014 Salı

Üç Dağa Ağıt

Açlığın
çıplaklığın acısı mı genişliyor
dalları
meyvaya çağıran rüzgar mı

...

Dalgın bir kuşun ötüşünden
sevdiğinin kalbine düşen aşık mı
yağmuru emen toprak mı derinleşiyor

...

Yas mı tutmalıyım onurlu ölüme
halkın gözlerini dolduran çizgilere
umudu mu çağırmalıyım

...

Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre
sıcak titreyişi varlığını hayata adamışların
gidiyor
öfkenin haykırışları
yasalarıyla gidiyor kahredişin
zulmün ve iğrençliğin buyruklarıyla gidiyor
toprağa düşen bakımsız yapraklar gibi değil
azarlanmış çocukların kederiyle değil
doğuşun ve sevmenin feryadıyla gidiyor
ölümü donatan arkadaşlarım

...

Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre
durutarak gündüzleri geceleri
durutarak adanmışlığı, mertliği yüceliği
damıtıp sevdalarına
nefesi toprağa aşılamaya gidiyor arkadaşlarım

...

Bulutlar da hafif mi kar taneleri kadar
özgürlüğün borcu mu ödeniyor

...

Yaralar mı açılıyor yoksulluğa
ezilmişliğin isyanı mı sesleniyor

...

Ah, gidiyor işte gidiyor göz göre göre
birer rüzgar uğultusu bırakarak yanan ateşe.


Nihat Behram 
Mayıs 1972

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Gelenek

İspanya’nın gecelerinde, o eski bahçeler arasında,
kurumuş sümükle dolup taşarak geziniyor gelenek,
irin damlıyor ve çürümüşlük
siste sürüklerken cüppesini, hayalet benzeri ve harikulade,
giyinmiş astımla ve kanlı boş redingotlarla,
ve yüzün derinliği, dimdik bakan gözleri
bir mezarı kemirmekte olan yeşil salyangozlardı,
ve her gece ısırırdı dişsiz ağzı
doğmamış olan başağı, o saklı minerali,
ve yeşil dikenlerden tacıyla geçip gitti
saplayarak hançerleri ve ölmüşlerin huzursuz kemiklerini.


Pablo Neruda
Yürekteki İspanya
Yeryüzünde Üçüncü Konaklama

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Ne Böyle Sevdalar Gördüm Ne Böyle Ayrılıklar

Ne zaman seni düşünsem
Bir ceylan su içmeye iner
Çayırları büyürken görürüm.

Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni.

Seni düşündükçe
Gül dikiyorum elimin değdiği yere
Atlara su veriyorum
Daha bir seviyorum dağları.


İlhan Berk

Tabanca

Bir nagant tabancam olsa benim
İnce bilekli yâr!
Dünyaya eyvallah etmem
Altın yürekli yâr!
Çocuksun gülüp söylersin,
Uçan kuşlara benzersin,
Ben ölürsem eğer neylersin
Telli duvaklı yâr?


Cahit Külebi

2 Mayıs 2014 Cuma

Kayıp Sevda

Bir yandan türkü söyler
Bir yandan yürür ağlayarak,
Sevdası rüzgâr gibi iter
Dere boyunca yalınayak.

Nilüferler gibi solgun Ophelia!
Yanaklarına yapışır saçları.
Açılır etekleri suyun yüzünde,
Seyrederdi söğüt ağaçları.

İnsan kalbi o zamanlar da vardı
Daha küçüktü, daha kırmızıydı ama şimdikinden
Kopardılar kalbini Ophelia’nın
Nilüferler gibi sarardı.

Şimdi de kızlar sokaklarda,
Minnacık eller, ayaklar, saçlar.
Ama nerde onlar, nerde Ophelia
Nerde evvel zaman içindeki aşklar.

Sevdamız kayboldu zamanlarda
Dişi ceylânla erkek ceylân
Ayrı yönlere koşar gider
Bir sevişmek kaldı romanlarda.


Cahit Külebi

1 Mayıs 2014 Perşembe

Seni Düşünüyorum

Çocukluğunu düşünüyorum Emilia
Deniz boyundaki ıssız yolu sabahleyin
Hani saçların, atkın uçuşurdu rüzgârda
Kokusunu duyuyorum bembeyaz gömleğinin
Seni kucağıma alıyorum Emilia

Ben büyüttüm seni, ben yetiştirdim
Bugüne bu sevdaya
Toprağım ekmeğim kitabım şiirim
Sen ne varsa iyiden doğrudan yana
Gözümün nuru, başımın tacı, efendim.


Melih Cevdet Anday

30 Nisan 2014 Çarşamba

Serenad

Yarın sabah erken uyan
Ben yıldızıma söyledim
Işıklar serpecek üzerine
Nur içinde uyanacaksın.

Ben ağaçlarıma söyledim
Yarın sabah erken uyan
Dağıt saçlarını, silkin
Dallar titreyecek, şaşacaksın.

Yarın sabah erken uyan
Ben göklerime söyledim
Uzat ellerini fecre doğru
Şafak sökecek, bakacaksın.

Ben yerlerime söyledim
Yarın sabah erken uyan
Gözünün değdiği her yerde
Çiçekler açacak, göreceksin


Celal Sılay

29 Nisan 2014 Salı

Mavi Randevu

Mavi bir elbiseyle gelmiştin, gökyüzü maviydi..
Getirdiğin rüzgârla ev kokuyordun..
Kolun koluma değiyordu, omzun omzuma..
Mendilin maviydi, gökyüzü maviydi..

Bin dokuzyüz kırk iki baharıydı
Bahçeli pencereler önünde geziyorduk,
Gözlerimiz buluşuyordu, ürperiyordum
Gökyüzü maviydi, mendilin maviydi

Sıcak nefesin yüzüme değiyordu
"Evlenebilir miyiz?" diye sormuştum,
Yürüyüşün değişmiş, yüzün pembeleşmişti;
Mavi elbiseler içindeydin, gökyüzü maviydi.

Elini elime verdin, ayrılıyorduk,
Gözlerin gözlerimde, dudakların ıslak,
"Sık sık konuşalım" demiştin; gittin..
Mendilin maviydi, gökyüzü maviydi..


Celal Sılay

28 Nisan 2014 Pazartesi

Söyle Sevda İçinde Türkümüzü

Söyle sevda içinde türkümüzü
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz
Yaşamak bu kadar güzelken?

İnsan dallarla. bulutlarla bir,
Aynı maviliklerden geçmiştir
İnsan nasıl ölebilir
Yaşamak bu kadar güzelken?


Fazıl Hüsnü Dağlarca

26 Nisan 2014 Cumartesi

Gemi

Madem ki ödemişiz bu dünyanın bilet parasını
niçin, niçin bırakmıyorlar oturalım ve yemek yiyelim?
Bulutu izlemek, yüzümüzü güneşe çevirmek
ve tuzun kokusunu hissetmek istiyoruz,
kimseye müşkül çıkarmak değil istediğimiz,
çok basit söylediğimiz: biz de yolcuyuz.

Yoldayız hepimiz ve zaman bizimle:
geçip gidiyor deniz, veda ediyor gül,
gölge ve ışığın arasından gidiyor dünya,
ve biz de gidiyoruz, yolcuyuz hepimiz.

Fakat neler oluyor?
Niçin onca hırçınlar?
Kimi arıyorlar tüfekle?

Bilmiyorduk ki
her şey ayırtılmış,
bardaklar, sandalyeler,
yataklar, aynalar,
deniz, şarap ve gökyüzü.

Şimdi durum şu ki
masamız yok bizim.
Mümkün değildi, diye düşündük.
Böyle olamaz ama.

Karanlıktı geldiğimiz zaman gemiye.
Çıplaktık.
Hepimiz aynı yöreden geldik.
Hepimiz erkekle kadından geldik.
Hepimiz açtık ve dişlerimiz çıktı çabucak.
Hepimizin gözü ve elleri büyüdü
çalışmak ve arzulamak için.

Fakat anlaşılıyor ki bir şey alamayacağız,
gemide yer yok,
selâm vermiyorlar bize
ve oyun oynamak istemiyorlar.

Fakat niçin haddinden fazlası onlara?
Daha doğmadan onlar, kim verdi kaşığı onlara?

Çok hoş değil artık burası,
dayanılır gibi değil artık.

Yolculuk ettiğimde
görmek istemiyorum köşelerde sefaleti,
aşksız gözleri ve aç ağızları.

Güz için örtecek giysi yok,
ve daha azı, daha azı, daha da azı var yaklaşan kış için.
Onca taşlı yollarda ayakkabılarımız yokken
nasıl tanıyacak ki ayaklarımız dünyayı?

Nerede yemek yeriz masasız?
Nerede otururuz sandalyesiz?
Eğer korkunç bir şakaysa bu, sevgili beyler,
artık son verin buna,
ve ciddi konuşun şimdi.

Çünkü acımasız deniz.

Ve kan yağıyor.


Pablo Neruda
Estravagario

Gemideki İnsan

Geminin dümen suyunun uzağında
çağıldayan tuzla örülmüş
düşlere sızan ölü yağlanmaların arasında,
uyuyor gemici çıplak bir yorgunlukta,
nöbetteki biri taşıyor metal zinciri,
geminin dünyası
yankılanıyor, rüzgâr gıcırdıyor tahtalarda,
aptalca vuruyor sakatatın demiri,
yüzüne bakıyor aynada ateşçi:
bir parça kırık camda tanıyor yeniden
bu kemikli, isle kararmış maskenin arkasında
bir çift gözü: Graciela Gutiérrez’in sevdiği
gözlerdi bunlar, ölmeden önce, sevdiği
bu gözler olmaksızın, görebilmişti ölüm döşeğinde
ve sürmüştü kendisiyle beraber en son yolculuğa,
kömürün ve petrolün arasında o günün işinde.
Onları yolculuklar ve bu armağanlar arasında
birleştiren öpüşlere rağmen şimdi yok kimse,
kimse yok evde. Denizin gecesinde seğirtiyorum
sevdaya bütün uyuyanların döşeğinde, yaşıyorum
en dibinde geminin havaya ipliklerini fırlatan
gecesel bir yosun gibi.

Başkaları yayılarak yatıyor deniz yolculuğu gecesinde,
boşlukta, düşlerin altında deniz olmaksızın,
hayat gibi, parçalanmış tepeler, gecenin
cam kırıkları, düşlerin parçalanmış ağını
uzaklaştıran kayalıklar.
Gecenin toprağı istila ediyor denizi kendi dalgalarıyla ve örtüyor
o zavallı uyuyan yolcunun yüreğini
tek bir hecesiyle toz, tek bir
kaşık dolusu ölümü talep ediyor geriye.

Her okyanussu taş okyanustur, denizanasının
en küçük morötesi kuşağı, gökyüzü
bütün yıldızla lekelenmiş boşluğuyla, aydır
sahibi ölü denizlerin kendi benzerlerinde:
fakat kapatıyor gözlerini insan, kemiriyor biraz
kendi izlerini, tehdit ediyor kendi küçük yüreğini,
hüngürdüyor ve tırmalıyor geceyi tırnaklarıyla,
arayan toprak, solucana dönüşen.

Topraktır suların örtemediği şey, yok edemediği.

Balçığın gururudur ölecek olan testide,
şakıyan damlalarını yayan ve toprağa kararsız
eklenişini sabitleyen bir kırılışta.

Arama denizde bu ölümü, bakma o
kıta toprağına, saklama bir avuç tozu
el sürmeden sunmak için toprağa.

Bu sırrı söyle şakıyan sayısız dudaklara,
devinim ve dünyadan oluşan koroya,
yitip giden suyun sonsuz anneliğinde.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı'dan

Kırık Portreler

I.

Ali'nin oğlu, bir garip hekim,
kaftanı işlemeli, sarığı beyaz,
her zaman bir Kur'an
masanın üzerinde, elinin altında.

Dualar ararım gözlerinde
arapça yazılar.
Yazgısını bulurum orada yalnızca:
Boy boy çukurlar bıraktı bize
aile mezarlığında.


II.

Büyük dedem mi?
Pantolon giyen bir Sahih.
Hayal kırıklığına uğratmıştır beni yalnızca,
Elleri görünmez
resim salonunda çekilmiş fotoğrafta
Ama güçlüdür aynı eller
atları ya da uşakları
kırbaçladığı zaman.

Öfkeyle çevirirdi gramofonun kolunu
iğne dönmeye başlardı .
Malika Pukhraj'ın şarkıları üzerinde,
sarhoş olurdu, parçalardı gömleğini
ve ağlardı plaktaki şarkıcının
"Henüz gencim" diyen sesini
duydukça.


III.

Yakışıklı dedem,
deliliğe kayıp gitti
Srinagar'ın içinde.
Esrar içiyordu
bir karanlık dükkanda.
Sufi'lerden
mistik dizeler okuyordu durmadan ...
Babam alıp onu eve getirdi.

Yaşlandıkça Eflatun'a yöneldi,
homurdanıyordu "Kral - Filozof" diyordu.
Napoleon'sa her zaman ağzında.
Odasına oturmuş nargile içerken
Sibirya karlarının
Fransızların kemiklerini dondurduğunu
söyledi.

Düşlerinin kadehinde
dönüp duruyor Sokrat.

Örümcek ağları sarkıyor
dilsiz sözlerinden
dedelerimin,
örümcek ağları sarıyor
albümlerde
farelerin kemirdiği
yüzlerini
dedelerimin.

Kimse gelmiyor arlık
Kandahar'dan
Sevgili Ali,
çadır kurmak için
Jhelum'un yanına
akağaçların altına sonbaharda
kimse peygamber torunu olduğunu
ileri sürmüyor.

Portren yapayalnız duruyor
tahtaları gıcırdayan bir sofada


Agha Shahid Ali
Çeviren: Özdemir İnce

25 Nisan 2014 Cuma

Gemiler

Işıklı denizin üzerinde kayıp giden ipek gemiler,
o menekşe mavisi sabahta yükselen,
kızıl flamalı denizin güneşini çaprazlayan,
yolunmuş ercik gibi hırpanî,
altın kasalardan gelen o sıcak hava
bıraktı tarçını kemanlar gibi çınlasın diye,
ve ovuşturulan ellerden bir fırtınada
limanlarda fısıldayan o soğuk tamahkârlık,
yeşim taşının hoş gelmiş yeşil
şirinliği ve ipeğin solgun tahıl tanesi,
bir rüzgârın yolu gibi hızla geçti her şey denizden,
kaybolan anemonların dansı gibi.

Zayıf hızlı gemiler geldi, denizin
güzelim aletleri, yelkenli balıklar,
buğdayla parıldayarak, kaderi
kül grisi yüklerin,
çünkü taşın taşkını gibi yanıp sönüyor
yelkenleri arasında düştüğünde ateş gibi,
ya da ağzına kadar doldurulduğunda kükürt sarısı çiçeklerle,
koparılmış tuzun çorak tarlalarında.
Başkaları zincirlere vurulmuş halk ırkları taşıyordu,
aşağıdaki rutubete gönderilmişler,
geminin ağır tahtasını çizen
gözyaşlarıyla mahkûm gözler.

Biraz önce fildişinden ayrılmış ayaklar, kızgınlıklar
yığılmış üst üste yaralı meyveler gibi,
derisi yüzülmüş geyik gibi acılar: yazın
elmaslarından pis kokulu
gübrenin derinliğine düşmüş başlar.
Hem buğdayla yüklü, rüzgâr gibi
ovaların mısır başakları arasından süzülürcesine
dalgaların üstünde titreyen:
balina avlanmalarının gemileri, katı zıpkınlar gibi
dikelmiş yürekler,
avla ağırlaşmış, dolu ambarıyla
Valparaíso’ya doğru giden,
yağlanmış yelken, oraya buraya fırlatılmış,
soğukla ve yağla yaralanmış,
geminin fincanı dolana dek
hayvanın yumuşak avıyla.
Denizin öfkesinde bir batıştan öbürüne
hatırasına ve geminin son parçalarına
insanların yapışıp durduğu,
deniz bölümlerinin
kesilmiş eller gibi
o ölüm savaşında köpüklenen denizi
dolduran dar ağızlara götürdüğü
direksiz araçlar.
Güherçile gemileri, karinası dar
ve yılmaz yunuslar gibi neşeli
yola koyulmuş yedi okyanusa doğru, kayarak
rüzgârla kendi görkemli çarşaflarında,
parmaklar ve tırnaklar gibi dar,
tüy ve kavga aygırları gibi hızlı,
memleketimin metallerini kemiren
karanlık denizdeki gemiler.


Pablo Neruda
Büyük Okyanus
Evrensel Şarkı

Uzak Bir Başlangıç

Bu gece de göçüp gidecek
kendi ağırlığı altında
tıpkı öteki geceler gibi.

Yıkıcılardan sonra
ağıtçılar gelecek, yeni arkeologlar
ve küçük hırsızlar gün ışığında.

Nerede bulacağım
kendi gerçek kalıtımı -
çılgın yazılarında ağaçların
ya da aydınlık bir dalışta
sayısız ihanetlerin havuzuna?

Bütün düşler çiçek açarlar ancak uykusuzlukta
ve bütün gölgelerimiz
geri dönerler
yeni başlangıç için.


Daud Kamal
Çeviren: Özdemir İnce

24 Nisan 2014 Perşembe

Genç Hükümdar

Okunan şeyin devamı gibi ve sonraki sayfanın öncesinde aşkın bölgesine doğru yol göstermeliyim yıldızıma.

İki uzun sıcak kolla sınırlanmış memleket, uzun paralel arzuyla, ve elmaslardan bir yer gibi savunulmuş sistemle ve matematiksel savaş bilimiyle. Evet, Mandalay’daki en güzel kadınla evlenmek istiyorum, sırrımı söylemek istiyorum dünyasal kılıfıma yemek pişiren bir kadının bu gürültüsüne, bu çırpınan eteğe ve devinen ve rüzgârla yapraklar gibi birbirine karışan bu çıplak ayağa.

Küçük ayaklı ve büyük purolu hoş bir kız, yavşanlarla kendi temiz, silindirsi saçında, tehlikeli yaşıyor ağır kafasıyla ve sert özüyle bir zambak gibi.

Ve deniz kıyısındaki karım, aradığım mırıltının yanında, benim Burmalı karım, kralın kızı.

Ve öpüyorum onun toplanmış siyah saçlarını, ve onun her daim şirin ayağını: ve gece indiğinde şimdi ve çalıştığında gecenin değirmeni, dinlerim kaplanı ve ağlarım burada olmayan onun için.


Pablo Neruda
Yeryüzünde Birinci Konaklama'dan

Bir Sokağı Tekrar Görmek

Bir beyaz güvercin iniyor
bir merdiveni basamak basamak,
bir taş duvara yaslanarak,
koltuk değneğini düzeltiyor bir yaşlı dilenci,
Paçavralar içinde çocuklar (koluna siliyor burnunu biri)
kaydırak oynuyorlar bir güneşli avluda.

Büyük bir değişim olmuş, belli,
son otuz yıl zarfında.
Daha uzun süre kalıyor turistler, daha çok para harcıyorlar.
Sinema afişleri kışkırtıcı mı kışkırtıcı.
Coca - Cola almış buzlu şerbetin yerini,
gaz lambalarıysa daha az görünüyor.

Bu sokağın ötesinde başka sokaklar var ...
Bir kişiliksiz evler ormanı ...
Suyuna tirit yemekler pişiriyor gene mutfakta
göğsü çökmüş anneler.
Mutluluk varsa eğer, dedikleri gibi
rüzgar gibi geçip gitmiş olmalı yanlarından.


Daud Kamal
Çeviren: Özdemir İnce

23 Nisan 2014 Çarşamba

Gençlik

Eriklerden yapılmış ekşi
bir kılıç gibi bir koku bir yolda,
şekerin öpüşü dişlerde,
hayatın damlaları kayıyor parmaklar boyunca,
o şirin, kösnül eten,
hasat tarlası, ekin ambarları, kışkırtıcı,
gizli yerler geniş evlerde,
uyuyan eski döşekler, tepeden bakılan
o haşin yeşil ova, o saklı pencereden:
bütün bir gençlik ıpıslak ve pırıl pırıl
devrilmiş bir lamba gibi yağmurda.


Pablo Neruda
América, no invoco tu nombre en vano
Canto General

Bu Zincire Vuruluş, Bu Darağacı Anı

Bu bekleyiş saati sarmış tüm patikaları,
Hiçbir saat vurmuyor özlenen bahar anını,
Ve gündelik tasalar çökmüş üstüne ruhlarımızın.
İşte mihenk anıdır bu, aşkımızın nöbetini devretmek için.

Bu kutsal andır, sevgili bir yüzü gözümüzün önüne getiren,
Bu kutsal saattir, dinmek bilmez yüreği dindiren!
Şarap kadehi de saki de geri çevrilir, boşuna!
Serin bulutlar geçtiği zaman üstünden dağın,
Bir selvi ya da çınar yaprağının,
Paylaşamayacaksak artık hiçbir dostla
Oynaşan gölgelerini, yeşil saatlerini onların.

Sızladı durdu bu yaralar çoktan beri, ama böylesi-
Bu zincire vuruluş, bu darağacı ve bu sevinç
Bu kaçınılmaz seçme vaktindeki
Bu tüm dostlardan ayrılış vaktindeki gibi sızlamadı hiç!

Sözünüz geçse de hücreye, hükmedemezsiniz bahçeye
Kırmızı gül goncaları açtığında, o taze an geldiğinde,
Hiçbir ilmik yakalayamaz şafak rüzgarının ayaklanışını.
Hiçbir ağa tutsak düşmez baharın uyanışı.

Görecekler başkaları, ben görmesem de o anı
Bülbülün şakıdığı ve çiçeğin açtığını.


Faiz Ahmed Faiz
Çeviren: Halil Köksal

22 Nisan 2014 Salı

Genelevler

İstiflenmiş banknotların
bayraklarını izleyen
servetten doğdu genelev:
başkentin saygıdeğer
mağaraları, çağımın gemisindeki
soğuk odacıklar.
Makineleştirilmiş genelevler
inşa ettiler Buenos Aires’in
yelelerinde, taze et
ihraç ettiler şehirlerdeki
sefaletten ve ıssız yörelerden
paranın su taşıyan kadına pusu kurduğu
ve zarif boru çiçeğini hapsettiği taşradan.
Kırsal pezevenkler geceleri,
kışları, atları sırtında
köylüklerin kapılarında
ve satılan düşüncesiz kızlar
ve tekrar satılanlar
düştüler patronun pençelerine.
Üzüm hasadının diktatörleri
kentin varlıklıları
uyuşturuyor cinsel geceyi
korku salan hırıltılarıyla
kesat taşra genelevlerinde.
Saklanmış köşelerde
bir fahişe sürüsü, kaypak
hayaletler, ölümcül trenin
yolcuları, çoktandır mahkum olmuşsunuz,
çoktandır bu kirlenmiş ağdasınız,
artık geri dönemezsiniz denize,
çoktandır aldatılmış ve avlanmışsınız,
çoktandır ölmüşsünüz boşlukta
hayatın en yaşayan bölümünde,
çoktandır bırakmışsınız gölgelerinizin kaymasını
duvarlar üzerinde: ölümden
başka hiç bir yere
götürür topraktaki bu duvarlar.


Pablo Neruda
Evrensel Şarkı'dan

Hapishanede Bir Akşamüstü

Adım adım iniyor gece
Takımyıldızların salınan merdivenlerinden;
Yakın, şefkatle fısıldayan bir ses gibi yakın
Esiyor hafif bir rüzgar;
Avludaki ağaçlar.
Boynu bükük mahkumlar,
Kayboluyor rüzgarın fırıl fırıl eteğinde.

Ay ışığının ince parmakları merhametle
Işıldıyor çatının tepesinde;
Toza karıştı yıldızların avizesi.
Göğün mavisi akkorlaştı.
Kurşuni gölgeler kaplıyor yeşil kuytuları
Tereddüt içinde hasretin
Acıyla girdaplanışı gibi beyinde.

Bir düşünce dolanıp duruyor yüreğimde-
Öyle bir bengi sudur ki hayat bu anda
Ona zehirlerini katan tiranlar
Ne bu gün ne yarın, asla kazanamayacaklar.
Ne çıkar aşkın taht odasını aydınlatan
Mumu söndürseler de? Güçlüyseler
Ayı söndürsünler, görelim hele.


Faiz Ahmed Faiz
Çeviren: Halil Köksal

21 Nisan 2014 Pazartesi

General Franco Cehennemde

Ey uğursuz, ne ateş ne de volkansı cadının yuvasındaki
kaynayan sirke, ya da yiyip tüketen buz
ya da ölü bir kadının sesiyle havlayan, ağlayan
ve karnını tırmalayan o çürümüş kaplumbağa
avlarken nişan yüzüğünü ve boynu vurulmuş çocuğun oyuncağını,
karanlık ve mahvedilmiş bir kapıdan
daha fazla anlam taşıyacak senin için.

Gerçekten.
Bir cehennemden öbürüne, ne fark eder?
Senin lejyoner uluman, İspanyol analarının
kutsal sütünde, sütte ve ayaklar altında ezilmiş memelerde,
yollar boyunca hâlâ bir köy var, hâlâ bir sessizlik,
ve kırık bir kapı daha.

Buradasın. Sefil gözkapakları,
netameli mezar tavuklarının pisliği, koyu tükürük, kanın
asla silemeyeceği imzası ihanetin. Kimsin o halde,
ey tuzun sefil yaprağı, ey toprağın köpeği,
ey kötü doğmuş, solgun gölge.

Külsüz geri düşüyor alev,
cehennemin tuzlu susuzluğu, acının
çemberleri soluyor.

Lânet olası, insana ait olan her şey
kovalasın seni, yok olmayasın eşyaların
mutlak ateşinde, yitip gitmeyesin
zamanın basamaklarında, ve ne alazlanan bardak
ne de hiddetli deniz köpüğü delip geçsin seni.
Yalnız, yalnız, bütün
birleşmiş gözyaşları için, ölmüş ellerin
ve çürümüş gözlerin sonsuzluğu için, cehenneminde
yalnız bir çukurda, suskun irinle ve kanla beslenesin,
lânet olası, yalnız bir sonsuzlukta.
Hak etmiyorsun uyumayı
gözlerin iğneyle kapansa bile: uyanık kalacaksın
General, sonsuza kadar uyanık kalacaksın
sonbaharda kurşunlanmış çürümüş loğusalar arasında.
Herkes, ve bütün üzüntülü, uzuvları kesilmiş,
kaskatı çocuklar, asılı duruyor cehenneminde ve bekliyor
bu soğuk bayram gününü: senin gelişini.
Çocuklar, kararmışlar patlamalardan,
kızıl beyin topağı, yumuşak bağırsaklarla
dolu koridorlar, herkes bekliyor seni, herkes
yaşarkenki durumunda,
caddeyi geçerken tam da, tekmelerken topu,
yutarken bir meyveyi, gülümserken ya da doğarken.

Gülümserken. Şimdi
kanla lekelenmiş gülüş var,
ve bekliyor ayrılmış, toplanmış dişlerle,
ve karmakarışık maskeler, boş yüzler gömülmüş
amansız barut dumanında, ve isimsiz
hayaletler, o karanlık
ve saklanmış, harabelerdeki yataklarını
asla terk etmeyenler. Seni beklemekle
geçiriyor herkes geceyi. Dolduruyorlar koridorları
çürümüş yosunlar gibi.
Onlar bizim, onlar
etimiz, sağlığımız,
demirhanelerden barışımız, havadan ve ciğerlerden
okyanusumuz. Kuru toprağı
çiçeklendirdiler. Şimdi ötesinde dünyanın,
dönüştüler mahvolmuş
öze, öldürülmüş maddeye ve cansız una,
bekliyorlar seni cehenneminde.

İğneleyen dehşet ve ağrı kaybolduğundan
beklemiyor seni ne dehşet ne de ağrı. Yalnız
ve lânetlenmiş olacaksın sen,
yalnız ve uyanık kalacaksın bütün ölülerin arasında,
ve kan düşecek yağmur gibi üzerine,
ve yarılmış gözlerden ölü bir ırmak
akacak yavaşça üzerinden ve dimdik bakacak sana
durmaksızın.


Pablo Neruda
Yürekteki İspanya
Yeryüzünde Üçüncü Konaklama

Dörtlük

Nereli olduğumu soruyorsun bana
Ben, ömrümce kendi içine kıvrılan adam;
Başıboş bir dalgayım ki okyanusta
Yokum, kendime kıvrılmasam


Muhammet İkbal
Çeviren: A. N. Tarlan - A. Behramoğlu

19 Nisan 2014 Cumartesi

Sevgicek

Severdim
Severdim onu geceleri
Aydınlık taşlar sanki uyurdu
Sessizliğinde

Daha ötelere giderdi yeşilden
Ellerinde otlar
İnanırdı yıldızların birliğine
Mutluluğuna suyun yalazın

Öteki kuşları yaşardı
Dallar serçelerle doluyken
Yiterdi kendi aklığında
Uçsuz bucaksızdı düşü

Severdim
Düşünürdüm düşünürdüm ayrılışında onu görürken de
Baktıkça azalırdı
Öyle ince bir yüzü vardı ki


Fazıl Hüsnü Dağlarca